21. Bölüm
Mihrimah Altun / Bir Demet Papatya / 15.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

15.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

Mihrimah Altun
aydaki_yazar04

Selamünaleyküm ✨

Papatya Okurları, gerçekten nasılsınız?

Umarım iyisindir 🫶🏻

Değilsen de bu yeni yayınlayacağım bölümü okuduğunda umarım olursun ❤️‍🩹

Keyifli Okumalar

 

⭐' tıklamayı ve 💭 Yorum atmayı unutma 🥺

 

 

---

Tarık’tan

 

 

---

 

> “Dost istersen Allah yeter.”

Risale-i Nur

 

 

 

 

---

 

Dost, arkadaş… Benim için her zaman büyük bir samimiyetle aradığım ve özlediğim bir kavram olmuştur. Çokça bulduğumu sandım ama hepsi de beni en hassas yerimden yaralayıp, kan revan içinde terk edip gitti.

 

Hep hatayı kendimde aradım. Ya da bir türlü sebebini bulamadım biten dostluklarımın, arkadaşlıklarımın… Neden hepsi bitiyordu? Neden hepsi beni terk edip gidiyordu?

 

Ben bu kadar mı sevilmez, bu kadar mı dostluğu hak etmeyen bir insandım?

 

Bu konuda kendimi yıllarca suçladıktan, anlam veremedikten sonra aslında içten içe yalnız kalmak istemediğimi fark ettim. Yalnızlıktan korkuyordum. Belki de bu korku, beni daha da fazla arkadaş bulmaya itiyordu. Belki ben, bir dosttan öte, sadece yalnız kalmamak için yanımda birini arıyordum...

 

Oysa, “Yalnız olmak, yalancı bir ilişkinin içinde olmaktan bin kat daha güzel.”

Bunu yıllar içinde öğrendim.

 

Yalnızlık, korkulacak bir şey değilmiş meğer. Aksine, asıl insanlar ile kurduğumuz sahte ilişkilerden korkmalıyız. Çünkü bu zamanda, o kadar çok menfaat, çıkar ya da öylesine yüzeysel ilişkiler kol geziyor ki... Gerçek bir dostluk yok denecek kadar nadir.

 

Yıllar geçtikçe yalnızlığa öyle bir alıştım ki, yanımda olan en ufacık biri bile bana ağır gelir oldu. Kendimle konuşmaya o kadar alıştım ki, dışarıdan birisine kendimi anlatmak yük gibi geliyor artık. Çünkü genelde anlamıyorlar beni.

 

Ya da... şey mi demeliyim?

İstedikleri gibi anlıyorlar.

 

Defalarca kez tecrübe ettiğim dostluk ve arkadaşlık ihanetleri, yüreğimde geçmeyen izler hâlinde birikti. Artık yeni bir ilişkinin güvenilirliğine inanmıyorum. İnanamıyorum. Bir türlü… İstersem de olmuyor. “Nasıl olsa o da beni yarı yolda bırakacak,” diyorum.

 

Ya bugün, ya yarın…

Ya bir ay sonra, ya bir yıl sonra…

Ya da işine ilk gelmediği zaman.

 

Bartu ile olan, bu hızlı gelişen ve daha çok onun çabalarıyla ilerlemiş olan arkadaşlığımız, sonuna gelmişti galiba. Ya da ben öyle düşünüyordum.

 

Neticede onun kız kardeşinin yanına oturmuştum.

Hem de izin bile almadan.

Ve çarşıda birlikte aldığımız bileklikten, bazı geceler uykusuz kaldığımdan, sevdiğim biri olduğunu biliyordu.

Ama kim olduğunu, o da ben de yeni öğrenmiştik.

 

Hiç aklıma gelmezdi…

Mihri’nin Bartu’nun kız kardeşi olduğu.

 

Büyük ihtimalle bunu Bartu da asla tahmin etmemişti. Ama şimdi... Kim bilir, bana karşı olan tavrı nasıl da değişecekti?

 

 

---

 

Bu düşünceler, motorumun üzerinde tüm vücudumla ona yaslanmış, Bartu’yu takip ederken zihnimden geçenlerdi. Çıktığımız yüksek hızların etkisiyle vücuduma çarpan rüzgârlar, tenimi değil… yüreğimi soğutuyordu.

 

Belki şu an, onun isteği doğrultusunda peş peşe gittiğimiz bu yerde, benimle kavga etmek için tenha bir yere gidiyorduk.

Bilemiyorum...

 

Gözlerim karanlıkta akıp giden ve sadece farlarımın aydınlattığı asfalt yola öyle dalmış, öyle odaklanmıştı ki… Gördüğüm yol değil, zihnimdeki düşüncelerdi. Ve yine geçmişimdeki arkadaşım sandığım kişiler tarafından terk edilişlerimdi.

 

Ne kadar içten içe kendime, bu hızlı gelişen arkadaşlığın bitmesine üzülmediğimi, umursamadığımı söylesem de… İçimde anlamlandıramadığım bir sızı vardı. Cılız bir ses yükseliyordu:

 

> “Hayır,” diyordu. “Çok da umursuyorsun aslında. İçten içe Bartu’yu sevmeye başladın. Ve şu an bu dostluğun da bitmesi sana acı veriyor.”

 

 

 

“Belki,” dedim.

“Belki haklı olabilir bu cılız ses…”

 

Bartu’nun el işaretiyle yavaşlama zamanının geldiğini anladım. Onun hızına ayak uydurarak gazı düşürdüm. Sahilden ayrıldıktan sonra bir süre şehir merkezinde gitmiş, şimdi ise tek bir ışığın bile bulunmadığı, kalp karanlığı gibi tenha bir yere gelmiştik.

 

5-10 dakika daha ilerledikten sonra motorları kapatıp indik.

Önce Bartu, sonra ben...

 

Kaskımı çıkardığım gibi başımı sol tarafa çevirdim. Ne geze geze geldim manzara… Kapkaranlıklar içinde yusyuvarlak bir dolunay, denize vurup yakamoz oluşturmuştu. Bu gece yıldızlar silikti.

 

Kaskımı motorun üzerine koydum. Benden önce kaskını bırakmış ve geldiğimiz yolun kenarına doğru ilerlemiş olan Bartu’nun biraz önce gördüğüm manzarayı izlediği yere doğru yürüdüm.

 

Her adımımda tedirginlik vardı. Kesmeyen izler ve kulağımda daha önce nereden duyduğumu bilmediğim, ama çok tanıdık gelen hüzünlü bir melodi çalıyordu.

 

Yanına vardığımda yüzüne baktım. Dolunayın bizi aydınlatmasından görebildiğim kadarıyla yakın çevrede pek ışık yoktu. Durgun bir ifade vardı yüzünde. Kızgın mıydı, üzgün müydü, düşünceli miydi... çözemedim.

 

Ben de tekrar yüzümü manzaraya çevirdim. Aya bakıp dalıp giderken zihnimden şunlar geçti:

 

> “Ay şu an ne kadar parlak ve karanlığı içinde güzel gözükse de, aslında ışığını yine Güneş’ten alıyor. Yani Güneş’ten aldığı ışık olmasa o da bu karanlığa gömülüyor…”

 

 

 

Evet, Güneş deyince aklıma Mihri gelmişti.

O, benim hayatıma güneş gibi doğmuştu.

Ve karanlıklar içinde olan bana ışık olduğunda, ben de bu ay gibi… etrafımda hiçbir aydınlık olmasa da parlayabiliyordum.

Tabii Mihri, benim hayatımın güneşi olmak isterse...

 

Belki onun haberi yoktu ama o, çoktan hayatımın güneşi olmuştu bile.

 

Daha üzerinden çok geçmemiş olan o kıyıdaki karşılaşmamız, aramızda geçen minik şaşkın sohbet, birlikte dondurma yiyişimiz… Ve bana attığı kaçamak bakışlar… O bakışlarda merak vardı, ilgi, sevgi…

Ya da ben mi böyle yorumluyordum, bilemiyorum.

 

Ama inanmak istiyorum.

O gözlerde de, benimki gibi aşk olduğuna.

Ve bir gün gözlerini hiç ayırmadan saatlerce bakacağına...

 

 

---

 

“Biliyor muydun?” diye bir anda sordu Bartu.

 

Arkamızdan tek tük geçen arabaların sesinden başka, biraz ilerimizdeki çalılıktan gelen cırcır böceklerinin sesi dışında, bulunduğumuz yerde çıt sesi yoktu.

 

Bir anda anlamlandıramadım.

Yüzümü hafifçe ona döndürüp, “Ne? Anlayamadım,” dedim.

 

“Mihrinin benim kardeşim olduğunu biliyor muydun?”

 

Bu sefer yüzümü ve bedenimi tamamen ona çevirdim. Şu an bakışlarımız kesişmiş, tamamen karşı karşıyaydık.

 

“Hayır,” dedim.

Net bir sesle... “Hayır. Kesinlikle bilmiyordum. Ben de seninle birlikte, biraz önce kıyıda öğrendim.”

 

“Beni kandırmadığını nereden bileceğim? Belki de beni yanında gezdirerek kardeşime doğum günü hediyesi almak hoşuna gitti. O zaman senin yanında gezerken bir aptal gibi mi görünüyordum, hı?”

 

Onun bu sorusuyla afallamıştım. Ben onunla dalga mı geçecektim? Beni öyle biri olarak mı görüyordu? Hem de kız kardeşini bir yandan sevip, diğer yandan da onu mu işletiyordum? Böyle mi düşünüyordu gerçekten?

 

“Sen ne saçmalıyorsun?” dedim. “Sana biraz önce öğrendim, dedim ya! Sence benim yüzümde seninle dalga geçer bir ifade var mı? Şimdiye kadar benim hiç seninle dalga geçtiğimi gördün mü?”

 

Burnundan sinirli bir nefes bıraktı.

Başını çevirdi, bir şey diyemiyordu.

Aslında dediğinin ne kadar saçma olduğunu bence içten içe o da farkındaydı.

 

Madem benim hakkımda şüpheleniyordu. o zaman onu ikna etmeliydim. Bunu papatya için yapmıyorum. Tabii ki Bartu ve Papatya'nın kardeş olması, Bartu'ya beslediğim sempatiyi pekiştirdi.

Ama ben şu an sadece, Bartu’nun bana karşı yaptığı karşılıksız dostluk ve samimiyet için… kendi samimiyetimi ortaya koymak istiyorum.”

 

 

Sözlerime devam ettim:

 

“Bak, ben gerçekten seninle olan bu takılmalarımızdan zevk alıyorum,” dedim.

“Tamam, ilk başta senin davetlerin üzerine kurulmuştu biraz ama… şu an öyle değil. Bir şekilde dışarıdan ne kadar zıt gibi görünsek de, aramızda bir uyum yakaladığımızı düşünüyorum. Ve ben bunu asla kasıtlı olarak bozmak istemem.”

 

Gözleri dalgalı denizdeki yakamozdaydı. Kulakları ise bendeydi.

Ara ara bakışları bana değse de, daha çok denize bakarak dinliyordu beni.

Ben de devam ettim; demek ki önce dinlemeyi seçiyordu.

 

“Papatya’ya… yani Mihri’ye gelince...”

İçimden ona "Papatya" demeye o kadar alışmıştım ki, bir an Bartu’ya da öyle deyiverdim.

Sonra hemen düzelttim.

 

Bir an “Papatya” dememle yüzünü hızla bana çevirdi.

Bakışları sertleşmişti.

Yüzündeki ifade daha da sinirli görünüyordu sanki.

 

“Ben Mihri’yi gerçekten seviyorum,” dedim.

“Ve onu üzecek, kıracak bir şeyi asla yapmam.”

 

“Sen... Mihri’yi seviyorsun öyle mi?”

Sesinden şüphe akıyordu, kuşku ve öfke bir aradaydı.

 

“Evet!” dedim.

Sessizliği yırtan bir yükseklikle bağırarak:

“Seviyorum onu! Bunda ne var?”

 

“Peki...” dedi, bana doğru bir adım atarak.

“O seni seviyor mu?”

 

İşte o zaman bir adım geriledim.

Bunu ben de bilmiyordum.

Bartu’ya ne diyebilirdim ki?

 

Bir anlık suskunluk...

Yanıt veremedim.

 

“Yani... O seni sevmiyor. Bu sadece senin tarafında olan, karşılıksız bir aşk mı?” dedi.

Sesi daha alaycıydı şimdi.

“Yoksa?”

 

“Mihri benim gerçek kimliğimi bilmiyor, tamam mı?”

Sözlerim hızlıca döküldü.

“Biz... onunla bir tür mektuplaşıyoruz. O şekilde beni tanıyor. Yani, onun tanıdığı kişi farklı. Benimle sadece birkaç kere yüz yüze geldi.”

 

“Peki sen?” dedi.

“Sen onun kimliğini en başından beri biliyor muydun?”

 

“Evet,” dedim.

“Ben... onu ilk gördüğüm andan beri seviyorum.”

 

Bartu, bir yandan sinirli sinirli nefes alıp veriyor, diğer yandan yumruğunu sıkıyordu.

Bu durumu hiç beklemediği belliydi.

Derin bir iç savaştaydı sanki.

 

Sonra ansızın denize döndü, tüm vücuduyla.

Yumruklarını serbest bırakıp ellerini cebine soktu.

Gözlerini kapattı.

Derin derin nefes aldığını gördüm.

Sakinleşmeye çalışıyordu.

 

Ben ise biraz önceye kıyasla daha kontrollü bir ses tonuyla konuştum:

 

“Aslında... onunla kardeş olmana sevindim.

Ama bunu gerçekten seninle aynı anda öğrendim, Bartu.

Dediklerimi ister inan, ister inanma... ama ben ne seni ne de Mihri’yi kasıtlı olarak üzecek, kıracak düşüncesizlikte biri değilim.

Bunu da unutma.”

 

Sözlerim bittikten sonra motoruma doğru ilerledim.

Bartu ne arkamdan baktı… ne de durmamı söyledi.

 

Başıma kaskımı geçirip oradan uzaklaşırken, zihnimde şu vardı:

Bu meselenin hâlâ bitmediğini biliyordum.

Ama taze tazeyken bazı şeylerin fazla üstüne gitmenin doğru olmadığını da hissediyordum.

 

Tabii bir yandan da Papatya’yı düşünüyordum.

Acaba kıyıdaki buluşmamızdan sonra, aramızda bir ilerleme olacak mıydı?

 

Eğer hislerim doğruysa... olacağını söylüyordu.

 

 

---

Mihri’den

 

 

---

 

Gecenin sonsuz karanlığına dalmışken, gözlerim her bir yıldızda yine seni arıyor.

Tek tek, üşenmeden, her yıldızda geziyor gözlerim…

Senin parıltını bulmak için.

Senin ışığını arıyorum milyarlarca yıldızda.

 

Bulabilir miyim sence?

Bulabilecek miyim?

Sen ne dersin?

 

Yoksa benimki sadece boş bir arayıştan mı ibaret?

Yoksa içimdeki umut, var olan bir gerçekliğin peşinden gitmem için bir işaret mi bana?

 

Tek tek tüm yıldızları gezse de gözlerim, yine sende durdu.

Ve yine sana bakıyor.

Tam üstümde... bana kitlenmişsin gibi.

Ara ara göz kırpıyorsun.

Eğer sensen… bir daha göz kırp.

Bekliyorum, yıldızım.

 

Gel de kararmış gözüme yıldız ol…

Gel de karalar bağlamış gönlüme ışık ol...

 

Gecenin karanlığında, gözlerimi diktiğim gökyüzüne bakarken dilimde, bir yandan mırıldandıklarımdı bunlar.

 

Dün o kıyıda yaşadıklarım hâlâ gerçek değilmiş gibi geliyor.

Ama bir yandan da o kadar sahiciydi ki…

Gün batımını izlerken, o papatya tarlasında, biz ürünü yanlışlıkla kaldırdık.

Koyu yeşil gözlü beyefendinin bir anda yanı başımda belirivermesi…

Gözlerini ayırmadan bana bakışı…

Adeta gözleriyle konuşması…

 

Onun o tavrını görünce aklımdan Cemal Süreya’nın şiirlerinde geçen bir dize geçti:

"Belki de konuşuyordur gözlerin ama ben gözce bilmiyorum ki... Usulca biliyorum, sessizce biliyorum, masumca biliyorum..."

 

Gerçekten de tıpkı bu dizelerde geçtiği gibiydi.

 

Bir de bizim, o gün güneş batımının vurduğu kıyıdaki hâlimiz…

Demek ki benim onun gözlerini unutamayışım, o gözlerin bir daha karşıma çıkacağının bir kanıtıydı.

Kaderin aramızda oluşturduğu bağın bir göstergesi belki de...

 

Neden o gözlere bakarken hiç gözlerimi çekmek istemediğimi bilemiyorum.

Oysa daha önce, namahrem bir erkeğin gözlerine öyle bir bakışım olmamıştı hiç.

Sanki o benim için bir yabancı değildi.

Çok tanıdıktı.

 

Ya da…

Belki de tanıdık olacaktı.

Bilemiyorum.

 

 

---

 

Birkaç gün sonra…

 

Bugünlerde, vücudum anlamadığım bir şekilde çok halsiz…

Aynı zamanda ruhen de oldukça isteksizim.

Bilemediğim bir hastalık beni tamamen kaplamış gibi.

Bu halsizlikten ötürü artık kahvaltılarda bile pek aşağı kata inmez oldum.

Genelde vakitlerimi bu odada geçiriyorum.

 

Biraz olsun anlayış beklerken, anneannemin sitemiyle karşılaştım.

Aşağı inmememi, onlara karşı yapılmış bir tavır olarak yorumladı.

Neymiş, ben onlarla yemek yemek istemediğim için bahane uyduruyormuşum…

 

İşte bu beni kırdı.

Canımı acıttı.

İnsan kötü hissettiği zamanlarda, en yakın gördüklerinden anlayış beklerken, onların seni yanlış anlayıp kendi zanlarıyla seni yargılaması çok can sıkıcı.

 

Teyzem, yine Alp’i bırakmak için Aydın merkeze gittiği için bugün o da yok.

 

Annemle yaptığım son telefon görüşmesinde, ev ahalisinin huzurlu olduğunu duymak bir nebze olsun bana iyi geldi.

Babam artık daha sakinmiş.

Belki de benim evde olmayışım, etraftaki dedikoduları azaltmış ve onun bu dinmek bilmeyen sinirini biraz olsun yumuşatmıştır.

 

Yalnız...

Annemin, "Babanın okuldaki işleri tamamen bitince seni almaya geleceğiz," deyişi içime bir kaya gibi oturtuyor.

Hem de oldukça büyük ve ağır bir kaya…

 

Buradaki düzene, iyi kötü alışmışken…

Tekrar o eski ortama dönmek içimi kasvetle kaplıyor.

Hele ki Cengiz’in olduğu şehre...

 

Bir insanı severseniz, onun olduğu şehri bile seversiniz.

Ben İstanbul’u o kadar sevmeme rağmen, orada olan Cengiz, babam ve beni dinlemeden yargılayan birçok insan yüzünden…

İstanbul’dan bile soğumuşum.

 

Arada, Cengiz’in o gönderdiği mektuptaki kelimeler zihnime uğruyor.

Yatağımın üzerinde otururken, güneşliklerimi kapatsam bile sadece blöf yaparak beni korkutmaya çalıştığını düşünüyorum.

Aklınca buradaki huzurumu da kaçırmak istiyor.

 

Ama başaramayacak.

Bir kere ben onu zihnimde öldürdüm.

Ölü bir adam bana ne yapabilir?

 

 

 

Ne kadar odamdan çıkmayı bu sıralar pek tercih etmesem de, terasa her gece mutlaka çıkıyorum. Hem biraz nefes almak hem de yıldızları seyretmek için...

Arada elim yine paravanın altına uzanıyor, "Acaba tekrar bir mektup gelmiş mi?" diye yokluyorum.

Gariptir ki o günden beri, paravanın altında hiç mektup yok.

 

Bu durum beni gittikçe kuşkulandırıyor.

Acaba ben yazmıyorum diye mi o da yazmayı kesti?

Yoksa benzer bir sebepten ötürü mü yazmıyor?

Ya da belki de... o da benim gibi şu an, istese de yazamıyordur. Kalemine bir ketumluk gelmiştir.

 

Bilemiyorum ama bu kuşku içimi kemiriyor.

 

Abdestimi tazelemek için, bir kolumla koltuk değneğimden yardım alarak aşağı kata inmeye niyetlendim. Üstümde kısa kollu bir tişört, altımda da rahat bir pijama vardı.

Yazın genelde evde bu şekilde gezmeyi çok rahat buluyorum.

Tabii terasa çıkarken üzerime mutlaka bir ferace alıyorum. Namaz kılarken de öyle... Ama sair zamanda bu kombin, en rahatı.

 

Pimapen kapımı açtım, merdivenlerden her zaman olduğu gibi yavaş yavaş inmeye başladım.

Ne yalan söyleyeyim, bu merdivenlerden koşar adım indiğim günleri çok özlüyorum.

Hem de çok.

 

Ama biliyorum ki ayağımdaki alçı gün be gün iyileşiyor ve yakında çıkacak.

Eminim.

 

Hatta teyzem gitmeden önce yanıma uğrayıp, döndüğünde beni doktora götüreceğini söylemişti kontrol için.

Bence yakın zamanda çıkar bu alçı, belki bir hafta falan vardır.

Ve işte...

O alçıdan kurtulacağım günü iple çekiyorum.

 

Aşağı kata inmiştim. Banyoda güzel bir abdest aldım.

İlk geldiğime göre burada hava iyice ısınmıştı.

Bir de deniz olduğu için nem çok fazlaydı.

İster istemez, gün içinde çokça terliyor ve yapış yapış oluyordum.

Bu alçıyla duş almak da apayrı bir zorluk.

 

Ne kadar zorlansam da, dişimi sıkıp sabrediyorum.

Ne de olsa bu imtihan da Rabbimden geldi.

Tabii bu düşünceyi her zaman hatırlayamasam da, kendime sık sık tekrarlamaya çalışıyorum.

 

Elbette ki her sabrettiğim gün bana mükâfat olarak dönüyor.

Ve amel defterime yazılıyor.

Hiçbir şey başıboş değil ve boşuna değil.

 

Banyodan çıktığımda, tam karşımda olan anneannemin yatak odası kapısının hafif aralık olduğunu fark ettim.

Yine değneğimden destek alarak bu sefer gizlice içeri girdim.

Hoş, anneannem girmeme bir şey demezdi ama...

Böyle gizli gizli girmek daha eğlenceli oluyor.

 

Aslında girmemin asıl nedeni, yatakta gördüğüm şeydi.

Üzerinde, dedemin hep üstünde gördüğüm eski kot pantolonu vardı.

Neden buradaydı ki?

Belki de...anneannem, de onu özlediği için çıkartmıştı bu pantolonu.

 

Birkaç adım daha sekerek yatağın yanına yaklaştım.

Pantolonu elime aldım.

 

Dizlerindeki deformasyona rağmen, kalan kısmı hâlâ capcanlı bir kot rengindeydi.

İstemsizce burnuma, yıllar geçse de pantolonundan silinmeyen dedemin kendine has kokusu geldi.

Hafif kahve, sigara ve her zaman kullandığı parfümün karışımı olan o tanıdık koku...

 

Duygulanmıştım.

Tam bu sırada —

 

"Tamam, ben ona bakarım Ülkü teyze. En üst kattaydı odası, değil mi?"

 

diyen bir ses geldi kulağıma.

Merdivenleri çıkan birinin sesiydi bu.

 

Bu sesin sahibi...

Bartu’dan başkası değildi.

Elimdeki pantolonu, hiç kimse dokunmamış gibi, tam bulduğum yere bıraktım.

Yatak odasının kapısının arkasına doğru dikkatlice sindim.

Sessizce...

 

Demek Bartu Bey beni görmeye gelmişti.

Allah Allah, garip...

Acaba niye ki?

 

Neyse, bunu birazdan öğrenecektim.

Ne de olsa şimdi, tam da bu fırsatı değerlendirmeliydim.

 

Tam ikinci kata gelmişti ve etrafa birkaç saniye bakındıktan sonra en üst katın merdivenlerine yönelmişti ki —

Arkadan hızlıca çıkıp:

 

— “Birine mi bakmıştın?” dedim.

 

Ağrılı ayağımın ve koltuk değneğimin izin verdiği kadar hızlı bir şekilde hareket etmiştim.

Ama bu bile Bartu’yu şaşırtmaya yetmişti.

 

“Hıg!” diyerek başparmağını damağına doğru itti, korkmuş gibi yaptı.

Ama gerçekten ilk sesimi duyduğunda ufak bir sıçramıştı, görmüştüm.

Benden saklayamazdı.

 

— “Ah Mihri, sen miydin?”

— “Evet. Sen niye buradasın?”

 

— “Allah Allah, kardeşimi ziyaret etmem için illa özel bir şey mi olması gerekiyor?”

 

— “Yani… En son geldiğinde doğum günümdü. Bir öncekinde de kıyıda hep birlikte çay içmek için çağırmıştık.

Şu an herhangi özel bir şey yok,” dedim, sesime hafif bir şüphe yansıyarak.

Ama bir yandan da onunla uğraşmak eğlenceli geliyordu.

 

Çünkü geçen üç dört günüm epey yalnız geçmişti.

 

— “Hâlâ ayağın alçıda ve ben de seni ziyarete geldim. Bu da bir sebep değil midir?”

— “Ayağım alçıda olalı neredeyse üç hafta oluyor Bartucuğum. Ya da abimi mi demeliyim?”

 

— “Ya tamam işte, neyse!” dedi hırçın bir şekilde. Kafasının arkasını kaşıdı.

“Seni görmeye gelmek istedim.”

Son söylediğini epeyce temkinli bir sesle dile getirdi.

Ve gözlerimin içine baktı:

— “İlla bir sebep mi bulmalıyım sence Mihri?”

 

O da benimle uğraşıyordu.

 

Bu sefer ciddileştim.

Şakanın dozu fazla kaçarsa, şaka farklı bir şeye dönebiliyordu.

Siz anladınız...

 

— “Tamam tamam, hoş geldin. Hadi benim odama çıkalım.”

— “İlk söylemen gereken şeyi şimdi söylüyorsun, farkındasın değil mi?”

 

— “Daha fazla sinirlerimi bozma. Yoksa seni kovabilirim, tamam mı?”

 

— “Taaaammmaaaammmm…” diye kelimeyi iyice uzattı.

 

Ben bastonumdan yardım alarak merdivenlere doğru yönelmiştim ki,

O an bastonumu hafifçe elimden aldı.

Tam kolumun altına soktu.

 

— “Geliyorum… Böyle ağzıma geliyor,” dedi.

Kolunu boynumdan geçirerek bana bir insan bastona dönüştü.

 

— “Hih…” dedim, başımı yüzünden diğer tarafa çevirerek.

 

— “Ne o, beğenmedin mi yardımımı küçük hanım?

Yoksa seni kucağıma almamı falan mı bekliyordun?”

 

— “Neee! Tabii ki hayır, saçmalama!” dedim.

Diğer elimle onu ittim.

“Hatta… boş ver, istemiyorum yardımını. Ben kendim çıkarım!”

 

— “Tamam tamam…” dedi.

O sırada elimi de diğer eliyle tutarak, beni hızlı bir şekilde üst kata çıkardı.

Yatağıma oturtana kadar da desteğini kesmedi.

 

Merdivenleri çıkarken, kolumun altına sıkıştırdım değneğimi. Yatağın kenarına koydum.

 

Bartu da çalışma masamın önündeki sandalyeye ters bir şekilde oturdu, gözleri bendeydi. Bir şeyler konuşmak için geldiği her halinden belliydi. Ben de ne zamandır onunla baş başa konuşma fırsatı yakalayamadığım için bu duruma sevindim.

 

Aramızda anlamsız bir sessizlik olunca, ilk söze o başladı:

— Eee, alışabildin mi buraya? Nasıl gidiyor?

 

“Elhamdülillah.” dedim. Ağzımdan derin, kısık bir nefes bırakırken bu kelimenin altında çok şeyler sakladım. “İyiyim” desem yalan olacaktı.

Bartu’ya da, herkese söylediğim gibi “iyiyim” deyip geçmek istemedim. Elhamdülillah demek; bulunduğum her hâle şükrediyorum ve Allah’tan geldiğini kabulleniyorum demekti benim için.

 

O, bu düşünceli hâlimi kaçırmadı tabii:

— Ayağından ötürü mü zorlanıyorsun?

 

— Yani… Tabii onun da payı var. Hayatımda hiç böyle bir durumda kalmamıştım. Ve insan, elindeyken kıymetini hiç düşünmüyor… — dedim, ayağıma bakarken. Bir yandan da onun da bakışları alçılı ayağımdaydı. — Yani tabii, üç haftayı geçti. Alıştım gibi artık. İnsan her şeye alışıyor. Ama tabii, alışmak istemiyorum. — diye sürdürdüm cümlemi. — Bir an evvel tekrardan özgürlüğüme kavuşmak istiyorum. Özledim.

 

— Tabii ki özlersin. Yürümek, koşmak… — mimikleriyle bana katıldığını gösteriyordu. — Çok harika.

 

Uzun bir süredir görüşemiyoruz. Buluşmamızda da ilk defa baş başa konuşmak için kaldık sanki.

— Evet… — dedim, düşünceli düşünceli başımı sallarken.

 

— Biraz klasik olacak ama… Neler yaptın o zaman içinden?

 

Epey uzun bir soru sordu. Gözlerimi onun bakışlarından kaçırıp odadaki diğer şeylere bakarken içimden geçirdim: “Şimdi nasıl anlatacaktım ben onu?” Her şeyi ufaktan ufaktan da olsa bahsetmek istiyordum aslında. Ama bir yanım da istemiyordu işte. Alışık değildim içimi dökmeye, ve sevmiyordum da.

 

— İşte, bildiğin gibi… Hafızlık. Zaten epey uzun sürdü. Üç, üç buçuk yılda. Bir yandan da açıktan liseyi bitirdim bu şekilde.

 

Beni can kulağıyla dinlediği belliydi.

— Eee, bu kadar mı? Peki, bu yaz buraya tek başına neden geldin? Bu da mı öylesine?

 

İyice sorguluyordu ve her soru beni ayrı bir köşeye sıkıştırıyordu. Bunu benim kötülüğüm için yapmadığını biliyorum ama ben yine de daralıyordum.

 

— Yani… Biraz o ortamdan bunaldım, sıkıldım diyeyim. — Hâlâ ondan gözlerimi kaçırmayı sürdürüyordum. Ellerime bakıyordum ya da bazen onun ellerine, saçlarına, çalışma masama… Ama gözlerinin içine, hayır… Bakamıyordum. — Biraz değişiklik olsun istedim. Farklılık olsun… Hem kafamı dağıtmış olurum, hem de bundan sonra neler yapacağıma karar vermek için bir tatil olur diye düşündüm.

 

— Hmm, anlıyorum… — Ufak ufak başını sallarken, bir yandan da sol eliyle saçlarını karıştırıyordu. — Peki o zaman. Bu kadar anlatmak istiyorsan, iyi yapmışsın diyeyim. Gerçekten bir değişiklik iyi geliyor. Ben de seninle benzer bir değişiklik arayışıyla geldim aslında bu yaz.

 

— Sen de iyi yaptın. Hem ne zamandır yüz yüze görüşemedik… Çok iyi oldu. — dedim. Biraz konuyu dağıtmak, biraz da gerçekten nostalji yapmak istediğim için küçüklük anılarımızı hatırlattım. — Hani, hatırlıyor musun? Beni alır, aşağı taraftaki parka götürürdün. Orada beni hızlı hızlı sallardın. Korkmayayım diye de çok hızlanınca hemen yavaşlatırdın. Sonra bana çimenlere oturup getirdiğin hikâye kitaplarını okurdun. Aslında okuma yazmayı tam iyi bilmediğin için bazı yerleri okuyormuş gibi yapar, kendi hayalinden anlatırdın. Hatırlıyor musun? — dedim hafif gülerek.

 

— Evet evet, tabii hatırlıyorum… — O da gülüyordu çocukluk anılarımıza.

 

— O zamanlar senin gibi bir kardeşim olduğu için çok sevinirdim. Tüm arkadaşlarımın kardeşleri vardı. Ben de hep seni söylerdim, “Benim de kardeşim var.” diye.

 

— Biliyorum. Beni acayip sahiplenirdin. Hatta benim için komşunun oğluyla kavga ettiğini, burnunu kanattığın zamanı hatırlıyor musun?

 

Sanki o zamana gitmiş gibi burnunu ovuşturdu.

— Yaa… Hiç sorma. Unutmak mümkün mü? Ama yine de… Hayatımızın en tatlı dönemleriymiş. İyi ki o zaman da birlikteydik, kardeşim.

 

— İyi ki… İyi ki kardeşim.

 

Bana her zaman “kardeşim” demezdi. Onun ağzından bu sözcüğü duymayalı epey olmuştu. Şu an bunu kullandığına göre, demek ki o da epey mutlu ve geçmiş anılarına dalmıştı.

 

— Pekiii... — dedi kelimeyi uzatarak, sanki konuyu dolandırıyormuş gibi.

Galiba asıl soracağı soruya geliyorduk. Ya da ben öyle hissediyordum.

 

— Var mı hayatında biri? Hımm? — dedi, kaşlarını hafif kaldırarak, klasik abi tavrıyla.

 

Önce yüzümde ince bir tebessüm belirdi. Bu sorunun gelişiyle birlikte bakışlarımı bir an kaçırdım, sonra bu sefer cesaretimi toplayıp gözlerinin içine baktım.

Biraz sessiz kaldım. Bu, öyle hemen cevap verebileceğim bir soru değildi.

"Evet" desem, “kim?” diye soracaktı. Ve ben yine ne diyeceğimi bilemeyecektim.

"Hayır" demeye de gönlüm varmadı... Çünkü ben o koyu yeşil gözleri şimdiden özlemiştim. Ve hayır dersem, sanki o gücenecekti.

 

Sonra içimden kendime güldüm.

Ne yapıyordum ben? Zihnimden kurguladığım hayallerimdi bunlar, düşlerimdi… Ama olsun.

Ben yine de “Yok.” diyemedim.

 

Bir de arkadaşım demişti ya: “Bartu abim onun için.”

Şimdi nasıl diyebilirdim? “Ona ilgi duyuyorum, merak ediyorum.”

Dilim varmazdı.

Hem... karşı taraftan da emin olamıyordum ki.

Böyle bir şeye girişmek, çok deli işi olurdu.

 

Ben içimde binbir ihtimali tartarken, Bartu hafifçe bana doğru eğildi.

Elini uzatıp yanağımı şakacıktan sıktı.

— Eee hadi, söylesene cimcime. Sorunun cevabını?

 

Gülümsemem genişledi, istemsizce dişlerim gözüktü.

Bir yandan üst dudağımı ısırırken:

— Yani... Bu soruyu nasıl cevaplayabilirim? — dedim hafif utangaç bir tonla.

 

Sonra derin bir nefes alıp devam ettim:

— Senden ricam... Bu sorunun cevabını şimdi vermesem? Ama sana şunu söylemek istiyorum ki, lütfen... Her zaman olduğu gibi yine yanımda ol. Bana destek ol.

Çünkü çoğu kişi... — dedim, boğazım düğüm düğüm olmuştu, gözlerim hafifçe dolmuştu. — ...beni anlamıyor. Ya da anlamak istemiyor. Kendi anladığı şekilde yorumluyor yaptığım şeyleri.

O yüzden, lütfen... Beni anlamaya çalış.

Sadece elimden tut, yeter.

 

O sırada Bartu’nun gülümsemesi biraz daha yumuşadı. Gözlerinde bir sıcaklık vardı, sanki bir şey söylemek ister gibiydi ama kelimeler ona da yetmiyordu.

 

Hiçbir şey demedi.

Sadece uzandı ve elimi tuttu.

Sımsıkı tuttu.

 

Onun büyük, nasırlı avcunun içinde elim minicik kalmıştı.

Elimi hafifçe sıktı.

“Ben buradayım.” der gibiydi.

“Yanındayım. Seni anlıyorum. Rahat ol…”

 

O an, o dokunuş bana bir ömre yetecek kadar iyi geldi.

Çünkü benim gönlüm, söylenilen bir ton ruhsuz söze fazlasıyla toktu.

O kadar alışmıştım ki, altı boş sözlere…

Ya da iğneleyici, kırıcı laflara.

 

Ama bir sözsüz hareket, bin söze bedel olabiliyordu yüreğime.

 

{ Burada minik bir not düşmek istiyorum.

Evet buraya kadar okuyan Papatya Okurum 🌼 Eğer senin de kalbinde kırıklar, yüreğinde sızılar varsa ben de bu bölümle, senin elini sımsıkı,sıcacık tutmak istiyorum. Allah'ın izniyle bunların geçeceğini bilmeni ve desteğimi hissetmeni istiyorum. }

 

Ve tabii, bu tatlı, sıcacık anı...

Tahmin edersiniz ki, yine Bartu bozdu.

 

Diğer elini ağzına götürüp kocaman açarak:

— Aaaa tüh yaaa! Nasıl da unuttum! — dedi abartılı bir şekilde.

 

Ben de bir anda şaşırdım:

— Neyi unuttun? Önemli bir şey miydi? — dedim, elimi hafifçe geri çekerken.

 

— Ya sana… Çalıştığım kafenin çok meşhur bir tiramisusu var ya!

Onu getirecektim! Bir de sana harika bir latte yapacaktım. Kendi ellerimle!

 

Dilimi damağıma vurdum, hafif bir “çıııı” sesi çıkararak:

— Önemli değil… Bu muydu yani “unuttum” diye bu kadar tepki verdiğin şey?

 

— Ama Mihri ya… Gerçekten çok iyi!

Ayağın yüzünden gelemediğin için ben getireyim demiştim. Hem çok da istemiştim...

 

Sağ elimle hafifçe omzuna vurdum:

— Düşünmen yeter. Gerçekten.

Bak bu da güzel bir şey.

Ben gelip yerinde yemek istiyorum.

Hem çalıştığın yeri de merak ediyorum.

 

— Haklısın. Gel gel, başımın üzerinde yerin var!

Seni çok güzel ağırlayacağım, bak gör!

 

— Tamam o zaman…

Bir iki güne teyzem geliyor. O geldiği gibi hastane randevumuz var.

İnşallah bu alçı çıkacak. O zaman ben de yürüyerek gelirim.

 

— Aynen o şekilde! — dedi.

İşaret ve orta parmağını havaya kaldırıp “yürüme” işareti yaptı.

— Gerçi benim parmaklar uzun, biraz iri birinin bacakları gibi oldu…

Ama sen bunu biraz kısa hayal et!

 

Yine benimle uğraşmadan duramıyordu.

İki dakika duygusala bağladık ya, hemen dalga geçecekti.

 

— Sen! Seni! — diyerek, ulaştığım kadar koluna ve karnına yumruk atmaya başladım.

Karnının boşluğuna doğru hafif hafif vururken ikimiz de gülüyorduk.

 

Yorgun yüreğime Bartu’nun bu sözsüz desteği sarıp sarmaladı ve bana tahminimden çok daha iyi geldi. Onu geçirmek için aşağı kata inmeyi teklif ettiğimde:

 

— Yok yok, anca çıkardım seni. Sen burada kal, en iyisi. Bir süre hiç benim için zahmet etme. Yani tabii başka bir işin varsa in ama... — dedi.

 

Benim de namaz kılmam gerektiği için ısrarlarına karşı koymadan kabul ettim.

 

— Tamam o zaman, seni buradan geçireyim. Allah’a emanet ol. İyi ki geldin. — dedim.

 

Gülümserken gözlerim kısılmıştı. Hem yüreğimle hem de gözlerimle gülüyordum ona. O da aynı şekilde gülümsedi. Gülümsemesinden samimiyet akıyordu. Bazı insanların sadece gülümsemesi bile ruhunuzu ısıtır ya... İşte, Bartu tam da böyle gülümsüyordu.

 

Ben kapıdan onun merdivenleri inişini seyrederken, beş-altı basamak indikten sonra durdu ve tekrar başını bana çevirip:

 

— Aa, bir de... Bugün patron bana yeni gelen elemanı bir test etmem gerektiğini söylemişti, onu da unuttum. — dedi.

Bir eliyle yüzünü utanmış gibi kapatırken tekrar bana döndü, başının arkasını kaşıyarak:

 

— Biraz B12 eksikliğim var galiba... — dedi.

 

— Galiba mı? Galibası fazla, bayağı eksikliğin var. — dedim ben de gülerek.

 

— Tamam tamam ya, iyice yüzüme çarpma... — diyerek merdivenleri dönüp gözden kayboldu.

 

---

(Bartu Sayhan

Nasıl buldunuz?

Zihninizdeki Bartu'ya benziyor mu?

Benimkine %100 benziyor

Bu arada bu güzel görseli bana paylaşan sevgili arkadaşım okurum Rukiye'ye teşekkür ediyorum. ✨)

 

---

 

Ben de biraz havalansın diye kapımı açık bırakıp odaya geçtim. Dolaptan seccademi çıkardım. Seccadenin içine koyduğum feracemi ve başörtümü de pratik bir şekilde üzerime giyip başımı kapattım.

 

Bazen namaz kılmak, dua etmek bile ruhumdaki sıkkınlığı geçirmiyor. Bir türlü lezzet alamadığımı hissediyorum. Yani yine yapıyorum ama bazı zamanlardaki o ulvi duygular, şu an yok nedense. Ve bu beni üzüyor içten içe...

 

Ama biliyorum ki burası imtihan dünyası. Her zaman çok ihlaslı, çok şevkli, çok gayretli olamayız. Bazen isteksiz oluruz. Nefsimiz var, şeytanımız var. Biz melek değiliz ki... Hafız da olsak melek değiliz. Tabii bazı insanlar hafızları kanatsız melek gibi görüyor. Ama gerçekten böyle bir şey yok. Hatta şeytan, normal insanlardan daha çok hafızlarla uğraşıyor. Bunu hafız olduktan sonra daha iyi anladım.

 

Niyetimi getirdikten sonra ellerimi yana verdim ve kalbimden de:

"Yâ Rabbi, dünyayı geriye attım, tüm sıkıntılarımı geriye attım. Senin huzurunda el bağladım..."

diye düşünmeye gayret ettim.

 

Namazımı kıldıktan sonra tespihlerimi elimle çekip, dua etmek için ellerimi açtım:

 

*"Ey her şeye gücü yeten Yüceler Yücesi Rabbü’l Âlemîn... Derdimi, sıkıntımı, kederimi, içinden çıkamadığım dertlerimi aldım, senin huzuruna geldim. Sana el açtım. Yâ Rabbi, senden başka kimseden fayda yok, senden gayrı kimseden yardım yok. Sana geldim Allah’ım. Ne olursun, yüreğimdeki sıkıntıları gider, kalbimdeki yaralara şifa ver.

 

Bana kötülük etmeyi düşünenleri, bana kötülük edenleri hepsini sana havale ettim Yâ Rabbi. Benim gücüm yetmiyor onlara, Allah’ım... Hepsini sana havale ettim.

Hasbünallahü ve ni’mel vekîl...

Sen ne güzel vekilsin Yâ Rabbi...

 

Yâ Rabbi, bir kulun var. Aklımdan, gözlerimden çıkmadığı... Kalbimden bana hissettirdiklerinin uzaklaşmadığı... Kendime çok yakın hissettiğim bir kulun var Yâ Rabbi..."*

 

Derin bir nefes aldım ve ellerimi yüzüme kapattım. Sanki Rabbime anlatırken bile utanıyordum.

 

"Sen onu bana, en hayırlı, en güzel şekilde nasip eyle."

 

Amin.

Ellerimi yüzüme sürdüm ve bir nebze olsun rahatlamış şekilde seccademden kalktım. Seccademi katlayıp dolaba yerleştirirken üzerimdekileri de çıkarttım.

 

Bir şeyler yemek için merdivenleri yavaş yavaş inip önce ikinci kata, ardından da adım adım zemin kata doğru indim. Tam inerken duyduğum telefon konuşması sesiyle olduğum yerde durup kaldım. Sadece sese kitlenmiştim.

 

— Yani ben elimden geleni yaptım Süeda. Neden böyle tavırlı tavırlı, bilmiyorum. Yanımıza bile doğru düzgün gelmiyor. Kendi kendine en üst katta keyif ediyor...

 

Bu ses, anneannemden başkası değildi.

 

— Allah Allah... Niye böyle yapıyor ki? Anne, senlik bir şey yoktur. Sen her şeyi fazlasıyla yaptın Allah razı olsun. Kaç zamandır yanınızda. Mihri sana da zahmet oldu, hakkını helal et...

 

Annemin sesi telefonun diğer ucundan mahcup mahcup geliyordu.

Ne kadar yüreğim incinse de, kıpırdayamadım yerimden... Dinledim.

 

— Helallik bir durum yok da... Zaten geldikten kısa bir süre sonra ayağı alçıya alındığı için bahçede bana yardım da edemedi. Öyle kaldı...

 

Sesindeki kinayeli ve iğneleyici tavır her hâlinden belli oluyordu. Resmen, "Ben buraya gelip keyif çatıp yatmıştım" demekti bu. Demek ki benim buraya gelmem de artık ona yardımcı olurum gibi bir beklenti yaratmıştı.

 

Elbette olurdum. Benim işten kaçmak gibi bir gayem yok. Ya da onların yanına inmememde kasıtlı bir garez yok. Zaten ayağımın alçısı... Kazara olmuş bir durumdu. Ben bunu ister miyim?

Kendi kendime gülüyordum. Sinirden yüzümde bir gülümseme vardı.

O kadar kırılmıştım ki bu duruma... Şu an üzülüp ağlayamıyordum bile. Duygularım tersten işliyordu.

 

— Tamam anneciğim, ben bir dahaki telefon konuşmamızda Mihri’yi uyarırım merak etme. Hem alçısı da yakında çıkacak galiba. En sonki konuşmamızda öyle demişti. Dün Özgü ile konuştum, o da yarın geliyormuş yanınıza. Mihri’yi doktor randevusuna götüreceğini söyledi.

 

Konuşmaları ağzım açık dinliyordum. Annem büyük ihtimalle beni buraya gönderdiği için anneanneme zahmet olduğumu düşünüp mahcup oluyordu. Gerçi... Ben de şu an öyle düşünüyordum. Galiba fazla kalmıştım. Ve burada bu şekilde hasta ve yardıma muhtaç olarak kalmam ona yük olmuştu.

 

İnsan yükü...

En büyük ağırlıktır.

İnsan herkese yük olur, belki sadece sevdiğine olmaz.

 

Mecburen, istemeye istemeye de olsa indim merdivenleri. Ben aşağı gelene kadar telefon konuşması çoktan bitmişti.

 

Anneanneme doğru, o alıştığım ama hiçbir zaman gönlüme sindiremediğim yalancı gülümsemeyi takarak konuştum:

 

— Yapabileceğim bir şey var mı anneanneciğim?

 

Beni görünce yüzündeki ifade hiç değişmedi. Keyifsiz ve tavırlıydı.

 

— Ocakta çorba var. Kaynayana kadar onu bir karıştırıver...

 

— Tamamdır, hallediyorum. — dedim ve mutfağa geçtim.

 

Çorbayı karıştırırken ufaktan ufaktan gözlerim dolmuş, boğazım düğümlenmişti bile. Ama şimdi ağlayamazdım. Hayır, olmazdı.

Bunu gece yarısına, terasa, gökyüzüne bakarkenki ana saklamalıydım.

 

Çorbaları ve dolaptan birkaç günlük kalmış yemekleri ısıtıp sofrayı kurduktan sonra yemeye başladık. Anneannem, sıkı takip ettiği belgesel kanalındaki yeni çıkan bölümü pür dikkat izlerken, pek benimle ilgilenmiyordu.

Zaten benim de o duyduğum laflardan sonra pek iştahım kalmamıştı.

Yediğim her lokma, boğazımda büyüyordu sanki.

 

Tabağımı zar zor bitirdikten sonra, belki biraz moral olur diye anneannemin telefonunu alıp Bükra’yı aradım. Onun telefonunu almak bile, sanki onu rahatsız ediyormuşum hissini veriyordu. Bugün fazlalık olduğumu iliklerime kadar hissetmiştim. Ufak ufak seziyordum birkaç gündür ama ilk defa bu kadar açık açık duymuştum.

 

Mutfağın girişindeki masanın olduğu holü geçip, anneannemlerin genelde sigara içmek için kullandığı bahçeye çıktım. İlk girişteki sallanan salıncağa, koltuk altı bastonum ve biraz da kenarlara tutuna tutuna ilerledim.

 

Az kalmıştı...

Bu bastondan da, alçıdan da kurtulacaktım.

 

Çok şükür ki Bükra, bir iki çalmada açtı telefonu.

 

— Nasılsın Mihri?

 

Sesimdeki kırgınlığı gizlemeye çalışarak yanıtladım onu:

 

— Elhamdülillah. — dedim. Yine dudaklarımdan üzgün bir nefes firar etti.

 

— Sen iyi misin? Sanki sesin biraz durgun geliyor. — dedi. Ah, canım dostum... Sesimin tonundan bile hemen anlamıştı üzgün olduğumu.

 

— Eh işte, biraz diyelim... — dedim geçiştirirken. — Sen ne yaptın? İş arıyordun en son?

 

— Evet evet, güzel haber: Bugün işe alındım!

 

— Gerçekten mi? Bu harika! Çok sevindim senin adına. Hayırlı olsun güzel arkadaşım!

 

— Teşekkür ediyorum Mihrim.

 

— O zaman... Bu alçıdan kurtulduğum gibi sana iş yerine sürpriz yapacağım. Yani biraz senden konum, adres falan isteyebilirim... O yüzden tam sürpriz olmaz ama yine de sen sürprizmiş gibi davran!

 

— Tamam tamam, merak etme. Hiç bildiğimi çaktırmayacağım.

 

Beni yine güldürmeyi başarmıştı. Yüzümde buruk da olsa bir gülümseme vardı.

 

— Konuşmayı çok uzun tutmak istemiyorum. Bu sıralar Osmanlıca dersinde de pek aktif değilsin... — deyince duraksadım.

 

— Evet... Bu sıralar biraz buhranlı dönemler geçiriyorum diyeyim sana. Dualarını eksik etme olur mu?

 

— Hiç unutur muyum... Zaten her duamda varsın.

 

— Allah razı olsun. İyi ki varsın. Benim kapatmam lazım. Hayırlı geceler...

 

— Cümlemize... Sen de iyi ki varsın, güzel dostum.

 

— Tamam o zaman... Kapatıyorum. Hayırlı geceler.

 

 

---

 

 

Evet, yine tam kadro…

Hazırlık tamam: terasta, gökyüzünde — sayısını bile bilmediğimiz ama her biri muntazam ve mükemmel bir şekilde idare edilen, hiçbirinin birbirine çarpmadığı, geceleri sanki bize gülümser gibi bakan yıldızların altında...

 

Ben, kalemimi, kâğıdımı, mumumu, dertlerimi ve kederlerimi almış bir hâlde gelmiştim.

Ve yine, yol iz aramaya, içimi bir mektupla anlatmaya gelmiştim.

Şu anda buna çok ihtiyacım vardı.

Çünkü biliyorum: Eğer bu duyguları yazmazsam, içimde büyüyüp bana daha da sıkıntı olacaklar.

Kalemimden akıp gitmezlerse, içime akacaklar… ve beni içten içe kemirecekler.

 

Bir cesaret…

İçimden geldiği gibi yazmaya başladım.

Tüm tedirginlikleri, ihtimalleri, zihnimden geçen gelgitleri bir kenara bıraktım.

Sadece içimden akanları kâğıda geçirmeye odaklandım.

 

 

---

 

Yolhizâr,

 

Kusuruma bakma…

Ne zamandır elim kâğıt kalem bile tutmaz oldu.

Dertlerim içimde büyüdü de, yazıp dökemez oldum.

Sana yazmaya bile içimde mecal bulamaz oldum.

Affet beni, olur mu?

 

Nedendir bilmiyorum ama, senin hakkında içimde büyüyen bir kuşkuya söz geçiremez oldum.

Ben hep girdiğim ortamlarda uygun maskeye, uygun kıyafete bürünmekte iyiydim.

Belki de bu yüzden adım hep "uyumlu", "sakin", "yaşından olgun çocuk"a çıktı.

Ama aslında…

İçimdeki çocuk hep olduğu gibi görülmek istedi.

Kusurlarıyla…

Bazen saçmalayan, bazen anlam arayan hâliyle…

Birinin onu görmesini, duymasını ve kusurlarıyla sevmesini istedi.

 

Çünkü…

Birini kusurlarıyla sevebilmektir gerçek sevgi.

Kusursuz değil; insanca, eksik, yaralı hâliyle sevebilmek…

 

Ben sana yazdığım tüm mektuplarda samimiyetimden hiç ödün vermedim.

Ama biliyorum…

Bu aramızdaki paravan, farkında olmadan bir maskeye dönüştü.

Ve ben maskelerden çok yoruldum, çok usandım.

 

Yırtıp atmak istiyorum artık hepsini.

 

Lütfen…

Sen de beni kırma.

Gel, birlikte yırtalım o maskeleri.

Tüm gerçekliğimizle konuşalım, yüzleşelim, buluşalım.

 

Artık sırlar olmasın.

Artık paravanlar, mesafeler, gölgeler olmasın.

 

Sadece, tüm çıplaklığıyla bir gerçeklik olsun.

Yalansız, dolansız, filtresiz bir yakınlık...

 

Çünkü bilmeni isterim ki,

Ben bu mektupları sana, senin kim olduğunu bilmeden yazdım belki…

Ama her satırda, kalbimde tanıdık bir huzur vardı.

Ve bazen insan, kim olduğunu bilmeden de…

Birine güvenmeyi seçer.

 

Papatya

 

 

---

 

Yemyeşil bir ovadayım... Yok, hayır, sanki bir tarla gibi... Bir sürü beyaz çiçeğin olduğu bir yer. Ve ben aralarından geçiyorum, hatta koşuyorum. Koşuyorum büyük bir coşkuyla, şaşkınlıkla...

 

Başımı aşağı eğdiğimde görüyorum ki, uçuyor gibi koşuyorum. Kendi ayaklarımla... Ne alçı var, ne baston, ne tekerlekli sandalye… Tamamen özgürüm. Sen ki, yanında birisi daha var. Hatta elimi tutuyor, hep birlikte koşuyoruz özgürlüğe.

 

Bir an merak edip hafifçe göz ucumla ona bakmaya çalışıyorum. Sadece gülümsemesini görüyorum; çok parlak ve ışık saçan bir gülümseme… Gözlerini hatırlamıyorum. Orası böyle flu’ydu sanki. Ama çok mutluydum…

 

Ve bir anda hafifçe gözlerimi araladım. Biraz bulanık görüyordum. Sağ elimle gözlerimi ovuşturdum ve masamın üzerine koyduğum gözlüğüme uzanıp taktım. Az önce bir rüya görmüştüm galiba. Ama o kadar hoş hisler bırakan bir rüyaydı ki… İçim yumuşacık olmuştu.

 

Hissetmiştim… Çok gerçekçiydi, sıcacıktı. Hiç rüya gibi değildi, sanki gelecekten bir kesitti.

 

Bu güzel rüyanın motivasyonuyla kalktım. Perdemi ardına kadar açtım. Yatağın kenarında olduğu için perdeyi açmak kolay oluyordu. İçeri sıcacık bir güneş girdi. Bugün güneşli bir gündü ve ben de güneşli günleri çok severim.

 

Bugün teyzem geliyordu ve hastane randevumuz vardı. Aynı zamanda eğer doktor, alçımın çıkmasına karar verirse, Bartu'ya söz verdiğim gibi çalıştığı mekâna gidip onu ziyaret edecektim.

 

Çooook heyecanlıyımmm!

Adanın içinde kendi kendime bağırıyordum çünkü bugün çok coşkuluydum. Günlerdir içimde biriken kasvetli bulutlar dağılmış, gökyüzünde güneş yeniden belirmişti benim için…

 

Birkaç gün önce anneannemden yıkamasını istediğim, çok bol kesim krem rengi elbise feracemi ahşap dolaba askıya takıp asmıştım. Dün gece de ona bakarak uyumuştum, bugün giymenin hayalini kurmuştum… Ama o feraceyle koşarken giymenin!

 

Feracemi giydim. Gerçekten çok boldu, bu yaz sıcağında üzerimde yok gibiydi. Annemin deyimiyle: “Fildir fildir!”

 

Üzerine de favorim olan pamuklu koyu kahverengi şalımı çıkardım. Elbisemi giymiştim ama şalımı aşağı katta abdest aldıktan sonra bağlayacaktım.

 

Abdestimi aldıktan sonra şalımı bağlarken aynaya baktım. Kendi gözlerimin içine birkaç saniye hiç göz kırpmadan kendimle göz göze geldim. Uzun bir süredir kendime aynada bakmadığımı fark ettim. Ama bugün içimde hissettiğim coşkulu mutluluktan mıdır, gözlerimde o sevdiğim umut pırıltıları vardı. Ve işte bu bana güzellik katıyordu.

 

Gözlerimin feri sönmüşken, mutsuz ve umutsuzken, kendime bakasım bile gelmiyordu. Çünkü kendimi çok çirkin hissediyordum, çok kötü bir haldeydim.

Ama Elhamdülillah ki şu an öyle değildim. Şu an her şey daha iyiydi ve daha iyiye gidecekti…

Buna inanıyordum. Allah’tan umut ediyordum.

 

Şalımı da güzel bir şekilde başımın üzerinden geçirip omuzlarımdan aşağıya doğru saldım.

 

Aşağı kata indiğimde, mutfakta tost makinesinin önünde teyzemi gördüm. Ayak sesimi duymuş olacak ki, beni görünce yaptığı işten hafifçe başını kaldırıp:

 

— “Günaydın Mihriiiiii!” dedi.

 

O da en az benim kadar coşkuluydu, sesinde ismimi uzatmayı ihmal etmedi. Saçı tepeden at kuyruğu şeklinde toplanmıştı. Altında bol bir kot pantolon, üzerinde yine bol, rahat ve karpuz desenli bir tişört vardı.

 

— “Günaydınnnn Twyzemmmm!” diyerek ben de coşkulu bir şekilde gülümseyerek karşılık verdim.

 

— “Alp’e tost yapmıştım. Seninki de neredeyse hazır. Yalnız tostu arabada yemen gerekecek çünkü ancak yetişeceğiz hastane randevuna,” dedi ve beni baştan aşağı süzdü. “Sen hazırsın galiba. Ben de bu tostu havlu kağıda sarayım. Sen hemen vakit kaybetmeden arabaya doğru ilerlemeye başla, ben sana hemen yetişip yardım edeceğim,” dedi bir yandan da tost makinesine bastırırken.

 

H

afif tulum peynirli, yağlı ekmek kokusu mutfağı sarmıştı. Gerçekten nefisti. Dün yediğim çorbanın beni pek doyurmamasından mıdır, yoksa teyzemin şu an yaptığı tostu gerçekten beni severek yapmasından mıdır… Hem çok mutlu olmuş hem de fazlasıyla iştahım kabarmıştı.

 

— “Tamamdır, ben yavaştan arabaya doğru ilerliyorum,” diyerek dediğine uydum.

 

 

Çok geçmeden, teyzemin yarı yolda yetişmesi ve Alp’in de arabadan çıkıp diğer koluma girmesiyle, bu sefer ön koltukta, teyzemin yanına yerleşmiştim.

“Hadi bakalım, tam gaz ileri!” diyerek arabayı çalıştırdı. Biz de onun arkasından, Alp’le birlikte bağırdık:

“Tam gaaaz ileriiiii!”

 

Teyzem arabayı çok rahat, çok profesyonel bir şekilde kullanıyordu. Yılların şoförüydü tabii, kolay değildi. Ne çok hızlı sürerdi ne de “mıy mıntı mıy mıntı” yavaş. Tam kararında, yumuşak ve güven verici…

 

Alp tostunu yemeğe başlamıştı bile. Ben ise iki yanı da yeşilliklerle, çiçeklerle ve meyve ağaçlarıyla kaplı yolları seyrederken tostumu hafif soğutmuştum. Teyzem hafifçe beni dürterek, şefkatli bir şekilde sordu:

— Yemeyecek misin sen?

 

— Hım, evet evet tabii ki yiyeceğim. Sadece uzun süredir dışarı çıkmadım. O yüzden manzaraya kapılmışım.

 

— Hıhı... Bakalım bugün alçın çıkarsa, bol bol gezersin artık. Kimse seni tutamaz Mihri!

 

— Aynen teyzem! Epeyce gezmek istiyorum, her gün farklı bir yere gitmek istiyorum!

 

— Gidersin inşallah fıstığım…

 

Ağzında bir yandan tostunu çiğneyen Alp de sohbete katıldı:

— Anne, ben de bugün havuza girmek istiyorum. Anneannemlerin oradaki havuza. Babaannemlerde hiç havuz falan yok. Çok sıkıldım yaaa…

 

— Tamam oğluşum, bugün seni de havuza sokarız.

 

Ben de ufaktan, teyzemin özenle havlu kağıda sardığı tostunu sıyırıp kenarından bir ısırık aldım. Hmmm... Üstelik sucukluydu! Gerçekten çok nefis olmuştu. Bir yandan camdan içeri dolan temiz hava, hızlı gittiğimiz için uçuşan ağaç dalları, güneşin sıcaklığı... Şu an yediğim tosta apayrı bir tat katıyordu. Özellikle de teyzemin sevgisi ve samimiyeti çok farklıydı. Onu asla bir yük gibi hissetmiyordum, hissettirmiyordu da.

 

Benim tadını çıkararak yediğim tost, Aydın merkezdeki hastaneye varmadan hemen önce bitmişti. Teyzem, hastanenin otoparkına girip uygun bir yer bulduktan sonra hep birlikte arabadan inip, asansörle randevunun olduğu kata çıktık.

 

Doktorun odasına çıkmak, sadece girişteki sekreterden yeniden röntgen çektirmemiz için komut almamıza yarıyordu. Çünkü röntgen olmadan doktor, ne kadar iyileşip iyileşmediğime bakamazdı haliyle.

 

Oradan bir alt kattaki röntgen odasına geçip röntgenimizi çektirdik. Sonra tekrar yukarı çıkıp beklemeye başladık. Nihayet ismim ekranda belirdi:

 

“Mihri Suare, lütfen içeri giriniz.”

 

Doktorun odasına girdiğimizde, beni ilk alçıya aldıklarında karşıladığı gibi yine güler yüzlü ve sıcak bir şekilde karşıladı. Açık olmasına rağmen, bakışlarında herhangi bir ön yargı görmedim. O kadar alışmıştım ki önyargılı bakışlara, bu tür bakışları görmemek hemen fark ettiriyordu kendini.

 

— Geçmiş olsun Mihri Hanım.

 

— Teşekkür ederim.

 

— Lütfen oturun.

 

Bizi masasının karşısındaki koltuklara aldı.

 

— Şimdi röntgen sonucunuzu inceliyorum. Dört hafta oldu değil mi, ayağınız alçıya alındı?

 

— Aynen, dört hafta doldu.

 

“Hmm…” diyerek dikkatle ekrana bakan doktor hanıma; ben, teyzem ve Alp kitlenmiş bir şekilde bakıyorduk. Özellikle de benim gözlerim, minik bir yavru kediyi andırıyor olabilir dışarıdan bakıldığında.

 

— Evet... evet! Mihri Hanım, ayağınız...

 

İçimden "Hadi söyle işte, sonucu söyle!" diye haykıran küçük bir çocuk vardı ama dışarıdan sakin kalmaya çalışıyordum.

 

— Ayağınızdaki kırık tamamen iyileşmiş. Gerçekten hızlı bir iyileşme olmuş. Ben daha uzun süreceğini tahmin ediyordum. Ama görünen o ki, artık ayağınızda bir problem kalmamış. Alçıyı çıkarabilirim.

 

— Çıkarabilir miyim?! — dedim büyük bir hevesle, doktorun tekrar teyit etmesini istercesine.

 

— Çıkarabiliriz artık. Daha dikkatli bir şekilde ama normal yürüyebilirsiniz. Bir de… yanlış hatırlamıyorsam o gün kalbinizde bir çarpıntı olmuştu. Tekrarlama var mı, nasıl durum?

 

— Yok çok şükür, bir tekrarlama olmadı… — dedim. Bunu söylerken içimden ufak bir tedirginlik geçti. İnşallah bir daha da olmaz, dedim içimden.

 

— Tamam o zaman. Umuyoruz ki bir daha böyle bir sıkıntı olmaz. Ama herhangi bir sıkışma olursa mutlaka en yakın hastaneye gidin. Panik ataktan ya da çok stresli durumlardan uzak durmanız gerekiyor. Kendinizi çok zorlayacağınız anlardan kaçının. Yoksa bazı şeylerin geri dönüşü olmaz.

 

Son söylediğini ciddi bir tonda dile getirmişti. Yüzü gülmüyordu ve gözlerinden belliydi: bu uyarı hafife alınacak bir şey değildi. Eğer o gün kalp çarpıntım daha ileri seviyede olsaydı… belki de bir kriz olabilirdi. Bunu ben de biliyordum.

 

— Peki, dikkatli olmaya çalışırım. Teşekkür ederim…

 

Teyzem hemen koluma girdi. Odadan çıkarken, artık bu alçıyla geçirdiğim son dakikalardı.

 

Aşağı kattaki röntgen odasında, alçım çıkarıldıktan sonra… artık ayağım özgürlüğüne kavuşmuştu. Sanki Rabbim bana ayağımı yeniden vermişti. Artık yeniden özgürce koşacaktım, yürüyecektim. Tabii koşma olayını biraz erteleyebilirdim, çünkü doktor "kendini zorlama" demişti. Şimdilik sakin yürüyüşler yapabilirdim.

 

— Hiii hiii! Elhamdülillah! — diye sevinç nidaları atarak hastaneden çıktığımda, önce teyzeme, sonra Alp’e sarıldım kocaman.

 

— Çok şükür kurtuldun canım… — dedi teyzem, sevincini dile getirerek.

 

Hafifçe başımızı sağlarken, Alp de:

— Artık baston yok, tekerlekli sandalye yok! Tamamen rahatsın abla!

 

— Aynen canım! — dedim. Saçlarını karıştırdım. Saçları çok dikti ve onları karıştırmak bana hep çok keyif verirdi.

 

Arabaya geçtiğimizde teyzeme döndüm:

 

— Ben bugün Bartu’nun çalıştığı yere gitmek istiyorum. Onu ziyaret edeceğime söz vermiştim. Geçen yanıma geldiğinde bana getireceği tatlıyı unutmuştu, onu çok merak ediyorum. Yani… öyle işte, onun yanına gitmek istiyorum…

 

Teyzem:

 

— Tamam o zaman, ben seni o sokağa bırakırım. Sen kendin dükkâna gidersin. Ne kadar kalmak istiyorsan kal. Sonra dönüş için Bartu’yla konuşuruz. Ya ben seni alırım ya da… — deyip duraksadı. — Bugün annenin evine bir su tesisatçısı çağırması gerekiyordu, onunla ilgilenmem gerekebilir. Belki kendin otobüsle dönersin. Yanında paran var, değil mi?

 

— Evet evet, var teyzem. Merak etme.

 

— Tamam o zaman. O şekilde yaparız.

 

Teyzem arabayı çalıştırırken bir yandan Bartu’yu arayıp telefonu kulağına koydu:

 

— Dediğim gibi, eğer gelebilirsem ben seni almaya geleceğim. Ama biliyorsun, annenin işleri belli olmuyor… — dedi, bir gözünü kırparak.

Ben sadece gülümsedim.

 

— Alo, Bartucum! Nasılsın canım?

Evet, sağ olsun biz de iyiyiz. Mihri yanımda, ve bil bakalım bugün kimin alçısı çıktı?

Evet evet, Mihri’nin alçısı çıktı bugün. O da hemen senin yanına gelmek istiyor.

Senin dükkânın adresi tam olarak neredeydi? Bir tarif et bakalım.

Tamam, bankamatikten sola dönüyoruz… tamamdır. Ben on-on beş dakikaya getiriyorum Mihri’mi.

Tamam canım, kapatıyorum.

 

Telefonu kapattığında neredeyse bankamatiğe varmıştık.

 

Teyzem ve Alp ile vedalaşıp arabadan indim.

Ve evet… kendi ayaklarımın üzerindeydim.

Çok mutluydum.

 

Ne kadar değişik bir şeydi ki... Normalde her gün yaptığımız, elimizden gitmeden fark edemediğimiz…

Kendi ayaklarımızın üstünde durmak.

Yürüyebilmek.

Basabilmek…

Ne büyük bir nimetti…

--

Teyzemin beni arabayla bırakırken işaret ettiği yöne doğru ilerledim. İki üç dükkân sonra, tam da sokağın köşesinde... Girişi çok büyük olmasa da özenli bir şekilde, eski vintage tarzına sadık kalınarak tasarlanmış bir kepenk kapı ve hemen yanındaki kitaplar ile kapı önüne yerleştirilmiş ikişer kişilik masalar beni karşıladı.

 

Dükkânın ilk girişinde içimde uyanan his, buranın kahverengi tonlarında modern ama bir o kadar da tarihî bir havayla tasarlanmış bir mekân olduğuydu. Ve kitaplar olduğuna göre, burası bir kitap kafeydi.

 

En sevdiğim.

En sevdiğimmm şeylerin birleşimiydi: kitap ve kahve.

Bu ikili tam anlamıyla mü-kem-mel!

 

İçimde coşan fırtınaları biraz olsun sakinleştirmek için, yüzümde beliren minik bir tebessümle ufak adımlarla dükkâna girdim. Kapıyı açar açmaz, müşterinin geldiğini haber veren ince, tatlı, tiz sesli bir çan zili çaldı.

 

İçerisi, dışarıya nazaran klimalı olduğu için oldukça serindi. Yoksa klimasız Aydın sıcağında böyle bir yerde keyifli vakit geçirmek pek de mümkün olmazdı. Nem ve sıcak birleşince, öğle vakti dışarı çıkmak insanın canını yakabiliyordu.

 

Dükkânın ilk girişinde sol taraf, tamamen müşterilerin oturması için ikişerli-dörderli masa ve sandalye takımlarıyla doluydu. Sağ taraf ise baştan sona kitap standlarıyla kaplıydı. Kitaplar, kategorilere göre ayrılmıştı. Masaların hemen bitiminde, sol tarafta biraz geride ise önünde siyah kara tahtaya yazılmış menüsü bulunan, kahvelerin sipariş edildiği mutfak kısmı görünüyordu.

 

Ben önce kitapların olduğu tarafa doğru ilerledim. Çünkü kitap görünce kendime hâkim olamıyorum. İlla ki dokunmam, bakmam, kapaklarını tek tek incelemem gerek. O an kitap almayacak olsam bile… bu böyle.

Kitap görünce yerimde duramıyorum.

Bu da benim hastalığım: kitap hastalığı.

Ama keşke herkes bu hastalığa yakalansa; çünkü çok faydalı bir hastalık!

 

İlerlediğim tarafta, tam dükkânın dibine doğru ahşap bir kitaplık koymuşlardı. Tamamen eski tarz bir yapımı vardı. İnanılmaz bir nostalji katmıştı mekâna. Kitaplığın üzerinde "Dînî Kitaplar" yazıyordu. Tam da en sevdiğim kategorilerden biri!

 

Kendimi sanki o kitaplığa doğru çekilirken buldum. Yanına varınca kitapları tek tek inceledim. Boyumdan ötürü, göz hizama gelen raflara daha kolay bakabiliyordum. Tam da Risale-i Nur’ların olduğu rafın göz hizamdan iki raf üstte olduğunu fark edince, ufak bir moral bozukluğu yaşadım. Ama tabii ki bozuntuya vermedim. Çünkü bugün çok mutlu bir gün ve kimse benim moralimi bozamazdı.

 

Uzaktan bakarak isimlerini okumaya çalıştım. Bir tanesi dikkatimi çekti; daha önce bunu okumamıştım. Eğer doğru okuyorsam, üzerinde Zülfikar yazıyordu.

 

Ona ulaşmak için parmak uçlarımda yükseldim. Kolumu uzattım. Bir yandan da alçısı yeni çıkan ayağıma fazla yüklenmemeye çalışarak, diğer ayağımın parmak ucunda yükselerek dikkatle dengemi korumaya çalıştım. Yükseldiğim kadar yükseldim ama parmağım kitaba ancak dokunabiliyordu. Ama ben bunu oradan nasıl çıkartacaktım?

 

Ufak bir zıpladım. İçimden:

“Umarım kimse görmemiştir.”

Gerçi dükkâna girdiğimde pek kimse varmış gibi görünmüyordu. O yüzden içim rahattı.

 

Tam kitaba ulaşmaya çalışırken...

Bir anda, kitabın yerinden çıktığını ve biri tarafından elime verildiğini fark ettim.

 

Evet.

Baya baya biri arkamdaydı.

Ve bana kitabı çıkartıp vermişti.

 

Ben ise şu an, hem utancımdan hem şaşkınlıktan, hem de aniden karışan duygular yüzünden cayır cayır yanıyordum.

Klimanın olduğu bu soğuk ortamda…

Ben adeta yanıyordum.

Ve arkama dönemiyordum.

 

Ama bir cesaret…

Dönmem gerekiyordu.

Mecburdum.

 

Kitabı kolumun altına alıp, hafifçe öksürdüm.

Ve... yavaşça geriye döndüm.

 

---

( Kitap kafe'yi bu mekana benzer hayal edebilirsiniz. )


---

 

 

"Bu bölümü buraya kadar okuduğun için çok teşekkür ederim.🫶🏻

"Sizce Mihri’nin arkasını döndüğünde kimi görecek?

O kitabı uzatan kişiyle göz göze gelince ne olur sizce?

Yorumlarda sizin tahminlerinizi sabırsızlıkla bekliyorum! 🌼✨"

"Siz olsaydınız o raftan kitabı almaya çalışırken biri kitabı size uzatsaydı…

Ne yapardınız? 😳

Sessizce teşekkür mü ederdiniz, yoksa yerin dibine mi girerdiniz? 🙈

Hadi bakalım, yorumlarda sizin versiyonunuzu bekliyorum!"

Bölüm : 29.06.2025 22:54 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...