19. Bölüm
Mihrimah Altun / Bir Demet Papatya / 14.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

14.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

Mihrimah Altun
aydaki_yazar04

Selamünaleyküm

Nasılsınız iyi misiniz papatyalarım 🌼

Beni sorarsanız ki soran ve merak eden tüm okurlarıma tekrardan teşekkür ediyorum.🫶🏻

Elhamdülillah iyiyim🤗

Bölüm 4 hafta kadar gecikti.

Evet kusura bakmayın maalesef benim de hiç tahmin etmediğim hayatımda bazı farklılıklardan ötürü zamanında yayınlayamadım.🥺

Umarım bu bölümün güzelliği kendim affettirmeme yeter.🤗

Bölümün kapağındaki fotoğrafı bizzat bu bölümü yazmak için gittiğim deniz kıyısında kendim yazıp çektim.🌊

Bölümü yazarken yazdığım atmosferi yaşayarak yazmaya çok önem veriyorum.💖

Bu şekilde sizlere kelimelerimi daha güzel hissettirebileceğimi düşünüyorum. 🎀

Umarım tüm kelimelerim yüreğinize dokunur ve bölümü gerçekten yaşıyormuş gibi hissedersiniz. ☺️

Şimdiden güzel oylarınız ve tüm yorumlarınız için Allah razı olsun 🌼

 

 

---

 

Tarık'tan

 

> Baba.

Herkes için farklı bir kalıba giren, kimi zaman bir kahraman, kimi zaman bir sığınak olan bu kelime, çoğu kişinin zihninde ortak bir anlamla yer bulur sanılır. Oysa her çocuğun iç dünyasında "baba" kelimesi başka bir gölgeye bürünür.

 

Benim içinse...

"Baba", en çok ihtiyaç duyduğum anda yanımda olmayan, sesiyle değil yokluğuyla büyüyen biriydi.

 

 

 

---

 

Tarık’ın Anlatımı:

 

Benim için zaman durmuştu sanki...

Güneş batmıyor, rüzgar esmiyor,

Deniz dalgalanmıyor, kalbim atmıyordu sanki.

 

Buz gibi zeminde boylu boyunca yatıyordum. Kimse yoktu.

Hatta biraz ileride, seyrek seyrek yanıp sönen koridor ışığından başka bir şey görünmüyordu.

 

Yapayalnızdım.

 

Güçlükle avuçlarımı yere bastırarak doğrulmaya çalıştım. Yerden destek alırken başım zonkluyordu. Elimi kafamın arkasına götürdüm. Parmaklarımda sıcak, yapışkan bir his vardı: kan.

Bayılmış mıydım?

Neredeydim?

 

Hatırladığım son şey... motorun üstündeydim.

Bir yarış mıydı bu? Sadece hız mı yapıyorduk? Bilmiyorum... Her şey silik, sis perdesiyle örtülüydü.

 

Ama... biri daha vardı yanımda.

Arkamda değil, tam yanımda motor süren biri.

Ve şimdi yerdeydi.

Neden?

 

Kulaklarımda çınlayan bir ses yükseldi:

 

"Ölüm saati: 00.23… Kişi X oldu."

 

Hayır… Hayır!

O benim sesimdi!

Kendi feryatlarımı işitiyordum!

 

"Hayır! Gördüm! Bir şey yapsanıza! Mümkün değil bu! Olamaz!"

 

Biri beni tutuyordu.

Biri sakinleştirmeye, diğeri durdurmaya çalışıyordu ama kopamıyordum ellerinden.

 

"Olmaz! Hayır! Olmaz!"

 

Titreyen dizlerimin üzerinde doğruldum.

Duvara yaslandım, zorla ayakta duruyordum.

Ayağıma basmak acı veriyordu.

 

Kimdi o yanımdaki?

Ölmüş müydü?

Neden ölmüştü?

 

Koridorun ilerisindeki ışığa doğru ilerledim.

Bir dönemeçte, yeşil neon ışıklarla parlayan bir kapı vardı.

Kapıyı açtım.

 

Yüzüme vuran ışıkla gözlerimi kıstım.

Tavan, boydan boya floresan lambalarla kaplıydı.

Koridorun sonunda bir gişe vardı ama kimse yoktu.

Sıralı odalar, numaralar... hepsi bir hastane gibiydi.

 

Sonra bir ses:

 

"Tarık!"

 

Tanımadığım bir kız bana doğru koşuyordu.

Gözleri panik doluydu.

Belime sarıldı.

 

"Tarık, herkes seni arıyor!"

 

Donup kalmıştım.

Sesim bana ait değil gibiydi.

Yüzü tanıdık geliyordu ama kim olduğunu bilmiyordum.

 

"Hadi, seni odama götürelim."

 

Onunla birlikte yürümeye başladım.

 

"Kafeteryaya inmiştim. Yemek alıyordum. Seni yalnız bırakmamalıydım. Biliyorum, babamızı kaybetmek seni çok sarstı ama geçecek..."

 

Babamız mı?

Babam mı… ölmüş?

 

Başımın içinde uğultular patladı.

O anın görüntüsü zihnime çarptı.

 

Yerde yatan adam.

Motorcu kıyafetleri.

Kask.

Ben başında diz çökmüş, çaresizce haykırıyordum.

 

"Seni yeni bulmuşken, beni tekrar bırakma!"

 

 

---

 

Sıçrayarak, nefes nefese açtım gözlerimi.

Ter içindeydim.

Elimi kalbime götürdüm—neredeyse çıkıp avuçlarıma düşecekti.

Derin derin nefes alıyordum ama nefes, içime dolmuyordu sanki.

 

Başım çatlayacak gibiydi.

Bu sadece bir kabus değildi.

Geçmişten gelen bir kesitti.

Zihnime en çok kazınan, en çok acıtan…

 

Bir süredir unutmuştum.

Mihrinur’un varlığı biraz olsun beni rahatlatmıştı.

Her mektubu bir damla huzurdu içime.

 

Ama şimdi, bu kabus…

Her şeyi yerle bir etti.

 

Doğruldum.

Çalışma masamdaydım. Burada uyuyakalmışım.

Normalde masada uyumam.

Yatağa uzanırım. Gerçi... orada da pek uyuduğum söylenemez.

 

Bu hafta şirketle ilgili işlere gömüldüm.

Uzun zamandır görmezden geldiğim mailler, telefonlar…

Zamanımı çaldı.

 

İlk uyanışın şokunu üzerimden atınca, sandalyeyi geri itip doğruldum.

Teras kapısına yürüdüm.

Önce ipi, sonra demir kolu çektim.

Yüzüme serin bir esinti vurdu.

İçerisi sıcaktı ama ben... buz kesmiştim.

 

Elim arka cebime gitti, her zamanki gibi.

Paketi aradım.

Sonra durdum.

Hayır.

Artık içmek yok.

 

O sevmiyordu.

Kokusundan nefret ediyordu.

Ve ben, onun nefret ettiği hiçbir şeye bulaşmak istemiyordum.

 

Mektuplarla konuşmak...

Ve onu her gece hemen yanımda.

Hayal etmek, demir paravan yokmuş gibi...

Göz göze, yürek yüreğe...

 

Yetmiyor artık.

Daha fazlasını istiyorum.

Bu kadarını bile hak etmezken, daha fazlasını istiyorum.

Belki hakkım yok ama... onun sevgisine tutunmak istiyorum.

 

Babamı bir daha göremeyeceğim.

Bunu kabul etmek bile…

Boğazımda düğüm.

 

Ama onun varlığı—Mihri'nin varlığı—beni hayatta tutan tek şey şu an.

Bir umut, bir nefes, bir dua gibi.

 

---

 

Gördüğüm kabusun da etkisiyle, terasta biraz temiz hava alıp kendime geldikten sonra yine laptopumun başında buldum kendimi. El alışkanlığıyla, her zaman sigara paketi koyduğum cebimi yokladım. Ama bu sefer yerinde yoktu. Ben de içmedim, içemedim... Çünkü artık içmemeliyim.

 

İçmeyince bile içimde olumlu bir duygunun uyandığını hissettim. Ve Mihri’ye bir kat daha bağlandığımı...

Evet, saat 02:13’tü ama gözlerimde uykudan eser yoktu. Az önce gördüğüm kabusun etkisinden hâlâ tam olarak çıkamamıştım. Mesele sadece bir kabus değildi; ben onu yaşamıştım. Yaşadığım kesitlerde gördüklerim ve hissettiklerim...

 

Laptopum yeniden başlarken, zihnimden geçenlerle birlikte ekran açıldı. Hızlı parmak hareketleriyle şifreyi tuşladım. Bilgisayarı açtım, mailleri kontrol ettim. Uzun zamandır ilk defa yeni bir mail gelmemişti. Çünkü geçtiğimiz hafta epeyce birikmiş olanların üstünde çalışmıştım. Artık neredeyse bakılmadık mail, halledilmedik dosya kalmamıştı.

 

Yine o "TCB-BMW-STÜCK-S1000R — warten auf Genehmigung" (Onay bekliyor) adlı dosyayı açtım. S1000R serisine ait, üretim onayı bekleyen parça bilgileri... Tekrar inceledim. Bulduğum şeyde bir tuhaflık vardı. Bunu ilk gördüğümde sezmiştim ama üstüne gitmemiştim. Belki de yersiz bir kuruntu diye düşünmüştüm. Ama bu, bir kuruntudan fazlasıydı.

 

Bugün gördüğüm rüya, babamın o gece yaşadığı motor kazasını tekrar gözlerimin önüne getirmişti. Babam benim kadar sık motor kullanmazdı ama deneyimsiz ya da acemi bir sürücü de asla değildi. Bu işin ticaretini yaptığı kadar, binmesini de severdi.

 

Ve o gün, hiç de alışık olmadığım bir şekilde, birlikte geçirdiğimiz o nadir baş başa zamanlardan birini motorlarımızla geçirmek istemişti. Evet, kendi teklif etmişti. İlk başta şaşırmış, ardından bu sıcacık teklifi hemen kabul etmiştim.

Tabii ki böyle sonuçlanacağını aklımın ucundan bile geçiremezdim.

 

Kazadan sonra çok detaylı bir araştırma yapılmamıştı. Daha çok, o an yüksek bir hıza çıktığı için motorun kontrolünü kaybettiği yönünde bir kanaat oluşmuştu. Bizim de yaşadığımız büyük şok ve kalbimizdeki derin acı yüzünden, olayın üzerine daha fazla gidilmemişti.

 

Hatta bu olayın en acı tarafı, babamın yerine geçmem için bu kazada parmağım olduğunu söyleyen bayi başkanlarının bile olmasıydı. Evet, bana bu korkunç iftirayı atmışlardı.

Bunu duyar duymaz artık orada bir dakika bile geçirecek tahammülüm kalmamıştı. Motorumun üzerine atladığım gibi, son sürat dedemin yanına, buraya gelmiştim.

Kaçmıştım. Bayağı bayağı kaçmıştım.

Çünkü başka çıkış yolu görememiştim.

 

Bunu bana nasıl söylerlerdi? Tamam, onlara karşı dost canlısı ya da sıcak kanlı davranmamış olabilirim. Dışarıdan çok samimi biri gibi görünmem de. Ama ben, babama bunu yapacak kadar kansız, vicdansız, gözünü sadece para ve şöhret bürümüş bir canavar değilim!

 

Bu iftiraların ya da söylentilerin ardındaki gerçeği hâlâ bilmiyorum. Benim için hâlâ sesli ve puslu...

Eğer bu olayın ardında gizli bir el varsa, gerçek failleri; ya da yoksa, tamamen içimi rahatlatacak derinlemesine bir araştırma...

Bunları yapmayı, üzerime atılan bu suçlamaları bertaraf etmeyi düşünecek gücü kendimde yeni yeni buluyorum. Şu anki hâlim, buraya ilk geldiğim güne göre çok daha iyi.

 

Zihnimde dönüp duran bu düşünceler eşliğinde odamdan çıkıp aşağı kata indim. Basamaklara dikkatli basıp ses çıkarmamaya özen gösterdim. Gerçi dedem bu kadar minik sesleri duymazdı odasında yatarken. Ama yine de rahatsız etmek istemedim.

 

Kendime, acısından biri filtre kahve yaptım. Makineden elime gelen ilk bardağı doldurur doldurmaz odama geri çıktım.

Zihnimde, beni asla bırakmayan o kalabalık ve yoğun düşünceler...

Anlaşılan bu gece de uyku bana uğramayacaktı.

 

Ama bu sefer buna kederlenmek yerine, elimde tuttuğum kahveden koca bir yudum alıp bunu bir avantaja çevirmeye karar verdim.

Şüphelendiğim bu olayla ilgili araştırma yapmak için bilgisayarımı yeniden açtım.

Ve telefonumdan, o gün kullanılan motorla alakalı son kontrolleri yapan görevliyi aradım.

 

 

---

 

 

 

Telefonumun yüksek sesli titreşimleriyle uyandım.

Yattığım yerden hafifçe doğruldum. Üzerimde hâlâ dün gece giydiğim kıyafetler vardı. Öylece boylu boyunca yatağa uzanmışım anlaşılan. Saate baktığımda 17.00’ydi. Perdelerim kapalı olduğu için dışarıdaki havanın rengini göremiyordum.

 

Hem kendime gelmeye çalışırken telefon susmuştu. Biraz daha doğrulup yatağımın hemen yanındaki komodinin üzerine bıraktığım telefona uzanacaktım ki yeniden titreşmeye başladı. Arayan her kimse, epey ısrarcıydı.

 

Telefona uzandım. Tahmin ettiğim gibi, arayan Bartu’ydu. Pek de tereddüt etmeden açtım.

 

— Aaaa inanamıyorum! Telefon açıldı! Yoksa şaka mı? Tarık, orada mısın lan? Oğlum, şaka... gibi... bayağı bayağı telefon açıldı!

 

— Alo?

 

— Tarık, sen cumhurbaşkanı mı oldun da bizim haberimiz yok? Oğlum bu nasıl bir şey, telefonda ulaşamıyoruz sana! Benim bildiğim telefon birine ulaşmak içindir; seninki ya yok, ya da yanında süs diye taşıyorsun!

 

Dediği gibi, sonra o meşhur kahkahasını patlattı. Telefonu kulağımdan hafifçe uzaklaştırıp hoparlöre aldım; zira o kahkahalar kulağımı patlatmak üzereydi. Üst bildirim çubuğuna göz attım — tam 15 cevapsız çağrı görünüyordu.

 

On beş.

 

Bir kere, bu kadar ısrarcı olmaya ne gerek vardı? Bir kere ararsın, hadi iki kere... Açmazsa, demek ki karşı taraf müsait değildir. Ama bu kafa yapısı Bartu’da yoktu.

 

Hem beni azarlayıp hem de kahkahalar atıyordu. Kahkahalarını bölmek için:

 

— Uyuyordum, dedim sakin bir sesle. Uyuya kalmışım.

 

— Ya, bu saatte uyunur mu oğlum?

 

— Uyuyordum işte, gece uyku tutmadı...

 

— Hmm, desene... Yoksa bütün çarşıyı altüst edip bileklik aradığın sevgilinden ötürü mü gece uyku tutmadı, he he?

 

O gıcık sesiyle dalga geçmeye devam etti.

 

— Ne alakası var?

 

— Bayağı alakası var! Ne oldu, yoksa saatlerce konuştunuz da uyuyamadın mı?

 

Bu dediğine içimden güldüm. O duyamazdı ama dediği bana komik gelmişti.

Ne saatlercesi? Onunla iki cümle konuşsam dünyalar benim olurdu. Gerçi kelimelerimle, mektuplarımla konuşuyordum... ama o daha farklıydı.

 

Zihnimden bu düşünceler geçerken Bartu çoktan kendi kendine tutturmuştu:

 

— Tarık âşık, Tarık âşık! Huhuuu! Tarık abayı yakmış!

 

— Abayı yakmış ne bir kere!

 

--Neyse... Sizin Almanya’da böyle şeyler yoktur tabii. Ben sana sonra anlatırım. Neyse seni niye aradığımı unuttum. O kadar çok aradım ki... Heh! Hatırladım şimdi.

 

Bir nefeste devam etti:

 

— Ben gazlamaya çıkıyorum. Sen de gel, motorları yarıştırırız. Hem de bir şeyler içeriz diye düşündüm. Ama uyanıp gelebilirsen tabii...

 

— Gelirim.

 

— Hayret! Ben şok! İlk defa bir teklifimi tekte kabul ettin! Ne oldu yoksa... yoksa gerçekten beni bir dostun olarak mı görüyorsun?

 

— Saat kaçta ve nerede? dedim konuyu geçiştirerek.

 

— 20 dakika sonra, merkezdeki kuş heykelinin önünde. Hani şu ağzında zeytin dalı tutan kuş var ya... Gerçi neden zeytin dalı tuttuğunu da anlamış değilim. Kuş zeytin dalıyla mı uçar?

 

Bartu yine uzatmaya başlamıştı. Onun bu huyuna artık alıştığım için:

 

— Tamam, 20 dakika sonra buluşuruz, diyerek telefonu yüzüne kapattım.

 

 

---

 

Tam da Bartu’nun tarif ettiği gibi, ağzında bir zeytin dalı tutan kuş heykelinin önünde buluştuk. Motorları çalıştırıp yola koyulduk. Buraları daha iyi bildiği için, “Seni çok efsane bir yola götüreceğim,” diyerek önden ilerlemeye başladı. Ben de sesimi çıkarmadan, son gaz peşine düştüm.

 

Merkezin kalabalık ve nispeten yoğun trafiğinden geçip anayola çıktık. Altımızdaki asfalt, kaymak gibi motorlarımızın altında akıp gidiyordu. Yol epeyce boşalmıştı. Bartu, eliyle “devam” anlamında bir işaret yaptı, ben de hızlanarak ona yaklaştım.

 

Bir yol ayrımına gelince sola döndük ve şimdi... şimdi gerçekten dediği kadar vardı. Yol, iki tarafı yemyeşil ağaçlarla, renk renk çiçeklerle çevrelenmişti. Sağ tarafımıza bakınca deniz tüm asaletiyle uzanıyordu.

 

Göğsüme çarpan rüzgar, bu manzarayla birleşince içimde tarif edemediğim bir ferahlık doğdu. Coşkuyla tek elimi bırakıp özgürlüğün tadını çıkardım. Gerçekten... yolun efsunlu havası beni büyülemişti.

 

Tam o sırada Bartu hızını biraz kesip yanıma geldi. Kaşlarını çatarak başparmağını kaldırıp bana doğru salladı. Ne demek istediğini, bir dakika sonra çıkan keskin virajda fazlasıyla anladım.

 

Yol ne kadar güzel olursa olsun, bolca virajlıydı. Her güzelliğin bir bedeli vardı. Bu sefer tüm dikkatimle motora ve dönemeçlere odaklandım. Elimi bırakmak, aklımın ucundan bile geçmedi. Gerçekten de riskli bir yoldu.

 

Dönemeçlerin sıklığından anladığım kadarıyla, bir tepeliğe ya da belki de bir dağa çıkıyorduk. Son dik yokuşu da tırmandıktan sonra yavaşça gazı kestim. Bartu da ileride durmuştu.

 

Nisan güneşi öyle bir parlıyordu ki, siperliğimden süzülen ışık gözlerimi kamaştırdı. Gerçek değilmiş gibi bir manzara vardı önümde. Sanki bir kartpostalın içine ışınlanmıştım. Motorumu Bartu’nun yanına çekip kapattım, güvenlik pedalını indirip ayağımı yere sağlamca bastım. Hemen kaskımı çıkardım.

 

Kaskı çıkarır çıkarmaz, her seferinde dağılan kumral saçlarıma elim gitti. Bir elimle saçlarımı düzeltirken gözlerim manzarada kayboldu.

 

Burası, Kuşadası’nı kuş bakışı gösteren bir noktaydı. Tüm kıyı şeridi, lüks oteller, sahile dizilmiş nizami evler, denize demir atmış tekneler, büyük yatlar… Hepsi gözümün önündeydi. Güneş, yavaş yavaş batıya süzülüyordu. Saat 18:00 civarı olmalıydı.

 

Epey yüksekteydik. Belki de bir dağın zirvesindeydik. Manzaraya o kadar dalmıştım ki, Bartu’nun yanıma gelip omzuma dokunmasıyla irkildim.

 

“Enfes, değil mi?” dedi. “Gerçekten çok tarifsiz bir manzara. Sana da göstermek istedim.”

 

Kaskını başından çıkarıp motorun üzerine bırakmadan önce altındaki minik bagajı açtı. Gözlerim merakla onu takip etti. Ne yaptığını anlamaya çalışırken, içinden iki kutu içecek çıkardı. Bagajı kapatıp üzerine kaskını bıraktı, ardından içecekleri bana uzattı.

 

“Bir şeyler içeriz diye düşündüm,” dedi, gözünü muzipçe kırparak. “Biraz dertleşiriz belki... Malum, uzun süredir görüşemedik dostum.”

 

Hoplaya zıplaya motorlardan birkaç adım ötede, dağın uç kısmındaki büyük kayaya doğru yürüdü. Ben de gülümsedim, kaskımı motorun üzerine bırakıp peşinden yürüdüm.

 

Kayanın ucu tamamen uçurumdu. Ama Bartu sanki bir sokak kaldırımına oturur gibi kayaya oturdu ve eliyle yanına oturmamı işaret etti. Bu biraz delilikti ama, şu an bu delilik hoşuma gitmişti. Tereddüt etmeden oturdum.

 

Bartu, içecek kutularını gösterdi.

 

“Sana en ağır aromalı espressoyu aldım,” dedi. Uzattığı kutu tamamen siyah ambalajlıydı. “Acı kahve sevdiğini düşündüm.”

 

Kutuyu alırken yüzümde memnuniyetsiz bir ifade vardı. Bir şey demesem de yüz ifademden anlamış olmalıydı.

 

“Yoksa…” dedi, hafifçe gülerek. “Sakın bana acı kahve sevmediğini söyleme!”

 

“Sevmem,” dedim net bir ifadeyle.

 

“Gerçekten mi?” dedi, kaşlarını kaldırıp beni baştan aşağı süzerek. “Hem de böyle siyahlara bürünmüş, ağır abi havalarıyla takılırken… Şekerli sütlü kahve mi seviyorsun yoksa?”

 

Kahkahayı bastı. Ben de gülümseyerek başımı salladım.

 

“Evet,” dedim. “Ne olmuş yani? Siyah tarzı olan biri şekerli kahve sevemez mi?”

 

“Sever tabii, sever,” dedi hâlâ gülerek. “Ben de kendime mocha almıştım. Hem de şekerli.”

 

Kutuyu önüme doğru uzatıp hafifçe salladı.

 

“İstersen değişelim.”

 

“Yok, gerek yok,” diyerek bana verdiği kutuyu tek hamlede açtım. Gazın sesiyle kutuyu başıma diktim.

 

“Bu seferlik böyle olsun,” dedim ona göz kırparak. O da kendi içeceğini açarken başını sallayıp:

 

“Evet, artık biliyorum,” dedi.

 

Sonra bir eliyle omzuma dokundu, gözlerini denize çevirdi ve alçak bir sesle fısıldadı:

 

“Merak etme dostum, sırrın benimle güvende.”

 

Bir süre, ikimizden de kahvelerimizi yudumlamamızdan başka hiçbir ses çıkmadı.

İkimiz de suskunluğa gömülmüş, gözlerimizin önünde denize kavuşan nazlı güneşi izlerken Kuşadası’nın huzur verici binalarına baka kalmıştık.

 

Belki de içimizdeki sesler o kadar yüksekti ki, dışımızda suspus kalmış sessizliğe gömülmüştük.

 

Sessizliği bu sefer ben bozdum, her zamankinin aksine.

“Ne kadar sık rüya görürsün?” dedim, yanımda kutu kahvesinin sonunu başına diken Bartu’ya göz ucuyla bakarak.

 

Kutunun son damlasını ağzına damlatmayı başardıktan sonra, dudak kenarını bileği ile silip bana döndü.

“Ne kadar sık rüya görürsün mü dedin?” diye teyit etmek ister gibi baktı bana.

Bu soruyu pek de benden beklemediği belliydi yüzündeki ifadesinden.

 

Hafifçe başımı sallayarak onayladım onu.

 

Bakışlarını tekrar önümüzdeki göz alıcı manzaraya çevirirken düşünüyormuş gibi duruyordu.

“Çok sık olduğu söylenemez ama... zaman zaman net rüyalar görüyorum.”

 

“Peki...” dedim, bu sefer yüzümü tamamen ona çevirirken. “Kâbus görür müsün?”

 

Gözlerinde, sanki konuyu nereye getirdiğimi anlarmış gibi bir ifade vardı.

“Kâbus...” dedi, hafifçe başını sallayarak.

O da yüzünü bana çevirmişti.

O an, gözlerinde daha önce hiç görmediğim kadar üzgün ve kırgın bir duygu yakaladım.

 

“Görürüm,” dedi.

Ve yineledi:

“Görürüm.”

 

Dudaklarına yine o gülümsemesi geldi ama her zamankinden farklıydı... Bu sefer acı acıydı.

 

Devamını getirmedi.

Bu konuyu açmak istemediği belliydi ama nedense ben bu konuşmayı sürdürmek istiyordum.

 

“Bu gece yine bir kâbusla uyandım...” diye başladım sözlerime.

Kendime bile şaşırdım.

Normalde sıradan bir sohbeti bile etmekte zorlanır olmuştum.

İçimi dökmek ya da gördüğüm bir kâbustan bahsetmek benim için çok çok uzaktı.

 

Ama kendimi, istemsizce bulduğum bu durumdan çıkartmak istemedim.

Buna ihtiyacım vardı, hissediyordum.

 

Yüzünü bana çevirmedi.

Gözleri hâlâ batan güneşe takılı kalmış bir şekilde, sadece hafifçe başını salladı ve kısık bir sesle,

“Üzüldüm, geçmiş olsun,” dedi.

 

“Sağ ol,” dedim, onun kadar kısık ve soğuk bir sesle.

 

"Gördüğüm kâbus, birkaç ay öncesine ait bir yaşanmışlıktı...

Bazı karanlık günlerin ruhumda bıraktığı izler hâlâ geceleri peşimi bırakmıyor.

Tam geçti dediğim anda, bir gölge gibi yeniden çıkıyorlar karşıma.

Kabuk bağladığını sandığım yaralarım... birden bire sızlıyor."

 

Kutu kahveyi elimde sıkarken fark ettim. Parmak izlerim, tenekeye gömülmüştü adeta. Tutuşumu hafiflettim, bir yudum aldım. Sıcağı içimi ısıtmadı.

 

Bartu’nun gözleri uzaklara dalmıştı. Ama elleri… Stresle birbirine geçmişti. Onun da içi darmadağındı.

 

— Biliyorum, dedi.

Sesi yorgundu, kırık.

— O duyguyu biliyorum. Ne kadar kaçsan da peşini bırakmayan geçmişin ağırlığını... Ben de tanıyorum.

 

Başını eğdi. O neşeli çocuk gitmişti sanki.

Yüzüne baktım. İlk defa bu kadar suskun, bu kadar sessiz gördüm onu.

 

— Peki, dedim.

— Bulabildin mi bir çözüm?

 

Gözlerini bana çevirdi. O an anladım neden az önce bakışlarını kaçırdığını. O gözlerde… söylenmemiş hikâyeler vardı.

 

Yüzünü buruşturdu, sonra dudaklarını aralayarak konuştu:

— Peki, sence kaçmak mı çözüm, yoksa yüzleşmek mi?

 

— En güzeli yüzleşmek, dedi.

— Ama... yürek yeter mi? İşte orası başka bir mesele.

 

Bakışlarımı yeniden önümüzdeki manzaraya çevirdim. Güneş biraz daha eğilmişti.

Rüzgâr serinlemiş, o ilk gelişimizdeki sıcaklık dağılmıştı.

 

Evet... biliyordum. Kaçmak çözüm değil.

Ama mektuplara sığınmak, o huzurlu sese kendimi bırakmak… Kaçmak mıydı bu?

Mihri’nin kelimelerinde, gözlerinde arıyordum cevapları.

Sesinde arıyordum dinginliği.

 

Bu konuşma, Bartu’nun yüzüne ilk defa farklı bir gözle bakmamı sağladı.

Meğer o gülen yüzün ardında, karanlık nehirler akıyormuş.

 

— Yeter bu kadar karalar bağladığımız, dedi.

Ses tonu değişmişti.

— Ben seni eğlenelim diye getirdim, sen olayı nereye çektin.

 

Üzerini silkeledi, kalktı. Gülümsemesi eskisi gibiydi ama gözleri hâlâ yorgundu.

İster istemez benim de yüzümde bir tebessüm belirdi.

Gerçekten de konuyu yine karamsarlığa sürüklemiştim.

 

Tam o sırada telefonu çaldı. Cebinden çıkardı, açtı:

 

— Aaa, selam Özgü teyze.

— Hıhı… Tabii. Tamam. Orada görüşürüz.

 

Cebine attı telefonu, sonra döndü bana doğru:

— Özgü teyzemler kıyıya çay içmeye gitmiş. Alp Bey istemiş, beni de davet etti.

— Canıma minnet. Ne zamandır görmedim onları. Özlemişim.

 

Motoruna yöneldi. Sonra arkasını dönüp bana seslendi:

— Sen de gelsene! Hem seni tanıştırırım. Eğlenceli insanlar.

 

— Onlar? dedim.

 

— Buradaki ailem gibi onlar. Seversin bence.

 

Kabul etmek için hiçbir nedenim yoktu. Ama kendimi tanıyamıyordum bugün.

İçimden “Eğer sıkılırsam hemen kalkar giderim. Zorunda değilim” diyerek kendi kendime güven verdim. Çünkü bazı ortamlar beni gerçekten boğuyordu.

 

— Ha bu arada, dedi.

Motorun selesini kaldırıp bana küçük bir kulaklık uzattı.

 

— Çift bluetooth kulaklık. Yolda konuşmak için. El işaretiyle anlatmaya çalışıyoruz ya hani, tarzanca gibi oluyor.

 

Kahkaha attım. Yine güldürmeyi başarmıştı beni.

 

— Biliyorum, dedim.

— Var bende de ama seninki çift taraflıysa işe yarar.

 

Kaskıma yerleştirirken göz kırptım:

— Konuşacak çok şeyimiz var belli ki.

 

Gülümsedi.

Motorlara bindik. Kulaklıklar eşleşti.

Dağdan inişe geçtik. Bartu önde, ben peşindeydim.

 

Virajlar bu kez daha tanıdıktı. Daha dikkatliydim. Yol, yokuş aşağı aktıkça süratimiz arttı.

 

Kulağımda bir müzik çalmaya başladı. Yabancı bir tınıydı.

Hoşuma gitmedi ama tahmin ettim — Bartu’nun playlisti.

 

Sonra kulaklıktan sesi geldi:

— Şimdi video çekiyorum, sen de birazdan yanıma gel, olur mu?

 

Ne videosu? Niye çekiyor?

Aklımda bir ihtimal vardı ama emin olmak istiyordum.

Ses etmedim.

 

Dediği gibi gazladı. Onun yanına yaklaştım.

Bartu motoru elleriyle değil, vücuduyla yönetiyor gibiydi.

Ellerini havaya kaldırmış, dans eder gibi ritim tutuyordu.

 

Başımı salladım.

Bu çocuk gerçekten hiç normal olamıyor.

 

 

---

 

Bartu birkaç müzikli klib çekti yolda. Videoları Instagram’a koyacakmış. Epey takipçisi varmış. Bir ara bana da gösterecekmiş. Duyunca şaşırmadım. Tam Bartu’ya göre hareketler. Bu tarz işlere pek kafam basmaz ama ritme kapılmışım işte.

Bir baktım ki istemsizce gülüyorum.

Ne zaman onunlayken, içimdeki o karanlık biraz aydınlanıyor. Belki de sırf bu yüzden hâlâ dostluğunu reddedemiyorum.

 

Kulaklıkta sesi yankılandı yine:

 

— "Varıyoruz. Hızını düşür, sağdaki siteye gireceğiz. Kıyıya sıfır burası, ara sokaktan daha rahat girilir."

 

— "Tamam. Sen önden git, takipteyim," dedim ve gazı azalttım.

 

“Zambak Sitesi” tabelasının yanından geçtik. Girişte güvenlik falan yoktu. Herkese açık demek ki.

Ara sokaklara daldık. Gazı neredeyse rölantiye çekmiştik.

Sağa sola kıvrıla kıvrıla, sonunda denizi gördük.

Evlerin çoğu dubleks, tripleks. Bahçeler düzenli, çoğunda salıncaklar var. Bazısında köpek kulübesi bile...

 

Kıyıya iyice yaklaşmıştık ki Bartu’nun zil sesi geldi. Telefonu açtı. Bluetooth’tan konuşma yine ikimize birden geldi.

 

— "Alo Bartu?"

— "Efendim Özgü teyze?"

— "Biz dondurma almaya gidiyoruz. Alp'in canı çekti. Sen de gel istersen."

— "Olur. Neredesiniz?"

— "Sana tarif ettiğim otoparkın karşısında. Oradan dümdüz 100-200 metre ileride."

— "Tamam teyze, oraya gelirim."

— "İstersen Mihri’nin yanında da bekleyebilirsin."

— "Tamamdır, hallederim."

 

Telefon kapandı.

Ama o son cümle...

 

Mihri mi?

 

Teyzenin sesi tanıdıktı. Ve o isim… Mihri.

Eğer tahminim doğruysa… Bu, Mihri’nin teyzesiydi.

Demek Mihri buradaydı.

Demek papatya bu kıyıdaydı.

Ve ben… ben farkında bile olmadan onunla aynı yere gelmiştim.

 

İçimden bir yer, “Bu rastlantı değil,” diyordu.

Kaderin bir başka oyunu daha.

Hiç hesapta yokken, hiç planlamadan, aynı çizgide kesişen iki hayat.

 

Gülümsediğimi fark ettim. Dudaklarımı bastırıp saklamaya çalıştım.

Ama içimde bir coşku, bir kıpırtı…

Uzun zaman sonra ilk kez nefes gibi.

 

Kafam dağılmıştı.

O kadar ki az kalsın Bartu’nun motoruna çarpıyordum.

Onun çığlığıyla kendime geldim:

 

— "Tarık! Hop! Oğlum, dikkat etsene! Az kalsın çarpıyordun."

 

— "Pardon ya… Dalmışım biraz."

 

— "Yani neye daldıysan... Az daha kaza yapıyorduk."

 

— "Tamam tamam. Haklısın."

 

— "Dondurmacıya gidiyorum. Sen motoru kıyıya bırak istersen öyle gel, park yerini göstereyim. Ne yapacaksın?"

 

Kaskın içinden kulaklığa konuştum:

 

— "Kıyıya gideceğim."

 

Sesim biraz boğuktu. Fark etti mi, bilmiyorum.

 

— "Tamam. Park yerine şu sokaktan gir. Ben dondurma alıp gelirim. Sana da alayım mı?"

 

Dondurma. Serinlik. Tam ihtiyacım olan.

Çünkü içimde bir yangın var.

Yüzüm alev alev.

 

— "Yerim."

 

— "Neli?"

 

— "Çilekli. Vanilyalı."

 

— "Yok artık. Sen bayağı…"

 

Sustu. Bir an durdu.

 

— "Evet, bayağı. Ne diyecektin?"

 

— "Yok bir şey," dedi, kıvırdı. "Boş ver."

 

— "Görüşürüz," dedim. Ve açık otoparka doğru sürdüm motoru.

 

Motoru bırakıp kaskı çıkardım. Elimle saçlarımı düzelttim. Gözlerim kıyıda onu arıyordu. Kalabalıktı biraz.

Kaskı koluma taktım. Seleye hafifçe vurup fısıldadım:

 

"Şans dile, dostum."

 

Kumsala doğru yürümeye başladım.

 

Ve sonra…

Tam karşımdaydı.

Arkası dönüktü.

 

Gözlerim parladı belki ama fark etmedim.

Onu görmenin ağırlığı…

Yüreğime oturdu.

 

Adımlarımı hızlandırdım.

Yaklaştıkça kalbim daha hızlı atmaya başladı.

Ama kumsal…

Her adımda sanki beni içine çekiyor, yavaşlatıyordu.

Sanki beni onunla buluşturmamak için direniyordu.

 

Ama durmadım.

Ayaklarım kuma battıkça…

Daha güçlü bastım.

Asıl beni tutan kumlar değildi biliyordum.

İçimdeki o eski korkulardı.

Yaklaştıkça artan, kafamda dönüp duran o sesler.

 

Ama bu kez kulaklarımı kapadım onlara.

Bu kez yüreğimi dinledim.

 

Yanına vardığımda…

Bir süre sadece arkadan izledim onu, sessizce.

Kesinlikle oydu.

Papatyam.

Arkadan bile tanırdım onu.

O duruş…

Bambaşkaydı.

 

Ve usulca…

Yanındaki kamp sandalyesine oturdum.

Hasreti daha fazla uzatmamak…

Onun toprak kahvesi gözlerine kavuşmak için...

Yanına oturduğum gibi, başını birden bana çevirdi.

Ufak bir sıçrayışla irkildi — belli ki o da gün batımına dalmış, manzaraya kaptırmıştı kendini.

Bir anlık duraksamayla göz göze geldik.

 

Gözlerimiz...

Buluştu, kavuştu, konuştu.

Uzun uzun, kelimesizce konuştuk.

 

O an, hiçbir kelimeye gerek yoktu.

Sessizlik bile doluydu; geçmişin, özlemin, belki de yazılmış geleceğin sesiyle.

 

Ben onun koyu harelerinden bir kahve içtim sanki.

Ve belki...

O da benim yeşillerime daldı.

 

Ne kadar böyle kaldık, bilmiyorum.

Her saniye, bir asır kadar uzundu bizim için.

 

Neden sonra, karşımda duran gözlerin bir kere kırpılsa, akmaya hazır damlalarla dolu olduğunu gördüm. Ama hayır… O gözlerde üzüntü yoktu.

Hasret vardı… Özlem…

Tamamlanmışlık vardı sanki.

Hayır, sanki değil… Gerçekten öyleydi.

Ona dair en küçük bir şüphem yok; çünkü gözler yalan söylemez.

Gözler, ruhun aynasıdır.

Gözlerde gördüğümüz, ruhun bakışıdır.

 

O an içimden o kadar çok kelime geçti ki…

Söylemek istediklerim, içimde çığ gibi yükseliyordu ama dilime bir türlü dökülmüyordu.

Dudaklarım birbirine mühürlenmişti.

Kelimelerim zincirlenmişti.

Yalnızca gözlerim konuşuyordu…

 

Belki de…

Belki de konuşup bu büyülü anı bozmak istemedim.

 

Neden sonra, onun gözünden bir damla yaşın süzüldüğünü gördüm.

Gayri ihtiyari elimi, o damlaya doğru uzattım.

Tutmak istedim.

O yaş akmasın diye.

Akmamalıydı.

Hele ki… Benim yüzümden asla!

 

Elimi ona doğru uzatmamdan korkmuş olacak ki, bir anda…

“Siz,” dedi.

Böylece, aramızda uzayıp giden sessizliği böldü:

 

“Siz, o gün beni hastaneye getiren kişisiniz değil mi?”

 

Onun ağzından çıkan kelimeleri ilk anda anlayamadım.

Gözlerine öyle derin dalmıştım ki…

Sanki içimde bir kıyıya oturmuş ve sadece gözlerinden geçenleri izliyordum.

 

İrkildiğini fark edince hızla elimi çektim.

Gözlerimi kırpıştırıp toparlanmaya çalıştım.

Ne dediğini anlamaya çalışarak yüzüne yeniden baktım.

 

Anlamadığımı fark etmiş olacak ki, sorusunu yeniden sordu — bu sefer sesi daha net, ama hâlâ kırılgan bir dokunuşla:

 

> “Siz… yanlış hatırlamıyorsam, hastanede… ilk gözlerimi açtığımda başımda olan kişiydiniz.

Yani beni hastaneye getiren kişi sizsiniz, değil mi?”

 

 

 

Yutkundum.

Başım istemsizce öne eğildi.

Gözlerim, ayaklarımın ucuna vuran kıyı dalgalarına takıldı.

Sanki onun sesi, o dalgalarla birlikte kalbime çarpıyordu.

 

Bir anda bunu demesini beklemiyordum.

Evet… beni o adam olarak hatırlıyordu.

O hastane odasında, göz göze gelmiştik.

Ama ilk… ilk papatya tarlasının kenarındaydı.

Acaba ilk karşılaştığımız yeri unuttu mu?

 

Kendime kızdım.

Ben ne bekliyordum ki?

Beni, yan komşusu — mektuplaştığı kişi olarak mı tanımasını?

Yolhizâr olduğumu, o yazılarda hep ona gelen ben olduğumu anlamasını mı?

Ya da gözlerimle ona âşık olduğumu okuyup bunu kabul etmesini mi?

 

Hayır...

Ama ağzından çıkan bu cümleleri de beklemiyordum.

İçimden yükselen o tanıdık yangın boğazıma düğümlendi.

“Evet… evet,” dedim. “O benim.

Ayağınız alçıya alınmıştı… bazı kemiklerinizde de incinme var demişlerdi. Şimdi iyi misiniz”

 

O kazadan sonra bu soruyu ilk defa yüzüne sorabiliyordum.

 

Gülümsedi.

Şaşkınlıkla karışık bir zarafet vardı yüzünde.

Sanki beni, o günü unutmamış gibi bakıyordu.

 

Hemen toparlandı.

  

 

> “Evet… artık çok daha iyiyim.

İyileşme sürecim hızlı ilerliyor.”

 

 

 

Başımı eğip bir kez daha gözlerine baktım.

Ama bu sefer gözlerim, farkında olmadan bedenine takıldı.

Ayak bileği hala sargılıydı.

Hafifçe aşağı kıvrılmış dizlerinden yukarı doğru, yüzüne geri dönerken içimde bir şeyin kabardığını hissettim.

 

O an…

İçimde bir film dönmeye başladı.

 

Onu kucağımda taşırken hissettiğim o kırılganlık…

Acile nefes nefese koştuğum o telaş…

Motorun üstünde son sürat ilerlerken, belime dolanan o incecik kollar…

Sırtımda hissettiğim o temas…

Ve en çok da —

Onu kaybetme korkusuyla ettığım o tek cümlelik dua:

“Tanrı'm , nolur… ona bir şey olmasın.”

 

Gözlerimi tekrar yüzüne çevirdiğimde, o anın sıcaklığı hâlâ avuçlarımdaydı.

Ama söyleyemedim.

Sadece dinledim.

 

Gözlerinde, şaşkınlıkla karışık bir mutluluk belirdi.

Kirpiklerinin arasından geçen ışık, yüzünü bir anlığına daha aydınlık gösterdi.

 

> “Sizi bir daha göremediğim için… iyiliğinize teşekkür etme fırsatım olmamıştı.

Buraya nasıl geldiğinizi bilmiyorum ama o gün beni kurtarıp hastaneye götürdüğünüz için içtenlikle teşekkür ediyorum. Allah razı olsun.”

 

 

Dalgalarla birlikte uzayan düşüncelerimden çıkıp, cevap vermediğimi fark ettim.

Yavaşça başımı kaldırıp yüzüne baktım.

 

“Önemli değil,” dedim.

Orada kim olsa aynısını yapardı.

Ben sadece… insanlık görevimi yaptım."

 

Sözler ağzımdan dökülürken, boğazımda titreyen sesimi fark ettim.

Yutkundum.

Elleri hafifçe titriyordu. Benim ellerimse yumruk olmuştu; dizimin üzerinde duruyordu.

Bir şeyleri bastırıyor gibiydim…

Ya da korkuyordum.

 

İçimden geçen o his:

Onunla konuşmak… çok zordu.

Ben kekeme değildim ama heyecandan, kalbimin hızlı atışlarını kulaklarımda duyuyordum.

Bir an Mihri'de duyacak sandım.

Sanki, içimde koşan biri vardı.

Ve ben nefesimi kontrol etmeye çalışıyordum.

 

Bu sırada başörtüsünü hafifçe düzeltirken konuştu:

 

> “Bu arada… siz buraya neden oturdunuz?”

 

 

Sesindeki o çekingen cümle, beni irkiltti.

Hemen ardından devam etti:

 

> “Sizi karşımda görünce şaşırdım. Asıl sormam gereken şeyi şimdi soruyorum…”

 

 

 

Ne diyeceğimi bilmiyordum.

Kafamda kurduğum cümleler, dilime gelmiyordu.

Sadece gözlerine baktım.

Kahverengi ile yeşil bir yerlerde kesişti, ama hiçbir kelime dökülmedi.

 

“Karıştırdınız mı?” dedi.

Cevap vermememe rağmen, bu cümleyi kurdu.

 

“H-hayır…” dedim, sesim biraz titrek. “Karıştırmadım.”

 

Bir an yüzündeki ifade değişti.

Bu kez bakışları sertti.

“Peki o zaman buraya neden oturdunuz, beyefendi? Siz… kimsiniz?”

 

Tam açıklama yapacakken, içimde cümleleri toparlamaya çalışırken…

Bartu’nun sesi, bir anda bulunduğumuz havayı kesti:

 

> “Ooo Tarık Bey!

Bakıyorum, kız kardeşimle tanışmışsınız!”

 

 

 

Sesi yüksek, biraz sinirli, biraz da anlamaya çalışan bir tonla doluydu.

Gözlerimle hemen Mihri’ye döndüm.

O da aynı anda gözlerini bana çevirmişti.

--

Nasıl buldunuz?

Devamı için hemen 2 part'a koşun.

 

(⁠≧⁠▽⁠≦⁠)

Bölüm : 16.06.2025 23:04 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...