22. Bölüm
Mihrimah Altun / Bir Demet Papatya / 16.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

16.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

Mihrimah Altun
aydaki_yazar04

Selamünaleyküm 💐

İyisinizdir İnşaAllah

Elhamdülillah ben çok mutluyum 🤗

Bugün umre'ye uçuyorum 🕋

Şuan kabe'ye kavuşmama saatler kaldı 🥹

Duygularım o kadar karışık ve coşkulu ki anlatamam...

Hepinize dua edeceğim İnşaAllah

Sizlerden de dua beklerim 😁

Bu bölümden sonra 17.Bölüm gelmesi gecikebilir haberiniz olsun ❤️‍🩹

En kısa zamanda yeni bölümler ile buluşmak üzere Allah'a emanetsiniz

 

🕋😍🤲🏻💌

 

---

 

 

 

Bir kimseye Allah hidayet verirse artık onu saptıracak yoktur; Allah’ın saptırdığına da hidayet verecek yoktur. Sözün en hayırlısı Allah’ın Kitabı’dır.”

(Müslim, Cum’a, 45)

 

---

 

Tarık’tan

 

Korkuyorum.

Hem de hiç olmadığı kadar.

Mihri... yani papatyamla olan ilişkimle alakalı durumlardan korkuyorum.

 

Aslında normalde korkunun pek yanına uğramayan biriyim. Ölümle burun buruna geldiğim zamanlarda bile... İntiharın eşiğine geldiğimde, kendime zarar verme teşebbüslerimde ya da motorun üzerinde 200-300 kilometre hızla ölümle sürdüğümde... Korku hissettiğim bir şey değildi.


Ama Mihri söz konusu olunca... Korku nedense hemen beliriveriyor. Bir anda.

 

Gece yine yatakta dönüp durdum. Uyku tutmayınca kendimi dışarı attım.

Dedem derin uyuduğu için anlamazdı zaten çıktığımı. Evin kapısını kapatırken, salon koltuğundan gelen hafif horlaması çarpıyordu kulağıma.

 

Gökyüzü taşlı ara yolu aydınlatıyordu. Ama içimde… içimde susmak bilmeyen sesler vardı.

Evet, korkuyorum.

 

Papatyamın beni reddetmesinden korkuyorum.

 

Onu bir daha hiç görememekten…

 

O huzur verici sesini duyamamaktan…

 

Kahvenin en kuytu köşesindeki ışıl ışıl gözlerinde kaybolamamaktan…

 

Onu kollarımla saramamak, uzun uzun kucaklayamamak ihtimalinden…

 

Mihri’nin gözlerinde bana karşı nefret ya da öfke görmekten...

 

Onu... kaybetmekten...

 

Hem de hiç olmadığı kadar korkuyorum.

 

Belki de bu yüzden, demir paravanın ardından mektupların altına sığınarak kurduğum bu ilişki daha az riskli geliyor.

Ve Mihri de bu ilişkiyi sürdürdüğü için...

Bu bana daha emniyetli geliyor.


Ama artık böyle sürdürmek istemiyorum.

 

Artık en doğru zamanı, en mükemmel anı beklemek istemiyorum

.

 

Yapayalnız yürüdüğüm taşlı yolda kulağıma birkaç evden gelen konuşma sesleri ve bazı bahçelerde yanan ışıkların uğultusu çarpıyordu.

Bir yandan da susmayan cırcır böcekleri...

 

Maalesef bu mükemmeliyetçilik huyum beni hayat boyunca zorlamıştır.

Ve şimdi de zorluyor.

“Hayır” diyor, “bekle, en mükemmel zamanı bekle. Şu an olmaz.

 

Peki ya Mihri reddederse?

 

Ya ona gizliden mektup yazanın ben olduğumu öğrendiğinde bana karşı tutumu tamamen değişirse?

 

Zaten farklı dünyaların insanı değil miyiz?

Aramızdaki uçurum daha da derinleşirse ve bunu ben kendi ellerimle yaparsam?..

 

İşte içimde, hiç susmadan Mihri hakkında kulağıma fısıldayan sesler hep böyle söylüyor.

Ve ben de ister istemez inanıyorum.

Çünkü dediklerinde bir ihtimal payı var.

Ama ne yapmalıyım, bilemiyorum.

 

O deniz kıyısında birlikte dondurma yiyişimiz…

İlk defa kısa da olsa ettiğimiz o muhabbetin ardından Bartu ile aramızda oluşan soğukluk beni düşündüğümden daha çok üzmüş, etkilemişti.

Galiba ben fark etmeden çoktan onunla gazlamaya alışmış, onun estirilerine kendimi kaptırmıştım.

Bu araya giren soğukluk… fark etmemi sağladı.

 

Buraya geçmişimdeki karanlığı, babamın ani ölümüyle sırtıma yüklenen sorumlulukları, beni anlamadan yargılayan insanları ve sadece kendi çıkarı için beni sevenleri bırakıp gelmiştim.

Bu bir kaçıştı.

Ve aynı zamanda bir arayıştı.

Kendimi arıyordum.

Hayatın anlamını…

Tanrı’nın bu kâinattaki düzeni neden yarattığını…

Zihnimde dönüp duran nice sorunun cevabını…

 

Ve buraya ilk geldiğimde Tanrı’ya ettiğim bir dua vardı:

 

> “Eğer varsan ve beni duyuyorsan… Ya bu acılarımı al ya da beni.”

 

 

 

Evet… tam da bu cümle dudaklarımdan döküldükten sonra, daha önce gitmediğim yollara sapmış, o papatyaların arasında Mihri’yi —benim papatyamı— görmüştüm.

Onun o içindeki sıkıntıları, okuduğu kitapla bir anda silip attığına şahit olmuştum.

O güzel gülümsemesiyle büyülenmiş…

Gözlerindeki umutla hayata tutunmuştum.

 

Yüreğir’de siteyi bitirmiştim.

Sitenin hemen altındaki boş arazide…

Ellerim ceplerimde, gözlerim sadece ayın denize yansıyan silüetine takılmıştı.

 

Peki, sadece tesadüf müydü?

Bu cümleyi kurduktan sonra onunla karşılaşmam…

Sonra komşu olduğumuzu öğrenmem…

Trafikte karşılaşmalarımız…

“Öylesine tanıştığım bir çocuk” diye düşündüğüm Bartu’nun Mihri’nin abisi çıkması…

Evet, evet… hepsi tesadüf müydü?

 

Hayır.

Gerçekten kesinlikle öyle değildi.

Bunların hepsi kasıtlıydı.

Evet, bunların hepsi Tanrı’nın benim hakkımdaki planıydı.

 

Tam da kurduğum o cümleden sonra yaşadığım bu olaylar…

Tanrı’nın, sandığımın aksine, bana bir yol göstermesiydi.

Ve Mihri’yle bana yeniden sevmenin… sevginin… ne kadar güzel bir şey olduğunu hatırlatmasıydı.

 

Ellerim, şu lanet olası alışkanlıktan ötürü, yine arka cebime gitti.

Sigara arıyordum.

Ama artık orada öyle bir paket bile yoktu.

 

Ve olmayacaktı da.

 

Ne ellerim, ne üzerimdeki herhangi bir kıyafet…

Sevdiğim kızın nefret ettiği kokuyu barındıramazdı artık.

 

Eğer beni yaratan Tanrı benim içime böyle bir sevgi koyduysa…

Kendisi bilmez mi sevginin nasıl bir şey olduğunu?

Ben neden onu hep zalim görmüşüm?

Ya da hep sadece zorlukları yarattığına inanmışım ki?..

 

Artık böyle olmadığını biliyorum.

Artık sadece İncil’de geçen ve yarım yamalak hatırladığım şeylerle değil…

Kiliselerde duyduğum papaz vaazlarıyla öğrendiklerimle değil…

Artık ben… Mihri’den öğrenmek istiyorum.

 

Sorularımın cevabını…

Asıl arayışımı…

Tanrı’yı tanımak istiyorum.

Onu bulmak istiyorum.

Ve onu bulduğumda, bütün soruların cevaplanacağını…

Tüm sıkıntıların bir anlam kazanacağını biliyorum.

 

Buna en çok da Mihri inandırdı beni.

 

Onun yaratanına karşı tevekkülü… sevgisi… sabrı…

Gerçekten büyülüyor beni.

Çünkü o kadar içten, o kadar güzel dua ediyor ki…

Etkilenmemek elde değil.

 

Ve ben artık bir karar verdim.

Bir dönüm noktasındayım.

Ben artık kaçmayacağım.

Korkularımla yüzleşeceğim.

Yüreğimde taşıdığım bu aşkla...

 

Yürümeye devam ettim. Bu sefer yokuş aşağı indiğim taşlı yolu, ağır ve düşünceli adımlarla çıkıyordum. Yine zihnim boş değildi; sürekli sorular, düşünceler, ihtimaller gelip gidiyordu.

 

Bahçe kapısını açtığımda Burçak hemen kafasını kaldırıp dikkat kesildi. Başımı ona doğru çevirip işaret parmağımla "sessiz ol" işareti yaptım. Çünkü dedemin uyanmasını istemiyordum. Hemen hareketimi anlayan akıllı oğlum, minik bir inleme sesi çıkarıp başını tekrar kulübesinin içine soktu.

 

Parmak uçlarımda dikkatli bir şekilde anahtarı çevirip içeri girdim. Yürümek, düşüncelerimi berraklaştırmış ama aynı zamanda iyice uykumu da kaçırmıştı. Gerçi artık buna alışmıştım.

 

Ve canım, yine fena hâlde kahve çekmişti. Ama öyle böyle değil, aşırı. Bu sefer kendime sütlü, şekerli bir kahve yaptım. Her zamankinin aksine...

 

Kahvemi karıştırırken içimden "Acaba bir gün bu kahveyi Papatya'mın ellerinden içebilir miyim?" diye geçen minik bir hayal, gülümsememe sebep oldu. Kahveyi ocağın üstüne koyup yanında beklerken, belimi tezgâha dayadım, kollarımı bağladım.

 

Ne zamandır aklımı kurcalayan bir diğer şey ise Mihri’nin bana mektuplarda önerdiği kitaptı. Yanlış hatırlamıyorsam, ismi Risale idi. Üst katta tekrar o mektubu arayıp ismi kontrol edecektim.

 

Acaba bu kitap tam olarak ne hakkındaydı? Zihin yapımı, ruh halimi anlamıştı diye ve bana iyi gelecek bir şey önerdiğine emindim. Ama bir türlü fırsat bulup bu kitabı araştıramamıştım. Belki yarın bu kitabı aramaya gidebilirim, dedim içimden.

 

Kahvenin köpükleri oluşunca, kaynamadan altını kapatıp fincanıma boşalttım ve yukarıya çıkan merdivenlere doğru adımladım.

 

Odama çıkmadan önce, bu sefer dedemin odasına girdim. İçeri attığım ilk adımda bile yerdeki parke tahtaları gıcırdamıştı. Ampulün parlak ışığını değil de dedemin masasının hemen üzerinde kalan loş abajurun ışığını yaktım.

 

Fincanımı çalışma masasının üzerine koyup doğrudan tavana kadar uzanan, eski koyu ceviz ağacından yapılmış kitaplığa yöneldim. Gözlerim kitapların isimlerini tararken, yavaş yavaş yaklaşıyordum onlara.

 

Önce kendi boy sıramdakilere baktım. Bu sıralarda çok da dikkatimi çeken tarzda kitap yoktu. Genelde tarih kitapları, bazı ansiklopediler ve tanınmış kişilerin biyografileri vardı. Üst raflara çıkmak için kenarda duran iki katlı minik merdiveni altıma çektim ve üzerine çıktım. Artık en üst raflara bile rahatça ulaşabiliyordum.

 

En üst sıranın sağdan beşinci kitabı dikkatimi çekti.

"İncil'den Ayet Açıklamaları" yazıyordu.

 

Daha önce birkaç kez İncil’i okumuştum ama detaylı ya da düşünerek değil… Kiliseye gittiğimizde, annem okumamı zorunlu tutuyordu. Kendi isteğime bağlı değildi. Sadece boş gözlerle bakardım satırlara. Anlamadan… anlamak istemeden...

 

Ama şimdi içimde bir merak dürtüsü oluşmuştu.

Kitabı alıp merdivenden indim ve çalışma masasına dikkatli ve yavaş hareketlerle oturdum. Çok da ses çıkartmamaya çalışarak.

 

Kitap gerçekten oldukça eskiydi. Yeni bir cilde ihtiyacı olduğu, kapağının yarısının yırtık olmasından ve sayfalarının koyu sarı, yıpranmış yapraklarından anlaşılıyordu.

 

Kitabın giriş kısmında, içindekiler bölümünden bilgi almak istediğim için ilk oraya açtım. Ve ilk sıradaki başlık dikkatimi çekti:

“İsa’nın müjdelediği Nebi.”

 

İlk bölümü dikkatli bir şekilde açtım. Gözlerim satırlarda bir şeyler arıyor, hem okuyup hem de içimdeki o arayışın cevabını bulmaya çalışıyordum. Bu sırada sütlü kahvemden bir yudum aldım. Enfesti. Sadece şu kahve kokusu bile biraz olsun beni rahatlatıyordu.

 

 

---

 

> Türkçe Yuhanna İncili'nin On Dördüncü Bab ve otuzuncu âyeti şudur:

 

"Artık sizinle çok söyleşmem. Zira bu âlemin reisi geliyor. Ve bende onun nesnesi asla yoktur!"

 

İşte “Âlemin Reisi” tabiri, “Fahr-i Âlem” demektir. Fahr-i Âlem unvanı ise Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmın en meşhur unvanıdır.

 

Yine Yuhanna, On Altıncı Bab ve yedinci âyeti:

 

"Benim gittiğim, size faydalıdır. Zira ben gitmeyince tesellici size gelmez."

 

İşte bakınız! İnsanlara hakiki teselli veren, Fahr-i Âlem olan Hz. Muhammed’den başka kim olabilir?

 

Aynı bölüm, sekizinci âyet:

 

"O geldiğinde; dünyayı günaha, salaha ve hükme dair ilzam edecektir."

 

Dünyanın fesadını salaha çeviren, günahlardan ve şirkten kurtaran, dünya siyasetini değiştiren başka kimdir?

 

On üçüncü âyet:

 

"O Hak ruhu geldiği zaman sizi tüm hakikate irşad edecek. Zira kendisinden söylemeyecek; işittiğini söyleyip gelecekten haber verecek."

 

 

 

 

---

 

Okuduğum bu satırlar beni oldukça düşündürmüş ve etkilemişti. Açıkçası şaşırmıştım. İncil’de böyle ayetlerin olduğunu, hatta böyle bir zattan bahsedildiğini, İsa Mesih’in birini müjdelediğini bilmiyordum.

 

Her pazar bir mahpus gibi gittiğim kilisede, papazın dediklerini pek dinlemezdim. Gözlerim boş bakardı. Anlamaz mıydım? Çünkü hiçbiri ruhuma ses etmezdi. Papazın gözleri soğuktu, sesi ise iğneleyiciydi. Genelde hep aynı kişiler gelirdi. Çoğunluğu yaşlılar… Aynı yerlere otururlardı hep.

 

Annemin ise her pazar düzenli olarak kiliseye gitmesinin, sadece çok samimi bir Hristiyan olmaktan başka nedenleri olduğunu yaşım biraz daha büyüdüğünde anlamıştım. Ve bir kez daha ondan, onun inancından, içten içe nefret etmiştim.

 

Ama şimdi... Bu açıklamalı bölümlerde, Yuhanna İncil'inde hiç duymadığım ayetler vardı.

Ve belki de biraz da olsa aradığımı bulmaya yaklaşıyor gibiydim.

 

Annemin koyu Hristiyan olması ve gelen Hristiyanlara karşı olan soğukluğu, bende sanki tüm dinlerde bir genelleme oluşturmuştu. Bütün dinlere karşı mesafeliydim. Belki de Mihri’yle tanışana kadar.

 

Mihri Müslümandı. Bu dış kıyafetinden belliydi.

Ama o çok mutluydu. Sesinden huzur akıyordu. Yaşam tarzı tatmin doluydu.

O bu kadar büyük bir doluluk ve mutluluk içindeyse, belki de dedim, onun yaşadığı hayat görüşü doğru olandı.

 

Ve bu... beni içten içe, onunla tanıştığım günden beri, onun dinine bir arayışa, bir araştırmaya itti.

Bunu şu an daha iyi anlıyor...

ve kendime itiraf ediyorum.

Birkaç sayfa daha okudum.

Kitap o kadar ilgimi çekmişti ki, sütlü kahvem çoktan soğumaya başlamıştı. Koca bir yudum daha aldım fincanımdan.

Kitabı hafifçe kapattım ve düşünmeye başladım. Gerçekten... okuduğum bu sayfalar beni hem düşündürmüş hem de etkilemişti. Arayışıma bambaşka bir pencereden bakmamı sağlamıştı.

 

Kitabı sol kolumun altına alıp, sağ elimle fincanımı kavradım. Dikkatli adımlarla ışığı kapatıp dedemin odasından çıktım. Kendi odamın yolunu tuttum. Kapıyı tamamen kapatmadığım için aralıktı; içeri girdim.

 

Yine ışıkları yakmadım, onun yerine bir mum yaktım. Kitabı masanın üzerine bırakıp kahvemle birlikte terasa doğru yürüdüm.

 

Terasa çıktığımda havanın biraz da olsa serin oluşu beni rahatlattı. Yine de gram esinti yoktu. Hava oldukça nemliydi ve güneşin olmamasına rağmen hâlâ sıcaktı.

 

Kahvemden bir yudum daha aldım.

Nedense içimde tarif edemediğim hoş, tatlı bir duygu vardı. Rahatlamıştım. Az önce okuduğum satırlardan sonra içimde doğru yolda olduğuma dair kuvvetli bir his doğmuştu.

 

İçimde... tıpkı Mihri’yi ilk gördüğüm andaki gibi ince bir tebessüm belirmişti dudaklarımda.

Kahvemin sonuna başımı dikip, fincanı balkonun duvarına bıraktım. Sonra paravanın yanına ilerledim.

 

Ne zamandır ona mektup yazamadığım için, onun yazıp yazmadığını da kontrol etmemiştim.

Siyah demir paravanın yanına gelince avucumu umutsuzca yasladım.

“Keşke bu paravan bir anda ortadan kalksaydı da aramıza girmeseydi artık...”

 

Ve paravanın altına doğru parmaklarımı usulca uzattığım anda elim bir zarfa çarptı. Birkaç denemeyle hemen aldım, sessizce.

 

Yüzümdeki tebessüm, dişlerimi gösterecek kadar kocaman bir gülümsemeye dönüşmüştü bile.

Terastan çıkmadan bıraktığım fincanımı da aldım.

Etrafta herhangi bir dağınıklık, bulaşık ya da kir bırakmayı hiç sevmem. Bu konuda oldukça titizim diyebilirim. Bir yeri kirletirsem, anında temizlemeden rahat edemem.

 

Bir elimde bitmiş kahvemin fincanı, diğer elimde kalbimin atışlarını hızlandıran papatyamın mektubu ile içeri girdim.

Hemen çalışma masamın önündeki sandalyeyi çektim, hızlıca oturdum. Ve özenle zarfı açtım.

 

Zarfın üzerinde bir papatya figürü çiziliydi. Tıpkı benim her mektubun üstüne bir yıldız kondurduğum gibi... o da bir papatya çizmişti.

Zarfı açtığımda önce minik bir not, ardından asıl mektup sayfası karşıladı beni.

 

Küçük notta şöyle yazıyordu:

 

> “Zarfın üzerine çizdiğim papatyayı kabul et lütfen.

Gerçek bir papatya vermeyi çok isterdim sana.

Ama bir çiçeği dalından koparıp onun tesbihatını bölmek istemedim.

Çünkü biliyorum ki her bir çiçek, dalında Rabbini zikrediyor. Ve biz onu kopardığımızda, bir nevi o zikir susuyor.

Bu yüzden koparılmış çiçekleri hiç sevmem.

 

Lütfen bu minik çizimi, gerçek bir çiçek gibi kabul et.”

 

 

---

 

Mektuptan:

 

Yolhizâr,

 

Kusuruma bakma…

 

Tarık (iç sesi):

Ne? Ne kusurundan bahsediyordu ki?

Yüzümdeki tebessüm hâlâ yerini koruyordu.

 

 

---

 

Mektuptan:

 

Ne zamandır elim kâğıt kalem bile tutmaz oldu.

 

Tarık:

Bu konuda bile aynı oluşumuz beni ayrı bir mutlu etti. Çünkü ben de onunla yüz yüze konuştuktan beri ona bir şey yazamıyordum. Yine konuşmak istiyordum…

 

 

---

 

Mektuptan:

 

Dertlerim içimde büyüdü de, yazıp dökemez oldum.

 

Tarık:

Acaba içinde sakladığı ve bana bile yazıp dökemediği o dertleri neydi?

Ben onun dertlerine nasıl merhem olabilirdim, nasıl yardımcı olabilirdim?..

Zihnimden düşünceler bir bir geçerken, okumaya devam ettim.

 

 

---

 

Mektuptan:

 

Sana yazmaya bile içimde mecal bulamaz oldum.

Affet beni, olur mu?

 

Tarık:

Affetmek ne kelime…

Ben seni affetmeye layık değilim.

Asıl sen beni affet.

Affeder misin ki? Bilemiyorum.

Kimliğimi saklayıp sana yaklaşma girişimlerimi öğrenince… affeder misin beni?

 

 

---

 

Mektuptan:

 

Nedendir bilmiyorum ama, senin hakkında içimde büyüyen bir kuşkuya söz geçiremez oldum.

 

Tarık:

Biliyorum…

İşte o da hissediyordu artık.

Ben ne kadar saklamaya çalışsam da mektupların gerçek yazarını biliyordu.

 

 

---

 

Mektuptan:

 

Ben hep girdiğim ortamlarda uygun maskeye, uygun kıyafete bürünmekte iyiydim.

 

Tarık:

Yüzümdeki gülümseme artık baruktu.

Aynı cümleyi birkaç kez daha okudum.

 

 

---

 

Mektuptan:

 

Belki de bu yüzden adım hep “uyumlu”, “sakin”, “yaşından olgun çocuk”a çıktı.

Ama aslında…

İçimdeki çocuk hep olduğu gibi görülmek istedi.

Kusurlarıyla…

 

Tarık:

İşte bu kelimede takıldım kaldım.

Gözlerim hafif buğulanmıştı sanki.

Ne olduğum yerden kımıldayabiliyor, ne de gözlerimi mektuptan ayırabiliyordum.

 

 

---

 

Mektuptan:

 

Bazen saçmalayan, bazen anlam arayan hâliyle…

 

Tarık:

Sen…

Sen beni anlatıyorsun Mihri.

 

 

---

 

Mektuptan:

 

Birinin onu görmesini, duymasını ve kusurlarıyla sevmesini istedi.

 

Tarık:

Ben seni severim Mihri.

Hem de her hâlinle…

Kusurlarınla, hatalarınla, yanlışlarınla.

Çünkü ben senin niyetini biliyorum.

O güzel kalbini, ince ruhunu anladım ben.

Bu güzelliklerin yanında… diğerlerinin ne önemi kaldı ki?

 

 

---

 

Mektuptan:

 

Çünkü…

Birini kusurlarıyla sevebilmektir gerçek sevgi.

Kusursuz değil; insanca, eksik, yaralı hâliyle sevebilmek…

 

Tarık:

Sen…

Sen “asıl sevgiyi” çözmüşsün Mihri.

 

 

---

 

Mektuptan:

 

Ben sana yazdığım tüm mektuplarda samimiyetimden hiç ödün vermedim.

 

Tarık:

Bundan hiçbir zaman şüphe etmedim ki…

 

 

---

 

Mektuptan:

 

Ama biliyorum…

Bu aramızdaki paravan, farkında olmadan bir maskeye dönüştü.

Ve ben maskelerden çok yoruldum, çok usandım.

 

Tarık:

Maalesef…

(Sinirli bir nefes döküldü dudaklarımdan.)

Hafifçe dişlerimi sıktım.

Sol elimle mektubu tutuyordum, sağ elim yumruk olmuştu bile.

 

 

---

 

Mektuptan:

 

Yırtıp atmak istiyorum artık hepsini.

 

Tarık:

Ben de…

Ben de yırtıp atmak istiyorum artık, papatya.

Ama korkuyorum işte.

Senin sevgine layık olamamaktan,

Senin bu samimiyetine ihanet etmiş olmaktan korkuyorum.

 

 

---

 

Mektuptan:

 

Lütfen…

 

Tarık:

Sen “lütfen” diye bana ricada bulunursun da…

Ben seni hiç kırar mıyım, papatya?

 

 

---

 

Mektuptan:

 

Sen de beni kırma.

Gel, birlikte yırtalım o maskeleri.

Tüm gerçekliğimizle konuşalım, yüzleşelim, buluşalım.

 

Tarık:

Buluşalım.

Buluşalım papatya…

Son kelimeleri kendi kendime, dudaklarımdan duyulur şekilde fısıldıyordum.

 

 

---

 

Mektuptan:

 

Artık sırlar olmasın.

Artık paravanlar, mesafeler, gölgeler olmasın.

 

Tarık:

Olmasın…

Sen istemiyorsan olmasın.

 

 

---

 

Mektuptan:

 

Sadece, tüm çıplaklığıyla bir gerçeklik olsun.

Yalansız, dolansız, filtresiz bir yakınlık…

 

 

---

 

Mektuptan:

 

Çünkü bilmeni isterim ki,

Ben bu mektupları sana, senin kim olduğunu bilmeden yazdım belki…

Ama her satırda, kalbimde tanıdık bir huzur vardı.

 

Tarık:

Bu cümle bana tarifsiz bir umut verdi.

“Belki de,” dedim, “belki de gerçekten benim kimliğimi öğrendiğinde mutlu olacak.

Belki o da sever beni…”

 

 

---

 

Mektuptan:

 

Ve bazen insan, kim olduğunu bilmeden de…

Birine güvenmeyi seçer.

 

Tarık:

Bu son cümle…

Bana güvendiği anlamına geliyordu.

Evet, evet…

Bana güveniyordu.

Başka bir anlamı olamazdı.

Ama, o Yolhizâr’a güveniyordu…

Bana, yani annesinin bile gözlerinden nefret ettiği yeşil gözlü Tarık’a…

Bana da güveniyor muydu?

 

 

---

 

Papatya…

İşaret parmağımla mektubun sonunda yazan “papatya” kelimesinin üzerini okşadım, incitmek istemeden, hafifçe.

 

Bu mektubu okuduktan sonra içimde biraz daha umut olmuştu.

Biraz daha… endişelerim beni terk etmişti.

 

Her mektubunu okuduğumda kalbim küt küt atıyor,

Yüzüme hafif bir sıcaklık geliyordu.

 

“Bir gün,” diyordum,

“Bir gün… ellerini sıkı sıkıya tutarken, gözlerinin içine cesurca bakıp ona papatya demek.

O zaman yine kalbimin delicesine atmasını istiyorum.

Ve bunu hayal ediyorum.

Ne kadar hakkım olmasa da… istiyorum.”

 

Artık daha çok inanıyorum:

Tanrı beni buraya, kendime yeni bir yol çizmem için gönderdi.

Ve Mihri’yi… hayatımın güneşi olarak seçti.

 

Mektubu, diğerlerinin yanına özenle yerleştirdim.

Mumumu üfleyerek söndürdüm ve yatağıma boylu boyunca uzandım.

 

Bartu’yla o son gün, hafif tartışarak konuştuğumuzdan beri görüşmemiştik.

Ama bu sefer… bu ayrılığı ben bitirmek istiyordum.

Evet, onunla buluşacaktım ve yüzleşecektim.

Eğer yine benimle görüşmemeye ve bu arkadaşlığı bitirmeye kararlıysa…

Bu sefer, ben de kabul edecektim.

 

Aklıma deniz kıyısında buluştuğumuz günden birkaç gün önce attığı mesaj geldi.

Beni çalıştığı kitap kafeye davet etmişti.

Hatta konum atmış, birkaç da kahve yaparken fotoğraf ve videosunu paylaşmıştı.

 

O zaman “belki uğrarım” tarzında bir cevap vermiştim.

İşte şimdi… tam zamanıydı.

 

Hem Mihri’nin bana mektupta tavsiye ettiği “Risale” adlı kitabı da o kitap kafeden bakabilirdim.

 

Gözlerim uykusuzluğa daha fazla direnemeden hafif hafif kapanırken, hayal âlemimde Mihri ile bir gün çocuğumuz olursa, bir kız olup tıpkı ona benzediğini düşlüyordum.

Minik Mihri… kim bilir ne tatlıdır.

 

Gözlerim çoktan kapanmış, rüyalar âlemine geçmiştim…

 

---

 

Burçak’ın keyifli havlamaları ile hafif hafif gözlerimi açtım. Ne kadar da güzel uyumuştum. Uzun zamandır bu kadar rahatlatıcı bir uyku çektiğimi hatırlamıyorum.

 

Rüyamda ne gördüm, çok emin değilim. Gölgesi bulanık ama hissettiğim şey çok güzeldi. O hissiyatla uyandım bu sabah.

 

Hemen yatağımdan doğrulup banyoya yürüdüm, elimi yüzümü yıkadım, saçlarımı taradım. İçimden bir ses, “Bugün Mihri’yle yine karşılaşacaksın,” diyordu.

Belki bir önseziydi, belki de içten içe bunu istiyordum... Tam emin değilim.

 

Odama geri döndüğümde, kapının arkasına astığım, geçenlerde vitrininde görüp kıyafet kombinini çok beğendiğim bir markanın kâğıt alışveriş çantasına uzandım. İçinden aldığım kıyafetleri çıkarttım. Etiketlerini kasada rica ettiğim için kesmişlerdi.

 

Normalde bu kıyafetleri kendi makinemde, tercih ettiğim deterjan ile yıkanıp ardından ütülenmedikçe giymem... Ama bugün içimden bir his,

“Bunu olduğu gibi giy Tarık. Bugün o kurallara takılma,” diyordu.

 

Ben de o sesi dinledim.

 

Altıma krem rengi, rahat bir kumaştan yazlık bir pantolon;

Üzerime ise normalde giydiğimden daha bol kalıpta, koyu kahverengi kısa kollu bir tişört geçirdim.

Odadan çıktım. Aşağı kata inmeden son bir kez banyoya uğrayıp aynada kendimi inceledim.

 

O kadar uzun süredir siyahtan başka bir renk giymiyordum ki, kendim bile aynadaki görüntüme şaşırmadan edemedim.

 

“Neden bu renkleri aldım ki ben?”

Aslında biliyorum...

Mihri'yi her gördüğümde, üzerinde kahvenin tonlarında kıyafetler oluyor.

Ve ben de bu kıyafetleri motorla geçtiğim caddede, köşedeki vitrinde görünce aklıma direkt onun kıyafet tonları geldi.

Bu kıyafetleri giyersem, sanki onunla çift kombini yapacakmışız gibi hissettim.

O yüzden kendimi bir anda motoru durdurup mağazaya girmiş, hatta görevliye

“Bu takımın aynısını alıyorum,”

deyiverip kasada öderken buldum.

 

İçimden bir ses,

“Biraz saçmalamıyor musun?”

derken,

diğeri

“Devam et,”

diyordu.

Ben de yine devam et diyen sese uydum.

Ve şu an buradayım.

Ne diyebilirim ki, Mihri beni değiştiriyordu.

 

Bugün keyfim çok yerinde.

Normalin üzerinde hatta.

Aynada kendime bakarken yüzümde kocaman bir gülümseme vardı.

 

Banyodan çıktım, odama tekrar uğrayıp bir cebime motorumun anahtarını, diğerine cüzdanımı ve telefonumu koyup aşağı kata inen merdivenleri koşarak indim.

 

Dedem kahvaltısını bitirmiş, keyif kahvesini yudumlarken bahçedeki masada, bir yandan Burçak’ı seviyor; diğer yandan da radyosunu açmış, her zamanki favori ezgileri ve türküleri bahçede yankılanıyordu.

 

Yanına vardım:

 

— Günaydın dede.

— Oooo günaydın gece baykuşu. Maşallah, artık seni kahvaltılarda hiç göremiyoruz oğlum, iyi misin?

 

— İyiyim iyiyim dede. Geceleri çok uyku tutmuyor, sabaha karşı ancak yatınca bu saatlerde kalkıyorum. Bir sorun yok yani.

 

Derken balkondaki masanın yanındaydım.

— Otursana oğlum,

diyerek başıyla masayı gösterdi.

 

— Funda kahvaltıyı sana göre de hazırladığı için biraz fazlaca kaldı. Kalanı dolaba koydu. Bugün yine erken çıktı.

İstersen dolaptakileri ısıt, ye.

 

— Yok dedem,

dedim kaşlarımı kaldırırken hafif başımı yukarı oynatmıştım.

— Ben çıkayım, bir yerlere uğrayacağım. Dışarıda atıştırırım. Çok aç değilim zaten.

 

— İyi peki, öyle olsun. Ama artık benimle düzenli katıl şu yemeklere be oğlum. Cennetlik yüzünü göremiyoruz.

 

— Tamam dedem, katılırım,

derken gülümsedim, başımı hafifçe salladım.

 

Dedem, Burçak’ı severken tek kaşını kaldırdı, bana imalı imalı bakarken:

 

— Şu âşık olduğun kız yüzünden mi yoksa geceleri uyku tutmuyor seni hee?

 

Bunu der demez sırıttım.

Cevap vermedim.

Yani cevabın evet diye sürdürdü imasını.

— Sırıtışından belli oluyor.

 

Gülümsemem genişledi, bayağı gülüyordum artık, sesli.

 

— Peki ben ne zaman bu olaya dahil olacağım Tarık?

dedi bu sefer sesi daha netti.

 

— Hangi olaya?

 

— Seni evlendirme olayına tabii ki oğlum.

Madem kızı seviyorsun bu kadar,

bayağı kendini gece uykusuz bırakacak kadar Mecnun da etmişsin.

Eee?

Ne zaman evlendiriyoruz seni?

 

Gülümsememi sürdürürken,

— O iş o kadar kolay değil dede,

dedim kalın bir tonla.

 

— Ben de biliyorum kolay olmadığını.

Tabii de anlat,

dedene bir şeyler de…

Belki kolaylaştırırız bir şekilde.

 

— Tamam dedem, söz anlatacağım.

Bana az daha müsaade et…

Sadece çok az daha…

 

Baş ve işaret parmağımla “az” işareti yapıyordum.

 

— Tamam… ama dediğin gibi çok az.

Sonra bana da anlatacaksın,

dedi.

Ve sonra da o meşhur, kendine özgü, hırıltılı kahkahasını saldı.

 

Bizim gülmemize, neşeli havlamaları ile Burçak da eşlik etti.

 

Navigasyonun “Varmak istediğiniz yere ulaştınız.” komutuyla birlikte motoru durdurup bulunduğum sokaktaki dükkânları süzmeye başladım.

 

Tam sokağın ortasındaydım ki, en sondaki bir dükkân dikkatimi çekti. Diğerlerine kıyasla kahverenginin tonlarına sahipti ve yeni olmasına rağmen eski bir konseptle döşenmişti.

 

Tam o tarafa doğru ilerleyecekken, bir anda dükkâna, tam da Mihri’nin boylarında bir kız girdi.

 

Acaba o Mihri miydi?

Yoksa ben… Gördüğüm her kapalı kızı artık o olarak mı görmeye başlamıştım?

 

Bunu, birazdan içeri girince anlayacaktım. Motoru tekrar çalıştırıp dükkânın önüne doğru hafifçe gaz verdim. Ancak ön cephe pek motoru park etmeye uygun değildi. Hafifçe arka sokağa geçip motoru oraya park ettim. Kaskımı çıkartıp elime aldım. Motorun üzerindeki anahtarı çıkarıp cebime koyduğum gibi köşe başındaki dükkâna doğru yürümeye başladım.

 

Gerçekten de ilgi çekici ama bir o kadar da eski bir tarzda sadık kalınarak dizayn edilmiş bir dükkândı. Almanya’da buna benzer birkaç kafe hatırlıyorum... ama çok nadir.

 

Kapısından içeri adımımı attığım anda, yukarıdan sarkan minik çan sesi çaldı. İçeridekilere yeni bir müşteri geldiğini haber verir gibiydi.

 

Yüzüme ilk çarpan şey, dükkânın her yerinde yalnızca ahşap malzemelerin kullanılmasıydı. Kahverengi tonlara sıkı sıkıya sadık kalınmıştı ve doğrusu, bu konsept başarılı da olmuştu.

 

İçeri girer girmez... sanki seni içine çeken sıcacık bir hava sarıyordu. Ruhun, bir anda yumuşuyordu.

 

İçerisi pek kalabalık değildi. Sol taraftaki masalardan birinde oturan yaşlı bir adam — tıpkı dedem gibi — gözlüklerini burnunun ucuna kadar indirmiş, elindeki gazeteye gömülmüştü.

 

Birkaç masa ilerisinde, genç bir kız önündeki tatlıyı yiyor, bir yandan da telefonuna göz atıyordu.

 

Sağ tarafta ise boylu boyunca, tavana kadar uzanan kitaplıklar sıralanmıştı. Bütün kitaplıkların başında, kitapların kategorileri altın rengi plakalara işlenmişti.

 

İlk adımımı kitaplara doğru attım. Çünkü o kızı görünürde görememiştim. Eğer kafe kısmına geçmediyse, tek bir ihtimal kalıyordu: Kitapların arasında olma ihtimali.

 

İçimden bir ses, alaycı bir tonda mırıldandı:

“Eğer o gördüğün kız Mihri değilse… gerçekten bir üst delilik seviyesine atladın.”

 

 

Birazdan gerçeği öğrenecektik.

Gerçekten ufaktan deliriyor muydum? Yoksa yine mi kader bizi buluşturuyordu?

 

Kitaplık raflarının arasına girdim. Başımı sağa sola çevirip etrafa baktım ama girdiğim reyonlarda kimse yoktu. Biraz daha ilerleyip diğer kitap türlerinin olduğu bölüme geçtim. Sırayla psikoloji, romantik ve daha pek çok kategoride kitaplar vardı. Tüm rafların arasında dolaşmıştım; geriye sadece en dipteki kitap sırası kalmıştı.

 

Reyonun en sonunda, sağ tarafa gözüm ilişti. Gördüğüm manzara karşısında olduğum yerde kaldım.

Karşımda oydu.

 

Sadece önündeki kitaplığa kilitlenmişti; etrafındaki hiçbir şeyi görmüyor, duymuyor gibiydi. Bu son sıradaki kitaplıkların arasında kimse yoktu ve burası oldukça kuytuda kalıyordu. Kimse bizi göremezdi.

 

Onun kitaplara karşı neredeyse âşık âşık bakışlarını bozmamak ve aynı zamanda onu korkutmamak için adımlarımı olabildiğince yumuşak atıp sessizce ilerledim.

Gerçekten dikkatini dağıtmama konusunda başarılı olmuş olmalıyım ki Mihri, bir kere bile etrafına dönüp bakmadı.

 

Kendi boyundaki raftaki kitapları incelemeyi bitirmiş, şimdi bir üst raftaki kitapları görmeye çabalıyordu. Parmak uçlarında yükselmişti.

 

İçimden sessizce güldüm.

Bir adım daha yaklaştım. Artık sadece bir kitaba kitlenmiş bakıyordu. Ben de onun baktığı kitaba birkaç kez göz gezdirdim. O rafta sadece kırmızı kitaplar vardı. Hepsi kıpkırmızı.

 

“Neden kırmızı ki?” diye düşündüm.

 

Dikkatle bakınca kitapların üzerinde ince bir şekilde "Risale-i Nur" yazdığını fark ettim.

"Aaa… Demek ki bu kitaplar, Mihri’nin bana mektubunda yazıp önerdiği eserlerdi," dedim içimden.

İnanamıyordum. Hiç fark etmeden hem bu kitaplara hem de Mihri’ye çekilmiştim bile.

 

İncelediği kitabın üzerinde “Zülfikar” yazıyordu.

Artık bakmayı bırakmış, elini uzatıp kitabı almaya çalışıyordu.

 

Birkaç başarısız denemeden sonra, artık kendimi tutamadım. Usulca arkasına yaklaştım ve onun uzanamadığı kitabı raftan alıp ona doğru uzattım.

Kitaba uzanmamla beni fark etmesi bir oldu. Bir anda yüzünü bana döndürdü. O hızla ufakça arkasındaki kitaplığa çarptı.

 

Yine onu korkutmuştum.

O kadar çabalamama rağmen...

 

Hiç bozuntuya vermeden, sakince almak istediği kitabı ona uzattım.

Ama o sadece gözlerini gözlerime kilitlemiş, olduğu yerde donup kalmıştı.

 

O kadar sevimli ve komik duruyordu ki… Şu an o yanaklarını alıp sıkmamak için kendimi zor tutuyordum.

Tabii bunu ona asla söyleyemem, hatta çaktıramam bile.

 

Sadece gülümsedim.

Minik bir kıkırtı döküldü dudaklarımdan.

 

Ona güldüğümü fark edince, bir anda gözlerini benden çekip kendine geldi. Dudaklarından derin bir nefes döküldü.

Ben hâlâ ona çok yakındım ve bu onu rahatsız edebilirdi.

 

Bunu fark ettiğim anda birkaç adım geriye çekildim.

Onu bunaltmak isteyeceğim son şeydi.

 

Sonra, kibarca almak istediği kitabı ona doğru uzattım ve nazikçe:

“Buyurun,” dedim.

 

Ben biraz geriye gidince, o da biraz daha rahatlamış olacak ki uzattığım kitabı nazikçe aldı. Hafifçe başını yere eğdi.

 

“Teşekkür ederim,” dedi.

Sanki sesi titriyordu.

 

Onu daha fazla korkutmak ya da rahatsız etmek istemiyordum ama içimden ona sormak istediğim o kadar çok şey geçiyordu ki…

Bir anda onlardan birine engel olamadım:

 

“Acaba... bu uzanmaya çalıştığınız kitap ne hakkında?”

 

Mihri, hâlâ donmuş gibiydi.

Bir süre yüzüme şaşkın şaşkın baktıktan sonra sorumu yineledim.

 

“Acaba,” dedim, işaret parmağımla kitabı göstererek, “Bu kitap hakkında bilginiz var mı?”

 

Bir anda ufakça başını sallayıp kendine geldi.

 

“Evet, bu kitap…” dedi.

Bir yandan da elinde tuttuğu kitaba bakıyordu.

 

“İman hakikatlerini anlatıyor. Yani çok çok kıymetli bir eser. Bu... Risale-i Nur’lar için diyorum.”

 

Derken hâlâ başını kaldırıp bana bakmıyordu.

Sadece kitaba bakarak, oldukça sessiz bir şekilde konuşuyordu.

 

Sonra bir anda sanki aklına bir şey gelmiş gibi:

 

“Kusura bakmayın, benim gitmem gerekiyor,” dedi.

Ve hızlıca yanımdan uzaklaştı.

 

İki eliyle de kitabı sarmış, bağrına basmıştı.

Bayağı bayağı benden kaçıyordu.

 

Dudaklarımdaki gülümseme genişledi.

 

“Sen bilirsin... Ama bence kaçma.

Daha doğru düzgün tanışmadık bile,” dedim içimden.

 

---

 

Mihri'den

 

Bir anda uzanmakta olduğum kitabı bana uzatan bir el gördüm. Hızla arkamı döndüm…

Biraz korku, biraz panik, biraz da heyecan vardı içimde.

 

Ve yine…

Hiç tahmin etmediğim bir manzara vardı gözlerimin önünde.

Yine o…

O koyu yeşil, engin bir ormanı andıran gözlerle baş başaydım.

 

Bir an öylece kitlendim ki…

Ne diyeceğimi bilemedim. Ne yapacağımı, şu an nerede olduğumu, ne yapıyor olduğumu… Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.

İnanılmaz bir donma hissi tüm bedenimi sarmıştı.

 

Sonra…

Bir anda nazikçe kitabı bana uzatması, hatta rahatsız olabileceğimi anlayıp hafifçe geri çekilmesi…

Sadece gözlerime bakarak beni anlaması…

Bu kaderdi. Başka bir şey olamazdı.

 

Tesadüf hiç değildi.

Sürekli karşılaşıyordum. Nereye gitsem bir şekilde beni buluyordu.

 

Buna kızgın olduğumu söyleyemem.

Aksine, için için seviniyordum.

Hatta bazen… kendime bile itiraf edemesem de.

 

O kadar kibar uzatmıştı ki, ister istemez elimi uzatıp kitabı alıverdim.

Aslında bu Risale’yi daha önce okumamıştım.

Sevde Nur abladan duyduğum kadarıyla, Risale-i Nur Külliyatı'nın içindeki bazı kısımların toplanmış hâliymiş. Özellikle Peygamber Efendimiz’in mucizelerinden bahsettiğini söylemişti. O şekilde hatırlıyorum.

 

Galiba zihnim, durumun heyecanından ve gerginliğinden kaçmak için kitaba odaklanmayı seçiyordu.

Tabii karşımdaki beyefendi bu kitap hakkında soru sormamış olsaydı, hâlâ sadece kitaba bakıyor olur, onun gitmesini bekliyor olabilirdim.

 

Ama o…

Aksine, geçip gitmedi.

Ve bana bu kitap hakkında soru sordu.

 

Yani…

Orada kalıp benimle konuşmak mı istiyordu?

Yoksa sadece… belki kitabı merak mı etmişti?

Yani… olamaz mıydı? İlla kendi üzerime almak zorunda mıydım bu yaptığı davranışı?

 

“Bahane bulma işte… Adam bayağı bayağı seninle konuşmak için kitabı soruyor.”

İçimdeki minik kız güldü.

 

Başımı yine kaldırmadım.

Çünkü o gözlere bakınca kendimi o kadar tuhaf hissediyorum ki…

Ve deniz kıyısındaki gibi yine uzun bir bakışma olabileceğinden korktum.

 

Çünkü geçen sefer kendime söz vermiştim:

Karşımdaki insan bir namahremdi.

Ve benim onun gözlerine böyle pervasızca bakmam beni harama sürüklüyordu.

O yüzden bakmamalıyım.

 

Yine de…

Bir anda kendimi, onun sorduğu soruya cevap verirken buldum.

Sanki bir anda otomatik olarak konuşmuştum. Çok da düşünüp taşınmadan.

Yoksa normalde bu kadar bile konuşmam.

 

Ama bir şekilde o yeşil gözlerle birlikte, bu beyefendi de daha önce hissetmediğim garip bir sıcaklık hissettiğimi inkâr edemiyorum.

 

Tam olarak ne cevap verdiğimden emin değilim.

Ama bir anda kendimi, onun yanından uzaklaşırken buldum.

Uzaklaşıyordum. Gidiyordum.

Biraz hızlı yürüyordum sanki. Hatta az kalsın, kafenin bütün sessizliğini bozmak pahasına koşacaktım!

 

Biraz uzaklaşmıştım.

Şu an kafe bölümündeydim.

“Neyse canım,” dedim kendi kendime.

“Belki de sadece kitap almak için gelmişti.”

 

Ben de ne için geldiğimi hatırlayıp kafenin sipariş verilen camekânlı kasa kısmına doğru ilerledim.

Sol taraftaki masalara birkaç müşteri daha gelmişti sanki. İlk geldiğimde daha sakindi.

Kasaya doğru ilerledim ama kasada yine kimse yoktu.

Bu sefer çağıracaktım, başka yolu yok.

 

“Bakar mısınız?”

 

Sesim çok çocuksu ve incedir.

Hatta Bartu abim hep dalga geçer:

“10 yaşındaki sesin hâlâ aynı devam ediyor!”

Ona o an kızsam da, içten içe hak veriyorum.

Çünkü gerçekten sesim, yaşıma göre çok çocuksu.

Sadece sesimi duyan biri, yaşımı asla tahmin edemez.

 

Bir kere daha yineledim.

Bu sefer biraz daha yüksek sesle:

 

“Bakar mısınız? Acaba sipariş verecektim.”

 

“Geliyorum!”

diye bir ses geldi iç taraftan.

 

Bu ses…

Çok tanıdık mıydı bir yerden?

Yoksa ben mi benzetiyordum?

 

Tüm dikkatimi arka taraftan gelecek kişiye verdim.

Ve evet…

Tahminimde yanılmamıştım.

Bu… Bükra’ydı!

 

“Aaaa! Sen… Sen burada mı çalışıyorsun?!”

Sesim birazcık yükselmişti heyecandan.

 

“Aaaa Mihri, hoş geldin! Hiç geleceğinden haberim yoktu!”

derken bir yandan da kasanın arka tarafından dolanıp yanıma geldi.

 

“Benim de senin burada çalıştığından hiç haberim yoktu!”

 

Yanıma vardı.

İkimiz de hafifçe koşarak sarıldık.

Ama öyle bir sarılma ki… sıkı sıkıya.

 

Hafifçe sırtını tıpışlarken konuya girdim:

“İşe girdim dedin ama burada işe girdiğini bilmiyordum.

Çok iyi oldu, bu vesileyle seni de ziyaret etmiş oldum güzel arkadaşım.”

 

O da benim sırtımı okşuyordu.

“Aynen, Mihrim…”

 

Bir anda yeni fark etmiş gibi ayaklarıma baktı ve hafifçe benden uzaklaştı:

“Aaaa… Yürüyorsun! Normal basıyorsun! Alçın çıktı mı?”

Sonra hemen ardından,

“Benimki de soruysa… Çıkmış bayağı!”

 

Tekrar boynuma atladı:

“Çooook sevindim! Benim Mihri’min alçısı çıkmış, huhuuu!”

 

Bizim bu coşkulu kavuşmamızı, uzun boylu ama çok zayıf, kolları ve bacakları neredeyse aynı kalınlıkta olan çırpı gibi bir adamın öksürerek bizi uyarması böldü:

 

“Öhö öhö… Çok duygulu bir kavuşmayı bölüyorum ama birazcık daha sessiz olabilir miyiz hanımlar?

Burası aynı zamanda kitap okunan bir mekân olduğundan ötürü, ses hassasiyetine dikkat etmeliyiz.”

 

Bükra bir anda benden ayrılarak, ellerini karşı taraftaki adama saygı gösterir bir şekilde üst üste birleştirdi.

Hafifçe başını yere eğdi:

“Kusura bakmayın, haklısınız.

Bir anda heyecanlanıp yüksek ses çıkardık.”

 

Ben ise tavrımdan hiç taviz vermedim.

Aynı zamanda sinir olmuş bakışlarla, bir yandan adamın Bükra’ya olan bakışlarını süzüyordum.

 

Yüzünde sinsi bir gülümseme, bakışlarında ise Bükra’yı bu şekilde utandırmaktan zevk alır gibi garip bir hava vardı.

Yani… Ben öyle anlamıştım.

 

“Daha dikkatli olun,” dedi kinayeli bir tonla.

Sonra dükkânın çıkışına doğru adımlayıp, tüm dükkâna yayılan o minik çan sesiyle birlikte dışarı çıktı.

 

Onun çıkmasıyla birlikte, Bükra dişlerini sıkarak ağzının içinde birkaç laf geveledi. Yumruklarını sıktı.

 

“Bu kimin nesi?” diye sordum, kafamla cılız ve kendini beğenmiş adamın gittiği yönü göstererek.

 

Hafifçe kulağıma doğru yaklaştı:

“Kendisi buranın patronu olur.”

 

Sesinden bile bu adama karşı ne kadar sinir olduğu belli oluyordu.

 

Sonra benim yüzüme bakınca biraz olsun sakinleşti ifadesi.

Elimden tutup:

“Hadi gel, arka tarafa geçelim,” dedi.

 

 

Birlikte personelin kullandığı arka kapıdan dolanarak, önce ufak bir kasa bölümüne, ardından devasa kahve makinelerinin olduğu bölgeye geçtik.

Kahve tartan hassas teraziler, büyük cam haznelerde çekirdekler, süt köpürtücüler, espresso kolçakları…

Ve biraz daha ileride camekânlı bölümde; pastalar, cheesecake’ler, kruvasanlar, kurabiyeler…

 

Ah!

Aslında hep buraya girmek istemişimdir.

Ve burada çalışan bir arkadaşım olduğu için bunu yaşayabilmiş olmak…

Gerçekten çok nasipli hissediyordum kendimi.

 

Mutluluğum yüzümden akıyordu, buna emindim.

 

“Oooo! Doğru mu duydum? Küçük hanım gelmiş!”

diye seslenen birini duyduğumda, bu sefer içeri taraftan Bartu geldi.

 

Kocaman bir gülümsemeyle ona doğru adımlarımı hızlandırdım,

ve büyük bir sevgiyle sarıldım.

 

Tabii o da hemen kollarını açtı ve beni sarmaladı.

 

“Alçın çıkmış, tebrik ederim.

Artık yeniden koş, hopla, zıpla!”

 

Ona sarılırken cevap vermeyi de ihmal etmedim:

 

“Galiba ben sadece koşup hoplayıp zıplıyorum.

Neyim ben, küçük bir kedi yavrusu mu sence?

Hiç ‘yürü’ demek aklımdan geçmiyor!”

 

“Geçiyor geçiyor, tabii cimcime…”

dedi hafifçe gülerek ve sonra birbirimizden ayrıldık.

 

Tam o sırada bir müşterinin sesi duyuldu:

 

“ Bir tane ice moca alabilir miyim?”

 

Bartu abim hemen ciddiyetini takınıp kasaya doğru yöneldi.

O her zamanki o sıcacık ve enerjik gülümsemesi yoktu.

 

Düz sesle:

“Ne istemiştiniz? Bir daha alabilir miyim?”

 

diye tekrar sordu.

 

Ben ise arkam kasa yönüne dönük olduğum için, kasadaki kişiyi göremiyordum.

Ama Bükra’nın beni dirseğiyle dürtüp:

 

“Şişt, pıst…”

 

diye fısıldaması ve ardından gözleriyle kasayı işaret etmesiyle meraklandım.

Arkamı döndüğümde, o kulağıma eğilip yarı eğlenceli yarı şaşkın bir ses tonuyla:

 

“Seninki gelmiş,”

dedi.

 

Arkamı döndüğümde artık Bükra ile yan yanaydık.

Bükra, o tanıdık muzır gülümsemesiyle benimle bayağı eğleniyordu.

 

Ben pek de eğlenmesem de, ona bir şey demeden sadece Bartu abimle konuştuklarına bakıyordum.

Nedense bu mesafeden bile Bartu’nun yüzünde, hiç alışık olmadığım bir ciddiyet vardı.

 

Karşısındaki kişi, bir koluna kaskını geçirmiş, kasaya hafifçe yaslanmıştı.

Koyu yeşil gözlerini görünce, bir anda kalbim çarptı.

Evet, o oydu… Tarık.

 

Hatırladığım kadarıyla onlar arkadaştı, değil mi?

Yoksa araları mı bozulmuştu?

Ama neden?

 

Tam o anda Bartu, siparişi aldığı gibi, benim yanımda kalan kahve makinelerinin yanına geldi.

O sırada onunla göz göze geldik.

 

Hafifçe gülümsedim,

"Her şey yolunda mı?" der gibi.

 

O da belli belirsiz, karşılık verdi.

Ama yüzü keyifli değildi.

Kahveyi yaparken de isteksiz görünüyordu.

 

Ben onları izlerken,

Bükra çoktan tatlı reyonuna geçmişti, verilen siparişlerle ilgilenmeye gitmişti.

 

 

---

 

Bartu’dan:

 

Samimi olmak gerekirse, evet…

Tarık’ın buraya gelmesini beklemiyordum.

 

O, bu tarz birisi değildi.

Ya da…

Ben öyle düşünmüştüm.

 

Şimdiye kadar ben davet etmeden,

O beni ne aramıştı,

Ne de görmek için yanıma gelmişti.

 

Neyse ne…

Şu anda bunun ne önemi var?

 

Derken…

Arkamdan bizi izleyen Mihri’yi gördüm.

O, bana o minik yavru kedi bakışlarını atıyordu.

Gözlerinde saf bir merak,

İçinde bir parça endişe…

 

Bir anda,

Aramızdaki bu gerginliğin onu üzebileceğini düşündüm.

 

Makinenin yanına gitmiştim ki,

Bu sefer de bana kocaman gülümsedi.

 

O gülümseme…

Her zamanki gibi iyi olmamı istiyordu.

Onu anlayabiliyordum.

Beni gülümserken görmek istiyordu.

 

Belki de gerçekten…

O gün cevap verememesinin sebebi,

Tarık’a karşı hissettikleriydi.

 

Ve belki de…

Benim ona böyle davranmam,

Kendi içinde kötü hissetmesine sebep olabilirdi.

Belki de fark etmeden…

Onu incitiyordum.

 

 

---

Mihri’den

 

Bartu, şimdiye kadar hiç görmediğim bir isteksizlik ve zorakilikle kahveyi hazırladı.

Zorla gülümsüyor ama bir yandan da dişlerini hafifçe sıkıyordu.

Yüzündeki o ifade…

Hani bir şey içini sıkar da, dışarıya belli etmemeye çalışırsın, ama gözlerin ele verir ya…

Aynen öyleydi.

 

Hazırladığı kahveyi, kasada bekleyen müşterinin önüne bırakırken de

adeta içindeki bütün yorgunluğu kupayla birlikte masaya bırakmış gibiydi.

 

“Hafifçe bıraktı” demeyeyim…

O kadar istekli(!) bir şekilde koymuştu ki, kahve biraz da dışarıya döküldü.

Kupanın kenarından ince bir kahve çizgisi süzüldü.

 

Karşısındaki kişi sadece yarım ağız bir gülümsemeyle karşılık verdi.

Ama Bartu'nun o gülümsemeye bile pek aldırdığı yoktu.

 

Merakımı yenemedim.

Yan taraftaki kahve makinesinden biraz daha yaklaştım ona.

Ne söylediğini duymak istiyordum.

 

Bir şeyler fısıldıyordu, sesi neredeyse yok denecek kadar azdı.

Ama dikkat kesilince net duydum:

 

“Kardeşim burada…

ve onu incitmek istemiyorum.

Yoksa…”

 

Cümlesi orada kaldı.

Sustu.

 

Ama o “yoksa”...

Binlerce ihtimali içine alan tek bir kelime gibi asılı kaldı havada.

 

 

---

Geçen bana ziyarete geldiğinde bahsettiği tiramisuyu yapan kişinin Bükra olduğunu öğrenince, ayrıca bir sevindim.

Sanki bu tatlının elinden çıkması, damağımdaki lezzeti daha da kıymetli kılmıştı.

 

 

Arka bölüme çıkmadan önce Bartu, menüyü gösterip hangi kahveyi içmek istediğimi sormuştu.

Büyük bir özgüvenle:

“Hepsi de aynı mükemmellikte olacak ama sen seç,” demeyi de ihmal etmemişti.

 

Ben de gülümsedim.

Latte art seçmiştim.

Parmağımla menüdeki kahveyi gösterirken, bakışlarımı Bartu’ya çevirdim:

 

“Üstüne kalp çizsen olur mu?”

 

“Hay hay, kalp ne demek! Sen iste, Mona Lisa’yı çizerim,” dedi.

Ve yine beni güldürmüştü, bu şapşik.

 

 

---

Geçen bana ziyarete geldiğinde bahsettiği tiramisuyu yapan kişinin Bükra olduğunu öğrenince ayrıca bir sevindim.

Sanki bu tatlının elinden çıkması, damağımdaki lezzeti daha da kıymetli kılmıştı.

 

Arka bölüme çıkmadan önce Bartu, menüyü gösterip hangi kahveyi içmek istediğimi sormuştu.

Büyük bir özgüvenle:

“Hepsi de aynı mükemmellikte olacak ama sen seç,” demeyi de ihmal etmemişti.

 

Ben de gülümsedim.

Latte seçmiştim.

Parmağımla menüdeki kahveyi gösterirken, bakışlarımı Bartu’ya çevirdim:

 

— “Üstüne kalp çizsen olur mu?”

 

— “Hay hay, kalp ne demek! Sen iste, Mona Lisa’yı çizerim,” dedi.

 

Ve yine beni güldürmüştü, bu şapşik.

 

 

---

 

Bir yandan tiramisumdan bir çatal daha alırken, karşımda oturan Bartu ve Bükra’nın hafif atışmalarını izlemek epey eğlenceliydi.

Siparişler bitmiş, kafe biraz sakinleşmişti.

 

Bu yüzden ikisi de yanıma gelmiş, Bartu’nun yaptığı kahveyi yudumlarken bana eşlik ediyorlardı.

 

— “Yaaa, demek öyle ha? Sen benim tiramisum için ‘bizim kafenin en meşhur tatlısı’ mı dedin?” diye sordu Bükra, ellerini beline koyarak.

 

Bartu hiç oralı olmadı.

Kahvesinden höpürdeterek büyük bir yudum aldı. Başını başka bir tarafa çevirerek:

— “Öyle mi demişim? Hiç de hatırlamıyorum.”

 

Bükra hemen beni gösterdi.

— “Mihri söyledi. Biraz önce. O yalan söylemez!”

 

Bartu gülüyordu.

O güldükçe ben de mutlu oluyordum.

Aralarındaki bu ufak tefek atışmalara rağmen, dışarıdan bakınca aralarında garip bir çekim olduğunu net bir şekilde görebiliyordum.

 

 

---

 

Bükra, biraz sonra bu kafeye ilk geldiğinde onu test eden kişinin Bartu olduğunu anlattı.

Ben kahkahalarla dinledim bu hikâyeyi.

Bükra’nın anlatımı, jestleri, mimikleri o kadar kendine hastı ki...

Bir yandan da Bartu hikâyeye dahil olup:

— “Orayı yanlış anlattın,” diye düzeltmeler yapınca, iyice eğlenceli bir hâl almıştı.

 

— “Sonra ben kocaman bir cheesecake yaptım. İşte, Bartu da deneyecek... Bir çatal aldı. Görmeliydin! Yüzü o kadar ekşidi ki!”

 

Bükra anlatırken kahkahalarla gülüyorduk.

Bartu, ağzına aldığı kahveyi püskürtmemek için kendini zor tutuyordu.

Ama ben...

Ben rahatça gülümseyip kıkırdıyordum.

 

Ne zamandır bu kadar eğlenmemiştim.

Onlarla birlikte vakit geçirmek…

Özellikle de tekrar ayaklarımın üstünde durabiliyor olmak…

Paha biçilemez bir hediyeydi bu benim için.

 

 

---

 

Buruma gelen mis gibi taze kurabiye kokusunu alır almaz,

“Acaba,” dedim içimden,

“Bükra ve Bartu’ya bakarken fırında bir şeyler mi pişiyordu?”

 

Dememle birlikte Bükra:

— “Aaahhh! Fırında çatlak kurabiyelerim vardııı!”

 

Diyerek mutfağa doğru koştu.

 

Bartu arkasından tatlı tatlı baktı.

Ben anlamıştım anlayacağımı ama… Neyse. Şimdilik sessiz kalmak daha iyi.

 

 

---

 

Birkaç dakika içinde Bükra, elinde kocaman bir tabakla geldi.

Her biri kocaman çatlak kurabiyelerdi.

Yüzünde yorgun ama kurabiyeleri yetiştirdiği için gururlu bir ifade vardı.

 

— “Hadi hadi denesene!” diyerek içimi ısıtan sıcacık bir gülümseme ile tabağı önüme itti.

 

— “Ooohhh, mis! Kokusu bile yeter… Gerçekten harika olmuşlar,” diyerek elime aldığım fırından yeni çıkmış kurabiyeden minik bir ısırık aldım.

 

Gerçekten tadı mü-kem-mel-di.

Bu kurabiyenin bu kadar güzel olmasının sebebi, kesinlikle Bükra’nın severek yapmasından, niyetinin saflığındandı.

 

Bartu ve Bükra bana bakarken gözlerinden, bana karşı ne kadar tatlı bir sevgi ve ilgi besledikleri belli oluyordu.

İkisi de bana sanki minik kızlarını izliyor gibi bakıyorlardı.

 

Güldüm.

— “Hih hıhı...”

 

— “Niye gülüyorsun?”

İkisi aynı anda konuşmuşlardı.

 

— “İkiniz de bana çok komik bakıyorsunuz,” dememle birlikte, birbirlerine baktılar.

Ve ufak bir an göz göze geldiler.

 

Bu sahneye sadece gülümsedim.

 

 

---

 

Tabii arada, bizim tam arka masamızda, sırtı bize dönük bir şekilde oturan o yeşil gözlerin sahibi de dikkatimi çekmiyor değildi.

Yani… İsmi Tarık olan beyefendi.

Ama hâlâ o isme pek alışamamıştım.

Sürekli içimden ona “koyu yeşil gözlerin sahibi” demeye devam ediyordum, sanırım…

 

Bir anda oturduğu yerden doğruldu.

Ayağa kalktı.

Ve bizim masaya doğru ilerledi.

 

Bartu’nun karşısında durarak:

— “Kahve… Çok enfesti. Tadı damağımda kaldı. Ellerinize sağlık, Bartu Bey.” dedi.

 

Ve sonra kitap reyonlarının bulunduğu tarafa yöneldi.

 

 

---

 

Saat de epeyce geç olmuştu.

Çatlak kurabiyemi bitirirken:

— “Ben yavaştan kalkayım,” dedim.

 

— “İstersen takıl, hemen gitme,” dedi Bartu ama kendisi de biraz önce kasaya gelen müşteriyle ilgilenmek için masadan kalkıyordu.

 

Bükra:

— “Benim de arkada yapmam gereken birkaç işim daha kaldı,” dedi masadan hafifçe kalkarken.

 

— “Yok Bartu abi ya, ben kalkayım. Daha fazla geç olmasın, hem buradan dolmuş bulup öyle geçeceğim anneannemlere.”

 

— “Tamam o zaman, ben seni tutmayayım,” derken geri geri mutfağa doğru yürüyordu.

Bana arkasını dönmemek için geri geri yürüyüp cevap veriyordu bir de:

— “Ben kaçar, müşteriye gitmem lazım. İyi ki geldin, ayağına sağlık, minik hanım.”

 

Ben de elimi öpüp ona doğru salladım.

— “Öptüm, ben kaçar!”

 

Bükra ile sıkı sıkı sarıldık.

— “Canım, ilk geldin, harika oldu. Gerçekten çok güzel bir tevafuk oldu.”

 

— “Osmanlıca derslerini aksatma ama bak, geçen gün katılmadın. Sedanur Hoca seni sordu,” dedim ona sarılırken.

 

— “Öyle mi? Beni mi sordu?” dedi utanmış gibi yaparak.

— “Tamam tamam, merak etme Mihri’m, güzelce katılmaya devam edeceğim. Sadece bu kafe işine de girince… Bir de patron... fark etmişsindir, biraz enteresan biri,” dedi eliyle ‘deli’ işareti yaparak.

 

Gülümsedim.

— “Haklısın, senin işin zor. Sana hak veriyorum. Allah bir kolaylığını verir, eminim. Namazlarını rahat kılabiliyor musun burada?”

 

— “Çok çok şükür, elhamdülillah. Bir şekilde kılıyorum,” derken derin bir nefes bıraktı dudaklarından.

— “Rabb’im bir kolaylığını veriyor.”

 

— “Anladım canım. Ben çıkayım. Allah’a emanet olun,” dedim.

 

Arkamdan el sallayan Bükra’ya ben de el sallayıp, son bir defa kahvenin pek çok farklı tonunda sıcacık bu kafeden çıktım.

Güneş battığı için loş ışıklar dükkânın içini kaplamıştı.

 

Ama tabii…

Benim için bu dükkânı asıl sıcacık yapan, sevdiğim iki insanın da burada olmasıydı.

 

 

---

 

Bir anlığına aklımdan Tarık da geçti.

Gülümsedim.

Kendi aklımdan geçen düşünceye utandım, hafif yanaklarım kızarmıştı bile.

 

Allah’tan şu an hava, öğlen sıcağına göre serindi.

Ilık ılık esen meltem, yanaklarımdaki sıcaklığı aldı ve şalımı uçurdu.

 

Hızlı adımlarla ilerliyordum.

Çoktan dolmuşların kalktığı durağa gelmiştim bile.

 

Tam durağa geldiğim gibi, Soğucak Köyü’ne giden dolmuşun hareket etmek üzere olduğunu gördüm.

Koşarak son anda yetiştim, içeriye girdim.

 

Ama içerisi tıklım tıklımdı.

İnanılmaz bir kalabalık vardı.

Dışarının serinliğinden burada eser yoktu.

 

Sanki nefes alacak hava bile yoktu.

O kadar bir kalabalık, sıkışıklık ve darlık her yeri kaplamıştı.

 

— “Ya Rabbim,” dedim,

“Sen hayırlısıyla bir ferahlık ver, Sen yardım et…”

 

Dolmuş hareket edeli çok olmamıştı.

Belki yaklaşık 15-20 dakika olmuştu.

Zaten oturmak mümkün değil…

 

Sadece ayakta dururken birazcık daha rahat bir yerde beklemeyi umuyordum.

Ama bulunduğum yer oldukça sıkışıktı.

 

Bir yandan kendimi etrafımdaki kişilere değmemek için muhafaza etmeye çalışıyor,

diğer yandan da otobüsün kaç dakika süreceğini hesaplamaya çalışıyordum.

 

Ve bu saatlerde genelde trafik olduğu için, normalden en az yarım saat uzun sürerdi.

 

Aksine, yanımdaki oğlan da gıcıklığına sanki iyice yanıma yanaşıyor,

benim bulunduğum yeri iyice sıkıştırıp daraltıyordu.

 

O kadar daralmıştım ki...

Bunun kelimelerini anlatamam.

 

Ve o an bir anda bir şey hatırladım.

Başından kaynar sular döküldü.

 

İkindi namazını kılmayı unutmuştum.

 

 

---

Ve işte, kalabalığın ortasında unuttuğumuz bir namaz gibi…

Bazen hayat da böyle değil mi?

En kıymetli olanı, en çok ihtiyaç duyduğumuz anda fark ederiz.

 

Bir sonraki bölümde Mihri, sadece vakti değil… belki de kendini arayacak.

 

Nasıl buldunuz ve gelecek bölüm ile alakalı tahmininiz nedir?

Bence hiç tahmin etmediğiniz şeyler sizi bekliyor (benden söylemesi 😉).

 

 

---

---

 

Bölüm : 14.07.2025 22:10 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...