15. Bölüm
Mihrimah Altun / Bir Demet Papatya / 12.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

12.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

Mihrimah Altun
aydaki_yazar04

Selamünaleyküm

Umarım iyisindir Papatya Okurum 🌼

Ve bu çokça emek verilmiş, günlerce üzerine düşünülmüş bölümü beğenir.

Oy ve Yorumlarınla beni desteklersin.

 

Şimdiden Allah razı olsun 🎀

 

Keyifli Okumalar

 

---

 

"İman hem nurdur, hem kuvvettir."

(Sözler – 314)

 

---

 

Tarık’tan

 

 

İnsan, kendine ne verilmediyse karşısındakine onu sınırsızca vermek istermiş. Neyden yoksun kaldıysa, sevdiği kişiyi o yönde doyurmak istermiş. Ve neden en çok incinmişse, başkasının da aynı yerinden yaralanmaması için elinden geleni yaparmış.

 

Belki de fark etmeden, düşünmeden ettiğimiz kelimeler... Günlük hayatta ağzımızdan dökülen cümleler, sınıftaki ezilen bir çocuğa, ailemizden birine ya da hiç tanımadığımız bir internet kullanıcısına yazdığımız birkaç satır...

 

Önemsemeyiz kelimeleri. Zaten çoğu insan da önemsemiyor.

 

Kelimelerini seçmez insanlar. Günlük yaşantılarında, alıştıkları 400–500 kelimeyle idare ederler. Hep aynı, hep aynı kelimeler...

Okuduğum bir araştırmaya göre Türkiye’de bu sayı gerçekten de böyleymiş.

 

Oysa ben şu an dedemin kitaplarını karıştırıyor, içinde eski ve güzel kelimeler barındıran kitaplar, lügatler arıyorum.

Kelimeleri özenle seçmeye çalışıyorum.

 

Gönlümden geçenleri, sevdiğim kişiye hakkıyla ulaştırabilsinler diye…

 

Onun konuşması her zaman çok zarif. Daha doğrusu... sadece mektuplarda konuşuyor sanki. Ama o mektupları okurken, kelimeleriyle gerçekten benimle konuşuyormuş gibi hissediyorum.

Kendine has bir tarzı var: nazik, nahif, zarif… Bazen de şiirsel.

 

Yıllar önce okuduğum lisede, dışlanan bir çocuk vardı. Hiçbir sebep yokken herkesin kenara ittiği bir çocuk...

Tabii, dışlayanlara göre onların haklı sebepleri vardı.

Ve o çocuk kitaplara ve yazıya sığınmıştı.

Bazen kitapların satır aralarına, bazen şiirlerine, bazen de içinden geçenleri sessizce kağıda dökerdi.

Mihri...

İşte o çok gerilerde bıraktığımı sandığım tarafımı, yeniden gün yüzüne çıkarıyor.

 

Aklımda hâlâ, dün balkondan aldığım Mihri'nin mektubundaki o satırlar yankılanıp duruyordu:


> “Yarın benim doğum günüm.

 

Çoğu kişinin heyecanlandığı ama benim üzgün hatırladığım bir gündür doğum günüm.

 

Neden olduğunu sorarsan, geçen yıl hiç ummadığım bir şekilde beni o gün çok yaraladıklarını söyleyebilirim sana.

 

Biliyorum, bunda Rabbimin bir hikmeti var.

 

Ama bazen çok yanıyor içim… Çok yanıyor.

 

Sana söylemek istedim. Neden diye sorma. Söyleyemem…”

 

İçim yanıyor dediği yerde Benim de kalbim sızladı.

 

Kim bilir neler yaşamıştı.

 

Bana yazdığı bu satırların karşılığında ona yazacağım mektup kafamda sürekli dönüp duruyordu.

Hiç susmayan, eski bir kasetten çalan, takılmış bir şarkı gibi...

 

Neden aklıma hiçbir şey gelmiyor?

 

Sabah saatlerinde Bartu denen çocuğun aramasıyla evden çıkmıştım.

Yolda düşündüm: Madem doğum günü, ona neden bir hediye vermeyeyim?

Evet, verebilirdim.

 

Merkezde gördüğüm tüm hediyelik eşya dükkanlarına baktıktan sonra...

Bir tek bu bileklik sindi içime.

Çok narin ve zarif bir tasarımdı. Ve en önemlisi, minik kızın dediği gibi: “Her bir boncuk sevgiyle geçirilmişti o ipe.”

 

“Keşke,” dedim içimden, göz ucuyla motoru sürdükten sonra eve geldiğimde...

Yatağımın üzerine attığım siyah deri ceketime bakarken, bileklik cebindeydi.

Bilekliğin... bileğindeki duruşunu görebilseydim keşke.

Gözlerim uzaklara daldı, zihnimde geçen hülyanın tatlılığından yüzümde pek de alışık olmadığım bir tebessüm belirdi.

Göremezdim... ama olsun.

Olsundu.

O mutlu olsa, yeterdi bana.

 

---

 


(Temsili görsel)

(Sahnenin hayalimdeki halini bulamadım)

----

 

 

Masamın başında öylece dikiliyordum.

Yazacak bir şeyim yoktu. Zihnim doluydu ama kelimeler darmadağındı.

Ne kadar anlamlı kelimeler öğrensem de... bazen içimdeki düğüme söz geçiremiyorum.

Ayaklarım, sanki içimdeki karmaşaya ritim tutuyordu.

Yeni fark ettim. Belki dakikalardır yapıyorumdur.

Masada oturmak faydasızdı artık.

Sandalyeyi geriye ittirdim ve kalktım.

 

Odanın ortasında duran püsküllü halıyı tek hamlede kenara savurdum.

Yer açıldı. Pozisyon aldım, şınav çekmeye başladım.

 

Kaç tane yaptım, bilmiyorum. Saymadım. Umurumda da değildi.

Tek amacım zihnimi susturmak, içimdeki düğümü biraz gevşetmekti.

 

Ne yazacaktım şimdi ona?

Hangi kelimeleri kullanmak doğru olurdu?

Onun bu özel gününde, hem kalbindeki ağırlığı hafifletip hem de yüzünü güldürmek için ne demeliydim?

Ya batırırsam.

Şu an stresi o kadar yüksekti ki doğru düzgün düşünemiyorum.

Spor yapmak… Lise yıllarından kalan tek düzgün alışkanlığım.

Beni ayakta tutan şey.

 

Ne zaman kafamın içi karışsa,

Ne zaman iç sesim çığlık çığlığa bağırsa...

Kaçış rotam hep buydu:

Vücudumu yor, zihnimi sustur.

Düşünmeye hâlin kalmasın.

 

Bazen antrenman…

Bazen de motorun üstünde ölümüne hız yapmak.

Ama artık o kadar da hızlı kullanmıyordum motoru.

Hayır, hayır… Eskisi kadar değil.

Artık daha normaldi sürüşüm.

Ölmek, pek bu sıralar aklımdan geçmiyordu.

Ölmek istemiyordum.

En azından... şimdilik.

Çünkü…

 

Cümlenin devamını içimden bile tamamlayamadım.

Biliyorum aslında.

Bayağı bayağı biliyordum...

Artık bir nedenim vardı yaşamak için.

İçimdeki dayanılmaz sorunlarla uğraşmak için, hayata biraz olsun tutunmak için…

Bir ihtimaldi, ama güzeldi.

Mihri vardı.

 

O, ne kadar beni bilmese de…

 

İlk defa nefes sıkıştı göğsümde.

Kalın pazularımın ağrıdığını hissettim.

Ahşap parkelerin üzerine sırt üstü uzandım, boydan boya...

 

Evet, o beni bilmiyordu.

“Bilmesin de…” dedim. “Şu an bilmesin.”

 

Çünkü aklımda yine eski anlar canlandı.

Bazı sözler yankılandı…

Kimisi "anı" der, ben onlara "geçmeyen yaralar" diyorum.

 

Duydum bazı ağır sözcükler içimde bazı şeyleri öldürmüştü.

 

"Bak, en azından bununla sevgili değilim," diyerek bana küçümseyen bakışlar atan o kız…

Yanımdan geçerken saçlarını kibirle savuran…

Biraz önce okul bahçesinde sevgilisiyle kavga etmişti ve sınıfa yeni çıkmıştık.

 

O zamanlar, şimdiki dış görünüşümün aksine çok farklıydım.

Bakımsız, özensiz, umutsuz…

 

Hayattan, her şeyden, özellikle de kendimden umutsuz bir gencin gözlerine sahiptim.

 

 

 

Gözlerim, haddinden fazla uzattığım kahküllerimin altında kalırdı.

 

"Aynı babana benzeyen o yeşil gözlerin..."

Yine o kadının sözleri…

 

Evet, gözlerimi görmesinler diye uzatırdım kahküllerimi.

 

Dış görünüşüm değişmeye başladıkça, insanların bakışlarının da nasıl değiştiğini…

O kadar yakından gördüm ki…

Hele ki bana o lafı eden kızın, bir-bir buçuk yıl sonra benimle çıkmak istemesi…

Kafamda bütün taşları yerine oturtmuştu.

 

Göründüğün kadar varsın.

Çoğu kişi için…

Nasıl görünüyorsan, ne giyiyorsan, neye biniyorsan…

Cüzdanın ne kadar kabarıksa, o kadar varsın.

 

Görünmeyen tarafının pek bir önemi yok.

Hislerin, duyguların, düşüncelerin, soruların, sorgulamaların…

Hiç kimse bunlara önem vermez sanırdım.

Özellikle de kadınlar.

 

Onların, sadece dış görünüşümden;

Yüzümün yakışıklılığından, boyumun uzunluğundan,

Ya da daha yüzümü bile görmeden motoru görüp arkasına binmeyi teklif etmelerinden…

Tek kelimeyle nefret ediyorum.

 

Ve benim için tüm kadınlar aynıydı.

Hiçbirinin ne gözleri hatırımda,

Ne de yüzlerinin en ufak bir ayrıntısı…

Sanki hepsi aynı maskeyi takan kuklalardan ibaretti.

 

Ta ki…

Mihri’nin o güneş gibi gülüşünü görene kadar.

Gülerken, o koyu kahve harelerinden taşan umut ve mutluluğu görene kadar…

 

O, umut doluydu…

Baştan aşağı umut.

Mutluydu, huzur doluydu.

Gözleri, gülüşü, elinde tuttuğu kitabı okurken sesindeki tını…

Hepsi baştan aşağı huzurdu.

Hayatımda hiç tatmadığım bir huzurdu.

 

Acaba Mihri nasıl bakardı gözlerime?

İçimden bir ses sordu:

"Onu isimsiz mektuplarla kandırdığını öğrense, nasıl bakar sence?"

 

Hayal ettim birden.

Mihri bana bakıyordu ama…

Tıpkı o insanlar gibi.

Küçümseyen, kızgın, nefret dolu bakışlarla…

 

Bir an, hayali bile içimi soğuttu.

Nefes alışlarım hızlandı.

Ama bir o kadar da daraldım.

Sanki odadaki oksijen bitmişti.

Hayali bile içimi karalara bürümüştü.

 

 

Doğrulduğum yerden kalkıp terasa çıktım.

Dün bıraktığım sandalyem yerindeydi.

Üstüne kurulup, esen hafif rüzgârdan etkilenmemesi için elimi paravan yapıp, dudaklarımın arasına sıkıştırdığım sigarayı çakmakla yaktım.

 

 

Zehirli dumanı derin bir nefesle içime çektim, denize doğru uzun uzun üfledim.

Sandalyenin bulunduğu yer, Mihri’nin balkonuna en yakın noktaydı.

Kim bilir, belki de yine o huzurlu sesini duyar, içime biraz olsun su serpilirdi.

Ya da mırıldandığı bir şarkıyı duyar, onun hakkında bir şeyler öğrenmiş olurdum.

Belki de içimi ısıtan gülüşünü duyar, içim şenlenirdi...

 

Sigaramdan aldığım dördüncü derin nefesti.

Aksine, yan balkondan pek bir ses gelmiyordu.

Tam içimden bunu geçiriyordum ki, terasın demir kapısının açılma sesini duydum.

 

— “Sen gelme Mihri, ben bir sigara içeceğim.”

Sesin sahibi, birkaç kez bahçelerinde gördüğüm, hastanede karşılaştığımız Mihri’nin teyzesiydi.

 

— “Teyze, yanlış anlamazsan...”

Mihri’nin sesiydi bu.

— “Söyleyebilirsin fıstığım, seni dinliyorum.”

— “Bu sigarayı… diyorum… içmesen? Sana her türlü zarardan başka bir şey değil.”

 

Aralarında uzun bir sessizlik geçti.

 

— “Biliyorum, biliyorum da… olmuyor bazen.”

— “Olur be teyzem, neden olmasın? İnsan isterse her şeyi başarır.”

— “Öyle de… bilemiyorum, bazı alışkanlıklar kolay terk edilmiyor.”

— “Evet, biliyorum… En çok da babamdan.”

 

Nedense son cümlede sesi sonlara doğru kısılmıştı.

Sesindeki tınıdan üzgün olduğu belliydi.

 

— “Hamza abi de içiyordu, değil mi?”

— “İçmekten çok… sanki artık onunla yaşıyor. İçeride, dışarıda, biz varken, yokken… hiç fark etmiyor. Evin her zerresine sigara kokusu sinmiş.”

Devam etti:

— “O kadar midemi bulandırıyor ki…”

 

Ne? Ne demişti?

Midesi mi bulanıyordu Mihri’nin?

Sigaradan.

Demek… sigaradan bu kadar nefret ediyordu.

 

Ben de bu alışkanlıktan zevk almıyorum.

Sadece… bu da bir kaçış.

Motorla birlikte hayatıma giren bir şeydi.

Çetedeki herkes içiyordu. İçmemek tuhaf kaçıyordu.

İçmeyenler dışlanıyor, süt çocuğu olarak görülüyordu.

O zamanlar tek derdim “kabul edilmek” olduğu için, tereddütsüz başlamıştım.

 

Şimdi ise, adam olmanın… sigaranın yanından bile geçmemesi gerektiğini anlayacak bir yaştayım.

 

Demek… o da sevmiyordu.

Sigarayı bırakmak için nedenim hazırdı.

 

Mihri’nin “Midemi bulandırıyor,” dedikten sonrasını duymamıştı kulaklarım.

İçimdeki ses o kadar yüksekti ki, dış dünyadaki seslere sağır olmuştu kulağım.

Bir tarafım, “Al işte, senden nefret etmesi için bir neden daha,” derken…

Diğeri, “Zaten kurtulmak istediğin bir şey için ne güzel bir neden,” diye fısıldıyordu.

 

İki parmağımın arasına sıkıştırdım sigarayı.

Bitirmedim.

Küllüğe bastırdım usulca...

Sanki tüm sinirimi ona kusuyordum.

Sanki suç onun gibiydi.

Öfkemin bedelini o ödüyordu.

 

Oturduğum sandalyeden doğruldum.

Belki aradığım ilham, dedemin yanı başındadır...

Belki Funda’nın ona günlük olarak getirdiği sabah gazetesinde, belki de bana anlatacağı bir kıssada.

Bilemiyorum.

Belki ona doğrudan sormalıyım.

Ama şu an...

Tek aklıma gelen yol bu.

 

Terasta oturduğum sandalyeden kalktığım gibi odama geçtim.

Kapının kolunu indirdim ve merdivenlere doğru adımladım.

Daha merdivenlerdeyken, dedemin radyosunun sesi gelmeye başlamıştı bile.

 

Biraz ağır işittiği için hep radyoyu son ses dinlerdi.

“Sesini çok yüksek açıyorsun, kulakların ağır mı işitiyor?” diye sorunca da asla kabul etmezdi.

 

Amerikan mutfakta, salonda boydan boya pencereleri kaplayan tül perdelerden giren gölgeli güneş ışığı ortamı aydınlatıyordu.

Etraf temizdi ve kimse yoktu.

 

Perdeyi hafifçe kenara çekip bahçeye açılan salonun pimapen kapısını açtım.

Terliklerimi giyip dedemin yanına yürüdüm.

 

Ahşap dört kişilik bahçe masasının üzerinde birkaç eski defteri, sabah gazetesi vardı.

O ise, istediği frekansı bulamadığı için radyosuyla uğraşıyordu.

 

---

---

 

 

Burçak, beni görünce heyecandan kuyruğunu sallayıp dilini dışarı çıkartmaya başlamıştı bile.

Onun pamuk kadar yumuşak ve sıcacık tüylerini sevip, bir yandan da dedemin yanındaki sandalyeye oturdum.

 

Dedem pek buralı değildi.

Radyoda istediği frekansı bulmak için dikkatli bir şekilde yanındaki yuvarlak ayar çubuğuyla uğraşıyordu.

 

Dakikalarca düşündüm.

Cevabım, her düşünüşümde başka bir renge büründü.

Bir ara kesin karar vermiştim, ama sonra...

 

Diğer elim eski masadaydı.

Dedemin o cızırtılı, yıllanmış radyosu açılmıştı yine.

Seçme şiirler çalıyordu.

İstediği frekansı bulmuştu anlaşılan.

Radyoyu hafifçe masanın ortasına koymuş ve bahçeyi izliyordu dalgın gözlerle.

 

Ve bir anda o dize vurdu beni:

“Mevsimlerden papatyayı severim...”

 

Cevap o an netleşti işte.

Zaten belliydi.

Ama ben…

Ben karmaşıklaştırmışım sadece.

 

Tabii ki papatya.

En sevdiğim çiçek papatyaydı.

 

Çünkü...

Onu ilk kez papatyaların arasında görmüştüm.

Sanki o çiçeklerin içinden çıkmış, onlardan biri gibiydi.

O kadar güzel bakıyordu ki onlara...

Sanki sevgiyle dokunuyordu gözleriyle.

O an anladım:

O seviyordu papatyaları.

Ve ben...

Ben de artık seviyordum.

 

Ama benim papatyam…

Toprağa kök salan bir çiçek değildi.

Benim papatyam, Mihri’ydi.

 

Şiirde dediği gibi:

“Mevsimlerden papatyayı severim,

Sonra seni.

Sonra yine seni.

Ve hep seni...”

 

Dedem o şiirin Cemal Süreya’ya ait olduğunu söyledi.

Ben de daha önce bir yerlerde duymuş gibi hissettim.

Bir tanıdıklık vardı satırlarda...

Sözlerde bir yankı.

Meğer...

Meğer o dizeler benim iç sesimmiş.

 

Şiirin adı:

“Hayatımda ilk kez birisi bana...”

 

Ben de ona yazdığım satırları bu dizelerden ilhamla kurmuştum:

“Çiçeklerden en çok papatyayı severim, sonra...”

Sonrası...

İçimden gelmişti:

“Sonra seni.

Ve hep seni...”

 

Keşke...

Keşke bu kelimeleri yüzüne de söyleyebilseydim.

Ama...

Şu an...

Olmuyordu.

 

Ellerim, bacaklarımın üzerinde ne kadar süre hareketsiz kaldıysa, hafif hafif soğumaya başlamıştı.

Belki de esen rüzgârın etkisiyle…

Ya da düşüncelerimin soğukluğundan üşümüştüm.

 

Ellerimi cebime soktum.

 

Evet, belki yazdıklarım istediğim gibi olmuyordu.

Kelimeleri dilediğim gibi kullanamıyor, gerçek hislerimi tam olarak aktaramıyordum.

Ama farklı da olsalar, duygularımın Mihri’ye geçtiğine inanmak istedim… mektuplarımla.

 

Hem ben, niye karalar bağlamıştım ki?

Bu düşünceler eşliğinde, ağır ağır oturduğum sandalyeden kalkıp üst kata çıkmak için harekete geçtim.

Her zaman yaptığım gibi yine eskilere gitmiş, bugünü geçmişin gölgesinde yaşamıştım.

Ne çektiysem, geçmişten çekmiştim.

Evet, pek çok kötü kelime duymuştum; yaralanmıştım, acı çekmiştim, yıkılmıştım, kırılmıştım...

 

Ama onun geçen mektubunda yazdığı gibi değil miydi gerçek?

 

> “Geçmişte yaşadıklarımız şu an bize güç katıyor ve gelecekteki kötü zamanlar daha gelmediğine göre, gelmemiş bir şeyden elem almak biraz delice değil mi?”

 

 

 

Mihri’nin Yaradanı’na karşı öyle güçlü bir bağlılığı, öyle tarifsiz bir güveni vardı ki...

Her halinden görüp hissetmiştim bunu.

 

Dün gece, ansızın, her zaman mektupları koyduğumuz o yerde bulduğum doğum günüyle ilgili iç döküşü…

İçimi daha çok sarstı.

 

O da zor şeyler yaşamıştı.

Bu, o satırlardan belliydi.

Belki açık açık anlatmamıştı her şeyi…

Ama üzüntüsü, kederi, acısı — kelimelerinin tınısındaydı.

 

İçimden gelen, onun yaralarını sarmak ve o sıcacık gülümsemeyi tekrar yüzünde görmekti.

Bu duygularla kalemi elime alıp önüme bir kağıdı koydum.

Ve içimden geçenleri olduğu gibi döktüm.

 

şu satırları yazmıştım ona:

 

>Sen başka çiçekler gibi değilsin.

Ne kadar narin olsan da, boynun çabuk kırılsa da, insanlar seni çokça koparsa da…

Hatta her bir yaprağın, birilerinin aşk ihtimali için “seviyor mu, sevmiyor mu?” diye koparılmış olsa da…

Sen umut etmekten vazgeçme.

İnatla, umutla, azimle filizlen… kök sal…

Ve yüzünü güneşe dön.

Umut olmaya devam et, Papatya…

 

 

Evet...

Ne tepki vereceğini bilmesem de, ona "Papatya” demiştim.

Böyle hitap etmiştim.

Çünkü o, tam anlamıyla bir papatyaydı.

 

Aslında… benim papatyamdı.

Ama ona bunu söyleyemedim. Çok istedim ama... söylememeliydim.

Yine de, o bir papatyaydı. Bu değiştirilemez bir gerçekti.

Ve artık… ona nasıl hitap edeceğimi bulmuştum.

 

Ama bütün bunlara rağmen…

O, benim gibi yıkılmış ya da kendini dağıtmış değildi.

O, inanıyordu.

Ve öyle kuvvetli inanıyordu ki… tüm bilinmezlikler onun için çözülüyordu.

 

Bense... bu duyguyu hiç tatmamıştım.

Sanki her şey öylesine yaşanmıştı benim için.

Karşıma çıkan insanlar, geçirdiğim acılar, yaşadıklarım…

Annemin beni hiçbir zaman sevmeyişi, babamı yeni bulmuşken ani ölümü, dışlanmışlıklarım, yalnızlıklarım…

Hepsi rastgeleydi. Tesadüftü.

Bir anlamı yoktu — ya da öyle sanıyordum.

 

Ama nasıl yoktu?

Anlamı olmayan bir şeye mi bu kadar üzülüyor, bu kadar bağlanıyor ve bir türlü atlatamıyordum?

 

Tanrı varsa… bunların hiçbiri boşuna olmuş olamazdı.

Ama ben, sebepsiz olduğuna inandığım ya da belki de düşünmemek için...

Saklanıyordum gerçeklerden.

 

Ve Mihri…

Benim tüm saklandıklarımı gözlerimin önüne bir bir koyuyordu.

Bir güneş gibi, en kör noktamı bile aydınlatıyor; bana gerçekleri gösteriyordu.

 

Tabii...

Ben hâlâ görmemek için inat edip gözlerimi kapatmaya devam etmezsem...

 

Bana yazdığı tüm satırlarla söylememiş miydi doğruları?

 

Ama ben yine, müptelası olduğum o alışkanlıktan vazgeçememiştim.

Biliyordum gerçeği.

Zihnim o an fark etmese bile, kalbimin en derinlerinde biliyordum.

 

Ama yine de…

Çektiğim acılar, kabuk bağlasa da geçmeyen yaralarım…

Onları unutamıyordum.

 

Yavaş yavaş, ağır ağır da olsa iyileştiğimi hissediyordum.

Mihri’yle mektuplaştıkça.

 

Bugün onun doğum günüydü.

Mektubunu her zaman koyduğum demir paravanın altına sıkıştırmadan önce,

Masamın üzerinde duran, bana gönderdiği mektuplara bir kez daha göz attım.

Belki kaçırdığım bir şey vardır.

Ki gerçekten varmış.

 

Ben tam ona nasıl hitap edeceğimi buldum diye düşünürken…

O da bana, “Sana nasıl hitap etmeliyim?” diye sormuş.

 

Tam “mektup istediğim gibi oldu” derken,

Bu ince sorunun cevabını da eklemeliyim diye düşündüm.

Adımlarımın yönü kesildi.

Yine masanın başına geçtim.

 

Ta ki, nedenini bilmediğim bir şekilde, şimdiye dek hiç bakmadığım “Tarık” isminin anlamını araştırmak aklıma gelene kadar...

 

Dedemin kütüphanesinden bulduğum, sayfaları yıpranmış, kimi kopmuş, kimi kenarlarından tiftiklenmiş eski bir lügati elime aldım.

Cildi parçalanmış ama hâlâ o kendine has kitap kokusunu taşıyordu.

Sanki zamanla değil, anılarla yıpranmıştı.

Bir antika gibiydi.

Bu kitabı geçen gün dedemin kütüphanesinden alıp odama getirmiştim içindeki kelimelere bakmak niyetiyle.

 

T harfine ulaşmak için kitabın sonlarına doğru yavaşça çevirdim sayfaları.

Gözüm satırların üzerinde hızla kaydı.

 

“Tarik”... Hayır, bu değil.

 

Hemen altında yazan: Tarık.

 

Arapça kökenli. “Yıldız” ya da “geceleyin yol gösteren” anlamına geliyor.

 

Yüzümde belli belirsiz bir gülümseme oluştu.

Babamın bana koyduğu ismin anlamına bak…

Daha önce niye hiç merak etmemişim ki?

 

Yine Mihri.

Yine o öğretti.

Sadece hitap sorusu sorarak bile…

Bana kendimi düşündürdü.

 

Mektuplaşmaya başlayalı çok olmadı ama şimdiden bana çok şey kattı.

Hâlâ eksik olduğumu hissediyorum.

Yanında yetersiz…

 

İçimden bir sitem yükseldi.

Gülümseme gibi ama buruk.

Acı bir nefes gibiydi.


“Gece yol gösteren, yıldız.

Ne yıldızım, ne yol gösterenim…

Hiç olmadım da.

Sadece bir isim.

Altı bomboş.

 

Yıldız çizmeyi hep sevmişimdir.

Belki de bu yüzden, dedemin eski çekmecesinden çıkardığı o sararmış kâğıtların kenarına yıldızlar çizdim.

Mihri’ye gönderdiğim her kâğıda bir iz bıraktım.

Belki fark etmiştir.

 

Ama bundan da bir anlam çıkmazdı.

Yani, “Bana yıldız ya da gece yol göstereni diyebilirsin,” demek saçma olurdu.

Demezdim.

 

Çünkü yıldız, burada daha çok bir kadın ismi gibi kullanılıyor.

Kulağa öyle geliyor.

Hem öyle desem, Mihri’nin kafasındaki siluet daha da netleşirdi.

Kim bilir, belki utangaç bir kızla mektuplaştığına daha çok inanırdı.

 

O ihtimali düşünmek bile içimi burkuyor.

 

Ama işte… içimden gelmedi.

Sindiremedim.

 

Evet, şu an kimliğimi açık etmiyorum.

Çünkü herkes gibi beni tanımadan yargılaması… ben de bundan korkuyorum.

 

Ama daha çok... onu kaybetmekten.

 

Hitap, sadece bir kelime değil. Bir aidiyet.

O kelime beni anlatmalıydı.

Ne kadın ismi gibi olmalıydı, ne de içime oturmayan bir maske gibi...

 

Tıpkı benim ona “Papatya” demem gibi,

O da beni nasıl tanımlıyorsa, öyle hitap etmeliydi bana.

 

İşte buydu.

Doğru olan buydu.

Kalbim bundan emindi.

 

Yazdığım mektup sayfasının başına döndüm.

Çekmecemden çıkardığım mürekkepli eski tarz kalemimi elime aldım ve şu satırları yazarak mektubumu tamamladım:


Soruna gelecek olursak...

Sen benim için bir papatyasın.

Ben senin için ne ifade ediyorsam, o şekilde hitap et bana.”

 

Ve şimdi sorumu sormak istiyorum:

"Seni en çok etkileyen ya da tekrar tekrar okumaktan kendini alıkoyamadığın veya sadece sevdiğin kitap ya da kitaplar hangileri?"

 

 

 ___

 

 

Mihri’den

 

---

 

Sen başka çiçekler gibi değilsin.

Ne kadar narin olsan da, boynun kolayca kırılsa da, insanlar seni hoyratça koparsa da…

Hatta her bir yaprağın, birilerinin "seviyor mu, sevmiyor mu?" ümidiyle yolunsa da…

Sen umut etmekten vazgeçme.

İnatla, sessizce, yeniden filizlen.

Toprağın derinliklerinden geçip göğe uzan.

Ve yüzünü hep güneşe dön.

Çünkü sen, umudun ta kendisisin…

Sen bir Papatya’sın.

Soruna gelecek olursak…

Sen benim için bir papatyasın.

Ben senin için ne anlam ifade ediyorsam, o şekilde hitap et bana.

 

---

 

Bu satırları kaç kere okuduğumu hatırlamıyorum.

Her okuyuşumda yüzümde beliren tebessüm biraz daha genişliyor.

Kalbim, kelimelerin arasında yumuşacık sarılıyor sanki…

Gözlerimin içi gülüyordu. Bunu hissedebiliyordum.

 

Mektubun arasına bırakılan o zarif, boncuk işlemeli bilekliği elime aldım.

Avucumda sıktım.

Gerçek olduğundan emin olmak ister gibiydim.

Rüya gibiydi ama bu, insanın içinde tatlı bir yankı bırakan türden bir rüyaydı.

Ve ben bu bilekliği taktığım an biliyordum ki…

Artık bir daha çıkarmayacaktım.

Bu, hayatımda aldığım en anlamlı hediyeydi.

Ve şimdiye dek doğum günlerimde aldığım her şeyin önüne geçmişti.

 

“Papatya…”

Bu sözcük içimde bir yer bulmuştu.

Kalbimin kuytularında kök salmıştı.

Adım değildi ama, bana seslenişi gibiydi artık.

Ve gizli bir şifre gibi aramızda yankılanıyordu.

Adım adım, mektuplarında artık bana böyle hitap edeceğini hissediyordum.

Desin.

Hatta isterdim ki…

Bir gün, onun sesinden de duyayım.

Papatya…” deyişini.

 

Onun sesini bilmesem de, mektupları okurken hep kulağımda hayali bir ses yankılanıyordu.

Sakin, derin, içten bir sesle fısıldıyordu:

Papatya…”

 

O an gözümde canlanan şey, başka hiçbir şeye benzemiyordu.

Yeşilin en koyu tonunda, yorgun ama berrak bir çift göz beliriyordu önümde.

Papatya tarlasında karşılaştığım o gözlerdi bunlar.

Gitmemişti aklımdan.

Kalmıştı.

Zihnime değil sadece, yüreğime kazınmıştı.

 

Normalde ilk görüşte insanların yüzünü unuturum.

Özellikle bir anlam ifade etmiyorsa.

Ama bu farklıydı.

Açıklayamasam da… içimde bir his, o karşılaşmanın sadece bir tevafuk olmadığını fısıldıyordu.

Bir tevafuktan öte.

Belki de kaderin küçük bir fısıltısıydı.

 

Ve o gözlere bir kez daha bakmak istiyordum.

Uzun uzun, derin derin…

O gözlerdeki sessiz kırıklığı, saklı duayı yeniden görmek isterdim.

 

Ama sonra kendime geldim.

"Ne yapıyorum ben?" dedim.

“Bana haram olan birine nasıl bu kadar anlam yüklüyorum?”

Bir an pişmanlık çöktü içime.

Ama sonra düşündüm…

Bu, sadece zihnimde beliren bir siluetti.

Henüz kimseye ait değildi.

Ve ben, sadece bir hissin peşinden gidiyordum.

 

Bir daha görecek miydim?

Bilmiyorum.

 

 

---

 

Sonra durdum.

Düşüncelere öyle gömülmüştüm ki…

Çevremde olan biteni fark etmemiştim.

 

“ Mihri huu huu! Kaç dakikadır sana sesleniyorum? Ne hülyalara daldın yine? Duymuyorsun ki beni!”

 

Teyzemin sesiyle irkildim.

Terasın kapısında durmuş, elindeki telefonu bana doğru uzatıyordu.

 

“Bükra aradı da…” dedi hafif gülerek.

 

 

İyi ki mektubu okuduktan sonra tekerlekli sandalyenin kenarına sıkıştırmıştım. Teyzemin görmesini istemiyordum.

 

Tekerlekli sandalyenin izin verdiği kadar uzanarak, telefonu televizyonun elinden aldım ve kulağıma götürdüm.

 

— Efendim?

 

— Mihriiii benim! —dedi ismimin sonunu uzatarak. Sesi çok neşeliydi her zamanki gibi.— Sana ulaşmak ne kadar zor kız! Şirket başkanı gibisin; önce sekreterine bağlanıyoruz, oradan sana getiriyorlar! —diye gülerek devam etti.

 

Her zamanki telefon konuşmalarımızın aksine, bu sefer sesi farklı geliyordu. Sanki telefondan değil de başka bir yerden konuşuyordu.

 

— Ya, sorma... Öyle oluyor biraz.

 

— Ay benim canım arkadaşımın bugün doğum günü müymüş? Peki, arkadaş onu bugün de —hem de o alçılı bacağıyla— yalnız bırakır mı hiç? Sanmıyorum. Buraya geliyorsun, o hâlde doğru mu anladım?

 

— Aynen öyle. Sadece gelmek değil, sana harika haberlerim var. Yanına gelene kadar bekleyemedim, telefondan hemen söylemek istiyorum!

 

— Aaaaaa öyle miiiii? —Heyecanlanmıştım.— Ne haberi verecekti?

 

— Tahmin et! Neyse dur, vakit kaybetmeyelim hemen söyleyeyim. Biraz önce Osmanlıca kursundaki hocamızın yanına uğradım ve ona senin durumunu anlattım. Geçirdiğin kazayı ve şu an evden çıkamıyor oluşunu... Sağ olsun, çok tatlı bir kadın. Bizim için bir güzellik yaptı.

 

— Ne yaptı, söylesene! Çok merak ettim yaaa.

 

Ufak bir an nefeslendi ve sonra aynı coşkuyla, sesini daha da yükselterek:

 

— Bizim kurs kayıtlarımızı online kursa aldı!

 

— Aaaaa bu harika! Biliyor musun, sana söylemesem de ben de gidemeyeceğiz diye üzülüyordum.

 

— Ben de üzülüyordum ama artık gidebileceğiz. Devam edeceğiz. Çok, çok da muhteşem olacak!

 

— Bence de. Kesinlikle çok çok güzel olacak ikimiz için de.

 

— Bir sürprizim daha var ama onu şu an söylemeyeceğim. Kendi kendime konuşuyor gibiyim. Tutuyorum kendimi, tutuyorum! —diye tekrar ediyordu.

 

Onun bu konuşmalarına hafif kıkırtılarım eşlik etti.

 

— Tamam o zaman, ben de bekliyorum. Gelince o sürprizi...

 

— Bekle ama! Kesinlikle değecek bir sürpriz. Hem de seni şaşırtacak!

 

— Eminim öyledir. Tamam o zaman, bekliyorum.

 

— Tamamdır, ben de yoldayım.

 

Yine sesin kalitesi düşmüş ve gittikçe boğuk geliyordu. Sanki kuyu dibinden konuşuyordu. Benim bir şey dememe kalmadan:

 

— Kapatmam lazım Mihri, —diyerek telefonu kapattı.

 

Ben de telefonu, konuşmamı beklerken terasın tozunu almak için bir elinde çalı süpürgeyle eğilerek yerleri süpüren teyzeme uzattım.

 

— İlk evimize geldiği zamanı hatırlıyor musun? Nasıl çekingendi. Çabuk alıştı içimize, sanki. —dedi teyzem.

 

— Bence de çabuk kaynaştı. İlk gördüğümde daha çekingen olduğunu düşünmüştüm ama aksine, onu ilk gördüğüm zamanki intibahıma göre şu an çok daha sıcakkanlı. İçimize karıştı. Artık çekinmiyor ya da bize zahmet olacağını düşünmüyor. Buna seviniyorum.

 

— Ben de senin için seviniyorum. Burada böyle güzel bir arkadaşlık edindiğin için. Daha az yalnız olacaksın.

 

O an teyzeme bir avucumun içinde sıktığım bilekliği göstermeyi, mektupları anlatmayı, hatta yan komşumuzun kim olduğunu sormayı çok istedim. Evet, istedim... İstiyordum. Ama yapmadım, yapamadım. İçimden isimsiz bir his engelledi beni.

 

Sadece teyzeme masumca gülümsemekle yetindim.

 

Teyzem işini bitirince, aşağı kata inmek için kapıya yöneldiğinde bana da inip inmek istemediğimi sordu. İstemediğimi söyledim. Gerçekten bu hâlde üç kat aşağı inip çıkmak beni epey yoruyordu. Hem zaten Bükra gelince burada olacağımız için tekrar inmeme gerek yoktu.

 

Ayrıca gelen son mektubun sonundaki soruyu cevaplamak için can atıyordum.

 

Teşekkür edip teyzemi reddettim.

 

Tekerlekli sandalyenin yavaşlığına rağmen, bence oldukça hızlı kullanmaya başlamıştım. Otomatik olsa daha iyiydi ama şu an buna da elhamdülillah... Elimizde ne varsa ona kanaat etmek, mutlu olmanın ilk kuralı.

 

Bir diğer harekette, tekerlekleri elimle çevirmek zahmetliyse de şu an yapacak başka bir şey yoktu.

 

Masanın başına gelmiştim.

 

Sandalyenin kenarına sıkıştırdığım mektubu dikkatlice çıkarıp masanın üzerine bıraktım. Diğer avucumdaki bilekliği de yanına...

 

 

Bükra gelince ondan takmasını isteyecektim bu bilekliği. Bilekliğin takma yerindeki ufak kanca ve geçirmek için halka olduğu için tek başıma takamıyorum.

 

Usulca mektuba gitti elim. Tekrardan satır aralarında dolandı gözlerim:

 

"Ben onun için papatya isem, yoksa…"

 

Hemen ahşap oyma işçilikleriyle süslenmiş masanın altı çekmecesini açarak, oradaki eski defterlerin altına koyduğum bir önceki mektubunu çıkardım. Emin olmak istiyordum.

 

"En sevdiğin çiçek papatya." demişti.

O zaman bu…

 

"Sen benim en sevdiğim çiçeksin."

Müminin mektup yolu muydu?

 

Evet, öyleydi. Kesinlikle öyleydi.

 

Gülümsüyordum mektuba bakarak, hatta daha çok gülüyordum. Şaşkın, bir o kadar da hafif aptalca… Uzun süre silinmedi bu gülüş yüzümden.

 

Bu ince iltifat, kalbimin üzerinde açan papatyaların sayısını çoğaltmıştı ve bu günü benim için çok anlamlı, hatırlanması gereken bir gün haline getirmişti.

 

Dün geceki hislerimden, üzüntü ve kırgınlıklarımdan eser yoktu.

 

Tam Rabbimin buyurduğu ayet-i kerimeyi yaşıyordum:

 

“Ve O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmetini indirendir…”

 

Madem o beni mutlu etmişti, ben de onu etmeliydim.

Hemen mektubuna cevap vermek için, defterimin arasından uygun bulduğum bir kâğıdı seçip kalemimi elime aldım.

 

Asıl zor olan, ne yazacağımdı.

"Beni gönlünde nereye koyduysan, nasıl tanımladıysan o şekilde hitap et." demişti.

 

Mektuplarından anladığım, onun hakkında gönlüme doğan hisler; arayış içinde, yalnız, kırık bir kalp olduğuydu.

Acaba bu hislerimi tanımlayan, ona tam uyan bir hitap var mıydı?

Ya da bu mektuplarımız için bir şifre, ona ve ikimize özel bir lakap bulabilir miydim?

 

Şu an aklıma nedense böyle bir kelime gelmiyor. Aklıma gelen tüm kelimeler ya çok basit, ya yetersiz kalıyor ya da bir şekilde onu tanımlamıyor, içime sinmiyor.

Bilemiyorum…

 

Derin bir nefes bıraktım dudaklarımdan.

 

Belki İstanbul’dan ayrılırken çantama koyduğum, her zaman yanımdan ayırmadığım defterim bana bir fikir ya da ilham olabilirdi.

 

Masanın hemen yanındaki yatağımın kenarına astığım çantama uzandım.

Biraz zor olmuştu ama sınırları zorlayarak, parmağımın ucuyla ulaşıp hızlıca kendime doğru çektim. Almıştım.

 

Bu defterim… İçinde taşıdığı anılara, anlamlara, yazılara nispeten küçük bir defterdi. Ufak şeyleri sevdiğim için defterimi de ufak tercih etmiştim.

 

Çantadan çıkardığım defteri, mektubun yanına bıraktım.

Bazen bu deftere iç döküşler yapardım; şiirler yazardım, ufak derlemeler ya da o anki ruh halimi yalın bir şekilde yazıp hatıra olarak bırakırdım sayfalarında.

Bazen de hoşuma giden kelimeleri not eder, unutmak istemediğim o an yaşadığım duruma göre notlar bırakırdım kendime.

 

Defteri en başından açtım. İlk gün aldığımda yazdığım tarih hâlâ orada duruyordu.

Her sayfa çevirişimde başka bir anı tekrar hayalimde canlanıyor, beni o ana ışınlıyordu. Tekrar yaşıyordum o zamanları.

 

Kimi zaman hüzünlendim, kimi zaman mutlu oldum…

Ama bir türlü aradığım ilhamı bulamıyordum.

Sayfaları biraz daha hızlı çevirip, defterin sonlarına, ortalarına göz atmaya başladım.

 

Ve birden, bomboş bir sayfada yazdığım ufak bir kelime ve devamında madde madde anlamı dikkatimi çekti.

Defterin o sayfasını biraz daha rahat okumak için açıp baktım:

 

“Yolhîzâr”

Hîzâr: Farsça kökenli, iç acısı, kalp kırıklığı demek.

Anlamı: “Yolda kalp kırıklığıyla yürüyen.”

 

---


 

---

 

 

İşte tam olarak buydu! Onu tanımlayan, anlatan, ifade eden kelime… Buydu! Buldum!

Çocuksu bir coşkuyla, "Buldum!" dedim.

Allah’tan kimse yoktu odada, yalnızdım.

 

Şu an bu mektubu yazmalı mıydım acaba?

Ya... Çok heyecanlıydım. Ve çok da mutluydum.

"Şimdi!" dedim, "Şimdi yazmalıyım! Yoksa zaman geçerse bu heyecanımı kaybedip, hislerimi dilediğim gibi satırlara dökemem. Onu anlatamam, kalbimden geçenleri…"

 

Masamın çekmecesini karıştırdım. Bu sefer istediğim gibi bir kâğıt bulamamıştım. Masanın yan tarafında, ufak bir kapaklı bölme vardı. Bu sefer orayı açıp oraya kurcalamaya başladım.

Umarım anneannem kızmazdı...

Kızmazdı.

Kızmazdı ya, görmediği sürece kızmazdı.

 

Oradaki eski kitapların içerisinden, tam istediğim boyutlarda, zamanla solup beyazlığını kaybetmiş, sararmış bir sayfa bulmayı başardım.

Defterimi alırken çantamın içinden kalemliğimi de çıkarmıştım. Masanın üzerindeki kalemliğin içinden tükenmez kalemimi alıp sayfaya döndüm.

 

 

---

Yolhizâr

 

Ben de seni karşılayan kelime bu: Yolhizâr.

 

Eğer "ne anlama geliyor?" dersen…

 

"Yolda, kırık bir kalp ile yürüyen."

Sana böyle hitap etmek istiyorum. Eğer senin için de bir mahsuru yoksa…

 

Ve bana bulduğun hitap: Papatya…

 

O kadar güzel ki! Her aklıma geldiğinde beni gülümsetmeyi başarıyor.

Doğum günüm için bana yazdığın satırlar…

Yüreğimdeki kırıkları tek tek toparlayıp sıcacık sardı.

Sanki hiç kırılmamışçasına, yüreğim iyileşmiş gibi hissettim.

Kelimelerin o kadar yüreğime dokundu ve beni öylesine içten mesrur etti ki…

Nasıl anlatabilirim sana bunu?

Kelimeler kifayetsiz…

 

Sadece şunu söylemek istiyorum:

 

Rabbim, yaşadığın kırgınlıklardan, acılardan, yolunu kaybedişinden haberdar. Ve senin O’nu bulmanı istiyor.

 

O, çok merhametli… Çok şefkatli…

Peki neden o zaman bu kadar acılar, kederler var bu dünyada?

 

Neden bu kadar sıkıntılar çektim, dersen…

 

Burası imtihan dünyası.

Burada çalışmak; ahirette sefa sürmek var.

Rabbim, bize yaşattığı tüm zorlukları, sıkıntıları aslında bizim olgunlaşmamız için veriyor.

Başımıza gelen her şey, bizim için birer ders… Bizi geliştiriyor, olgunlaştırıyor, büyütüyor.

Şu an ne kadar yaşanmışlıklarının, yaralarının acısıyla bunu göremezsen de.

 

Bir de…

 

Bu zahirde görünen sıkıntıların, çirkin yüzünün ardındaki rahmet cilvesini bir yakalayabilsek…

İşte orada bizim için bir cennet var.

Zira, bu kâinatta hiçbir şey başıboş değil.

Ve şuursuz tesadüfün, tabiatın oyuncağı değil.

Her şey bir Kadir-i Zülcelal’in elinde ve O’nun hükmünde.

Onun hükmüne razı ol…

Rahat et.

Tevekkül et.

Bu dünyanın cehennem-i hâletinde, kalbinde bir cenneti bul…

 

Sondaki soruna gelecek olursak:

 

Kitaplar, benim sığınağımdır.

Çok farklı türde, farklı yazarlardan kitaplar okudum.

Hepsi bana ayrı ayrı şeyler öğretti.

Her biri ayrı bir dünyaydı…

Bazı kitaplar vardır, bir kere okunur; ardından kalbinde ince bir hatıra bırakır…

Ya da hiç bırakmaz.

Kitaplığındaki yerini alır.

 

Bazı kitaplar vardır ki…

Her gün okursun.

Ve hiçbir gün sıkılmazsın.

Her okuduğunda, sanki hiç okumamışçasına sana lezzet verir.

Çünkü ona olan ihtiyacın tekrar tekrar doğar.

İşte, benim için tam da böyle bir kitap:

 

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Risale-i Nur Külliyatı…

 

Evet, pek çok kitabı seviyorum.

 

Ama Risale-i Nur’un yeri…

Benim için her zaman bambaşka.

Ve öyle kalacak.

Peki, şimdi…

Bana sorduğun soruyu ben sana sorsam:

Senin yanıtın ne olur?

Allah’a emanetsin

 

 

Mektubun sonuna kaligrafik bir stil ile "Papatya" yazıp mektubu tamamladım.

 

 

 

Mektubu yazmaya başladığımda aklımda yoktu bu satırlar.

Bu kelimeler…

 

Bilemiyorum…

Yazmaya başladıkça kalbim coştu bir anda ve içimden aktı tüm kelimeler.

 

Umarım gönlümden akan bu kelimeler, onun da gönlüne ulaşır ve orayı da tedavi eder…

 

Her mektubu yazışımda,

“Acaba eksik mi oldu? Doğru ifade edebildim mi kendimi?

Ya da karşımdaki kişi için doğru cümleleri kurabildim mi?”

diye, ufak bir endişe beliriyor içimde…

 

Tabii bu da insani bir şey.

 

Ama her şeye rağmen, yazdığım gibi bırakıp, değiştirmeden teras balkonundaki paravanın kenarına bırakmayı tercih ediyorum.

O an içimden nasıl geldiyse…

Öyle kalsın.

 

Çünkü inanıyorum ki,

Rabbimin o an bana yazdırdıklarında da bir hikmet var…

 

 

 

Tam mektubu tamamladım diye sevinirken, odamın kapısı bir anda büyük bir gürültü ve coşkuyla ardına kadar açıldı.

Arkama dönüp bakmadan bile bunun Bükra olduğunu anlamıştım.

 

“Mihriiii, ben geldim!”

 

Heyecanlı sesi kulaklarımda yankılandı.

Başımla kapıya doğru döndüm; bir yandan da tekerlekli sandalyemi o yöne çevirmeye çalışıyordum. Biraz da boğuşuyordum aslında.

İki adımda yanıma geldiği gibi sandalyemi istediğim tarafa çevirdi. Ardından eğilerek kollarını sıkıca bana doladı.

Hafif hafif sallanarak tatlı bir sarılma yaşadık.

 

“Özlemişim seni ya… Bir iki gün görmesem hemen özlüyorum.”

 

Gözlerim kısıldı kocaman gülümsemekten.

Ben de yetişebildiğim kadar onun sırtını sıvazladım.

 

“Ben de, ben de canım benim… Çok özledim. Eğer gelmeseydin, ne yapacaktım bütün gün ben?”

 

“Tabii canım, ne yapacaktın… O yüzden geldim işte.”

 

Bana doladığı kollarını yavaşça gevşetip doğruldu ve sandalyemin yanındaki yatağa oturdu.

Masanın üzerindeki saate gözüm ilişti. 16.40’a geliyordu.

Güneş, batmaya yaklaşmıştı. Perdelerden süzülen yumuşak ışık, Bükra’nın altın sarısı saçlarını parlatıyor, güzelliğine güzellik katıyordu.

 

Bükra konuşmaya devam etti:

 

“Bugün Osmanlıca dersimizin ilk günü. Birlikte girelim istedim. Belki her gün gelemem yanına ama gelebildiğim kadar buradan birlikte gireriz derslere.”

 

“Gireriz tabii de... nasıl gireceğiz?”

 

Odanın hemen girişine bıraktığı çantayı, birkaç poşeti ve bilgisayar çantasını işaret etti.

 

“Bilgisayarımı getirdim. Oradan birlikte girebiliriz.”

 

Başımı sallayarak onayladım.

 

“Çok iyi düşünmüşsün… Çok teşekkür ederim.”

 

“Ne demek canım. Arkadaşım için önemli bir şey değil.”

 

Yüzünde beni merak ettirmek isteyen kurnaz bir gülümseme belirdi. Hafifçe gözlerini kıstı.

 

“Bir de sana diğer sürprizimi söyleyecektim, hatırlıyor musun?”

 

Unutmak ne mümkün! Heyecanla sordum:

 

“Hadi söyle, söyle!”

 

Avuçlarını göğsünün önünde birleştirdi.

 

“Tamam o zaman, söylüyorum: Birlikte kız kıza cilt bakımı yapacağız!”

 

Bunu söylerken o kadar mutlu ve heyecanlıydı ki…

Şaşırmıştım.

Ama bu, mutlu eden bir şaşkınlıktı.

 

– Harika olur! Ben pek anlamam bu tarz şeylerden… Senin ilgi alanına giriyor galiba?

 

“Galiba değil, direkt benim ilgi alanım bunlar Mihri!”

 

Gerçekten beklemiyordum...

Bükra’yı tanıdığımdan beri, nasıl derler... Babacan bir tavrı vardı. Kendi işini kendi halleden bir kız. O yüzden böyle şeylere ilgisi olduğunu tahmin edememiştim.

Tabii bunu yüzüne söylemedim, kırılabilirdi.

 

“Evet!” dedi, kendini göstererek.

“Bu kız, cilt bakımı yapmayı çok sever. Bir de pembe… Pembe şeyleri ayrı bir seviyorum. Pembe benim rengim yaaa!”

 

“Belli oluyor,” dedim, üstündeki kıyafeti göstererek.

 

Pamuk şeker pembesi kısa kollu bir tişört giymişti. Altında ise İspanyol paça bir kot jean vardı.

Saçlarında, tişörtünden biraz daha koyu pembe bir kurdele…

Saçları salıktı, kurdele ise saçının üstünden topladığı ufak tutamların arasına ilişmişti.

 

Güldü. Hafif, sesli bir şekilde.

 

“Evet ya... Bazıları, pembenin benim rengim olmadığını söyler.”

 

Yüzünde birden, o az önceki gülüşün aksine daha ciddi ve dalgın bir ifade belirdi. Gözleri boşluğa dalmıştı.

 

“Evet… Maskülen bir tarafım olduğunu kabul ediyorum. Hatta bazen bu yönüm biraz ağır basar.

Pek fazla... bir erkekten bir şey istemeyi...

Hayır, sadece bir erkek değil...

Herhangi birinden bir şey isteyip de muhtaç olmayı sevmem pek.

Genelde her şeyimi kendim yaparım.

 

Ama… bu yönüm, pembeyi seven ve içimde sapsarı saçlı tatlı bir kız olduğu gerçeğini değiştirmez.”

 

---

---

 

"Kesinlikle değiştirmez," dedim. Aynı zamanda, diyerek elimi ona bir sır veriyormuş gibi paravan yoklayarak kulağına doğru yaklaştım. Ne kadar yaklaşabilirsem... Oturduğum yerden pek hareket etmem kolay olmuyordu.

 

"Ben de kimseye muhtaç olmayı sevmem. Annem her zaman 'Rabbim, senden başkasına beni muhtaç etme' derdi. Aynı o mantıkla ilerliyorum ben de."

 

"Hadi," dedim geriye çekilerek. İkimiz de gülüştük. Hatta bayağı sesli kahkahalarımız yükselmişti.

 

"Peki o zaman, başlayalım mı?" diyerek kapıda geçirdiği poşetleri gösterdi.

 

"Başlayalım ama," dedim ona. "İkindi okundu ve ben henüz kılamadım. Birlikte kılsak mı?"

 

"Aa harika olur, doğru diyorsun. Ben de kılamadım daha," diye karşılık verdi. Bir yandan da biraz önce yere bıraktığı çanta ve poşetleri kaldırıp yatağımın üstüne koydu. "Bunların işi bayağı uzun sürüyor."

 

"Aynen."

 

"Tamam o zaman, ben namaz elbisemi çıkarayım."

 

"Olur, ben de sana seccadelerin yerini gösteririm."

 

Bükra çantasının içerisinden, kendine has bir bez çantası olan elbisesini çıkardı; itinayla yerleştirdi. Ardından başörtüsünü bir çırpıda giydi.

 

Aynı onu ilk o camide gördüğüm gibiydi. Çok güzel olmuştu.

Tesettürlü bir insana ancak bu kadar yakışabilirdi.

Gerçi önemli olan, tesettürün sana yakışması değil, senin tesettüre yakışıp yakışmaman.

 

Boydan boya bol olan namaz elbisesinin krem rengi kumaşının üzerinde çiçekler ve pembe minik kurdeleler vardı. Başörtüsü ise sadece kurdelelerin pembesiydi.

 

Onu bu güzel tesettürün içinde görünce, yüzümde ister istemez kocaman bir gülümseme belirdi. Gözlerimde ise onun bu davranışına karşı mutluluk, gurur ve...

Kalbimden geçenler ise Belki bir gün gerçekten ona tesettür nasip olur Allah’ım,” diyen bir dua idi.

 

"Maşallah, çok güzel oldun. Zaten güzelsin de, elbise ve başörtü içerisinde ayrı bir güzel oldun," diyerek düşüncelerimi dilime döktüm.

 

Yanakları bir ton daha kızarmıştı.

"Teşekkür... Teşekkür ederim," dedi hafif duraksayarak.

"Etme, ben gerçeği söylüyorum."

 

O da bana gülümsedi ama daha fazla utandırmamak için elimle odadaki tavana kadar uzun olan, ahşap, iki kapaklı gardırobu işaret ettim.

"Seccadeler, sağ kapağı açtığında tam karşında."

 

O seccadeleri getirirken, ben de tekerlekli sandalyeyi kıbleye doğru çevirmeye çalışıyordum. Ama sadece çalışıyordum. Sağ olsun, yanıma gelir gelmez bir çırpıda beni istediğim yöne çevirdi.

 

"Biraz daha sola... Hıh, tam o şekilde," dedi. Kıbleye doğru ayarladıktan sonra, o da tam yanıma seccadesini serdi. Seccadenin üzerinde de pembe çiçekler vardı.

 

Bana doğru baktığımda onun da bana baktığını gördüm. Göz göze geldik.

"Pembeyi seviyorum dedin ya, tevafuk… Her şey pembe denk geliyor sana."

"Aynen yaa, öyle," dedi. Eliyle başörtüsünü ve elbisesini düzeltti.

"Ben böyle minik tevafukların hastasıyım."

 

Birlikte namazımızı tadil-i erkân içinde, huşu ile eda ettik. Namazın ardındaki tesbihlerimizi çekerken, Bükra’nın elbiseyi çıkardıktan sonra bez keseden tesbihini de çıkarması dikkatimi çekti.

 

Şahsen ben her seferinde zikirlerimi tesbihle çekmeye özen göstermezdim; bazen elimle çeker, bazen de unutur geçerdim. Ama o bu konuda da epey itinalı gibiydi.

 

Dua vakti geldiğinde duamı sesli sesli yaptım. Bükra da ellerini açarak bana katıldı. İkimizin imanı için, Rabbimin razı olduğu birer kul olmamız için, ailem ve İslam için dua ettikten sonra...

 

Birazdan söyleyeceklerim için yüzümde muzip bir gülümseme belirirken göz ucuyla Bükra’ya baktım.

Ve sonra:

"Ya Rabbi… ikimizin de gönlüne mukabil hayırlı bir gönül nasip et," demeyi de ihmal etmedim.

 

---

 

(Burada Mihri'yi tekerlekli sandalye de hayal ediniz.)

 

---

 

Bükra, o kadar duanın huzuruna dalmıştı ki, son dediğimi duyduğunda çoktan "Âmin" demişti bile.

 

Ettiğim ve onun da "âmin" dediği duanın farkına varınca hayretle yüzüme bakıp yalandan koluma vurmaya başladı.

"Yaa Mihri! Sen… sen ne diye dua ettin biraz önce? Benim sana olan güvenime bakar mısın! Direkt 'âmin' diyorum. Hiç 'bu kız acaba böyle bir şey der mi' diye aklımdan geçmemişti."

 

Gülerek ben de onun koluna vurdum dostça.

"Ne var ya, Allah Allah… Rabbimden helalinden nasibimizi istiyoruz!"

Söylediklerime ben de gülüyordum bir yandan.

 

"Öyle canım, öyle de… Ben istemiyorum şu an öyle bir şey."

Başını salladım, onu onaylıyormuş gibi yaparak:

"Tabii tabii..."

"Gerçekten istemiyorum ya! Niye bana inanmıyorsun?"

 

"İnanıyorum inanıyorum," dedim konuyu değiştirmek için. "Hani biz cilt bakımı yapmayacak mıydık? Bir de bu Osmanlıca dersi dedin, saat kaçta başlayacak? Onu söylemedin. Ona göre yapalım bu bakımı."

 

"Evet ya, onu söylemedim değil mi?" derken, bir yandan da başörtüsünü ve elbisesini çıkarıp seccadenin üzerine katlıyordu.

"Yanlış hatırlamıyorsam 19:00–20:30 arasında olması gerekiyor. Bir daha kontrol ederim telefondan."

 

“Peki, o zaman yavaştan başlayalım mı?”

“Başlayalım,” dedi Bükra. Başörtüsüyle elbisesini katlayarak çantasına yerleştirdi. Çantanın ağzındaki ipi büzerek kapattı.

 

Ben de başımdaki şalı açmak için ellerimle iğnelerime uzandım. Tek tek çıkardığım iğneleri yatağa batırırken, şalımı da usulca yatağın üzerine bıraktım. Bonemi çıkarırken saçlarımın biraz dağıldığını fark ettim, bu yüzden tokamı da çıkardım.

 

Ben şalımı çıkarırken, Bükra çantanın içine nasıl sığdırdığını hâlâ anlayamadığım kadar çok sayıda, çeşit çeşit sprey şişeleri, kremler ve minik cam serumları çalışma masamın üzerine dizmişti bile. İşine öyle odaklanmıştı ki, başını kaldırıp bana baktığında, dudaklarımdan şaşkın bir nida döküldü:

 

“Aaaa Mihri! Saçların... Gözlerim saçlarına kaydı. Ne kadar da güzel!”

 

Hafifçe utanmıştım. Mahcup ve kısık bir sesle,

“O kadar da değiller ya…” dedim.

 

“Nasıl değiller?”

İki adımda yanıma geldi. Bir eliyle omuzlarımdan aşağı dökülen, neredeyse belime ulaşan koyu kestane rengi saçlarımı parmaklarının arasından geçirerek inceledi. Bir yandan da ekledi:

 

“Şimdiye kadar gördüğüm en canlı, en sağlıklı, en dökümlü saçlar bunlar.”

 

Daha da utanmıştım. Sesim içime kaçmıştı. Yüzümün kızardığına emindim.

 

“Öyle düşünüyorsan... teşekkürler. Rabbimin ikramı. Benim özel olarak yaptığım hiçbir şey yok.”

 

“Hmm… Bir de diyorsun ki özel olarak yaptığım bir şey yok. O zaman daha da özel bu saçlar!”

 

Gülümsemekle yetindim. Gerçekten özel olarak yaptığım bir şey yoktu; sadece adet edindiğim bazı doğal yağları düzenli olarak kullanır, saçlarımı da sünnete uygun şekilde tarardım.

 

“Bismillah,” diyerek cilt bakımına başladı. Önce saçlarımı arkadan topladı ki, yüze süreceği ürünler saçlarıma bulaşmasın. Başımı geriye yaslamamı isterken, yatağımın üzerine süs olarak koyduğum ince yastığı başımın arkasına yerleştirdi. Küçük bir kuaför koltuğu kurmuş gibiydi.

 

Sırasıyla; temizleme jeli, tonik ve maske uyguladı. Bu katta banyo olmadığı için hafif yapılı ürünleri tercih etti. Yüzümdeki ürünleri çıkarmak için nemli bir bez kullandı. Her ürünü uygularken de uzun uzun anlattı: “Bu ürün neye iyi gelir, neden favorisi budur?” diye.

 

Gözlerimi kapatmış, hem onu dinliyor hem de ürünlerin cildimde bıraktığı nefes aldıran ferahlığı hissediyordum.

 

“Ellerine sağlık. Çok uğraştırdım seni ama... maşaAllah, kuaförlerden iyisin,” dedim.

 

“Ben yapmaktan zevk alıyorum. Kuaförlere gelirsek... gerçekten bu kadar özen göstermiyorlar,” dedi. Ardından alaycı bir gülümsemeyle ekledi: “Kuaför demişken, genelde bu tarz işlemlerde kadınlar ilişkilerini anlatır. Eee Mihri, var mı sevdiğin biri? Ya da oldu mu hiç?”

 

Sadece güldüm.

 

“Kız dur, gülme! Yüzüne sürdüğüm tonik akacak!”

“Tamam tamam, gülmüyorum… Ama o zaman da konuşamam.”

 

“Bana var gibi geliyor ama... söylemek istemiyorsan anlarım tabii.”

 

Derin bir nefes verdim.

 

“Hiç öyle bir şey değiilll,” dedim, kelimeleri bastırarak.

 

“Ne peki?”

 

O an içimden, acaba bu gizemli mektup arkadaşımı Bükra’ya anlatsam mı diye geçirdim. Ama sonra... nedense vazgeçtim. Bu sadece benim ve onun arasında kalmalıydı. Bükra’ya güvenmediğimden değil... Ama adını koyamadığım bir his beni bu konuda susmaya sevk ediyordu.

 

Cilt bakımı bittiğinde, Bükra yüzüme kocaman bir ayna tutarak sonuca bakmamı istedi.

 

“Tek kelimeyle muhteşem olmuş... Bayıldım,” dedim, heceleyerek.

“Çooook güzel gerçekten. Ben kendimi bu kadar güzel hiç görmemiştim.”

 

“Hadi hadi abartma. Pek aynaya bakmıyorsun galiba?”

 

Son dediğine sesli güldüm.

 

Biz hem sohbet ederken hem de bakım yaparken saat neredeyse 19.00’a gelmişti. Bu bakım işleri, sanıldığı kadar kısa sürmüyordu. Bükra hemen bilgisayarımı yatağın üzerine alarak siteye giriş yaptı. Dersin linkine tıkladık, derse katıldık.

 

“Çok heyecanlıyım,” dedim içimdeki coşkuyu saklamayarak.

“Ben de bir o kadar heyecanlıyım,” diyerek o da katıldı.

 

İkimiz de çıt çıkarmadan online derse bağlandık. Katılan diğer öğrencilerin isimlerine bakıyor, bir yandan da hocanın dersi başlatmasını bekliyorduk.

 

Ve... bir kişi daha katıldı.

 

Ama… ama bu…

İnanamıyorum.

Hiç beklemediğim bir tevafuk daha bulmuştu beni.

 

------

DEVAMI PART 2'DE

Bölüm : 04.05.2025 00:10 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...