18. Bölüm
Mihrimah Altun / Bir Demet Papatya / 13. 𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶 2.

13. 𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶 2.

Mihrimah Altun
aydaki_yazar04

Bölüm uzun olduğu için bu 2. PARTI

Umarım bu bölümü de çok beğenirsiniz.🤍

O güzel yorumlarınızı ​🗨️

ve oylarınızı⭐

lütfen benden eksik etmeyin 😁

şimdiden Allah razı olsun 🫶🏻

 

---

 

Tarık'tan

 

---

 

Kian’in mesajına döndüğümde, her zamanki gibi cümlelerini askeri bir disiplinle sıralamıştı:

 

(Almanca)

"Überprüfen Sie Ihre E-Mails auf Ihrem Computer und bearbeiten Sie die Dateien, die ich Ihnen gesendet habe. UMGEHEND."

 

(Türkçesi: Bilgisayarından mailini kontrol et. Sana gönderdiğim dosyaları derhal hallet.)

 

Bu kez gülümsemedim.

"Hallet" kısmını büyük harflerle vurgulamıştı.

Kian’in sinir seviyesi mesajın kelime seçiminden çok, satır aralarındaki noktalarda gizliydi.

Cümlelerin bitişlerindeki keskinlik, onun bugün fazla sabrı olmadığını gösteriyordu.

 

Yerimden kalktım.

Yatağın yanındaki valizi açıp laptopumu çıkardım.

Bilgisayarı masaya yerleştirip açtım, parolamı girdim.

Mail kutusu, gecikmiş dosyalarla doluydu.

 

Bir süre klasörler arasında gezindim.

Ama bir tanesi diğerlerinden ayrılıyordu:


"TCB-BMW-STÜCK-S1000R — warten auf Genehmigung"

 

(Onay bekliyor)

 

Dosyanın adı çok şey anlatıyordu:

S1000R serisine ait, üretim onayı bekleyen parça bilgileri.

 

Belgeyi açtım.

Beklediğim gibi standart test verileri ve kalite belgeleri vardı ama... bazıları eksikti.

Bazı parçaların karşısı boş bırakılmıştı.

Üstelik bu boşluklar, motordaki güç aktarım sistemine ait kritik parçaları kapsıyordu.

 

Beni rahatsız eden yalnızca eksik bilgiler değildi.

Tarihler uyuşmuyordu.

Belge, iki hafta önce sisteme yüklenmiş görünüyordu.

Ama en son kalite kontrol notu iki ay öncesine aitti.

Arada ne olmuştu?

 

Bir de son satırda sadece şu yazıyordu:

 

"Wird später freigegeben."

(Sonra onaylanacak.)

 

Kim “sonra” onaylayacaktı?

Ve neden şimdi değil?

 

Elimi çeneme götürdüm.

Ekrana bakarken, içime garip bir sıkıntı çöktü.

Bu model...

 

Babamın kaza yaptığı motorun modeliyle aynıydı.

 

 

---

---


Ertesi Gün

---

 

Papatya,

Bana seslendiğin o kelime, sanki içimde saklı bir parçamı çağırıyor. Sen beni görmeden, kalbimi görmüş gibisin.

Ve evet… Tıpkı senin de dediğin gibi, bu hitabın içimi gülümsetiyor. Kendi kendime tekrar ettikçe, “evet, bu tam da benim,” diyorum.

 

Yazdığın her cümle, geçmişimdeki kırık yerlere usulca dokunuyor. Onardığın şeyler sadece kelimeler değil, benliğimin eksik kalan tarafları.

Benim satırlarımda huzur bulan kalbin gibi, ben de senin satırlarınla kat kat iyileşiyorum.

Kalbimdeki yaralar kabuk bağlıyor artık. O ağırlık, içimdeki o koyu sis, seninle birlikte hafifliyor.

Hayata farklı bir yerden, daha aydınlık bir pencereden bakıyorum senin sayende…

Evet, saye. Gölge demekmiş.

Ve senin gölgende olmak, bana umut veriyor papatya.

 

Tanrı hakkında söylediklerinle ilgili çok düşündüm.

Belki de haklısın.

Ben hep O’nun bana yaşattıklarını yanlış okudum. O’nun verdiklerini eksik ya da ağır gördüm.

Belki de mesele, baştan sona benim O’nu yanlış anlamamda.

Bunu fark edince hem ürktüm, hem rahatladım.

Bilmiyorum… ama senin kelimelerinle kalbimde bir perde daha aralandı.

 

Birkaç gün mektubunu göremeyince, paravanın kenarı sessiz kalınca, endişelendim.

Acaba bir şey mi oldu diye içim içimi yedi.

Ama bu satırlar…

Bu satırlar iyi olduğunu gösterdi bana.

Yine de soruyorum sana — öylesine değil, içimden gelen gerçek bir merakla:

Gerçekten iyi misin?

Bu, sıradan bir “nasılsın” değil.

Bu, kalbinden geçene yer açan bir soru.

O yüzden lütfen yanıtın da kalbinden gelsin.

 

Yolhizâr

 

 

---

 

Bu sefer bir farklılık vardı…

Mektubun üzerine iliştirilmiş, sapından yeni koparıldığı belli olan bir papatya.

Kokusunu hâlâ taşıyordu, yaprakları tazecikti.

Onu, bana hitabını benimsediğim için sevindiğinden koyduğunu düşündüm.

Satırlarını okur okumaz çekmecemden dün gece yazdığım henüz yollamadığım mektubu çıkardım.

Sorusuna da cevap ekledim.

Ve hemen terasa çıktım.

Paravanın kenarına yaklaştım, kalbimi de beraberinde götürerek…

 

 

---

 

Yolhizâr,

Yazdıklarımın, Yaratıcı hakkında kalbindeki görüşleri değiştirmesine ne kadar sevindiğimi anlatamam.

Gerçekten öyle…

Bazen bizim kötü bildiğimiz, aslında Yaradan’ın bize sunduğu bir lütuftur.

Olaylar, sınavlar, beklenmedik yollar…

Hepsi birer işaret, bir sevginin sessiz yankısıdır belki de.

Seven, sevdiğine zarar vermek ister mi hiç?

 

Soruna gelince…

“Gerçekten iyi misin?” diye sormana çok kıymet verdim.

Bu yüzden sana herkesin duyduğu cevabı vermeyeceğim.

İyiyim deyip geçiştirmeyeceğim.

 

Açıkça söylemem gerekirse,

Senin yazdığın satırlara benim de senin kadar ihtiyacım var.

Çünkü ben de kolay zamanlardan geçmiyorum.

Günler, ağır ve geçmek bilmezken…

Senin mektupların içimde bir yerleri aydınlatan nadir şeylerden biri oluyor.

 

O yüzden şimdi ben de sormak istiyorum sana:

Sen gerçekten iyi misin?

Günlerin nasıl geçiyor?

Neler yapıyorsun?

Evet, bunlar alışıldık sorular belki ama…

Ben senin sıradan günlerini bile merak ediyorum.

Çünkü seni merak etmekten kendimi alamıyorum.

Ve bu merak beni sana daha çok yaklaştırıyor.

 

Bazen kendimi paravanın altına eğip sana bakarken hayal ediyorum.

Sabredememekten korkuyorum.

 

Nedendir bilmem,

Sana her yazmaya niyetlendiğimde,

Gözlerimin önünde bir çift göz beliriyor.

Senin midir onlar?

Yoksa kendi hayalimde kurduğum bir suret mi?

 

 

---

---

 

2 gün sonra

 

Papatya,

 

Zor günlerden geçtiğini nedense hissettim.

Benim de bu günlerde kalbim ağır... İçimde bir sıklet var.

Bunda gökyüzünün hep kapalı ve bulutlarla örtülü olmasının payı da yok denemez. Bulutlu havalar beni ayrı bir sıkar.

 

Seni nasıl teselli edebileceğimi, yüreğinde nelerle boğuştuğunu bilemiyorum.

Sen her zaman bana umut olurken, benim senin zor zamanında elimden hiçbir şey gelmiyor gibi hissetmem daha da acı veriyor bana.

 

Lütfen iyi ol, Papatya.

Sarıl hayata, tutun.

Sen çok güçlü ve inatçı bir çiçeksin.

Bunu demem ne kadar sana iyi gelir bilmiyorum ama...

Şu an sadece yapabildiğim kadar, mektuplarımla senin yanındayım.

Ve kelimelerimle desteğim her zaman seninle.

 

Umarım bir gün… bir gün daha fazlasını da yapabilirim.

Lütfen, biraz daha sabırlı ol Papatya.

Evet, bir gün ben de o paravan olmadan seninle yüz yüze görüşmek istiyorum.

Ama biraz daha zamanı var.

Lütfen Papatya, biraz daha zaman tanı bana.

 

Sen zaten umutsun.

Ama yine de ben hatırlatmak isterim sana:

Umut etmekten asla vazgeçme, Papatya.

Zaten papatya demek umut demektir.

 

Hülyalarındaki gözler neye benzer bilmem...

Ama benim gözlerim puslu bakar hayata, karşı yitik.

Ama senin satırlarını okurken yeniden hayata dönmüş gibi ışıldar.

 

Umarım hayallerinde canlanan gözler, benim gözlerimdir.

 

Yolhizâr

 

 

---

 

4 gün sonra

 

Yolhizâr,

 

Yazdıkların bana sandığından daha büyük bir destek oluyor.

Lütfen mektuplarını hafife alma.

Onları ne kadar büyük bir heyecanla beklediğimi hayal bile edemezsin.

 

Özellikle en son yazdığın mektuptaki satırlar...

Tüm günümü, diğer günlere kıyasla çok daha umutlu, ümit dolu, heyecanlı ve mutlu geçirmeme sebep oldu.

Buna sen sebep oldun.

 

Gözlerini anlattığın tarif, nedense zihnimdekine çok uyuyor.

Bilemiyorum... belki de aynı gözler.

 

Gözler, ruhun pencereleridir.

Ruh, gözlerle bu kâinatı seyreder.

Belki de o yüzden, senin ruhunun aynası olarak hayal ediyorum bir çift gözü.

 

Dediğin gibi, sabırlı olmaya ve zamanla birbirimizi tanıdıkça, bir gün gerçekten yüz yüze de rahatça görüşebileceğimize inanıyorum.

İnanmak istiyorum.

 

Papatya

 

 

---

Mihri’den

 

---


1 hafta sonra

---

 

Çoğunlukla bulutlu; güneşin çok nadir ve kısa aralarda görünüp hemen tekrar bulutlar arasında kaybolduğu, benim için Cengiz’in mektubundan sonra daha huzursuz ve tedirgin edici günlerin peş peşe geldiği bir haftaydı.

Ama aynı zamanda Yolhizâr ile gün aşırı, bazen iki güne bir olan mektuplaşmamız; ruhumdaki yaraları biraz olsun sardı, kalbimi hafifletti.

 

Bir hafta önce elimdeki sargılar çıkmıştı, şu an hiçbir iz kalmamıştı. Ayağımdaki alçının da bir an evvel çıkması için gün sayıyordum. Dışarı çıkmayı, yürümeyi, özgürce koşmayı çok özlemiştim. Bazen bu alçı bana esaret gibi geliyordu.

 

Bükra ile de bu hafta pek görüşememiştik.

Part-time bir iş aradığı için birçok farklı restorana, kafeye başvuru yapıyor, oralarda iş aramakla meşguldü.

Ama Osmanlıca derslerini asla aksatmıyordu; her gün tam zamanında oradaydı.

 

Sevdenur ablanın huzur verici sesinden Osmanlıca dersi dinlemek, ardından da yarım saat kadar Risale'den, o güne özel seçilmiş bir konu hakkında yapılan sohbet tadında seminerleri izlemek…

Bükra’nın ve diğer öğrencilerin katılımlarıyla bu ortam benim için keyifli bir hâle geliyordu. Onlar da olmasa çok daha fazla sıkılırdım.

 

Annem, Hüma ve Enes’le konuşmuştum. Hüma’ya özel olarak teşekkür ettim mektubu için. Annemin de sesi daha iyi geliyordu. Evde işler yolundaymış. Yaklaşık üç hafta sonra beni almaya gelebileceklerinden bahsetti.

 

İşte o zaman keyfim kaçtı. İstanbul’u tekrar düşününce, şu an içinde bulunduğum bu ortam bana o kadar güzel bir nimet gibi geldi ki…

Alçının beni ne kadar bunalttığını bile unuttum.

 

İkindi namazımı odamda kılmış, üzerime toz pembe renginde, üstü minik kırmızı çiçek desenli bir elbise giymiştim. Kolları balon koldu. Üzerime de bordo renkli geniş bir şal taktım. Bordo, dudaklarımın rengiyle çok uyumluydu; kendime yakıştırdığım renklerdi bunlar.

 

Bir anda odanın içine giren parlak güneş ışıklarıyla başımı, Cengiz’den gelen mektuptan sonra genelde kapalı tuttuğum pencereye çevirdim. Alçılı ayağıma dikkat ederek, hoplayarak pencerenin kenarına gittim. Güneşlikleri açtım.

 

Yüzüme vuran güneş ışığı beni kocaman gülümsetti. Ne zamandır bu kadar açık bir gökyüzü ve parlak bir gün ışığı görememiştim.

Artık alçılı ayağıma daha alıştığımdan mıdır bilmiyorum ama odamdan aşağı kata inerken anneanneme ya da teyzeme seslenmiyordum. Onlara zahmet vermek istemiyordum.

 

Tam bir kat inmiştim ki teyzemle karşılaştım.

“Mihri! Ben de tam senin yanına geliyordum. Hava ne güzel açtı! Alp ile aklımıza şöyle bir fikir geldi: Bu hafta hep evdeydik, biraz değişiklik yapalım.”

 

“Evet teyzem, ne değişikliği?” dedim, merakla gözlerinin içine bakarak.

 

“Hazır mısın?” dedi ses tonunu daha da heyecanlı hâle getirerek.

“Deniz kıyısına gidiyoruz çay içmeye. Çekirdek, cips falan da alırız. Çok güzel olur. Hem size dondurma da alırım. Hava çok sıcak değil biliyorum ama bence seversiniz.”

 

“Ayyy!” diye tatlı bir ses döküldü dudaklarımdan. “Çooook güzel olur! Dondurmaya da tamam, çok isterim.”

 

“Tamam o zaman. Ben demlediğimiz çayı termosa doldurayım. Sen de üzerine bir hırka al. Hava zaten çok sıcak değil, bir de deniz kıyısı daha esintili olur.”

 

“Tamam teyzem. O zaman hemen yukarı çıkıp hazırlanıyorum.”

 

“Aynen öyle yap. Ne kadar çabuk hazırlanırsan o kadar iyi.”

 

“Peki teyzem, bu arada…” diyerek aşağı kata yönelmiş olan teyzemi birkaç basamak yukarıdan durdurdum.

“Bükra… Bükra’yı da arar mısın? O da gelsin. Tabii eğer müsaitse.”

 

“Tabii tabii, ararım. Gelsin, çok güzel olur.”

Diyerek merdivenleri hızla inmişti bile teyzem.

 

Ben de üst kata çıkıp çantamın içine her zamanki gibi defterimi, kalemimi ve "ne olur ne olmaz" diye bir kitap alıp üzerime de bir hırka geçirdiğim gibi yavaş yavaş ve dikkatli şekilde aşağı kata indim.

 

Teyzem, kapı girişine bizim için bir çanta-poşet hazırlamıştı.

Beni görünce,

“Hadi Mihri! Alp arabaya gitti bile. Biz de gidelim.” dedi.

 

Anneannem, salondaki divanda uyuyordu. Bu saatlerde uyumayı ayrı bir seviyordu.

 

Teyzemle birlikte evden çıktık. O, bir koluma girerek yolda yürürken bana destek oldu.

 

Yolda pek de trafik olmadığı için hızlıca varmıştık. Neredeyse kıyıya yakın olan otoparka girmiştik ki Alp,

“Bartu abimi de çağırsaydık ya anne!” dedi çocuksu bir edayla.

 

“Olur oğlum, çağıralım. Ne dersin Mihri?”

 

“Bence de çok güzel olur teyzem, aklımıza gelmemişti.”

Bir elimle Alp’in saçlarını karıştırdım.

“Minik bıcırığımız sağ olsun, hatırlattı bize. Değil mi bıcırık?”

 

“Ben bıcırık değilim bir kere!” diyerek yalandan kaşlarını çattı.

 

“Tabii tabii değilsin, sen koca adamsın değil mi?”

“Tabii ki! Koca adamım Mihri abla!”

 

Gülümsedim.

 

Arabadan inerken Alp, kendi kapısından çıkıp koşarak yanıma geldi, koluma girmek için. Teyzem de arabadan inmiş, bagajdaki çanta-poşeti alıyordu. Bir kulağında ise Bartu ile konuşuyordu:

 

“Aynen aynen canım, Kuştur'daki sahil koyu var ya, oradayız. Otoparkın hemen karşısında oturacağız. Oraya gel. Tamam mı? Hadi, bekliyoruz.”

 

Diyerek telefonu kapattı teyzem.

 

 

 

Teyzemin, telefonda Bartu'yu anlattığı haliyle tam da otoparktan çıktıktan sonra dümdüz sahile ilerledik.

 

Yürüyüş yolunun bitiminde, her adımında iz bırakan ve biraz içine gömülsen de bütün stresini alan, krem renginde deniz kumları başlamıştı.

 

Önce teyzem ve Alp ayakkabılarını çıkarıp ellerine aldılar. Ben de ayakkabımı çıkardım, çorabımla bastım. Tabii, bir ayağım alçıda olduğu için tek ayakla da olsa o hissi tatmak istedim.

 

Güneş neredeyse batıyordu.

Teyzem, arabanın arkasından oturmamız için aldığı portatif açılır-kapanır kamp sandalyelerini Alp’le birlikte kurmaya başladı. Ben de usul usul onları izledim, biraz da gün batımını...

 

Alp ve teyzem çok da uzun sürmeden hepimize sandalye kurmuşlardı bile.

Teyzemler genelde bir şey alırken birkaç yedekle alır. O da böyle durumlarda çok işimize yarıyor. Bükra ve Bartu da geleceği için şu an beş kişiyiz.

 

Sandalyeler bittikten sonra teyzem, tam ortaya koymamız için bir de ufak bir portatif masa hazırladı. Ortam genel hatlarıyla hazırdı.

 

Ben de oturduğum yerden masayı kurmak için sıra sıra dizilmiş olan sandalyelerin sağında, bir tane yanımda boşluk kalacak şekilde, tam masanın önüne gelen kahverengi sandalyeye oturdum.

 

Teyzemden rica ettim, çanta ve poşetleri yanıma koydu. Önce masaya, teyzemin çantaya attığı minik örtüyü serdim. Ardından bardakları çıkarıp çekirdekleri plastik tabaklara böldüm.

 

— "Geldim, geldim! Geç kalmadım ya!"

Diyerek yanımıza, el sallayarak gelen Bükra’ydı. Ben de ona el salladım ve yanıma gelmesi için elimle işaret yaptım.

Büyük ihtimalle teyzem, Bartu'ya dediği aynı yeri Bükra'yı da davet ederken tarif etmişti telefonda.

 

— "Yok yok, geç kalmadın kız! Hoş geldin."

Önce bana, ardından teyzeme sarıldı. Alp’le tokalaştılar.

 

Herkes sıra sıra sandalyelere oturmuştu ama Bartu hâlâ gelmemişti. Yanımdaki sandalye onun için boş bırakılmıştı. Herkese birer çay koymuştum.

 

Manzara enfesti.

Güneş yavaş yavaş denizle buluşurken, tüm kızıllığı ufuk çizgisine ağır ağır yayılıyor; gökyüzünde yedi sekiz renkten oluşan, efsanevi bir renk geçişiyle mükemmel bir tablo oluşturuyordu.

Güneşin kızılı, denizin hafif dalgaları üzerinde parıltılar oluşturuyor; dalgaların sesi içimdeki huzursuzluğu alıp götürüyordu.

 

Tam birer bardak çayımızı içmiştik ki Alp, “Dondurma alalım!” diye tutturmaya başladı.

Teyzem, daha fazla onun huysuzlanmasına dayanamadığı için en yakın dondurmacıyı aramak üzere sandalyesinden kalktı.

Bükra da, “Ben de sana alırım, ne istiyorsun?” diyerek bana çevirdi bakışlarını.

 

— "Limonlu ve çikolatalı."

Dedim. En sevdiğim, favori dondurma ikilim.

 

— "Peki, tamam. Ben de daha karar vermedim, oradaki seçeneklere bakarım."

Alp ve teyzem çoktan sandalyelerin yanından uzaklaşıp yürümeye başlamıştı bile. Bükra da bana el sallayıp onların ardına düştü.

 

Tek başıma kalmıştım.

Bir tabloyu andıran, Rabbimin muhteşem gün batımı manzarasına karşı içim huzur ve sakinlikle doluydu.

Çok büyük bir kabulleniş hissettim.

"Rabbim benim nasibime ne verse kabul edeceğim."

Kabullenmekte öyle güzel bir lezzet vardı ki, tarif edemem.

 

Manzaraya dalmış gitmiştim. Renkler gözümde birbirine karışmış, içimde dingin bir kabullenişin yumuşak dalgaları yayılmıştı. O anda sanki zaman durmuştu.

 

Derken…

Yanımdaki boş kamp sandalyesine birinin oturduğunu hissedince içim ürperdi. Sessizlik, aniden kesilmiş bir müzik gibiydi. Refleksle başımı çevirdim.

 

Ve o an —

Kalbim bir anlığına atmayı unuttu.

İtiraf edemediğim kadar özlediğim, adını içimde bastıra bastıra tekrar ettiğim o gözlerle karşılaştım. Hatırladığımdan daha parlaktılar. Gecenin içinden gelen bir yıldız gibi bakıyordu.

Koyu yeşil... ama bu kez daha derin, daha yakıcı.

Göz göze geldik. Bir saniye, belki iki. Ama içimde bir şeyler o an sonsuza kadar değişti.

 

Sesim çıkmadı. Yutkunamadım bile.

Kalbim boğazımdaydı sanki.

Güneş batıyor olabilirdi ama bana o an doğan bir şey vardı:

Onun varlığı.

O sessizce oturuyordu. Sadece gözleri konuşuyordu.

Ve ben, gözlerindeki yankıyı duydum:

Beni unutmadın, değil mi?

 

Yağlı boya tarzında bir görsel oluşturmak isterim ama Tarık pek hoşuma gitmedi.

Manzara hoş o yüzden yüklemek istedim 🤭

(Sizce nasıl??)

---

 

Nasıl buldunuz ❓

lütfen benimle paylaşın 🤭

Şahsen ben yazarken son kısımda çok heyecanlandım🥰

2 hafta sonra görüşürüz

Allah'a emanet olun

🤗🌼💌

Bölüm : 17.05.2025 23:02 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...