

İki hafta oldu
Nasılsınız
Ama gerçekten Nasılsınız?
Papatya Okurlarım 🌼
Çok içime sinen bir bölüm oldu. ☺️
Aramızda kalsın Mihri'nin duygusal sahnesini yazarken ağlıyordum.🥺
Neyse...
⭐' a basmayı Unutmayın.
Ve o güzel yorumlarınızı yazmayı.🗨️
" Keyifli Okumalar "
---
> "Sesler vardır; içinde ne bir çığlık, ne bir sitem... Sadece dua gibi, umut gibi... Kalbe iyi gelen türden."
___
Bugün
Dün yaşadığım o huzur verici anlar, şu an içimde büyümekte olan karamsarlıkla öyle zıt ki... Sanki iki ayrı ruh halinde, iki ayrı zamanın içinde salınan bir ben var...
Şu anki karamsar halimi, içimi saran bu gri bulutları anlatmadan önce… önce dünün güneşli penceresinden içeri süzülen huzura dönelim birlikte.
--
Dün
Bazı insanların sesi huzur verir. İçinize işler, sizi dinginleştirir. Duyduğunuz anda, içinizdeki umut tohumlarını sularlar adeta.
Seslerinde sakinlik, huzur, güven ve şefkatle harmanlanmış bir ton vardır. O sıcaklık sizi sarıp sarmalar; ne anlatsalar anlamak istersiniz.
Hatta anlattıklarının fazlasını anlamak, söylediklerini sevmek istersiniz. Çünkü o üslup çoktan sizi kendisine bağlamıştır.
İşte benim için tam bu tanıma uyan kişi, şu an Osmanlıca yaz kampı için katıldığım bu online derste, sınıfa görevlendirilen hocamızdı. Ne zamandır özlemini duyduğum, sesine hasret kaldığım Sevde Nur ablam...
(İsmi geçen Sevdenur Hocam gerçekten benim Osmanlıca hocamdı selam olsun kendisine.)
Kuşadası’na geldiğimden beri hiç görüşememiştik. Ne kadar özlediğimi, derse katılıp tüm öğrencilere tanışma konuşması yaparken onu dinleyince daha iyi anladım. Meğer ne çok özlemişim.
Ekrana dalıp gitmeme anlam veremeyen Bükra, hafifçe beni dürttü.
— "Mihri, şiştt... İyi misin? Daldın."
Hafifçe başımı salladım. Biraz geçmişe gitmiştim. Tekrar bu âna geldim. Sağ tarafımda oturan ve bana meraklı gözlerle bakan Bükra’ya dönerek gülümsedim.
— "İyiyim, merak etme. Sadece..."
İşaret parmağımla bilgisayar ekranını gösterdim.
— "Hocamız benim ablam."
— "Öyle mi? Ablan mı var?"
— "Yok, yok. Özel ablam değil. Ama manevi ablam gibi... Daha önceden tanışıyoruz. Hani sana okuduğum Risale-i Nurlar var ya, işte onları hep bana o anlatırdı. Kendisi de edebiyat öğretmeni. Çok tatlı biridir."
Beni meraklı gözlerle dinliyordu. Anlattıklarımı duyunca o da gülümsedi.
— "O zaman çok güzel bir hocaya denk geldik desene. Sevindim. Bu yaz kampı dolu dolu geçecek ikimiz için de."
— "Kesinlikle öyle. Sevde Nur ablayla sıkıcı ve boş bir ders geçirmeyi düşünme bile."
Konuşmamızı hızla odamın kapısının açılması böldü. Meraklı gözlerle ikimiz de kafamızı aynı anda kapıya çevirdik. İçeri giren, teyzem ve Alp’ti.
— "İçecekler de geldi!" Alp, büyük bir coşkuyla içeri girer girmez bize seslendi.
İkimizin de bilgisayar başında olduğumuzu görünce merakla yanıma geldi.
— "Aaaa, ne izliyorsunuz?"
Bir bize, bir bilgisayara bakıp ne yaptığımızı anlamaya çalışırken, teyzemin uyarısıyla karşılaştı:
— "Dikkatlerini dağıtmayalım Alpciğim, sadece içeceklerini vermeye geldik, unutma."
Diyen teyzem, içeceklerimizi bıraktığı gibi Alpi alıp odadan çıktılar.
İkimize de meyve suyu getirmişti.
Hazır meyve suyunu ne kadar sevmesem de teyzemin düşünmüş olması yeterli...
Bu paketli ve yapay ürünlere karşı içimde inanılmaz bir iştahsızlık var — çikolata hariç! Çikolata hariç çoğu paketli ürüne mesafeliyim diyebilirim. Bu yönümü seviyorum. Arada yerim tabii, hiç yemem diyemem ama çok iştahla yediğim de söylenemez.
Bükra çoktan meyve suyunu içmeye başlamıştı bile. Ben de bir yudum aldım. Anladığım kadarıyla karışık meyve suyuydu.
İkimiz de dikkatimizi yeniden önümüzdeki laptoptaki online dersimize çevirdik.
Sevdenur ablanın yaptığı ufak bir giriş konuşmasından sonra herkes sırayla kendini tanıtma seansına geçti. Sıra bize geldiğinde Bükra’ya döndüm:
— "Ya şimdi ne yapacağız? Aynı mikrofondan iki kişi konuşacak ama ayıp olur mu?"
— "Olmaz ya, niye öyle düşünüyorsun ki? İkimiz birlikteysen, ayrı katıldığın zamanki gibi farklı biri olduğunu zaten herkes görür."
— "Aynen, şu an yapacak bir şey yok. İlk gün böyle olsun."
Sevdenur abla, "Mihri Suare, kendini tanıtır mısın? Gerçi bana bu isim bir yerden çok tanıdık geliyor ama belki de karıştırıyorumdur," dedi.
İçimden "Tam da doğru tahmin," diye geçirdim.
Hemen maus ile kapalı olan mikrofonumu açtım.
Bükra'yla ben çok heyecanlıydık, yüzlerimizden okunuyordu.
— "Mihri Suare, 21 yaşındayım. İmam Hatip Lisesi mezunuyum."
Ufak bir nefes alıp devam ettim:
— "Hafızlığımı bitirip belgemi aldım, yeni bir hafızeyim."
“Elhamdülillah” demeyi de ihmal etmedim.
— "İstanbul’da yaşıyorum fakat şu an anneannemin yanında olduğum için kursa Aydın Kuşadası’ndan katılıyorum."
“Seninle tanıştığımıza çok memnun olduk,” dedi Sevdenur abla. Sesinde mutluluğu belli eden bir ton vardı. Gerçi ben kendisini tanıyordum.
— "Evet," dedim, "biz önceden tanışıyoruz."
— "Aynen arkadaşlar, Mihri benim önceden tanıdığım bir arkadaşım ama ne zamandır görüşememiştik. Kısmet, ne güzel… Rabb’im bizi bir araya getirdi bu vesileyle."
— "Aynen, Sevdenur abla— hocam," diyerek düzelttim. Ağız alışkanlığı olmuştu işte ama burada bütün öğrencilerin içinde ona abla diye hitap edemezdim.
Bir de Bükra'nın da yanımda olduğunu ve bugün buradan derse katıldığını söyledim. Sevdenur abla bu duruma anlayışlı bir şekilde cevap verdi:
— "O zaman onun da sesini duyalım, onunla da tanışmak isteriz."
Bükra heyecandan kelimeleri hızlı hızlı peş peşe sıraladı:
— "Bükra Saraylı ben. Çok memnun oldum şimdiden hepinizle tanıştığıma ve böyle güzel bir ortama girdiğime. Şu an Aydın Üniversitesi’nde gastronomi bölümü son sınıf öğrencisiyim. 22 yaşındayım. Üniversite dolayısıyla ben de şu an Kuşadası’ndan katılıyorum derslere. Mihri ile arkadaşız. Bugün yan yana olduğumuz için birlikte katılmak istedik."
— "Çok güzel yapmışsınız, tekrardan hoş geldiniz," diyerek bizden sonraki sırada olan diğer öğrenciye söz verdi Sevdenur abla, yani hocamız.
Bükra, ders mikrofonunu kapatır kapatmaz hemen bana dönüp kolumu hafifçe sallayarak heyecanla sordu:
— "Nasıl, nasıl konuştum Mihri, söylesene? İyi miydim?"
— "Gayet iyiydin," diyerek onu sakinleştirmeye çalıştım.
— "Bak gördüğün gibi Sevdenur abla da bir şey demedi zaten. Çok anlayışlı biridir. Hadi şimdi diğer kızları dinleyelim bakalım, nerelerden katılan öğrenciler varmış."
— "Tamam," diyerek o da benimle birlikte tüm dikkatini ders ekranına verdi.
Şu anda "Firdevs" adındaki katılımcı kendini tanıtıyordu.

Herkesin tek tek kendini tanıtmasının ardından, Sevde Nur abla derslerin içeriğiyle alakalı konuşmaya devam etti. Katılımcıların çoğu bizim yaşlardaydı. Çoğunluk İstanbul'dan katılsa da, burada da birkaç tane katılımcı olduğunu öğrenmek beni sevindirdi.
Sevde Nur abla, dersin en başında “Neden Osmanlıcayı öğrenmeliyiz?” adlı bir slayt hazırlamıştı. Bize tek tek anlattı, gerçekten çok keyifliydi. Bükra’yla ben de sessiz bir şekilde onu dinledik.
Osmanlıca’nın tarihinden bahsetti. Selçuklulara kadar dayanan bir geçmişi varmış. Koca Osmanlı İmparatorluğu'nun kullandığı bir dil değil, Osmanlıca konuşma dili değil; bir yazı diliymiş. “Hadi Osmanlıca konuş” desen birine, böyle bir şeye sadece gülerdi. Tabii ki Osmanlıca kelimelerle konuşmak başka bir şeydir ama Osmanlıca asıl olarak yazma dilidir.
Türklerin Müslüman olduktan sonra Arap alfabesine besledikleri sevgiden dolayı, kendi alfabelerini Arap harfleriyle yazmalarından doğmuş. Tabii Türklerin eklediği beş ekstra harfle birlikte, Selçuklulardan itibaren Osmanlılar tarafından da yüzyıllarca kullanılan kadim ve tarihi bir dil olmuş.
“Osmanlıcanın bu kadar derin bir tarih olduğunu hiç bilmiyordum!” diyerek şaşkınlığını belirtti Bükra.
“Ben de…” diyerek katıldım düşüncesine.
İlk dersimiz, ders süresinin bir buçuk saat olması ve tanışma ile Osmanlıca'nın tarihini dinlememizle geçince, zamanın çoğu bitmişti bile. Son yarım saate girerken Sevde Nur abla, her dersin son yarım saatini “değerler eğitimi”ne ayıracağını söyledi. Her gün farklı bir değeri bize anlatacak olması beni ayrıca mutlu etti. Onun derslerine katılma imkânı bulmuş olmak gerçekten bir ayrıcalıktı.
Hem bu kez yalnız değildim; yanımda Bükra da istifade edecekti. Bu da beni iki kat mutlu etti.
“Evet arkadaşlar, bugünkü konumuz: Sabır.” diyerek girdi derse Sevde Nur abla.
Bu dersi işlemeye başlamadan önce de on dakikalık bir teneffüs verdi bize. “Zihinleriniz biraz dinlensin ki bir sonraki konuyu daha güzel anlayabilesiniz,” dedi. Böyle bir şey yapmak zorunda değildi ama o gerçekten sadece zihnimize değil, kalplerimize de işleyecek bilgiler aktarmaya çalışıyordu.
“Sabır, Kur’an-ı Kerim’de bolca geçen ve Rabbimizin ‘Ben sabredenlerle beraberim’ diye buyurduğu bir hakikattir. Evet, zordur ama sabrın sonu selamettir,” diyerek devam etti sözlerine.
Biz çoğunlukla sessizce dinledik. Ama Sevde Nur ablanın anlattıkları arasında dikkatimizi çeken noktalarda birbirimizle o konuyu mütalaa etmeyi de ihmal etmedik.
Ders bitmişti bile. Sevde Nur ablayı Allah’a emanet edip, diğer arkadaşlarla da tanıştığımıza çok memnun olduğumuzu söyledik. Yarın yine aynı saatteydi ders. Bu dersler sadece hafta içiydi; Cumartesi ve Pazar tatilimizdi.
“Ay, ben çok beğendim, çok çok da mutlu oldum! İyi ki, iyi ki katılmışız Mihri!” diyerek kocaman sarıldı bana Bükra.
Bükra’nın bu sıcak tavırları beni de çok mutlu ediyordu. Ben de aynı samimiyetle sarılıp:
“Kesinlikle ya, iyi ki katılmışız. Allah razı olsun vesile olduğun için,” dedim.
“Yemek hazır!” diye ses tellerini sonuna kadar kullanarak bağıran teyzemin sesi, ikimizi de bir anda derin bir sessizliğe itti.
“Özgü teyzem galiba,” diyerek Bükra ile olan tuhaf bakışmamızı böldüm.
Bükra da başını sallayarak, “Galiba onun sesine benziyordu,” dedi ve yanımdan kalktı. Odanın kapısını açtığı gibi teyzemle karşılaştı.
“Hadi kızlar, yemek hazır! Ben de size sesleniyordum ama üst kata sesim gitmez diye, bir de yanınıza gelip söyleyeyim dedim,” dedi teyzem.
İçimden, "O sesi duymamak mümkün mü?" diye geçirsem de, teyzeme karşı yalnızca, “Tamam teyzeciğim, geliyorum,” diyebildim.
Bir an tereddütle Bükra’ya baktım.
“Yani... geliyoruz. Yemeğe kalacaksın, değil mi?”
Bükra’nın bakışları biraz ikilemde gibiydi.
“Kal... Ya lütfen!” diye ısrar ettim.
Israrıma pek fazla dayanamadı zaten. Dudaklarımı hafifçe bükerek yaptığım üzgün ‘minik kız’ taklidime asla dayanamazdı.
Yani ben öyle düşündüm.
Çok etkili bir tekniktir.
“Peki, madem... kalayım,” dedi.
“Yaşasın! Yuppi!” dedim bir yandan da baş parmağımı kaldırarak "Okey" işareti yapıyordum. Şu an yürüyebiliyor olsaydım, olduğum yerde zıplardım.
Ah, şu incinen bileğim bazen gerçekten canımı sıkıyordu.
“Ama,” diyerek aşağı kata inen merdivenlere yönelmiş olan Bükra’yı durdurdum. “Biraz önce akşam ezanı okundu. Hazır abdestimiz de varken, namazı burada kılıp öyle inelim aşağı.”
“Haklısın,” diyerek tekrar ahşap gardıroptan seccadeleri alıp yan yana serdi. Huzurlu ve yavaş bir namazın ardından, Bükra’nın desteği bir kolumda, diğer kolumda da ahşap koltuk değneği ile zemin kattaki Amerikan mutfağa inmiştik.
Daha merdivenlerdeyken yemeklerin nefis kokusu burnumuza dolmuş, karnımızı acıktırmıştı.
Teyzem ve anneannem, akşam yemeği sofrasını salon kapısının hemen önündeki bahçe masasına kurmuşlardı.
Salonun, bahar geldiği için genelde açık olan Pimapen kapısının önündeki sinekliği Bükra benim için tutarken; ben de bir elimle değnekten, diğer elimle kapıdan destek alarak evin önündeki mermer balkona ulaştım.
Sağ tarafımda büyük bir ahşap dolap vardı. Anneannem, burada bahçede kullandığı malzemeleri, ıvır zıvırlarını saklardı. Onun hemen yanında da kiler kapısı; kiler kapısından sonra da bahçeye açılan ufak bir kapı yer alıyordu. Burası dikdörtgen şeklinde bir mekândı.
Hafifçe zıplayarak, düşmeden ve şaşmadan çeşit çeşit yemekle doldurulmuş masadaki yerime oturmayı başardım.
Yemek masasının sol tarafında, bahçenin arka kısmına uzanan, anneannemin “bahçe mutfağı” adını verdiği kısım bulunuyordu.
Hem patates, soğan gibi şeyleri koyduğu çuvallar vardı burada, hem de geçen gün Bükra’yla elmalı kek yaptığımız davul fırın… Birkaç kullanılmayan mangal ve bahçe kuzinesi de aynı yerdeydi.
Anneannem bu dikdörtgen alanı camla balkon şeklinde kapattırmıştı. Kışın kapatıp, yazın açıyordu. Şu an hepsi boydan boya açıktı. Anneannemin kendi elleriyle yaptığı hasır makromeler ise tavandan salkım salkım içindeki çiçek saksılarıyla sarkıyorlardı.

Şu an her yerde tam da haşir, yani Rabbimizin tüm ölmüş tohumları, çiçekleri, bitkileri yeniden dirilttiği bir mevsimdi. Haşir hadisesinin değdiği her köşe, renk renk çiçeklerle donatılmıştı.
Bu mucizevi hâlden, anneannemin saksılarındaki tohumlardan da nasibini almıştı.
Kocaman açmış, gülümser gibi bakıyorlardı.
Bu çiçekleri görünce insanın içi açılıyor, istemsizce mutlulukla doluyor.
Şu an yürüyebiliyor olsaydım, buradaki bütün sokakları tek tek dolaşıp, görebildiğim tüm çiçekleri tefekkür etmek isterdim. Hepsini usulca yapraklarından sevmek, bazen uzaktan, elim yetişirse yakından öpmek isterdim.
“Hadi bakalım, herkes geldi mi? Yemekler soğuyacak!” diyerek, elindeki şimdiden burnuma gelen bol limon kokulu salata kasesini masanın ortasına bırakırken anneannem, salona doğru seslendi.
Teyzem, Alp uyuyakaldığı için onu uyandırmakla meşguldü.
Bükra da ellerini yıkamak için banyoya gitmişti.
Ben ise o an masa başında yalnız ve biraz önce zihnimden geçen düşüncelerle baş başa kalmıştım.
Hemen ardından teyzem ve Alp de masadaki yerlerini aldı. Bükra ise yanı başımdaki sandalyeyi çekip oturdu.
Anneannem, hepimize birer kase tarhana çorbası koydu. Bu, kendi elleriyle yapıp kuruttuğu tarhanaydı. Zaten tarhanayı severdim ama bu bambaşkaydı... Anneannemin tarhanası olduğu için yeri de lezzeti de apayrıydı benim için.
Herkes epey acıkmış olmalıydı; kaşıklarımızın kaselere çarpmasından başka bir ses duyulmuyordu salonda. Sessizliği, doyurucu bir huzur sarmıştı.
Çorba kaselerini toplayan teyzem, mutfaktan elinde orta boy bir güveçle geri döndü. Daha ne olduğunu sormaya fırsat kalmadan bamyanın kokusu burnuma ulaştı.
Altına koyduğu tahta nihalenin üzerine güveci yerleştirdiğinde, tabaklarımıza sırayla bamya yemeğini doldurmaya başladı.
“Biraz fazla alabilirim,” diyerek uzattım tabağımı.
Çoğu kişi bamya sevmez ama ben bayılırım. Yapması zahmetlidir, yemesi ise lezzetin ta kendisi... Üzerine bir de limon sıktın mı, tadına doyum olmaz.
Anneannem bu yemeği zeytinyağıyla yapardı; ama öyle marketten alınanlarla değil. Halis muhlis, köyden gelen, berrak ve ağır kokulu zeytinyağıyla.
Lezzetin sırrı bu muydu yoksa toprak güveç mi? Belki de anneannemin el lezzetiydi... Yahut hepsi birden. Rabbimin nimeti sonuçta.
“Meze vardı, mezeyi unuttuk!” dedi anneannem birden, telaşla yerinden kalkıp mutfağa yöneldi.
Biraz sonra elinde oval, geniş bir tabakla geri döndü. Merakla göz attım mezeye, ama ilk anda tanıyamadım.
Anneannem, meraklı bakışlarımdan bir şey anlayamadığımı fark etmiş olacak ki, sandalyesine otururken gülümsedi:
“Sinkonta,” dedi.
“Anlayamadım?”
“Sinkonta yavrum, bir tür Girit mezesi. Daha önce hiç yemedin mi?” diye sordu merakla.
“Hayır, hiç görmedim. İsmi de çok ilginçmiş... Sin... ne?” dedim hafif kıkırdayarak.
“Sinkonta,” diye düzeltti teyzem.
Alp hemen arkasından tekrarladı:
“Sinkonta, Mihri abla. Hiç de zor değil, bak ben bile söylüyorum! Gerçi ben büyüğüm, normal değil mi?” dedi, gözlerini devirerek.
Minik ufaklık! Yine muzipliğini konuşturuyordu.
“İsmini duymuştum ama daha önce hiç denememiştim,” dedi Bükra.
Mezeden birkaç kaşık alıp tabağına koydu, sonra bana dönerek:
“İstersen sana da koyayım,” dedi. Alçılı ayağımdan dolayı meze tabağına uzanmakta zorlandığımı fark etmişti.
Gülümsedim, kibarca teşekkür ettim.
Bu mezeyi Bahar Teyzem’in babasıgil yaparmış. Bal kabakları ve kapya biberler iri iri doğranır; hilal şeklinde kesilmiş soğanlarla birlikte zeytinyağı, sarımsak ve çeşitli baharatlarla harmanlanıp fırına verilirmiş.
Yumuşayana dek piştikten sonra üzerine süzme yoğurt dökülür, tereyağında kızdırılmış pul biberle tamamlanırmış.
Tadı alışılmadık olsa da hoşuma gitmişti. Balkabağını tatlı dışında ilk kez böyle yemiştim ve sanırım bu da güzel bir alternatifti.
Sanki iç sesimi duymuş gibi, Bükra memnun bir ifadeyle:
“Hmm... enfes olmuş Ülkü Teyze, Özge abla, ellerinize sağlık. İyi ki denemişim,” dedi.
“Afiyet olsun çocuğum,” diyerek meze tabağına uzanan anneannem, Bükra’nın ve benim tabağıma birer kaşık daha sinkonta ekledi.
Yemeğin ardından, anneannem her zamanki gibi yıllardır yaptığı o yoğurt tatlısını getirdi.
Revaniye benzer ama biraz daha farklıdır bu tatlı. En önemli püf noktası, yapıldıktan sonra bir gün beklemesidir; bekledikçe güzelleşen bir lezzet.
Biraz da şambaliyi andırır ama kendine has dokusuyla, her lokmada geçmişin anılarına götürür insanı.
Tatlılar bitti, çaylarımızı yudumluyorduk. Ayağımın alçısının belki de tek iyi yanı bulaşıklardan muaf olmamdı.
Yemek sonrası üzerime çöken ağırlıkla o bulaşıklar gözümde dağ gibi büyüyordu.
“Ben yavaştan müsaadenizi isteyeyim,” dedi Bükra, çayının son yudumunu içip bardağını tabağa bırakırken.
“Saat de geç oldu,” diyerek sandalyesinden kalktı.
Onun kalkmasıyla birlikte teyzem de yerinden doğruldu.
“İstersen seni bırakayım canım, bu saatte otobüs bulmak zor olabilir.”
“Aynen, Özgü bıraksın seni,” diye destekledi anneannem.
Yemek boyunca pek konuşmamıştı Alp. Uykusundan kaldırıldığı için hâlâ mahmurluk vardı yüzünde. Teyzem onu tekrar yukarı çıkarıp yatırmıştı.
“Ben giderim, merak etmeyin,” dedi Bükra. Salon girişindeki vestiyere bıraktığı çantasını aldı. Göz ucuyla onu izliyordum.
“Gerçekten, bak teyzem bıraksın. Bu saatte zorlanabilirsin,” dedim içime sinmeyerek.
“Merak etmeyin,” diyerek bahçe kapısına yöneldi.
Ayakkabılarını giydi, sonra işaret ve orta parmaklarını birleştirip başıyla hafifçe bir selam verdi bize.
“Allah’a emanet olun.”
Yaptığı harekete gülmeden edemedim.
“Sen de Allah’a emanet ol,” diyerek oturduğum yerden el salladım.
Teyzem, bahçeden çıkana kadar peşinden gitti. Bahçe kapısı kilitlendiğinde, birkaç dakika sonra yanımıza döndü.
Ben de yorulmuştum. Diğer günlere kıyasla, bugün daha yoğun geçmişti. Yalnız bedenim değil, zihnim de yorgundu sanki.
Ruhumda adını koyamadığım bir yorgunluk vardı.
Teyzeme ve anneanneme “İyi geceler,” dedim.
“Yemekler için tekrardan ellerinize sağlık,” demeyi ihmal etmeden, onların yardımıyla odama çıktım.
---
Yazardan
Cengiz odasının kapısını hışımla açtı. Sanki sinirini ahşap kapıdan çıkartmak ister gibiydi. Arkasından hızla kapatıp yalnızlığın içinde bir başına kalınca, ilk işi boynundaki kravatı söküp atmaktı. Gümüş saplı tokası yere düştü, bir çınlama odada yankılandı. Özenle ütülenmiş yatak nevresimlerinin üzerine kravatını savurdu. Ardından ceketini... Onu da aynı hoyratlıkla yatağın üstüne fırlattı.
Adımları ağır ve sertti. Zeminden tavana uzanan dev camların önünde duran siyah çalışma masasına yürüdü. Mobilyalar, odanın geneline sinmiş soğukluğun aynasıydı; hepsi babasının zevkiyle döşenmişti. Kendi istediği hiçbir şey yoktu bu odada... Tıpkı hayatında olduğu gibi.
Deri koltuğuna oturdu. Alışkanlıkla masasının altındaki küçük ahşap dolabın kilidini açtı—yalnızca kendisinde bulunan o küçük anahtarın çevirdiği gizli kutu. İçinden şarabı çıkardı. Çekmeceye uzandı, daha önce oraya kendisinin yerleştirdiği ince camdan bir kadehi aldı. Kadehin kenarında küçük bir çatlak vardı ama onun umrunda değildi.
Kadehin üçte birini doldurdu. Sağ bacağını solun üzerine attı. İnce sapından tuttuğu kadehten büyük bir yudum aldı.
Ve o anda her şey bir anlığına durdu.
İstanbul, camın ardında tüm ihtişamıyla uzanıyordu. Gökyüzü karanlıktı ama şehir, yere serpilmiş bir yıldız tarlasına benziyordu. Cengiz, bir elinde kadehi, diğer elini cebine sokarak camın önüne geçti. Yüksekten bakmak ona daima iyi gelirdi—en azından geçici bir hüküm hissi verirdi. Ama bu gece... O bile yeterli değildi.
"Yeterli değil, daha fazlası benim olmalıydı..." diye geçirdi içinden. Ama olmuyordu. Hiçbir şey kolayca gelmiyordu ona. Babası, Halil Borsan, hâlâ gözünün ucuyla bile onay vermemişti ona. Hep eksik, hep yetersiz…
Şaraptan bir yudum daha aldı. Bu sefer yutkunduğunda boğazı yandı. Sanki içine attığı onca söz, o yudumda boğazına dizildi.
Masasına geri döndü. Kadehi masanın ucuna bıraktı. Bacak bacak üstüne atıp elini her zamanki özel numaralı sabit telefona uzattı. Ama bir anda durdu. Tereddüt etti. Bu gece farklı bir şey yapacaktı.
Çekmeceyi açtı. Genelde kullanmadığı, yalnızca özel durumlarda açtığı cep telefonunu aldı eline. Açtı. Rehbere girdi. Az sayıda kayıtlı numaradan birini seçti. Aradı.
Telefon bir kez çaldı ve karşıdan ses geldi:
"Buyur patron."
“Özel olarak ayarladığım adam… Yerini aldı mı?”
“Evet patron, birkaç gündür görev başında.”
Cengiz'in dudaklarında acı bir tebessüm belirdi.
İnatçı fare... Şimdi ne yapacaksın bakalım?
“Rapor var mı?”
“Bugün kısa bir rapor gönderdi.”
“Nedir?”
“Evden pek çıkmıyor. Genelde terasta oturuyormuş. Sessiz. Durgun.”
Cengiz'in iç sesi fısıldadı:
Keyfin yerinde anlaşılan. Ama ne kadar sürecek?
"İncelemeye uygun mesafeden devam etsin."
“Peki—”
“Hayır.” Sözünü kesti. “Dediğimi yap.”
Cengiz kısaca sustu. Derin bir nefes aldı. Parmaklarını şakağına götürdü. Sonra gözlerini kapattı.
“Birazdan sana SMS’le göndereceğim metni, gelen rapordan bilgiler ekleyerek düzenle, siyah bir zarfa koy. Şirketin logosunun olduğu özel kâğıda bastır. Bugün gönder. Gecikme istemiyorum.”
Karşıdan “Anlaşıldı,” cevabı gelmeden telefonu yüzüne kapattı. Cihazı çekmeceye fırlattı. Sonra başını geri yasladı, gözlerini kapattı.
Mihri'nin İstanbul’dan Kuşadası’na kaçışı, O'na olan öfkesini daha da körüklemişti. Her zaman ona karşı soğuk oluşunun gurur kırıcı acısı, babasının verdiği son emirle birleşmişti. Bir kez daha yetersiz hissediyordu. Bir kez daha "olmamıştı".
Ama bu defa, bir şeyler değişecekti.
Kadehi kaldırıp tek yudumda içti kalanını. Camın ardından parlayan şehrin üzerine fısıldadı:
“Sen kaçtığını sanıyorsun, Mihri. Ama daha oyun yeni başlıyor.”
---

( "Ama ben bu görseli çok beğendim"
Siz nasıl buldunuz? )
Bugün
--
Mihri’den
“Mihriii! Mihri!” diye seslenmesiyle irkildim.
Ananemin yakınıma kadar gelip sesini yükseltmesiyle bir anda bulunduğum yerden sıçradım.
— Hih… Efe-efendim, anane?
— Yavrum, bahçenin vanasını kapat dedim ya! Her yer çamur oldu! — Ellerini dizine hafifçe vurarak kaygısını dışa vurdu. — Şu anda çok fazla su gitti bahçeye!
— Kusura, kusura bakma anane… Dalmışım.
Gerçekten de dalmıştım.
Ama bu tatlı ılık sulara dalmak gibi keyifli bir hâl değildi bu... Daha çok bir uçurumdan aşağıya düşer gibi, bilinçsizce ve ağır bir dalıştı bu.
Dalıp gitmemin en büyük sebebi ise…
Düşüncesi bile yüreğimi sıkan, kimse görmesin diye çekmeceme koyduğum ve Cengiz’den geldiğine neredeyse emin olduğum o mektuptu.
Zarfının üzerindeki ince mührü bile bozmadan, sanki hiç görmemişim gibi usulca çekmeceye atmış, yalnızca Hüma’dan gelen mektubu okumuştum.
Biraz olsun yüreğime iyi gelsin diye...
Dün gece üzerime çöken o tuhaf sıkıntıyı yorgunluk sanmıştım.
Meğer tatlı bir yorgunluk değilmiş;
gelecek olan zor anların habercisiymiş, içime işleyen o ağırlık.
— Tamam yavrum, neyse… — dedi ananem, sesi daha yumuşak ama belli ki kırgındı.
Yanımdan uzaklaşıp, fazla su aldığı için dipleri çamur olan domateslerin yanına ilerledi.
Bana kızmıştı.
Ses tonundan anlamak zor değildi.
Sabah kahvaltısında da birkaç kere dalıp gitmiş, yüzümdeki silinmeyen solgun ve keyifsiz ifadeyle dikkat çekmiştim.
Neyim olduğunu birkaç defa sordular — hem de bir defadan çok daha fazla...
Sadece, “Bugün keyfim yok,” demiş, kısa ve yarım cevaplarla geçiştirmiştim.
Ne diyebilirdim ki?
Ne anlatılabilirdi?
Hiçbir şey.
Bazen en güzel cevap: suskunluktur.
Çünkü bazen söyleyecek hiçbir şeyin yoktur.
Ananemi yeni sinir etmişken, daha fazla kendime kızdırmamak için yanı başıma dayadığım koltuk değneğinin yardımıyla oturduğum plastik sandalyeden kalktım.
Amerikan mutfağın olduğu giriş kattaki salona doğru aksaya aksaya yürümeye başladım.
“Ah… Keşke defterimi, kitabımı yanıma getirmiş olsaydım.”
Hepsi odamda kalmıştı.
Teyzem Alp ile merkeze alışverişe gitmişti.
Anneannemin de başı zaten kalabalıktı; daha da başına iş çıkartmışken ondan bir şey isteyemezdim.
“Mecbur, iş başa düştü,” dedim kendi kendime.
Yavaş yavaş, ağır ağır, kat kat merdivenleri çıkmaya başladım.
Sağlıklıyken iki dakikada tırmandığım o merdivenleri, şimdi yarım saat sürdü.
Çık çık bitmedi bir türlü sanki.
Burası üç katlı bir tripleks.
Dura dura, düşüne düşüne, otura otura…
Merdivenler bitti ama ben de bittim.
Ayağımdaki alçı yüzünden uzun süredir oturur vaziyetteydim.
Yalnızca bu hareket bile bana epey spor olmuştu.
Yürümeyi özlemiştim… Koşmayı, rüzgarın yüzüme vurmasını,
hatta kollarımı hafifçe iki yana açıp, sanki uçuyormuş gibi hayal ederek koşmayı...
Merdivenlerde oturup biraz soluklanırken, aklıma dün Bükra’nın gelişi geldi.
Onunla meşgul olurken yazıp da yan terastaki mektup arkadaşıma, yani Yolhizar’a, gönderemediğim o mektup…
Ayıp olmuştu.
Eminim cevap bekliyordur, beklemiştir de.
Umarım beni yanlış anlamamıştır...
Odama varır varmaz ilk işim, ona yazdığım mektubu çekmecemden alıp her zaman koyduğum o demir paravanın altına sıkıştırmak oldu.
Hatta bu kez biraz daha ileri ittirdim, rahatça görebilsin diye...
___
Sayfada okuduğum paragrafı üç kez okuyordum ve hâlâ anlamamıştım. Olmuyordu bir türlü; dikkatimi veremiyor, odaklanamıyordum.
Bir yanım "Hadi, daha fazla bekletme, aç artık şu mektubu," derken, diğer yanım "Boş ver, hiç açma, pek hayır gibi durmuyor," diyordu.
Kitabı usulca kapattım ve çalışma masamın üzerine bıraktım. Yatağımın üzerinden değneğimin yardımıyla hafifçe doğruldum. Bugün, nedense içimden tekerlekli sandalyeye oturmak gelmemişti. Sanki ona oturdukça hiç yürüyemeyecekmişim gibi bir korku kaplıyordu içimi. Belki de bu yüzden sadece koltuk değneğinin yardımıyla hareket ediyordum.
Ne kadar okuduğumu kontrol ettim. Beş sayfa anca olmuştu. Ama sanki yirmi beş sayfa okumuşum gibi gelmişti, çünkü ne kadar okumaya çalışsam da bir türlü anlayamıyordum. Zihnim o kadar pusluydu ki...
Vakit çoktan ikindiye yaklaşmıştı. Bugün sanki ruh hâlimi anlatırcasına gökyüzü, grinin farklı tonlarındaki bulutlarla kaplıydı ve güneşi çok kalın bir perde gibi gizlemişlerdi. Hava da dünün aksine belirgin şekilde soğumuş, ısı düşmüştü.
Tıpkı yüreğim gibi ellerim de soğuktu. Tabii bunda sabah kahvaltısında pek bir şey yemememin ve hâlâ da hiç iştahım olmamasının payı vardı. Aç olunca üşüyen bir kızım. Biraz da kansızlık var.
Birkaç adımda yatağın köşesinden, çalışma masamın önündeki sandalyeye varmıştım. Usulca çekip oturdum, değneği masanın kenarına yasladım. Çekmeceden önce Hüma'nın mektubunu açıp tekrar okudum. Sabah okumuştum ama yine okumaya ihtiyacım vardı.
---
Sevgili ablacığım,
Bu mektubum sana biraz gecikmiş olabilir, affını dilerim… Ama yüreğimden gelen sözcüklerin sana ulaştığında kalbine dokunmasını umuyorum. Bil ki elimden geldiğince her zaman yanında olmaya çalışıyorum. Çünkü seni çok önemsiyor, içtenlikle seviyorum.
Belki de uzun zamandır resim yapmamış olmama rağmen, senin için çizdiğim resimlerin güzel olmasının sebebi budur: Sana duyduğum sevgi, sana verdiğim değer. Gülümsemeni görmek, mutlu olduğunu bilmek… İşte bunlar benim en büyük dileklerimden. Şimdi de, gelecekte de.
Senden sadece bir ricam var: Lütfen kendini sev. Kendine karşı acımasız olma. Kendini kimseyle kıyaslama… Çünkü sen bu evrende bir teksin. Senden bir tane daha yok, olmadı ve olmayacak da.
Senin değerini ne para, ne dış görünüş, ne de yaptıkların ölçebilir. Çünkü senin varlığın zaten başlı başına bir mucize.
İnşallah birlikte eğlenceli, bol gezmeli, unutulmaz bir tatil geçiririz. Seni çok seviyorum, canım ablacığım. Resimlerimdeki ufak tefek hatalar için şimdiden özür dilerim.
Nice güzel yaşlara,
Kardeşin…
---

---
Tüm çocuksu bir sevgi akıyordu onun kelimelerinden. Benim yüreğime... Kelimeleri de kendisi gibiydi; çok özgün ve farklı bir stilde yazardı. Hüma’nın yazısını nerede görsem tanırım.
Mektubun içinden, ikimizin yan yana olduğu birkaç kare çizmişti. Birinde lunaparktaydık, diğerinde ise birlikte kahve içip tatlı yiyorduk. Birlikte hayal ettiğimiz sahneleri resimleyerek bana göndermişti.
O kadar güzel olmuştu ki... Kaç dakika uzatılarca baktım resimlere, inceledim ve yüreğimin soğukluğuna, içimin daralmasına rağmen usul usul gülümsedim.
Sanki Rabbim, özel olarak bu satırları bana tam da bugün göndermişti. Hem de yüreğimi daraltan bir mektupla birlikte… Sanki birisi zehir, diğeri de şifaydı bu mektupların.
Ve Hüma’nın kelimeleri öyle derin, öyle ince, öyle tatlı bir şifaydı ki...
Kağıdı kırıştırmaktan korkarcasına şefkatle dokundum. Sanki kağıdı okşarken Hüma’nın yüreğine dokunuyordum. Dikkatli bir şekilde zarfın içine yerleştirip tekrar çekmeceye bıraktım. Bu sefer diğer siyah zarfı aldım.
Önünü, arkasını tekrar kontrol ettim. Arkasında küçük beyaz renkte, lirik bir fonda "C.B." yazısından başka hiçbir şey yoktu. Zarfın ağzı ince bir mühürle mühürlenmişti. Mühüre dikkatli baktığımda üzerinde Borsanlar’ın şirket logosunu gördüm.
İstemiyor olsam da açtım mektubu, ağzını yırtarak... Sanki sinirimi mektuptan çıkarıyordum. Kaçmanın bir anlamı yoktu. Bazı durumlarda en doğru tutum yüzleşmektir.
İçinden küçük, minik bir kart çıktı.
--
> “Sen kaçtığını sanıyorsun, Mihri. Ama daha oyun yeni başlıyor.
O kahverengi hırkayı sabahları giymeyi ihmal etmemen güzel. Gerçi geçen sabah balkona çıkarken biraz kararsız kaldın, ama sonunda giydin.
Kitapların sayfa sayfa ilerlemediğini fark etmek zor değil... Hele pencere kenarındaki camda yansıyan yüz ifadeni izlemek, tahmin ettiğinden çok daha fazlasını anlatıyor.
İnsan bazen farkında olmadan en açık halini saklandığını sandığı anlarda sergiler. Senin hâlâ bunu öğrenememiş olman hayret verici.
Şimdilik sadece izliyoruz. Ama unutma, izlemek bazen harekete geçmekten daha güçlü bir mesajdır.”
---
Cümleleri okurken avuç içlerim soğudu, kalbim istemsizce sıkıştı.
Kahverengi hırkam… Evet, onu sabahları genellikle giyerdim ama kimseye söylememiştim. Hele balkon sahnesi… O sabah gerçekten giymekte kararsız kalmıştım. Bu ayrıntıyı sadece ben bilirdim… ya da… ben sandım.
Birden içimde bir şey düğümlendi. Bu mektup bugün elime geçmişti ama belli ki birkaç gün öncesinden yazılmıştı. Yani… beni bir süredir izliyorlardı.
Camda yansıyan yüz ifadem mi? İçim ürperdi. O camın karşısında kaç kez durmuş, hangi düşüncelerle gözlerimi kısmıştım? Kaç kez yüzümü buruşturmuştum farkında olmadan?
Ellerim titriyordu. Bu artık bir oyun değil, bu düpedüz bir iz sürme.
Başımı kaldırıp odamın camlarına, balkonun demirlerine baktım. Kendimi güvende sanıyordum ama aslında izleniyordum. Sessizce, sinsice, satır aralarına gizlenen bir tehdit gibi.
İçimdeki ürperti, Hüma'nın mektubundaki sıcaklığın tam tersi bir soğukla göğsüme oturdu. Şimdi artık biliyordum. Bir çift göz, bir süredir üzerimdeydi.
Ve bu gözler bana oyun oynamıyordu. Güç gösterisi yapıyordu.
Evet, biliyordum... Şimdi daha da iyi biliyordum.
Ara sıra içime gelip kalbimi yoklayan sıkıntının sebebi buydu: Biri tarafından izleniyordum. Cengiz’in ayarladığı biri tarafından...
Bunu, bu mektupta yazan satırlarla daha da iyi anlamıştım artık.
Bu sadece içimde dolanan kötü bir kuruntu değil; elimdeki mektupla kanıtlı bir gerçekti. Tabii, sadece benim bildiğim ve benim bilebileceğim...
Koltuk değneğiyle olabildiğince hızlı ilerleyip pencerenin güneşliklerini bir hışımla çektim.
Sonra, öylece yatağa oturup kaldım. Dakikalarca...
Ne yapabilirdim ki? Elimden ne gelirdi? Kime ne söyleyebilirdim?
Babam mı?
Söylesem inanacak mıydı sanki bana?
Kesin yine Cengiz’i haklı bulurdu böyle bir durumda.
Ya da hiç inanmamayı seçerdi... Daha büyük bir ihtimal.
İçimde çaresizlik öyle sıkıştı ki...
Daha doğrusu ben, çaresizliğin içine sıkıştım.
Sıktıkça sıktı kalbimi. Yüreğimden daraldı, ruhum bunaldı.
Kaç dakikadır başımı yere eğerek oturduğumu bilmiyordum.
Yataktan, teyzemin odama girmesiyle başımı kaldırıp ona doğru baktım.
— "Mihri, akşam yemeği vakti. Niye aşağı gelmedin?"
Yüzümün ne halde olduğunu şu an görmek isterdim ama teyzemin tepkisinden, pek de iç açıcı olmadığı belliydi.
— "Sen iyi misin?"
Bu kelimeleri duyar duymaz, gözlerim kabullenmişlikle bakmaya ve dudaklarıma acı bir tebessüm oturmaya başladı.
İyi miydim?
İyi mi?..
İyi ne kelime...
İyinin zıttı neyse, şu an oyduğum.
Ama bunu dile getirmek... Yapamayacağım bir şeydi.
O yüzden sadece: "Pek keyfim yok," diyebildim.
Yalan da söylememek için...
— "Anladım. Ama yine de gel bir şeyler atıştır. Aç aç olmaz öyle." diye ısrar etti teyzem.
Yanıma gelip diz çökerek yüzüme baktı:
— "Bak, yüzünün rengi gitmiş, solmuşsun..."
— "Pek iştahım yok bugün teyzem. Yemesem? Yesem de zaten dokunacak gibi..." diyerek onu ikna etmeye çalıştım.
Ufak birkaç ısrarın ardından o da ikna olmuş olacak ki:
— "Tamam o zaman... Ben sana bir şeyler getirip buraya bırakırım. Acıkırsan yersin," diyerek kapıyı yavaşça kapatıp çıktı odadan.
Saat: 23:07
Terasa, tekerlekli sandalyemi ellerimle –zorlanarak da olsa– ilerleterek çıkmayı başardım.
Şuan kol altı değneği yerine, bu tekerlekli sandalyede oturmak daha rahattı.
O anda esen rüzgar, bu bahar gününün ılıklığına karşın soğuk ve ürpertici geldi.
İnce elbisemin altındaki tenim titredi. Üşüdüm.
Mektupta yazdığı için öyle sinirim bozulmuştu ki, aksine almadım hırkamı üstüme.
Gün boyunca bulutlu olan gökyüzü, şu an sisler içinde kalmıştı.
O kadar yoğun bir tabaka hâlindeydi ki, tek bir yıldız bile görünmüyordu.
Her tarafı koyu bir bilinmezlik, soğuk ve karanlık bir belirsizlik kaplamıştı.
Gecenin karanlığında, Rabbim bizlere kocaman bir gece lambası gibi gökyüzüne çıkardığı ayı gizlemişti.
Gönlüme umut olan yıldızlardan ise eser kalmamıştı.
Yüzüm düştü. Dudaklarım buruk bir ifade aldı.
Sanki gökyüzü gibi içim de sislere gömülmüştü.
Etrafa kırgın ve üzgün bakışlar attım.
İçine çekildiğim bu ruh hâlini nasıl anlatabilirim bilemiyorum ki...
Ne kadar etrafınızın güzelliklerle dolu olduğunu bilseniz, buna tüm kalbinizle inansanız bile...
Ansızın etrafınızı saran kalın bir sis perdesi, tüm o güzelliği ve gerçekliği saklayabilir.
Ve bu bilinmezlik, bir süre sonra tüm çabalarınıza rağmen içinizi sızıyla sarar...
Yavaş yavaş ele geçirir...
Bir bakmışsınız ki, o kopkoyu grilik tüm benliğinize, hayat görüşünüze yayılmış.
Ve bir anda, dünyanız sadece siyah ve beyazın tonlarından ibaret olmaya başlamış...
İşte şu an, o noktada yalnızım.
Geçmiş; tüm dertleriyle, kederleriyle, üzüntüleriyle yanımda...
Gelecek ise; tüm bilinmezliği, korkutuculuğu ve endişeleriyle geldi bile.
Ve ben, şu an; çaresizlik, acizlik, güçsüzlük içinde onlara bakıp,
Daha çok acı çekmekten öte bir şey yapamıyorum.
Güçsüzüm.

( Görseli nasıl buldunuz? )
EVET, güçsüzüm.
Ve bunu şu an dibine kadar hissediyorum.
Kimsem yok.
Kendimi ve içinde bulunduğum durumu anlatabilecek, anlayabilecek kimsem yok.
“Neden anneannene, teyzene bir şeyler anlatmıyorsun?” diye sormayın.
Böyle yapmak olayları daha da karıştırmaktan başka bir şeye yaramaz.
Babam bu durumu öğrenirse, annemin ve bizlerin onlarla görüşmesini tamamen yasaklayabilir.
Hiçbir bağımız kalmayabilir.
Daha önceden bir kavga ettikleri var...
Üstten oturun... Benim içimde kalmalı.
Oysa böyle bir durumda insan ilk babasını aramak istemez mi?
Ona söylemek, söylediğinde de tamamen inanılmak, korunmak istemez mi?
Her şeyden, her türlü durumdan onu sakınmasını, onu düşünmesini istemez mi?
İster…
İster, hem de ne çok ister...
Ama işte bizimki, hayattayken babasız kalmak.
Bunu anlamayan bilmez.
Tabii şu an telefonum olsaydı annemle görüşmek isterdim.
En azından onun sesini duyabilmek bile bana iyi gelirdi.
Bir şey anlatamasam da...
Ama telefonum da yok.
Onu da yapamıyorum.
Şimdi aşağıya, üç katı inip telefon isteyecek halim yok.
Zaten teyzemler uyumuştur.
Bugün çok yoruldular.
Bükra olsa…
Belki ona bir şeyler anlatırdım.
Beni yargılamaz diye düşünüyorum.
Onunla da bugün sadece Osmanlıca dersinde birkaç kere sesini duymuştum, o kadar.
Yok... Yoktu işte.
Rabbimden gayrı kimsem yok.
İçinde bulunduğum durumda bunu o kadar iyi anlıyordum.
Bazı şeyleri tam anlamak için yaşamak lazım.
Yaşamadan anlaşılmıyor.
Biraz önce içeride yatsı namazımı da eda etmiş,
dua etmeyi yine balkona bırakmıştım.
İçim çok doluyken bazen dua bile edemiyordum.
Dudaklarımdan kelimeler dökülmüyor, dişlerim kilitleniyordu sanki birbirine.
Tuzakların titredi gözlerimde...
Aynı anda dolarken, gözpınarındaki yaşlar usul usul soğumuş yanaklarımdan akmıştı bile.
Derin bir iç çekiş döküldü titreyen dudaklarımdan.
Çaresizliğin bir adı olsaydı, şu an içinde bulunduğum duruma verilirdi.
İsmim Mihri.
Mihri, Farsça güneş demek.
Ama şu an ben kapkaranlığım.
Yalnızlığın içinde, kendine bile faydası olmayan, tüm ışıkları sönmüş, kapkara bir güneşim ben.
Hiçbir ışığı, sıcaklığı kalmayan güneşe “güneş” denir mi peki?
Dua etmek için ellerimi kaldırdım.
Avuçlarımı yüzümün önünde birleştirdim.
Tenimin soğukluğu, avuçlarım birbirine değince bir kere daha ürküttü içimi.
“Allah’ım...” dedim.
Devamı gelmedi.
“Allah’ım...” dedim tekrar.
Ağlarken titrek çıkan sesim ile gözlerimden düşen birkaç damla,
avuçlarımla kavuşmuştu çoktan.
Avuçlarımın aksine, gözyaşları o kadar sıcak ve ılıktı ki…
“Ya Rabbel âlemin, çaresizim Allah’ım.
Sen bana yardım et çünkü senden başka yardım edenim yok.
Sen beni koru Allah’ım, çünkü senden başka koruyanım yok.
Sen beni en güzel bir şekilde biliyorsun ve anlıyorsun Allah’ım;
zaten senden başka beni anlayanım yok.
Halimi sana arz ediyorum Allah’ım, başka çarem yok.
Sen çaresizlerin çaresisin, her şeye gücü yetensin.
‘Ol’ dersin olur; ‘Ol’ dersen bütün zulümat dağılır, ortalık bahar, şenlik olur.
‘Ol’ dersen imkânsızlıklar gerçek olur.
Ya Rabbel âlemin, Sen ‘Ol’ dersen her şey olur.
Sen yardım et Allah’ım, bana...”
Usulca avuçlarımı yüzüme sürdüm.
O an yüreğimin biraz da olsa hafiflediğini hissettim.
Ben halimi her şeyin Rabbine arz etmiştim.
Tevekkül etmekten başka elimden bir şey gelmezdi artık.
İçimdekileri biraz dökmek için yanımda kâğıt kalem getirmeyi de ihmal etmemiştim.
---
Yolhizâr…
Günlerin nasıl geçiyor?
Neler yapıyorsun?
Biraz alışıldık sorular biliyorum ama…
Senin neler yaptığını merak etmekten alamıyorum kendimi.
Ve seni merak etmekten…
Bazen bir an başımı uzatıp sana bakacağım paravanın ardından.
Sabırlı olamayacağım diye korkuyorum.
Yine aklıma o koyu yeşil gözler gelmişti…
Ve bu sefer ona yazmaya karar verdim.
Belki de onun gözlerinin yeşil olmadığını öğrendiğimde,
içimdeki o minicik umut yok olup gidecek
ve ben de artık o gözleri unutmaya başlayacaktım.
Nedendir bilmem,
Sana ne yazmak için kaleme kâğıda sarılsam,
Gözlerimin önünde bir çift göz geliyor.
Senin midir o gözler, yoksa kendi hülyalarım mı?
Acaba, dedim, aynı gözlerse…
O zaman?
O zaman ne yaparım?
O gökyüzünün sislerle kaplanmış, puslu mu puslu bir günde
ormanların yeşilliklerine bakmak gibi hissettiren o gözlerle...
Tüm güzelliğine rağmen umudu sönmüş gibi bakan o gözlere
tekrardan baksaydım ne yapardım?
Bu, şu an sadece içinde bulunduğum yalnız, kimsesiz durumdan
belki biraz olsun kendime teselli etmek için zihnimde kurduğum bir hayaldi, sadece.
Yan tarafta…
Belki benden küçük bir kız vardı.
Benden biraz büyük olsa da,
kalbi çektikleri epey büyük gibiydi yazılarından.
Ama bir erkek olması?
Yok ya, kesinlikle…
Niye kendimi ikna etmeye çalıştım, tekrardan?
İçimden bir his, ısrarla, tekrar tekrar,
karşı tarafın sandığımın aksine bir kişi olduğunu söylüyordu.
Ama ben…
Yine onu dinlememeyi seçtim.
---
Tarık'tan
Bugün karşılaştığım en güzel şey; içimi gittikçe kemiren “Acaba ona bir şey mi oldu da, ya da artık bana yazmak istemiyor mu?” düşüncesini susturan, kahve gözlü, güneş gülüşlü, papatya kokan kızın mektubunu almaktı.
Tekrardan ve tekrardan alabilirdim bu mektupları. Ömrümün sonuna kadar… Sıkılmadan.
Çalışma masamda okuduğum kitaptan sıkıldıkça sürekli terasa çıkıp, demir paravanın alt kısmını kontrol ediyordum. “Hadi, mektup gelmişse…” diye.
Hava her an yağmur yağacak gibiydi. Eğer mektup gelir de ıslanırsa, kendime kızarım diye düşünüyordum.
Mektubu aldığım gibi sırıttım. Bugün ilk defa gülümsemiştim.
Bana bile garip gelmişti bu gülüş.
Odama doğru adımlayıp mektubu özenle açtım.
---
Yolhizâr.
Ben de seni karşılayan kelime bu: Yolhizâr.
Eğer “Ne anlama geliyor?” dersen…
Yolda, kırık bir kalp ile yürüyen.
Sana böyle hitap etmek istiyorum. Eğer senin için de bir mahsuru yoksa…
Ve bana bulduğun hitap: Papatya…
O kadar güzel ki! Her aklıma geldiğinde beni gülümsetmeyi başarıyor.
Doğum günüm için bana yazdığın satırlar…
Yüreğimdeki kırıkları tek tek toparlayıp sıcacık sardı.
Sanki hiç kırılmamışçasına, yüreğim iyileşmiş gibi hissettim.
Kelimelerin o kadar yüreğime dokundu ve beni öylesine içten mesrur etti ki…
Nasıl anlatabilirim sana bunu?
Kelimeler kifayetsiz…
Sadece şunu söylemek istiyorum:
Rabbim, yaşadığın kırgınlıklardan, acılardan, yolunu kaybedişinden haberdar. Ve senin O’nu bulmanı istiyor.
O, çok merhametli… Çok şefkatli…
Peki neden o zaman bu kadar acılar, kederler var bu dünyada?
Neden bu kadar sıkıntılar çektim? dersen…
Burası imtihan dünyası.
Burada çalışmak; ahirette sefa sürmek var.
Rabbim, bize yaşattığı tüm zorlukları, sıkıntıları aslında bizim olgunlaşmamız için veriyor.
Başımıza gelen her şey, bizim için birer ders… Bizi geliştiriyor, olgunlaştırıyor, büyütüyor.
Şu an ne kadar yaşanmışlıklarının, yaralarının acısıyla bunu göremesen de…
Bir de…
Bu zahirde görünen sıkıntıların, çirkin yüzünün ardındaki rahmet cilvesini bir yakalayabilsek…
İşte orada bizim için bir cennet var.
Zira, bu kâinatta hiçbir şey başıboş değil.
Ve şuursuz tesadüfün, tabiatın oyuncağı değil.
Her şey bir Kadir-i Zülcelal’in elinde ve O’nun hükmünde.
O’nun hükmüne razı ol…
Rahat et.
Tevekkül et.
Bu dünyanın cehennem-i hâletinde, kalbinde bir cenneti bul…
---
Yolhizâr…
Yolhizâr…
Yolhizâr…
Bunu kendi kendime kaç kere tekrar ettim, bilmiyorum…
Ve her dediğimde, kalbimde papatyalar tomurcuklandı.
Sadece dudaklarımla değil, gözlerimle gülüyordum mektup sayfasına bakarken.
Demek ki, onda beni karşılayan kelime buydu:
Kırık bir kalp ile yolda yürüyen…
Ne kadar da güzel bir kelime bulmuştu.
Gerçi o, hangi kelimeyi bulsa benim için güzeldi.
Bana ne derse, ben olurdum.
Yeter ki onun için var olayım, onda bir yerim olsun…
Hangi kelimeyle hitap ettiği, çok da önemli değildi.
Peki ya mektubun devamında yazdıkları?
Beni dakikalarca düşündürdü.
Elimde tuttuğum mektup sayfasına boş boş baktığımı fark ettim.
Orayı görmüyordum… Dalmış gitmiştim.
Gerçekten daha önce hiç duymadığım cümleler kurmuştu.
Bakmadığım bir pencere açmıştı hayatıma.
Ben hiçbir zaman Tanrı’nın bizim için yaptıklarını böyle düşünmemiştim.
Ya da bizim için bir şeyler yaptığını…
Tanrı vardı, mutlaka bir yaratıcı vardı. Bundan emindim.
Ama sanki her şey kendi kendine ilerliyordu, bir zincirleme halinde.
Her şeyin bir oluş sebebi vardı.
Ama Mihri bunun tam tersini söylüyordu.
Daha doğrusu, Papatya…
Benim papatyam.
Son kelimeyi içimden geçirirken yüzüme muzip bir gülüş yayıldı arsızca.
Ben ne diyordum?
Benim papatyam mı?
Evet, öyleydi.
Ama önce onun da bunu kabul etmesi gerekirdi.
Yani benim papatyam olmayı…
Şu an sadece papatyaydı.
Tanrı hakkında ve yaşanmışlıklar hakkında yazdıkları, gerçekten zihnimi kurcalamaya devam etti.
Sorularım cevaplanıyormuş gibi bir his doğdu içime.
Sanki aradığımı buluyormuşum gibi.
Elim, çalışma masasının çekmecesine gitti.
Telefonuma uzandım.
Sık kullandığım söylenemez.
Hatta kullanmayı hiç sevmiyorum desem yeridir.
Özellikle de rehberimde bir tane bile iletişim kurmak istediğim kişi olmadığını düşünürsek…
Kian, Almanya’daki işlerle ilgileniyordu.
Yıllarca babamın yanında baş sekreterlik yapmıştı. Onun sağ koluydu, deneyimi vardı.
Bir süre daha benim yerime o işlerle ilgilenebilirdi.
Ayrıca ne zaman telefonu elime alsam, mutlaka ondan bir cevapsız çağrı ya da bırakılmış birkaç mesaj buluyordum.
Yine de uzun süredir onunla iletişim kurmayı epey boşlamıştım.
Mihri'nin mektubunu, diğer tüm mektuplarıyla birlikte, özenle ve aynı sırada durmalarına dikkat ederek çekmeceme koydum ve kapattım.
Telefonum hep sessizdedir.
Elime aldığımda bu sefer 20 cevapsız çağrı gördüm.
Kian, iyiden iyiye beni öldürebilir!
Anlaşılan bu sefer çok öfkelenmişti.
Mesajları kontrol ettiğimde, uzun bir süre yukarı kaydırmam gerekti.
Sadece bu mesajları okumak bile saatlerimi alırdı.
Pratik yolu seçip aradım.
Bir iki çalmada açtı telefonu.
(Konuşmalar Almanca geçiyor burada)
— Sen neredesin? Bir insan hiç mi telefonunu açmaz ya? Hadi acil bir şey olsa? Biz sana ulaşamıyoruz! Zaten Şeref Amca da telefon kullanmıyor, senin de ondan kalır yanın yok!
Şu an çok acil bir toplantının ortasındayım. Sana gönderdiğim mesajları oku ve halletmen için özellikle birkaç kere gönderdiğim o dosyaları hemen hallet, bana gönder!
Almanca konuşmasından ve kelimeleri sinirle, hızla ardı ardına sıralamasından, bana olan öfkesi belliydi.
Hiç sesimi çıkartmadım, sadece sessizce dinledim.
Cümlesi bitince telefonu kapattım ve dediğini yapmaya koyuldum.
Çok da haksız değildi.
O yüzden pek de bir şey diyemiyordum.
Bütün işi ona yıkmıştım.
Öfkelenmekte haklıydı.
Özellikle bana sinirli olunca Almanca konuşurdu.
Türkçesi vardı.
Ben Almancaya pek haz etmediğim için, beni sinir etmek için kasıtlı yapıyordu.
Onu tanıyordum…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 20.08k Okunma |
3.52k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |