

--
Mihri’den
> Özlemek böyle bir his miymiş?..
Ben daha önce hiç böyle hissetmemiştim.
Öyle derinden ki… kendime bile itiraf edememişim.
Beni daha da mutlu eden, hatırladığımın aksine, şu an bu bir çift yeşil gözde umut vardı.
Işık vardı.
Pasparlak yıldızlar vardı.
Ve… belki ben öyle görüyorum ama, sevgi dolu bakışlar da vardı.
Şu an bir rüyada mıydım?
Yoksa düş mü kuruyordum?
Eğer bir düşse… çok gerçekçiydi.
Ama hayır, o gözler kırpılmıştı. Rüya değildi.
Başımı çevirip tekrardan, tüm kızıllığıyla denize kavuşan güneşe baktım.
Sonra tekrar çevirdiğimde… o gözler yine aynı yerdeydi.
Hayır, bu bir rüya değildi.
Bayağı yanımda oturuyordu o koyu yeşil gözlere sahip adam.
Mutluluktan mı, şaşkınlıktan mı bilemiyorum… ama gözlerim doldu.
İçimde biriken duygular, gözlerimden taşıyordu.
Çok sevdiğim bir söz var:
> "Kalp yorulunca, teri gözden akarmış."
Şu an tam da bunu yaşıyordum.
Gözümden düşen damlaya elini uzatınca, bir anda irkilip kendimi geri çektim.
Bu, rüya sandığım adam elini bana mı uzatmıştı?..
Kendime geldim.
“Mihri kendine gel!”
Adam bayağı gerçekti.
Bu gözler… hiç tanımadığım bir hastanede, gözlerimi açtığımda beni sakinleştiren tek şeydi.
Ve tabii ilk… o papatya tarlasının kenarında Bartu sanıp yanına koştuğum, pervasızca vizörünü kaldırdığım o kişi…
Evet, aynı gözlerdi.
Bu gözleri unutmak mümkün mü zaten?
Ama… ya ben o anki şokla karıştırıyorsam?
Farklı kişiler miydi?
Aklımdan onlarca düşünce geçiyordu.
Afallamıştım.
Eğer aynı kişiyse, ona o gün neler yaşandığını, beni nasıl hastaneye götürdüğünü ve neden ortadan kaybolduğunu sormak istiyordum.
Kader yine yollarımızı birleştirmişti.
Ve önümde, cevaplar bulabileceğim bir fırsat vardı.
Bir cesaretle, aramızdaki sessizliği böldüm:
> “Siz, o gün beni hastaneye getiren kişisiniz… değil mi?”
Sözlerim, aramızdaki sessizlikte garip bir yırtılmaya sebep oldu.
O da şaşırdı.
Yüzünde afallamış bir ifade vardı.
> “Siz… yanlış hatırlamıyorsam… hastanede, ilk gözlerimi açtığımda başımda olan kişiydiniz.
Yani beni hastaneye getiren kişi sizsiniz, değil mi?”
Yutkundu.
Sanki ne diyeceğini bilemiyordu.
Ama sonra, düşünerek ve biraz tereddütle döndü:
> “Evet. Evet, o benim.”
Sanki bu durumu kabul etmek istemiyor gibiydi.
Belki de ona soracağım şeyleri tahmin ediyordu.
> “Ayağınız alçıya alınmıştı… bazı kemiklerinizde de incinme vardı demişlerdi. Şimdi iyi misiniz?”
Bu soruyu beklememiştim.
Neticede bir anda yanımda peyda olan, in midir cin midir anlayamadığım bir adamın bana “İyi misiniz?” diye sorması… tuhaf gelmişti.
Ama yine de cevapladım:
> “Evet… artık çok daha iyiyim.
İyileşme sürecim hızlı ilerliyor.”
Bayağı bayağı onunla sohbet ediyordum.
Ve hâlâ yanımdaydı.
Demek ki gayet kanlı canlı bir insandı.
Deniz havasını içime çektim.
Gözlerimi birkaç kere yumup açarak kendimi toparlamaya çalıştım.
Madem bana bir iyilik yapmıştı—
Hatta bayağı hayatımı kurtarmıştı—
En azından düzgün bir teşekkür etmeliydim.
> “Sizi bir daha göremediğim için… iyiliğinize teşekkür etme fırsatım olmamıştı.
Buraya nasıl geldiğinizi bilmiyorum ama o gün beni kurtarıp hastaneye götürdüğünüz için içtenlikle teşekkür ediyorum.
Allah razı olsun.”
Dış görünüşünden beklenmeyecek kadar kibar konuşuyordu.
Ses tonunda bir farklılık sezdim.
Alışılmadık, yumuşak bir tını…
Ama gözleri gibi sözleri de derindi.
Ne yapıyordum ben şu an?
Kendime kızdım.
Yanıma sorgusuz sualsiz oturan bir adamla muhabbet ediyordum.
Tabii, bu kişinin birkaç kere çok enteresan şekilde karşıma çıkmasının—
Ve tamam, kabul ediyorum:
Gözlerindeki bakıştan çok etkilenmemin—
Payı büyüktü.
Ama artık bu adamın gerçekten gerçek bir insan olduğuna kanaat getirmiştim.
Ya da… belki Hızır’dı?
Hayır hayır!
Saçmalama Mihri!
Adam bayağı normal biri işte.
Ve senin yanına oturmuş.
Hem de pat diye.
E ben niye hiçbir şey demedim ki?
Kendime kızdım.
Sinirlenmiştim.
Ve bu siniri, yanımdaki kişiye de yansıttım:
> “Bu arada… siz buraya neden oturdunuz?”
Yüzündeki şaşkınlık gizlenemeyecek kadar belirgindi.
Devam ettim:
> “Sizi karşımda görünce şaşırdım.
Asıl sormam gereken şeyi şimdi soruyorum…”
Cevap vermedi.
Gözlerini kaçırdı.
Başı önüne eğilmişti.
Neden susuyordu?
> “Karıştırdınız mı?”
Bu sefer bakışlarını kaldırdı.
Gözlerime dikti.
Ama yine konuşmadı.
İyice sinirlenmiştim:
> “Peki o zaman buraya neden oturdunuz, beyefendi?
Siz… kimsiniz?”
Ayağımdan ötürü kalkamıyor olabilirdim ama,
Bana haram olan bir insanın yanıma pervasızca oturmasına da izin verecek değildim.
Gerekirse sargılı ayağımla seke seke giderdim buradan.
Tam kalkmayı düşünürken...
Bartu’nun içime su serpen sesi aramızdaki tuhaf ortamı dağıttı:
> “Ooo Tarık Bey!
Bakıyorum, kız kardeşimle tanışmışsınız!”
Bartu, elinde iki külah dondurmayla yanımıza geldiğinde, yanıma bir anda oturan kişiye gözlerinden sinirli olduğunu belli eden bakışlar atıyordu. Hemen ardından Büşra belirdi. Onun da elinde iki külah vardı; birisi benim içindi: limonlu ve çikolatalı.
Bartu, gördüğü manzara karşısında Tarık’ın yanına gidip ona ufak bir azar çekerken, Büşra da yanıma geldi. Dondurmamı bana doğru uzatırken, kibarca sordu:
“İyisin değil mi canım? Bir şey mi oldu?”
Onun da bakışları yanımdaki adama kaymıştı; şüphe doluydu.
Teyzem ve Alp biraz arkada kalmış olacaklar ki, şimdi yanımıza gelmişlerdi. Alp hemen yanıma koşup:
“Mihri abla bak! Ne kadar büyük bir dondurma... Tam 5 top aldım!” diye neşeyle bağırdı. Sonra da gülerek tüm dondurmaların tek tek neli olduğunu anlatmaya başladı.
Özgü teyzem de gelmişti; eline dondurma bulaştığı için getirdiğimiz piknik poşetinden ıslak mendil aramaya başladı. Ben bir kulağımla onu dinlerken, Bartu yanıma oturan kişiyi kaldırıp kendi oturdu, onu da bir yanına kurduğu kamp sandalyesine oturmasını söyledi. Ama bunu yaparken yüzündeki o korumacı abi tavrını ve kendine güvenini görmeliydiniz.
Büşra da sol tarafıma oturdu. Dondurmasını iştahla yalarken, benimle konuşmak için Alp’in sözünü bitirmesini beklediği belliydi. Alp tüm dondurmaları anlattıktan sonra, en alttaki kısım eridiği için:
“Hayır hayır, lütfen düşme! Hemen seni yalıyorum,” diyerek dondurmasını yemeye eriyen kısımdan başladı.
Teyzem, “Alp yanıma gel, ellerim pislenmiş, silelim,” diyerek onu yanımızdan uzaklaştırdığı gibi, Büşra da ağzını hafifçe kulağıma yaklaştırarak fısıldadı:
“Kim bu, bizden önce senin yanına oturan? Tanıyor musun? Ben bir şüpheli buldum da.”
Onun bu sorusuna kısık sesle kıkırdadım. Gülmemi toparlamaya çalışırken bir yandan da Bartu’ya bakıyordum. Hâlâ kendi aralarında konuşmaları bitmemişti ve bize sezdirmeden fısır fısır konuşuyorlardı. Büşra’ya şimdi ne diyecektim? “Tanımıyorum” desem ayrı dert, “Tanıyorum” desem “Nereden?” diyecek...
Ben de kulağına eğilip, “Birazcık karışık,” demekle yetindim. Büşra, şaşkınlıkla gözlerini patlatıp ağzını kapattı. Bu cevabı beklemiyordu, belliydi.
Kimseyi umursamadan, artık iyice eriyip külahımı ıslatmış dondurmamı yalamaya başladım. O sırada güneşin tamamen batmış olduğunu fark ettim. Ufukta sadece yayılan kızıllık kalmıştı ve gökyüzü açıktan koyuya doğru uzanıp giden mavi tonlarına bürünmüştü.
Biraz önce yaşadığım şeye hâlâ inanamıyordum. Ben kim olduğunu bilmezken, bir daha karşıma çıkacağına ihtimal bile vermezken, hem de ayağım alçılıyken, Rabbim onu benim ayağıma getirmişti. İşte bu, tam anlamıyla “nasip”ti. Başka bir açıklaması olamazdı.
Ve bu duruma çok sevindiğimi inkâr edemem. Bu yüzden şu an denize bakarken, yüzümde oluşan ve saklayamadığım — saklamak da istemediğim — kocaman bir gülümsemeyle dondurmamı yiyordum.
Başımı hafifçe ona doğru çevirip kaçamak bir bakış attığımda, onun da bana baktığını gördüm. Teknik olarak yüzü Bartu’ya dönüktü ama gözleri bendeydi. Göz göze gelince anladım. Ve daha da heyecanlandım.
Bu ancak aynı düşünceyle hareket eden iki insanın bakışı olabilirdi. Gözleri... gözleri her şeyi anlatıyordu. Bana bakarken gülümsüyor muydu? Hem de o gülümsemeyle o yeşil gözleri daha da kasılmış ve yanağında — hastanede de fark ettiğim — o minik gamzesi belirivermişti.
Utanarak hemen başımı çevirdim. Hızlı hızlı dondurmamı yemeye başladım ama aşırı hızla yemem nedeniyle boğazıma kaçtı, bir anda öksürük tuttu:
“Öhöm öhü...”
“Mihri iyi misin? Özgü teyze, çantada su var mı? Mihrinin boğazına dondurma kaçtı!” diyerek hemen ayağa kalktı Büşra.
Teyzem, “Tamam canım, olacaktı... Şuralarda...” diyerek çantadan uzattığı suyu Büşra’yla bana ulaştırdı. Suyu hızla açıp başıma diktim. Bir yandan soluk boruma kaçan dondurmadan öksürüyor, diğer yandan kalbimin heyecanla çarpmasından ötürü soğuk soğuk terliyordum.
Bartu ufak ufak sırtıma vururken Arif de yanıma gelmişti. Ama o seslerin, kalabalığın içinde ben herkesten farklı bir ses duydum:
“İyi misin, Mihri?”
Bana endişeli gözlerle bakan, ay yeşili gözlerin ve yakışıklı bir gülüşün sahibiydi bu. Başkası değildi.
Onun sesini duyunca sanki herkesin sesi silinmişti. O an sadece biz vardık. Ben de ona doğru bakarken gülümsedim ve yumuşak bir sesle cevapladım:
“İyiyim.”
Gözlerinde ve yüz mimiklerinde bir rahatlama vardı.
Ufak “boğaza dondurma kaçması vakası”ndan sonra herkes yavaş yavaş dondurmalarını bitiriyordu. Alp yanıma gelip:
“Mihri abla, bak herkesin dondurması bitti ama ben çok yavaş yiyeceğim. Bu yüzden en son benimki bitecek!” dedi. İşaret parmağıyla hepimizin dondurmasını göstererek:
“Bakın! Hepimizinki bitti ama benimki bitmedi!” diye ekledi.
Nedense Alp’in dikkatini Bartu’nun yanında oturan yabancı çekti. Onun yanına gidip:
“Sen kimsin? Seni ilk defa görüyorum!” dedi ve onun cevaplamasına bile izin vermeden elini beyefendi gibi uzatıp:
“Ben Alp Yalçın!”
Onun bu tepkisine Tarık kocaman gülümsedi. Gülümsemek ona çok mu yakışıyordu, yoksa ben mi abartıyordum? Elini uzatılan ele yumuşakça uzattı:
“Ben Tarık Grunewald. Seninle tanıştığıma memnun oldum, Alp,” dedi. Elini sıkarken gözlerinin içine bakıyordu.
Demek ismim buydu: Tarık Grunewald. İçimden birkaç kere daha tekrarladım. Soyadı farklıydı... yabancıydı. O zaman...
Özgü teyzem Bartu’ya dönüp:
“Dondurmalarımızı yerken arada kaynadı. Yanında getirdiğin arkadaşın kim? Tanıştırsana. Gerçi buraya geldiğimizden beri sürekli kulağına bir şeyler fısıldıyorsun da... o yüzden bölmek istemedim,” dedi.
Bartu, o meşhur neşeli kahkahalarından birini patlatıp bir eliyle kafasının arkasını kaşıyarak:
“Haklısın teyze,” dedi. Sonra tekrar Tarık’a hafifçe tavırlı bir bakış atarak:
“Arkadaşla, konuşmam gereken ufak bir mevzu vardı da... haklısın, sizinle tanıştırmayı ihmal ettim,” dedi ve Tarık’a dönerek:
“Bu arkadaşım...”
Devamını Tarık getirdi:
“Ben Tarık Grunewald. Almanya’da BMW bayisinin CEO’luğunu yapıyorum... yani yapıyordum. Şu an bir süreliğine ara verdim, burada dedemin yanında kalıyorum,” diyerek kendini tanıttı.
Teyzem gülümseyerek:
“Memnun oldum. Sen de iyi ki geldin, aramıza katıldın. Umarım bu son olmaz,” dedi.
Bartu: “Olmaz, olmaz değil mi Tarık Bey?” diyerek koluyla onu muzipçe dürttü.
Bükra da: “Ben de Bükra Saraylı. Memnun oldum,” diyerek başıyla ufak bir selam verdi.
Tarık da aynı şekilde başını eğerek onu selamladı.
Ve sıra bana gelmişti.
“Mihri Suare,” dedim, gözlerimi onunkinden ayırmazken.
O da yine başını hafifçe eğerek karşılık verdi.
Alp, bu süre boyunca dondurmasını külahıyla birlikte yemiş, bitirmişti. Ama nedense harikayımdan ayrılmamıştı. Tüm konuşmalar esnasında onu izlemişti ve sonra bir anda Tarık’ın gözlerine doğru parmağını uzatarak:
“Gözlerin gerçek mi, yoksa lens mi?” deyince hepimiz kahkahayı bastık.
“Yaaa!” diyerek bizim neşeli kahkahalarımıza isyan etti Alp.
“Ne var yani, niye gülüyorsunuz? Gerçek gibi durmuyordu ki... Sanki lens gibi... Ya da bilmiyorum, daha önce hiç böyle gözler görmedim.”
Gülümsememize ilk Tarık kesip, yüzündeki eğlenceli ifadeyi hafifçe sildi ve tüm ciddiyetiyle Alp’e bakarak,
“Gerçekten gözlerim orijinal, Alpciğim. Bu konuda kuşkun olmasın. Daha yakından bakmak ister misin?” dedi.
Çocukça bir ifadeyle ona doğru eğilip gözlerini iyice dibine soktuğunda, Alp şaşkınlıktan yerinden bile kıpırdayamadı.
O anki sahne gerçekten çok tatlıydı ve izlemeye değerdi.
Dışarıdan tanımadan gördüğünüz hâliyle, şu an yanımızdaki ifadesi arasında öyle büyük bir uçurum vardı ki...
Bu adam gerçekten tahmin edilemezdi. Ve bir çocukla çocuklaşabilmesi... Ne kadar da hoştu!
Ben farkında olmadan onları gözümü bile kırpmadan izliyormuşum. Bunu, Bükra’nın hafifçe beni dürtmesiyle fark ettim.
“Kızım, kendine gel! Kitlendin adama! Mihri? Orada mısın? Dünyadan Mihri’ye!”
Bir anda kendimi toparladım. Ben ne yapıyordum? Gerçekten... Bayağı bayağı kendimi bu ortama kaptırmıştım.
Bir anda içimi pişmanlık ve kendime karşı kızgınlık doldurdu.
Ben... Bana haram olan bir erkeğe gözlerimi kaçırmadan bakıyordum.
Hem de bunu birden fazla yapmıştım.
İçimden kendime,
“İyi görüşte aşk mıdır bilmem ama... İkinci bakış haram, hafız!”
diye geçirdim.
Gerçekten daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştım.
Belki size çok samimi gelmeyebilir ama itiraf ediyorum bunu tüm içtenliğimle size...
Ben daha önce hiçbir erkeğin gözlerine böyle bakmadım.
Yolda yürürken bile yerlere bakardım.
İnsanların yüzleri her zaman bana silikti, özellikle de erkeklerin...
Hem haram olmaları, hem de baktığım her yüzden bana bir "elektrik" bulaştığına inanırım.
O insanın enerjisiyle etkileşime geçtiğime...
Ve bu yüzden bu etkileşimden kaçınırım. Çünkü ne kadar çok insanla etkileşime geçersem, o kadar çok yorulurum.
Bunu pek çok kez yaşadım ve o yüzden hep görmezden geldim.
Baktım ama görmedim kimseyi.
Ve ben... ilk defa görüyorum.
Hem de öyle net, öyle berrak görüyorum ki bu görüş beni gaflete attı.
Bir anda karşımdakinin bana haram olduğunu bile unutuverdim.
İçimden cılız bir ses yükseldi:
“Keşke... keşke haram olmasa da o gözlere doyuncaya kadar bakabilsem. Bıkmadan, sıkılmadan...
Sadece bakmakla da kalmasam... Onunla muhabbet edebilsem. Saatlerce...”
Acaba onunla sohbet ettiğimde, bu düşüncelerim aynı kalır mıydı?
Bu sadece öylesine bir etkilenme miydi?
Hayır, asla değil.
Onunla ilgili çok ciddi hissediyorum.
Daha önce hiç böyle hissetmemiştim.
Bu hisler yalan olabilir miydi?
Hayır...
Ben onunla sohbet ettiğimde, bu hislerin daha da perçinleşeceğini hissediyordum.
Bakışlarım artık, güneşin kızıllığının da kaybolmasıyla karanlığa gömülmüş denize dikilmişti.
Belki bir gün, o sohbeti de yapabilirdik...
---
Yazardan:
Tarık ile tanışmanın ardından, keyifle devam etti deniz kenarındaki kamp sandalyelerinde oturan altı kişinin pikniği.
Kimi zaman Alp’in çocukça sorularıyla gülümsediler...
Kimi zaman Bükra’nın gastronomi bölümünde yaşadığı eğlenceli anılarını dinlediler.
Arada da Bartu’nun Bükra’ya yer yer takılarak yaptığı esprilere güldüler.
(—Bükra hariç. O, Bartu’nun tüm esprilerine büyük bir ciddiyetle tepki veriyordu.)
Havanın kararmasıyla birlikte etrafa yayılan serinlik, denizden gelen rüzgârlarla birleşince Özgü teyze yavaştan kalkmaları için hazırlanmalarını söyledi.
Mihri önlerinde duran kamp masasını toplarken, Bükra, Tarık, Bartu ve Özgü teyze sandalyelerini kapattı.
Alp, kendince onlara yardım ediyordu ama arada da deniz kenarına koşup, annesinin tüm itirazlarına rağmen ayaklarını suya sokuyordu.
Ayrılma vakti geldiğinde Bartu ve Tarık motorlarına bindiler.
Bükra, Bartu’nun onu durağa bırakmak için ettiği nazik teklifi sert bir şekilde reddedip, kendi başına Mihri ve Özgü Teyze’yle vedalaşıp durağa yürüdü.
Mihri, teyzesinin yardımıyla dikkatli bir şekilde arabanın ön koltuğuna binerken, Alp arka koltuğa yattığı gibi uyumuştu.
Özgü Teyze, Bartu’yla vedalaşıp Tarık’a da “İyi akşamlar.” dedi.
Bartu, arabaya gelip Mihri’yle vedalaşırken Mihri göz ucuyla Tarık’a ve motoruna baktı.
O an bir şey hissetti.
Motor... Onun için her zaman çok ayrı bir yerdeydi.
Kalbinde motor sevgisini baba ile yaşadığı o kazanın korkusu bile götürememişti.
Ama motor, Mihri için imkânsız aşktı.
Şimdi Tarık’ı da onun üstünde görünce, içinden şöyle geçirdi:
“İki imkânsız birleşip kat be kat imkânsızlaştı sanki...”
Bartu’nun neşeli vedasına karşın Mihri sessizdi.
İçinde kopan fırtınaları yine kendine saklıyordu.
Etraf karanlıktı...
Tarık ve Bartu uzaklaşırken, Mihri arkalarından özgürce baktı.
Nedense içini hüzünler kaplamıştı.
Yine kara bulutlar, gönül semasını sarmıştı...
---
Yazardan
İki saatlik uzun ve yorucu bir toplantıdan yeni çıkmış olan Cengiz, sinir ve yorgunlukla kravatını boynundan gevşetirken bir yandan cebindeki telefonuna uzanıp sekreterini aradı.
“Bugün öğle yemeği için rezervasyonunu ayarlamanı söylediğim restoran ile iletişime geçtin mi?”
“Evet efendim, restoranın tamamı şu an sizin için rezerve edildi.”
Başka bir şey söylemeden telefonu sekreterinin yüzüne kapattığı gibi, sinirli adımlarla asansöre bindi. Ardından çıkışta onu bekleyen özel aracına yöneldi.
Çıktığı gökdelen en az elli katlıydı. Boydan boya camlarla kaplıydı ve dışarıdan simsiyah görünen bu camlar, az biraz parlıyordu.
Cengiz’i kapıda gören şoför, aceleyle inip arka kapıyı onun için hürmetle açtı. Cengiz bir hışımla kendini arabaya attı. Şoför, kapıyı kibarca kapatıp ön koltuğa geçti.
“Ataşehir’de bulunan Hürrem Restoranı’na sür.”
“Tabii efendim,” diyerek itiraz etmeden navigasyona adresi yazan şoför, aracı hareket ettirmişti bile.
Restorana ulaştıklarında kapıda, sağ kolu Korkut onu bekliyordu.
Cengiz arabadan indiği gibi Korkut konuşmaya başladı.
“Hoş geldiniz efendim.”
Ses tonu her zamanki gibi itaatkârdı.
Cengiz cevaplamadı bile bu hoş geldinizi. Hızlı adımlarla restorana doğru ilerlerken, gittiği masa tam da cam kenarında, en sonda kalıyordu. Buraya gelirken hiç düşünmeden yürüdüğüne göre, buraya ilk gelişi değildi.
Oldukça sık geldiği, garsonların ona gelir gelmez bir bardak kırmızı şarap ikram etmesinden de anlaşılıyordu. Yemekten önce ne sevdiğini biliyorlardı.
Cengiz, masaya oturduğu gibi geriye doğru kaykıldı. Bacak bacak üstüne attı ve sol eliyle şarabını yudumlarken Korkut tam karşısına oturdu.
Onun aksine büyük bir askeri ciddiyetle duruyordu. Korkut, bir yandan da şirketin durumuyla alakalı rapor veriyordu.
Cengiz elini hafifçe kaldırdı. “Sus” anlamındaydı bu.
“Şu an bunları duymak için fazla yorgunum. Yüzümden anlaşılmıyor mu?” diyerek kendisine bakıp, bir tavırla yüzünü işaret etti.
“Daha heyecanlı şeylerden bahset. Mesela Mihri ne yapıyor? En son ne haber geldi?”
Korkut, patronunun artık işle alakalı değil de özel olarak kafayı taktığı kızdan bahsetmesi gerektiğini anlamıştı. Tam da onun istediği gibi konuşmayı değiştirdi.
“Yerleştirdiğimiz adamdan gelen son habere göre, gönderdiğimiz mektubun ardından bugün ilk defa ailesiyle deniz kıyısına gitmiş. Çok da mutlu ve neşeli olduğunu söylüyor gelen mesaj.”
Cengiz’in ifadesi birden değişti. Kaykıldığı yerden hızla doğrulurken, kadehi tutan eli o kadar sıkılmıştı ki neredeyse bardağı parçalayacaktı.
Sağ eliyle öfkeyle masaya geçirdi. Gürültülü ses, restoranın tüm sessizliği içinde büyük bir bomba gibi yayıldı.
Cengiz’in duymak istedikleri bu değildi. İyice morali bozulmuştu.
Korkut devam etti:
“Yalnız değişik bir ayrıntıdan bahsettiler ki...”
Cengiz bu sefer daha bir merakla bakışlarını Korkut’un yüzüne dikti.
Korkut devam etti:
“Uzaktan onu izlemesi için yerleştirdiğimiz adam, Mihri’nin terasta sadece boş oturmadığını, ayrıca arada yan terastaki kişiye gizli mektuplar gönderdiğini dürbünle görmüş.”
“Öyle mi?” derken Cengiz’in suratına çirkin bir sırıtış yayıldı.
“Tam da Mihri’yi rahat görebilecek şekilde bir ev ayarladın o adamı, öyle değil mi?” diye Korkut’u sorgularcasına sordu.
“Evet efendim, tam da dediğiniz gibi. O civardaki evler sıradan bir daireye göre üç kat fazla kira istiyorlar. Neticede bir tatil köyü ve evler tripleks. Ama birazcık uğraştırsa da hallettik, endişeniz olmasın.”
Çirkin, cırtlak ve yüksek bir kahkaha patladı bu sefer Cengiz’den.
Korkut, patronunun keyiflenmesine sevinse de, “Size bahsedeceğim ayrıntı aslında bu değildi,” diyerek sürdürdü anlatacaklarını:
“Yan terastaki kişi, aynı zamanda bugün deniz kıyısında da yanındaymış.”
Cengiz bu sefer sessiz ve dikkatli bir şekilde tepki verdi.
Bir yandan da restoranda sadece Cengiz için pişirilen özel menünün ara sıcakları, onun önündeki geniş masaya servis ediliyordu.
“Aynı kişi mi dedin?”
“Evet efendim. Aynı kişi.”
“Şüpheli?”
“Oldukça.”
“Tesadüf olamayacak kadar şüpheli,” dedi Korkut. Ardından, “Bu bilgiyi size söylemeden önce merak edip ufak bir araştırma yaptım. Ve tahmin edin...”
Cengiz, şarabın dibini küstahça kafasına dikerken düşünüyormuş gibi yaptı.
Ondan bir tahmin gelmeyince Korkut ekledi:
“Yan terasta yaşayan kişinin soyadı... Grunewald.”
Cengiz, henüz yutmadığı şarabı şaşkınlık ve sinirle Korkut’a doğru tükürdü.
Masaya servis yapan garson kız, son anda kendini kurtarmayı başarmıştı.
---
Nasıl olmuş??
Yorumlarınızı bekliyorum 🤗
Sizce Cengiz niye böyle bir tepki verdi?
Mihri Tarık'a olan hislerini kabul edecek mi??
En kısa zamanda görüşmek üzere Allah'a emanet olun.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 20.08k Okunma |
3.52k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |