23. Bölüm
Mihrimah Altun / Bir Demet Papatya / 17.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

17.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

Mihrimah Altun
aydaki_yazar04

Selamünaleyküm 🌼

Papatya okurlarım gerçekten nasılsınız?☺️

Bir Demet Papatya'yı özlediniz mi?

Ben sizleri özledim...🥺

Ama neden döndükten sonra misafirler ve yalnız dolayısıyla da bazı planlanmayan aksaklıklar oldu.

O yüzden bu bölüm epey geç kaldı farkındayım.

Ama inanıyorum ki bu bölüm okuduktan sonra iyki beklemişiz diyeceksiniz.❤️‍🩹

Fark ettiğiniz kelime tekrarları ya da ufak yazım yanlışı olursa lütfen beni uyarın düzeltirim.

O zaman daha fazla sizleri bekletmeyelim

buyurun bölüme...🫴🏻

 

 

---

Peygamber sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki; “Kim, bir namazı kazaya bırakırsa, sanki onun çoluk çocuğu ve malı mülkü elinden alınmış gibidir.”

( İbni Hibban )

 

“İkindi namazını kaçıran kimse sanki ailesi ve malı helak edilmiş kimse gibidir.”

(Camiu’l Ehadis)

 

--

 

 

---

 

Tarık’tan

 

Bir anda içimde bir his doğdu. Önsezi mi dersiniz buna, yoksa olacak bir şeyin henüz olmadan önce insanın içine doğması mı? Belki de sadece bir kuruntu…

Ama o kadar güçlü bir çığlıkla içimden bağırıyor ki, kulaklarımı kapayıp sağır olamıyorum bu sese. Ve doğruca onun dediğini yaparken buldum kendimi.

 

Şu an son sürat Mihri'nin bindiği otobüsün peşinden sürüyorum motorumu.

Umarım bu içimdeki his asılsız bir kuruntudur ve hiçbir şey olmadan sağ salim Mihri evine ulaşır. Ama o selametle o eve girene kadar onu yalnız bırakmak gibi bir niyetim asla yok.

 

Geçen çınar ağacının altındaki olayı hâlâ unutmuş değilim. Mihri daha yeni ayağa kalkmışken ona bir şey olmasını asla tahammül edemem.

Bir de… Keşke onunla bir konuşma fırsatı yakalasam. Ne kadar mükemmel olur diye düşünmüyor değilim.

 

 

---

Bartu’dan

 

(10 dakika önce)

 

Dükkanın hemen sağ tarafındaki konteynere atmak için kovadaki çöpleri ellerime doldurmuştum.

Tam çöpleri attım, ellerimi birbirine çarpıp çırptım. Arkamı döndüğüm gibi Tarık ile burun buruna geldik.

 

Ufak bir bakışmadan sonra yanımdan sakince yürüyüp geçti.

Gerçi onun bir suçu yoktu arkadaşlığımızın şu an bu halde olmasından. O her seferinde açık yüreklilikle bana açıklamalar yapmıştı.

Hatta bugün ona konumunu bile attığımı unuttum. Bu kafeye gelmişti yine. Benimle de konuşmuştu.

 

Hiç ondan beklemediğim hamlelerdi bunlar. Belli oluyordu, o da bu şekilde kalmak istemiyor.

Bu dostluğu devam ettirip düzeltmek istiyordu.

 

Ben de özellikle Mihri’yle o gün konuştuktan sonra ve bugün de Tarık’ın buraya gelişiyle artık anlamış ve kabul etmiştim:

Tarık’ın Mihri’ye karşı duyguları masumcaydı ama işler büyüyordu. Ve bu konuda samimi, ciddi görünüyordu.

 

Benim de elimden, bu ilişkiyi desteklemekten ve tabii ki Mihri’yi koruyarak Tarık’ın yanında olmaktan başka bir şey gelmezdi.

Ki öyle de yapacaktım.

 

Adımlarını sakin bir şekilde atıp yürüyen Tarık’a seslendim:

— Bekle!

 

Sesimi duyduğu gibi olduğu yerde durdu ve başını çevirip bana baktı.

Birkaç hızlı adımla çoktan yanına varmıştım.

 

Bu sefer tamamen bana döndü. Yüz yüze, karşı karşıyaydık.

Birkaç saniye göz göze gelince, nedense yüzümde o her zamanki muzip gülüşüm belirdi.

Onu böyle bakıp gülmeden duramıyordum.

 

Hani ortada komik bir şey de yoktu ama bilmiyorum, ben bu elemanı bir şekilde sempatik buluyorum.

Daha fazla tutamadım kendimi, bastım kahkahayı.

Benim kahkahamla o da gülmeye başladı.

 

Sonra dostça elimi uzattım ortaya.

— Şartım şu, dedim dobra bir ses tonuyla.

Mihri’nin gözünden bir damla yaş akıtırsan, benim için bittin. Ama o mutluysa, ben de seninle olan bu dostluğumuzdan memnun olacağım.

 

Gülümsemesi genişledi. Hatta bayağı 32 diş sırıtıyordu karşımda.

Çok beklemedi, o da benim gibi hemen elini uzattı. Sıkı bir şekilde kavradı benim dostça uzattığım eli.

Bu konuda hiç şüphen olmasın. Ha, olur da onu sen üzersen… o zaman sen de benim için bitersin.

 

Bu sefer ben bütün sokağa çınlatan büyük bir kahkaha patlattım:

— Hahaha, güleyim de boşa gitmesin bari!

 

O da gülümsedi.

Ve artık aramıza giren bu küçük problem de ortadan kalkmıştı.

Zaten çok da soğumamış olan ilişkimiz yeniden ısınmıştı.

 

 

---

 

Mihri’den

 

Yüreğim daraldıkça daralıyor, içim sıkıldıkça sıkılıyordu.

Bir an evvel kendimi buradan atmak için fırsat kolluyordum.

 

Yanımda bulunduğum minicik alanı iyice daraltan oğlanın beni sıkıştırması artık sabrımı taşıran son damla olmuştu.

Zaten kendi namazımı nasıl unuttuğuma o kadar çok kızıyordum ki, anlayamıyordum bir türlü.

 

Gerçekten böyle bir şey yaşamayalı çok uzun zaman olmuştu.

Elhamdülillah, namazlarımı vakti vaktine ve düzenli bir şekilde kılıyordum.

Unutma gibi bir şey o kadar uzun süredir olmamıştı ki…

En son ne zaman böyle bir şey yaşadığımı bile hatırlamıyorum.

 

Ama işte imtihan… Bazen bize unutturuluyor.

Nasıl ki bazen hatırladığımız şeyleri de Rabbimiz hatırlatıyor.

 

Bir yandan düşünüyordum:

Eğer ben Soğucak Köyü’ne kadar bu dolmuştan inmeyip bu hızla gidersek, büyük ihtimalle ikindi namazını kaçıracaktım.

Zaten çok zaman kalmadığını düşünüyordum.

 

En son baktığımda güneş iyice batmaya başlamıştı.

Ne yapacaktım acaba? Rica etsem, 5 dakikalığına şoför durur muydu?

Ya da bir durakta inip sonra tekrar aynı otobüs gelir miydi?

 

Ama bu otobüsün saatleri çok sık değil.

Ve bu saatten sonra var mı, ondan bile emin değilim.

Gerçi şu an hiçbir şeyden emin değilim.

 

Havasızlık, sıcak, yanımdaki insanların bana attığı garip ve bunaltıcı bakışlar...

Bir yandan da beni sıkıştıran bu oğlan iyice daralmama sebep olmuştu.

Nefes alamıyordum, boğuluyordum.

 

Artık dayanamadım. Belki biraz olsun anlar diye, ona dönüp:

— Affedersiniz, birazcık açılabilir misiniz? Ben burada çok daraldım da… diye ricada bulundum.

 

Sürekli oynadığı telefondan kafasını umursamazca kaldırıp:

— Görmüyor musun, her yer sıkış sıkış. Zaten gidecek yer mi var? diye beni tersledi.

 

İçimden kuvvetli bir “yaa Sabır!” çekip:

— Tamam o zaman, siz benim yerime geçin. Ben şoföre bir şey söyleyeceğim, dedim.

 

Ne kadar zor da olsa, ona değmeden ve kimseye sürtmemeye çalışarak kalabalıktan müsaade isteye isteye sonunda şoförün yanına vardım.

 

Şoför camını sonuna kadar aşağı indirmişti.

Başında klasik bir kasket, İzmir usulü üstleri tıraş edilmiş saçlar, dudağının üstünde bir santimlik ince bir bıyık vardı.

Ağzının kenarında yarısı içilmiş bir sigara, üzerinde kısa kollu epoksi desenli bir gömlek…

Gözleri ise her an kapanacak gibi baygın ve kan çanağı gibiydi.

 

Birkaç kere seslenmeme rağmen beni duymadı. Ya da duymamazlıktan geldi.

En son güçlü bir “Affedersiniz, bir bakar mısınız?” sesi çıkardım.

 

Kafasını hafifçe bana çevirip göz ucuyla şöyle bir süzdükten sonra, ağzını hiç oynatmadan kafasıyla “ne var?” der gibi yaptı.

 

— Önümüzde herhangi bir durak var mı? Duracak mısınız?

Başını yukarı doğru salladı. “Hayır” anlamında…

 

— Peki, 5 dakikalığına durabilir misiniz? Acil bir durum var.

 

Biraz sinirlenmişti. Eliyle “ne var bacım?” der gibi bir hareket yaptı.

Camekân olduğu için elimle saat işareti yapıp “vaktim kalmadı” demeye çalıştım.

 

Bir anda şoför hiç beklemediğim bir sinir ve yüksek bir sesle:

— Canımdan bezmişim zaten, ne istiyorsun? diye çıkıştı.

 

Tabii şoför sinirlenince, birkaç amca ve orta yaşlı bir hanım teyze de müdahale etti.

— Ne var kızım, ne demeye çalışıyorsun? Ne derdin var?

 

Gerçekten iyice yorulmuştum. Usanmıştım.

Ve gördüğüm muamelelerden ötürü iyice sinirim bozulmuştu.

Dokunsalar ağlayacaktım.

 

Çaresizce, soran herkese:

— Namazım kaçacak… 2 dakika dursa, en azından bir durakta insem, hemen namazımı kılsam, diye dert yanıyordum.

Ama ben kime ne anlatıyormuşum…

 

Yanımdaki amca:

— Bu muydu kızım acil olan? Varınca kaza edersin. Allah Allah…

 

Teyze:

— İlahi evladım, yani bu muydu acil? Acil deyip her yeri birbirine kattınığın mesele…

 

Evet.

Burada acil olan namazımdı.

Bir vakit namazı kaçırmanın ne kadar önemli olduğunu bu insanlar neden anlamıyorlardı acaba?

 

Neyse… Ben anlamıştım.

Kimseye hiçbir şey anlatamayacağımı.

 

— Durun! dedim. Ben iniyorum. Lütfen durun!

 

Baktım yine dinlemiyorlar, avazım çıktığı kadar bağırdım.

Tabii “avazım çıktığı kadar” dediğime bakmayın, sesim gerçekten çok ince ve kısık olduğundan, normal birinin bağırışından çok daha az çıkıyordu.

 

Neyse, elhamdülillah, araya birkaç kişi girmesiyle zor bela en azından otobüsü durdurmayı başardılar.

Ve ben o kalabalığın içinden, sanki asfaltın yanına atılırmış gibi indim.

 

 

---

---

 

Tarık’tan

 

Önümdeki otobüsü belli bir mesafeyi koruyarak seyir halindeydim. Bir anda otobüs hızını düşürmeye başladı. Ben de kontrollü bir şekilde yavaşladım. Derken otobüs sert bir şekilde fren yapıp asfaltın kenarına doğru yaklaştı. Normalde durulması yasak olan bir yerde durdu.

 

Ben de belli bir mesafede motoru kenara çekip durdum ve beklemeye başladım. Birkaç dakika sonra otobüsten biri indi. Ama indiğinde bile sendeliyordu. Yolun kenarındaki bariyere tutunarak durdu.

 

Bir dakika… Bu, Mihri’ydi. Üstündekilerden tanımıştım.

 

Hemen motoru kapatıp aceleyle anahtarı arka cebime attım ve aşağı indim. Koşar adım yanına yürüdüm. Yanına vardığımda yüzü yere eğikti. Seslerimi duymuş olmalı ki başını yavaşça kaldırdı ve bana baktı.

 

Ama o bakış… İçimi paramparça etti. Sanki ona dokunsalar ağlayacak gibiydi. Gözleri dolu doluydu, dudakları bükülmüştü. Yüzü hafifçe kızarmıştı. Bir eliyle bariyeri sıkıca tutuyor, ayakta durabilmek için güç almaya çalışıyordu.

 

Bir anda ne diyeceğimi bilemedim. Ne yapmalıydım? Nasıl bir tepki vermeliydim? İçimde kırk farklı duyguyu bir anda yaşıyordum ama eminim dışarıdan yüzümde sadece birkaç mimik oynamıştır. Neden böyle oluyor bilmiyorum ama duygularımı yeterince yüzüme yansıtamadığımı düşünüyorum.

 

Derin bir nefes aldım. Mihri de hafifçe doğruldu ve bana döndü. Gözleri hâlâ gözlerimdeydi. Bu sefer kaçırmamıştı. O kahverengi, dolu dolu ahu gözleri birkaç derin nefes aldı. Ben de aldım. Çünkü onu bu halde görünce nefes almayı bile unutmuştum.

 

Sakin ve yumuşak bir ses tonuyla, gözlerinin içine bakarak sordum. Aramızda belli bir mesafe vardı; dibine kadar yaklaşmamıştım. Onu rahatsız etmek istemiyordum, ne kadar endişelensem de.

 

— Sorun nedir, ne oldu? diyebildim.

 

Dudaklarından dertli bir nefes döküldü. Ardından, sanki dakikalardır bu cümleyi kurmak için bekliyormuş gibi bir nefeste söyledi:

 

— Namazım kaçıyor.

 

Sesinde öyle bir panik ve endişe vardı ki bunu her halinden görebiliyordum.

 

— Tamam, en yakın yerleşim yerine bırakayım o zaman seni, diye teklif ettim. Aklıma başka bir şey gelmemişti.

 

— Hayır, hayır… dedi. Bir anda bir elini başına götürüp hafif hafif şakaklarına oyarken bir yandan da etrafa bakıyordu.

 

Ben de onun baktığı yöne döndüm. Güneş usul usul denize kavuşuyordu. Ufuktan sadece ufacık bir ucu görünüyordu. Denizin üzerine derin bir kızıllık bırakmıştı.

 

— Hayır, olmaz… Biz varana kadar çoktan vakit girmiş olur, dedi.

 

— O zaman… dedim, ne yapabilirim?

 

Çaresizce etrafına bakındı. Gerçekten panik olduğu her halinden belliydi. Panik anında insan, normalde düşünebileceği şeyleri bile akıl edemez. Bunu iyi bilirim.

 

Bariyerlerin hemen arkasında toprak bir alan vardı. Yanında yeşillikler, yerlere atılmış çöpler, izmaritler… Yine de iş görürdü. Biraz aşağısı uçurum gibiydi.

 

Elimle bariyerlerin arkasını işaret ederek:

 

— Şurada kılsanız olmaz mı? dedim.

 

Bir anda gösterdiğim yöne baktı. Hızla başını salladı.

 

— Olur, olur… Aynen, haklısınız, dedi. Ve bir anda bariyerlerin altından geçiverdi. Galiba boyu kısa olduğu için rahat geçmişti. Ben de üstünden atlayıp onun olduğu yere geçtim.

 

Mihri yerdeki cam kırıklarına, çöplere bakıyordu. Yanındaki çantası epey ufaktı. Bir eliyle başını tuttu ve sessizce mırıldandı. Tabii, ben duydum:

 

— Keşke yanımda seccadem olsaydı… Şimdi ne yapacağım?

 

Seccade… Tamam, hatırlıyorum. Babaannem, namaz kılarken mutlaka sererdi.

Namaz kılacağı yerin ekstra temiz olması için yaptığını söylerdi bana küçükken. Hatırlıyorum.

 

Ama aksilik… Motorda da herhangi bir bez yoktu.

 

O an düşünmedim bile. Hemen üzerimdeki yeni aldığım kahverengi gömleği çıkarttım ve Mihri’ye doğru uzattım.

 

— Bu iş görür.

 

Mihri o sırada bana hiç bakmıyordu, sadece çantasını karıştırıyordu.

Sesimi duyunca bakışlarını bana kaldırdı, sonra anında geri çekti. Utanmış gibiydi; yüzü kıpkırmızı olmuştu.

 

Ahh… salak kafam! Üstümde şu an sadece gömleğin altında giydiğim, beyaz kolsuz atletim vardı. Vücudumu sıkıca saran… Ben nasıl bu halde onun karşısında duruyordum?

 

— Kusura bakma, özür dilerim… Düşünemedim, dedim.

 

Utançtan benden tamamen farklı bir yöne dönen Mihri’nin önündeki toprağın üstüne gömleği boylu boyunca serdim ve hafifçe uzaklaştım. Daha fazla onu utandırmak istemiyordum.

 

Mihri biraz daha sakinleşmiş gibiydi. Önce güneşin battığı tarafa baktı, sonra diğer yöne. Ufaktan yön tahmini yaptığını anladım. Benim serdiğim gömleğin yönünü biraz değiştirdi. Çantasını çıkarıp namaz kılacağı yerin yanına bıraktı. Ellerini göğsünün üzerinde birleştirip hafifçe önünde bağladı.

 

Ne kadar uzaklaşmış olsam da, namaz kılarkenki huzur ve huşu dolu halini izlemeden edemedim. Ne zamandır namaz kılan birini görmemiştim. Dedem arada kılıyordu ama o da oturarak…

 

Ufaktan kolumu çimdirdim. “Acaba bu bir rüya mı?” dedim. Ben böyle güzel bir manzara görmek için ne gibi bir iyilik yapmıştım ki?

 

Mihri, usulca omzunun üzerinden selam vererek namazını bitirdi. Gerçekten sakinleşmişti. Ardından avuç içlerini gökyüzüne açarak dua etti.

 

“Acaba,” dedim, “belki bir gün ben de o duanın içinde olabilir miyim?”

 

Gittikçe daha da açgözlü oluyordum. Daha fazlasını istiyordum. Bunu yapmamalıydım.

 

Duasını bitirdikten sonra usulca avuç içlerini yüzüne kapattı. Oturduğu yerden kalkarken bir eliyle gömleğimi aldı. Ardından kuvvetlice çırptı. Ben hemen başımı başka tarafa çevirdim, kollarımı göğsümde bağladım. Onu izlediğimi bilmesini istemiyordum. Bu, onu daha da utandırabilirdi.

 

Başka tarafa bakıyordum… Yani, hiç onunla ilgilenmiyordum. (Kimi kandırıyorsam…)

 

— Teşekkür ederim, diye ince ve kibar bir ses duyuldu.

 

Hemen başımı çevirdim. Yüzü yere bakıyordu. Bir eliyle usulca gömleğimi uzatıyordu. O tatlı sesi bir daha duymak istedim.

 

— Efendim, ne dediniz? dedim, sanki duyamamış gibi. Bir yandan da uzattığı gömleğe uzanıyordum.

 

— Şey… Çok, çok teşekkür ediyorum. Gömleğiniz de kirlendi, dedi.

 

Konu sen olunca gömleğin lafı mı olur… Bunu biraz ağzımda geveleyerek söylemiştim.

 

“Hı hı… Duyamadım.” dedi.

 

“Gömlek sonuçta önemli değil.” diye değiştirdim lafımı.

 

“Şimdi biraz daha iyi misiniz?”

 

Bir yandan gömleğimi giyerken yüzüne bakıyordum. Onun da bana bakmasını istiyordum ama o, sanki inadına, akışlarını gün batımına sabitlemiş, hiç benim olduğum tarafa bakmıyordu.

 

“Elhamdülillah.” dedi içten bir sesle. “Şu an gayet iyiyim.”

 

(İç ses) Çok şükür, o iyiyse ben de iyiydim.

 

“Peki, şimdi sizi gideceğiniz yere bırakabilir miyim?” dedim, sesimi kibar bir tonda tutmaya çalışarak.

 

Hemen cevap vermedi. Yüzündeki mimiklerden ve gözlerinin dalgınlığından düşündüğü belliydi. Biraz düşündükten sonra:

 

“Zahmet olacak ama eğer bırakırsanız sevinirim.” diyerek teklifimi kabul etti.

 

“Hay hay, zahmet ne kelime…”

 

Böylece ikimiz de bariyerlerin tekrar arkasına geçip asfaltın üzerinde, yolun kenarından motora doğru yürümeye başladık.

 

Motorun yanına gelmiştik. Elim hemen arka cebime gitti. Anahtarı çıkarttığım gibi kontağa taktım ve rahat, hızlı bir hamleyle motorun üzerine atladım.

 

Tüh ya… Acaba o motora binmeyi biliyor muydu? Hiç bunu sormak aklıma gelmemişti.

 

Önce beni bu şekilde görünce ufak bir geri adım atar gibi oldu. Sonra bakışları kararlı bir şekilde değişti ve hızlı adımlarla motorun yanına geçip sol taraftan, çok rahat bir şekilde bindi. Biniş şeklinden bile deneyimli olduğu belliydi.

 

Motora biner binmez hemen kendini motorun en uç tarafına doğru, bana hiçbir şekilde değmeyecek şekilde yerleştirdi. Ellerini oturduğu kasayı sıkıca kavradı.

 

Bana diyecek bir şey bırakmamıştı.

 

“Galiba daha önce motora binmişliğiniz var.” diyebildim. Bir yandan motorun üzerinde bıraktığım ve kolumun altında tuttuğum kaskı ona doğru uzatıyordum.

 

“Evet.” dedi. “Bindim, pek çok kez.”

 

Önce kaskı kabul etmek istemedi. “Gerek yok, zaten çok uzun sürmez. 5-10 dakikaya varırız.”

 

“Olsun.” dedim, ısrarla kaskı uzatırken. “Sizin güvenliğiniz şu an ilk önceliğim.”

 

Daha fazla uzatmadı. Kaskı alıp şalını bozmamaya dikkat ederek başına taktı. Taktı ama bir türlü kaskın çenenin altına gelen emniyet kilidini kapatamıyordu.

 

Bir yandan dikiz aynasından onu izlediğim için bunu çok rahat görebiliyordum. En az beş kere denedi. Artık altıncıya geçecekti ama hiç pes etmeden uğraşıyordu.

 

Önce sabırla bekledim ama artık müdahale etmem gerektiğini düşündüm.

 

“Yardım edebilir miyim?”

 

“Hallettim gibi.” dedi. Sesinden, istemediği belliydi.

 

Ama bir türlü olmuyordu. Motorun dengesini bozmamaya dikkat ederek yavaşça motordan indim. Şimdi yüz yüzeydik. Yine adım adım yaklaştım ve elimi kaskın altındaki güvenlik kilidine doğru uzattım. Mihri ufaktan irkildi ama:

 

“Merak etmeyin, bir saniye… Hallediyorum.” diyerek sakin bir tonla konuştum ve ona gerçekten hiçbir şekilde değmeden kilidi hemencecik taktım.

 

Bu konuda çok hassas olduğunu biliyordum. Ufaktan elim şalına bile değse rahatsız hissedecekti. Bunu asla istemiyorum. Onun hassasiyeti benim için çok kıymetli.

 

Kaskın güvenlik kilidini bağladıktan sonra hafifçe ondan uzaklaştım. Ama onun ağzının içinde, “Şunu bir öğrenemedim gitti.” diyerek kendini kızışını duydum.

 

Evet… Tabii duyduğum gibi tebessüm ettim.

 

“Ben onu sesli mi söyledim?” diyerek kaskın üzerinden ağzını kapattı.

 

Gülümsemem yavaş yavaş genişledi. Artık dişlerim gözüküyordu.

 

Papatya, nasıl bu kadar tatlı olmayı başarıyordu?..

 

 

---

---

 

Mihri’den

 

Karşımda Bartu ve Bükra’nın tatlı atışmalarını izleyip çatlak kurabiye yerken…

Yani, yaklaşık bir saat önce bana biri “Gördüğün ilk günden beri aklından hiç çıkmayan o koyu yeşil gözlü motorcunun arkasında, onunla birlikte gün batımında motor seyahati yapacaksın ve birlikte Soğucak köyüne gideceksin.” dese, gerçekten güler ve inanmazdım.

 

Ama şu an tam da onun arkasında, ona değmemek için inanılmaz bir çaba sarf ederek, sıkı sıkıya oturuyor ve kasayı tutuyorum. Tabii, o da gerçekten inanılmaz şekilde dikkatli kullanıyor motoru. Bunu fark ediyorum.

 

Yani… O otobüste yaşadığım bunaltıcı anlar, kimsenin beni anlamayışı, o kasvetli yer, nefes bile alamadığım ortamdan sonra… Gerçekten Rabbim, Tarık’ı bir kurtarıcı melek gibi göndermişti yanıma. Çünkü o kadar çaresizdim ki… O bana söylemeseydi asfaltın kenarında namaz kılmak aklıma gelmeyecekti.

 

Namaz kaçıyor, ben hâlâ “Acaba bir yerleşim yerine varıp orada mı kılsam?” diye düşünüyordum. İşte o an, o kadar panik olmuştum ki… Kendimde değildim. İyi ki o an yanımdaydı da sakin bir şekilde bana fikir verdi. Hatta, pis bir yere secde etmeyeyim diye anında sırtındaki gömleğini çıkarıp önüme serdi.

 

Hiç etkilenmedim desem yalan olur. Gerçekten çok centilmence bir hareketti. İçimden geçirdiğim bu şeylere gülümsedim.

 

Yani… Gerçekten kaskın şu güvenlik kilidini takmayı öğrenememenin bana böyle bir şey yaşatacağını hiç düşünmezdim. Bu sefer benim de gülümsemem genişledi. Çünkü kendi kendime söylediğim şeyi o da duymuştu. O anki gülümsemesi gerçekten bir tablo gibiydi. Güneş artık tamamen batmış, gökyüzünde ufaktan kızıllık kalmışken; gece de yavaş yavaş karanlığıyla kendini belli ediyordu.

 

Hiç tanımadığı bir kızın namaz kılması için bu kadar çabaladıktan sonra, bir de onu motoruna bindirip kaskın kilidini taktıktan sonra… Böyle masum ve içten gülümsüyordu ki, özellikle de sol yanağındaki o minik gamzesi görünecek kadar!

 

Bana bir sıcak mı basmıştı, yoksa bu kasklar yüzünden iyice yanaklarıma kan mı hücum etmişti bilmiyorum. Gerçekten nefes almak zorlaşmıştı. Bir elimi tuttuğum yerden ayırıp kaskın vizörüne götürdüm ve yukarı doğru kaldırdım, biraz olsun nefes alabilmek için.

 

Çok bir yolumuz kalmamıştı, neredeyse varmıştık. Şu an Soğucak köyünün ara sokaklarındaydık, siteye doğru gidiyorduk. Yol boyunca pek konuşmamıştık zaten; motorun üzerinde eğer kaskta bluetooth kulaklık yoksa konuşmak pek kolay olmuyor. Gerçekten avazın çıktığı kadar bağırman gerekiyor.

 

Neredeyse gelmiştik. Sitenin olduğu sokağın yokuşunun başındaydık. Yokuş epey dik olduğu için gerçekten çok yavaş ve dikkatli bir şekilde indik. Tam evinin önüne gelmiştik. Motoru durdurdu, önce o indi. Motorun dengesini hiç sarsmadan… Ardından tam kaskımı açmak için hamle yapacaktı ki, ben bunu fark ettiğim için hemen elimle oynaya oynaya, çok şükür, açmıştım.

 

Açtığımı fark edince yine içten bir şekilde gülümsedi.

— Yardıma gerek kalmadı öyleyse.

 

Ben de dikkatli bir şekilde motordan atlayarak indim. Kaskı çıkarıp ona doğru uzatırken gözlerim yerdeydi.

 

— Gerçekten bugün size çok borçlandım. İçtenlikle teşekkür ediyorum, Allah razı olsun… dedim, heyecanla karışık bir ses tonuyla.

 

Ve bir anda, gayet kendiliğinden başımı kaldırdım. Onun tepkisini gördüm.

Gerçekten yüzündeki tüm mimiklerden, her hâlinden çok mutlu olduğu belliydi.

— Borçlanmak mı… O kelimenin lafı bile olmaz. Her zaman… dedi, erkeksi, kalın ama bir o kadar da şefkatli bir sesle.

 

Ben, daha fazla utanıp yüzüm kıpkırmızı olmadan hızlıca anneannemin evinin olduğu sıradaki ara küçük sokağa doğru döndüm. İlk önce minik demir kapıyı açtım, koşar adım merdivenleri indim ve ardından anneannemlerin nazar boncuklu demir kapısını çaldım.

 

Kapıyı anneannem açtı. Endişe ile karışık, sinirli bir hâli vardı.

— Hoş geldin çocuğum… Nerelerde kaldın? Çok merak ettim.

 

Sonra bir anda, bir yüzüme baktı bir de ayaklarıma.

— Aaaa, alçın çıkmış ya! Alçın çıkmış çocuğum, çok sevindim… Artık işleri birlikte yaparız.

 

Önce masumca gülümsüyordum ama en sonunda söylediği kelimelerle neden sevindiğini anlamış oldum. Yine de hiç bozmadım yüzümdeki gülümsemeyi. İçim buruklaşsa da:

— Tabii, tabii anneanneciğim… Yaparız. Zaten ne zamandır yeterince yattım, dedim, onun içinden geçen kelimeleri yüzüne söyleyerek.

 

 

---

Yazardan

 

Biraz önce yaşadığı anlar, Mihri’nin damarlarında coşku ve heyecanla akıyordu.

Sıcacık olmuştu yüreği… Midesi ise garip bir şekilde kasılıyor, yanaklarına hücum eden sıcaklık onu daha da utangaçlaştırıyordu.

 

Oysa ki öğlen, teyzesinin arabasına binip evden çıktığından beri, bir gölge gibi onu bir adım arkasında takip eden adamdan habersizdi.

 

Bu sinsi adam, ona kendini hiç sezdirmeden Cengiz’in emriyle, Korkut tarafından peşine takılmıştı.

 

 

---

 

23:20 – İstanbul

 

Oturduğu rezidanstaki dairesine gitmek için bindiği asansörde, kart numarasına bastıktan sonra ünlü bir markanın gümüş saatini taktığı sol koluna baktı.

 

"Saate bak… Güya bir de adımız yönetici, CEO yardımcısı."

Ağzının içinde öfkeyle bir küfür savurdu Cengiz.

 

Gayet hızlı çıkan asansörü bile “yavaş” olmakla suçladı içinden. Kapılar açılır açılmaz, geniş ve hızlı adımlarla kendi dairesinin olduğu tarafa yürüdü.

 

Girişte, sadece kendisine ait olan kartı okutup içeri girdi. Kapıyı öyle bir savurarak açmıştı ki, ufacık bir saniye bile bekleyememişti.

 

İçeri girer girmez, onu temizlik görevlisinin her zaman kullandığı tanıdık oda parfümü kokusu karşıladı.

Bu koku, Cengiz için “Artık özgürsün… İstediğin gibi davran, hürsün” demekti.

 

Her zamanki gibi, kıyafetlerini savurarak çıkarıp her birini salonunun bir köşesine fırlattı. Yatak odasına geçtiğinde, susuzluktan ölüyormuş gibi çalışma masasının altındaki kilitli dolaba saldırdı.

 

Bu sefer okkalı bir küfür etti, hem de yüksek sesle. Çünkü elinde tuttuğu şişe, son rakıydı.

 

Aceleyle aynı dolaptan kadehini aldı. Şişeyi açar açmaz bardağını ağzına kadar doldurdu ve büyük bir hırsla kafasına dikti.

Dudaklarından aşağı, ince çizgiler halinde süzülürken, üzerinde kalan atletini ufak bir daire çizecek kadar ıslattı.

 

İkinci dikişte tüm kadeh boşalmıştı.

İşte şimdi biraz daha sakinlemiş hissediyordu… Kısmen.

 

Masasına yaslanmış deri koltuğunu, parmaklarıyla sertçe kavrayıp hiç zorlanmadan odasının boydan boya camlarının önüne sürükledi. Bu camlardan, İstanbul’daki gökdelenler net şekilde görünüyordu.

 

Bir yandan da, çalışma masasının çekmecesinden yalnızca özel durumlarda kullandığı telefonunu almayı ihmal etmedi. Kendini koltuğa rahatça bırakıp bacak bacak üstüne attı. Üzerinde toz bile olmayan siyah deri ayakkabılarını çıkarmamıştı.

 

Telefon genelde kapalı olurdu. Önce yan taraftaki tuşuna basılı tutarak açtı, ardından gelen mesajları, içinde büyüyen hastalıklı bir takıntı duygusuyla okumaya başladı.

 

Okudukça yüzündeki ifade değişiyordu.

Kimi zaman sinirle kaşlarını çattığı için alnındaki damarlar belirginleşiyor, kimi zaman da karşı taraftan biri görse onu korkutacak kadar, sinirinden yarım ağız gülümsüyordu.

 

 

 

---

 

 

 

Yazardan

 

Telefon ekranında ardı ardına düşen mesajlar, doğrudan Mihri’yi takip etmekle görevlendirilmiş adamdan gelmişti.

Ekranda, saat ve dakika hassasiyetinde tutulmuş bir rapor görünüyordu.

 

 

---

 

Gözlem Raporu

 

14:07 – Hedef şahıs (Mihri) ve beraberindeki kadın (teyze), Citroën marka gri araç ile ikametlerinden ayrıldı.

 

14:34 – Kuşadası Devlet Hastanesi’ne giriş yapıldı.

 

14:48 – Doktor Şennur *** tarafından muayene gerçekleştirildi. Alçılar çıkarıldı. Hedef şahıs yürüyüş fonksiyonuna normal olarak devam edebilir durumda.

 

15:06 – Hastane çıkışında, Aydın Caddesi üzerinde indirildi.

 

15:09 – Caddenin sonunda yer alan *** Cafe’ye giriş yaptı. İşletmede hedef şahsın bir akrabası (kadın) ve bir tanıdığı (erkek) çalışmakta.

 

15:11 – Mekânda komşusu Tarık Grunewald ile karşılaştı.

 

15:12 – 19:36 – Masa başında kahve ve tatlı tüketildi. Sohbet akrabası ve tanıdığı ile sürdü. Tarık Grunewald, yan masada periyodik olarak hedef şahsı izledi.

 

19:38 – Mekândan ayrıldı, Soğucak köyü istikametine giden belediye otobüsüne bindi.

 

Tokat yolu üzerinde otobüsten indi. İniş sebebi tespit edilemedi.

 

Takip mesafesi korundu. Tarık Grunewald, hedef şahsı motosiklet ile takip etmekteydi. Tarafımdan fark edilmedi.

 

 

Ek: Görüntü kayıtları mevcuttur. Fotoğraflar ekte iletilmiştir.

 

---

 

---

Sahnenin birebir aynısı değil ama gözünüzde canlandırmak için koydum bu görseli

---

 

 

---

 

Cengiz, mesajların altına eklenmiş fotoğraflara geçti.

Yüzündeki ifade bir anda değişti; rengi attı.

Sinirden dişlerini sıkıyor, farkında olmadan çenesi kasılıyordu.

Telefonu tutan sol eli, cihazı parçalayacak gibi sıkılmış; diğer eli yumruk olmuş, titriyordu.

 

Fotoğraflar birbiri ardına geçerken nefesi ağırlaşıyordu.

Ve en sondaki kare…

Mihri ile Tarık, aynı motorda.

Tarık, Mihri’yi bırakırken… Mihri ona gülümsüyor. Mahcup, sıcak, göz göze bir an.

 

O an Cengiz’in içindeki baraj yıkıldı.

Küfürler ağzından kontrolsüzce dökülmeye başladı.

Telefonu, tavandan yere kadar uzanan camlara bütün gücüyle fırlattı.

 

Camın ortasında dairesel, derin bir çatlak oluştu.

Telefonun ekranı simsiyah olmuş, çatlaklar içinde camın önüne düşmüştü.

 

Ama öfke bitmemişti.

Yerdeki kadehi kaptı, fırlattı.

Masanın üzerindeki her şeyi yere savurdu.

Sonra duvarlara vurdu, yumrukladı.

 

Kulakları uğulduyordu.

En az iki kat aşağıdan duyulabilecek, insana ait olmaktan çok uzak korkunç naralar atıyor; ses telleri yırtılırcasına bağırıyordu.

 

On saniye sonra kapı açıldı, Korkut nefes nefese içeri girdi.

Durumu anlamak için zamana ihtiyacı yoktu.

Nedenini de çözümünü de biliyordu.

 

Karşısında, her an saldırmaya hazır kudurmuş bir canavara benzeyen Cengiz vardı.

Ama Korkut hiç korkmadı.

 

Yavaş adımlarla, iki elini havaya kaldırarak sakin bir sesle konuştu:

— Tamam… sorun yok… sorun yok…

 

Aralarında yarım metre kalmıştı ki, birden hamle yaptı.

Kahverengi takım elbisesinin pantolon cebinden çıkardığı iğneyi, Cengiz’in koluna hızla sapladı.

 

Cengiz, fark ettiğinde artık çok geçti.

İlaç kanına karışmış, beynini uyuşturmuştu.

 

Birkaç saniye içinde bilincini kaybetti…

Ve olduğu yere yığıldı.

 

 

---

 

 

Bir saat sonra…

 

Ağırlaşan göz kapakları titreyerek aralandı. Önce tavandaki loş ışık, sonra bulanık duvar çizgileri seçildi. Nerede olduğunu anlamaya çalışırken göğsünde hâlâ bastırılmış bir ağırlık vardı.

 

Korkut, köşedeki kanepede oturuyordu. Takım elbisesinin ceketini çıkarmış, beyaz gömleğinin önündeki birkaç düğmeyi gevşetmişti. Bacaklarını hafifçe açmış, dirseklerini dizlerine dayamış, parmaklarının arasında döndürdüğü telefon ekranına bakıyordu.

 

Yan masanın üzerinde, dumanı hâlâ tüten bir çorba kasesi vardı. Bu, Cengiz'in sıkça uğradığı restorandan getirilmişti.

 

Korkut, Cengiz’in hafifçe kıpırdadığını fark edince telefonu sessizce kanepeye bıraktı. Yavaş adımlarla yanına geldi.

 

— Kendine geldin mi? dedi, sesi gereğinden fazla sakin.

 

Cengiz’in dudakları kıpırdadı ama kelimeler boğazında boğuldu. Kalkmaya çalışınca, Korkut onu kolunun altından kavrayıp yavaşça oturur pozisyona getirdi. Birkaç dakika sonra elinde su dolu bir bardakla geri döndü. Bardağı doğrudan Cengiz’in dudaklarına yaklaştırdı. Soğumuş su boğazından geçerken, Cengiz hafifçe öksürdü.

 

Yarım saat sonra…

 

Artık gözleri daha net bakıyordu. Bilinci yerine gelmiş, dudaklarından anlaşılır cümleler dökülmeye hazırdı. Korkut, küçük bir masa çekip önüne koydu. Üzerine ılık bir bitki çayı bıraktı ve karşısına oturdu. Sessiz, sabırlı, gözleri her şeyi tartan bir adam gibi…

 

Cengiz, boğuk ve kırgın bir sesle konuştu:

 

Keşke… Keşke o gün o kızı dinlemeseydim… Mihri’yi nikâh günü öyle yalnız bırakmasaydım…

 

Sesi titredi. Gözleri dalıp giderken dudakları ince bir çizgiye dönüştü.

 

— Her şey yoluna girecekti. Ama ben… Onu o şekilde, yapayalnız bıraktım. Şimdi bak… Benden intikam alıyor. Hem de çocukluk rakibim olan adamla.

 

Korkut’un bakışları, karşısındaki adamın sinirle kasılan çenesine takıldı. Ama tek kelime etmedi.

 

— Biliyorum, dedi Cengiz, sadece beni kıskandırmak için yapıyor. Onu aylarca takip ettirdim. Daha önce böyle bir şey yaptığını görmemiştim. Şimdi yaptığına bak… Hem de dünyada seçilebilecek son kişiyle!

 

Cümleleri keskinleşti. Parmakları, bacaklarının üzerinde yumruğa dönüştü.

 

Peki ben bunu yanına koyar mıyım? Ben… öylece oturur muyum?

 

Bir anda sesi yükseldi.

 

ASLA!

 

Kelimeler duvarlara çarpıp yankılandı. Gözleri ateş gibi parlıyordu.

 

Bakalım Mihri Hanım, ona hazırladığım sürpriz karşısında ne yapacak? Ve o… ismini bile ağzıma almak istemediğim o adam… O da gününü görecek!

 

Bir süre sadece sert nefesler duyuldu. Sonra Korkut, cebinden birkaç tablet çıkarıp avucuna bıraktı.

 

Cengiz, yavaşça gözlerini kapadı. Önündeki bitki çayı buz gibi olmuş, çorba ise dokunulmadan soğumuştu.

 

 

---

 

---

 

 

Tarık’tan

 

Mihri, anneannesinin bahçesine girip ardından demir kapıyı kapattıktan sonra ben de usulca evin arka garaj kapısına yöneldim. Cebimdeki anahtarı sessizce kilide yerleştirip çevirdim. Metalin dönerken çıkardığı hafif tıkırtı, sokağın sessizliğinde belirginleşti.

 

Kapı aralandığında, içeriden hafif bir yağ ve eski metal kokusu yüzüme vurdu. Birkaç adım attım ve loş sarı ışığı yakan düğmeye bastım.

 

Yoldaşımı, yani motorumu, garaja park ettim. Soğuyan metal parçalarından hafif bir tıslama sesi geliyordu. Kenardaki özel temizlik mendili kutumdan yeni bir mendil aldım. Yüzeyde biriken ince toz tabakasını yavaşça sildim; mendilin her hareketinde motorun gövdesi, ışığın altında yeniden parlıyordu.

 

Normalde oturduğum deri koltuğu da silerim ama bu sefer silmedim. O koltuğun üzerinde, Mihri’nin az önce bıraktığı o belirsiz sıcaklık ve belki de tenine sinmiş hafif papatya kokusu vardı. Mendili havada durdurdum; izini silmek istemedim.

 

İşim bitince elimdeki bezi çöpe attım. Garajın bahçeye açılan kapısını kapatırken kilidin metal sesi geceye karıştı.

 

Kapı seslerimden uyanıp kulübesinden çıkan Burçak, beni görür görmez kulaklarını dikti. Önce başını yana eğerek bir an beni inceledi, sonra endişeli ifadesini bırakıp heyecanla bana doğru koştu.

 

Başını okşadım, gıdıklarını sevdim. Sıcak nefesi avuç içlerime vuruyordu. Ama bu ona yetmemiş olacak ki ön patilerini kollarıma dayayıp bana doğru yükseldi. Bu, “Beni daha çok sev.” demekti Burçakça.

 

Ben de öyle yaptım. Başını iyice kaşıdım, gıdıklarını sevdim. Bembeyaz, pamuk gibi tüyleri yumuşacıktı ve avuçlarımın arasında sıcacık duruyordu.

 

Mamasını ve suyunu kontrol ettim. Funda veriyor zaten ama yine de bakmak istedim. Mama kabı doluydu, su kabındaki damlalar ışığı hafifçe yansıtıyordu.

 

Salona açılan pimapen kapıyı yavaş ve dikkatli bir şekilde kaydırıp içeriye girdim. İçeride en ufak bir ses yoktu; bu, büyük ihtimalle dedemin şekerleme yaptığı anlamına geliyordu.

 

Birkaç adım sonra kanepede uyuduğunu gördüm. Nefesi düzenliydi, pencereden süzülecek giren güneş ışığı hafifçe yüzüne vuruyordu.

 

Ahşap merdivenlere yöneldim. Ne kadar gıcırdasa da yavaş ve dikkatli bir şekilde adımlayarak üst kata çıktım. Hemen banyoya girdim. Ilık suyun tenime değdiği an, kaslarım gevşedi.

 

Biraz önce yaşadığım heyecandan vücudum sıcacık olmuştu. Üstüne bu Kuşadası’nın yapışkan sıcağı eklenince tamamen yanıyordum. Duş, biraz olsun vücudumu serinletip düşüncelerimi berraklaştırdı.

 

Yine dikkatli bir şekilde aşağı kata inip dolaptan birkaç yemek çıkarıp ısıttım. Buharı hafifçe yüzüme çarpıyordu. Tabaklara koyup üst kata, odama çıktım.

 

Masamın üzerindeki not kağıtlarını ve bilgisayarımı kaldırıp yüzeyi temiz bir şekilde sildim. Ardından tabakları koydum. Yemeklerin herhangi bir dosyaya sıçramasına tahammülüm yoktu. Lekeler beni her zaman sinirlendirirdi.

 

Yemeklerimi yerken aklımda bugün yaşadıklarım dönüyordu. Bartu’nun gönlünü almak ve aramızdaki kırıklığı gidermek için yola çıkmıştım ama Tanrı, bana sevdiğim kızla unutulmaz bir an yaşatmıştı. Bu, bana verilmiş bir hediye gibiydi.

 

Doğru yolda mıyım bilmiyorum… Ama kalbim, bugün yaptıklarımdan ötürü çok rahattı. İçim ferahtı.

 

Yemeklerimi bitirince aşağı indim. Sessiz adımlarla bulaşıklarımı yıkadım. Köpüklerin arasından suyun hafif sıcaklığı avuçlarımı sardı. Yine odama döndüm.

 

Aklıma, Bartu’nun çalıştığı kitap kafeden çıkmadan önce yaptığım şey geldi. Mihri ile bugün ilk karşılaştığım dini kitapların olduğu reyona dönüp, Mihri’nin baktığı kitaplardan bir tanesini almıştım. Dükkândan çıkarken, pantolonumun cebine yerleştirmiştim.

 

Banyoda bıraktığım pantolonumun cebinden kitabı dikkatle çıkardım. Kapağı pürüzsüzdü, yeni basımın o kendine has kokusu hâlâ sayfaların arasındaydı.

 

Odama döndüm.

 

Üzerinde süslü kaligrafik bir şekilde “Gençlik Rehberi” yazıyordu. Diğer kitapların da başlıklarını okumuştum; yani Risale-i Nur serisindekileri. Ama bu, bana daha çok hitap eden ve bana rehberlik edecek doğru kitapmış gibi hissettirmişti.

 

Yatağıma uzanır gibi oturdum. Yastığımı sırtıma dik şekilde yaslarken başımı da bazanın başlığına koydum. Kitabın ön ve arka kapaklarını inceledim. Sayfalarını merakla karıştırırken parmak uçlarım, ince kâğıdın serinliğini hissetti.

 

Sonuçta bunu Mihri önermişti.

Eminim bana iyi gelecekti.

Mihri gibi, bu kitap da bana şifa olacaktı.

İlk sayfasından okumaya başladım.

 

 

---

 

 

---

 

 

 

Mihri’den

 

Bulaşıkları köpürtürk sanki baloncuk köpüklerin değil de düşüncelerimin içinde kaybolmuştum. Eve geldiğimden beri aklım, bugün yaşadıklarımı bozuk bir plak gibi tekrar tekrar başa sarıyor, gözlerimin önüne getiriyordu.

 

Günler sonra ilk defa ayaktaydım. Yürüyordum özgürce. Ne zamandır ilk defa bir kitap kafeye gitmiştim; hem de Bartu abim ve Bükra’nın çalıştığı kafeye.

 

İkisiyle çok keyifli vakit geçirmiştim. Hatta hep merak ettiğim ama hiç giremediğim kafedeki arka bölmeye geçmiş, kahve makinelerini yakından görmüştüm. Fırında pişen kurabiyeleri, kruvasanları izlemiştim. O kadar tatlı anlardı ki…

 

Tabii bir de heyecandan kalbimi yerinden çıkaracak gibi çarpıtan koyu yeşil gözlü Tarık Bey vardı.

 

İstemsizce gülümsedim

 

Kitapların arasında kendimi kaptırmışken, biranda arkamdan sessizce yaklaşıp, uzanmaya çalıştığım kitabı bana vermesi beni şaşkına çevirmişti. Onun varlığını duyacak gibi değildim çünkü öyle sessiz yaklaşmıştı.

 

Bulaşıkları köpüklemeyi bitirip tezgâhın sol tarafına dizmiştim. Şimdi sıra durulamadaydı. Ellerim köpük içindeydi. Soğuk suyun kollarımdan akışı biraz olsun içimi serinletti.

 

Bugün yaşadığım o anları düşündükçe hâlâ kalbim hızlanıyor, nefes alışverişim değişiyor, vücudum sıcacık oluyordu. Hâlâ inanamıyorum; ben nasıl oldu da o güzel kafede vakit geçirip ikindi namazını kılmayı unuttum?

 

Ama bazı şeyler kader… Eğer namazımı unutmamış olsaydım, otobüste o insanların anlayışsızlığı canımı yakmamış olsaydı, otobüsü durdurup aşağı inmezdim. Ve Tarık’ın beni takip ettiğini fark etmezdim. O tatlı, utangaç ve centilmen tavırlarını göremezdim.

 

Evet beni takip ediyormuş bunu bu şekilde öğrenmiş oldum. Ama nedense ona kızgın olmak ya da ondan şüphelenmek yerine bu hareketinden ötürü kalbimde ona karşı sadece teşekkür duyguları vardı.

 

Otobüsten öylece inince gerçekten o kadar çaresiz ve her taraftan ümit kesik gibi hissediyordum ki, bir anda onun gelişi bana yardıma koşan bir melek gibi geldi.

 

O an panikten donup kalmıştım. Normalde aklıma gelecek şeyler, stresten gelmiyordu. Ama sağ olsun, onun bana yardımı hem çok kibar hem de çok nazikti.

 

 

Mutfağın beyaz led ışıkları yıkadığım tabaklarda parıldarken, onların tertemiz olması içimi de ferahlatıyordu. Bulaşık yıkamak bir çeşit terapi olabilir miydi? Bence olabilirdi.

 

Bulaşıkları bitirip etrafı toplarken, sanki düşüncelerimi de düzenlemeye çalışıyordum. Evet, bugün mutluydum. Çok keyifli anlar yaşamıştım. Ama aklımda hâlâ cevaplanmamış sorular, yerini koruyan bilinmezlikler vardı.

 

Geldiğimden beri yemek ve akşam namazı dışında hiç oturmamıştım. Eve gelince ocakta hiçbir şey bulamayınca dünden kalan yemekleri çıkarmış, yanına pratik bir salçalı makarna yapmıştım.

 

Anneannem kapıyı açıp beni içeri aldığında, gün boyu tansiyonunun çok yüksek olduğunu, yemek yapamayacak kadar halsiz kaldığını, sadece ilaçlarını içip uzanabildiğini söylemişti.

 

Böylece tüm servisleri ben yapmıştım.

 

Teyzemlerde tam yemek zamanı gelmişlerdi. Ben onlar direkt anneannemin yanına geldiler sanmıştım ama Alp ile beni bıraktıktan sonra Kuşadası'nda oturan teyzemin bir arkadaşına gitmişler ve dönüş saatleri trafikten ötürü geç saate kalmış.

 

Ne zamandır yatıyordum, değil mi?

Ama anneannemin anneme beni şikâyet edişi, sanki keyfi yer yatıyormuşum gibi söylemesi kullandığı sözcükler hala kulaklarımda çınlıyordu.

Çok dokunmuştu bana. O yüzden masadaki tüm gülümsemelerim zoraki idi. İçim kırıktı.

 

Oysa keyfi yere yatmamıştım ki… Geçirdiğim kaza benim suçum değildi. Ama demek ki bazı gözlere batmıştı. Yapacak bir şey yoktu. Yine içime gömdüm yaşadıklarımı.

Yalnız, artık içimde bir şeyler fazla gelmeye başlamıştı.

 

Ve içime fazla gelenler göz pınarlarımı dolduruyor, taşmak için göz kapaklarımın kapılarını çalıyorlardı...

 

Etrafı toparladıktan sonra bahçenin girişindeki taburelerde oturup sigara içip çaylarını yudumlayan anneanneme ve teyzeme:

“Epey yoruldum. Duş alıp yatacağım, sizlere de iyi geceler,” dedim. Sonra üst kata çıkan merdivenlerin yolunu tuttum.

 

Anneannem daha iyi görünüyordu.

 

Kimsenin yardımı olmadan, baston kullanmadan merdivenleri çıkabiliyor olmak bana öyle büyük bir mutluluk veriyordu ki… Normalde fark etmezdim belki, ama yokluğunu yaşayınca şükrettiğim bir nimet olmuştu yürüyebilmek.

 

Gün boyu üzerimde olan, terden ve yorgunluktan artık ağırlaşmış gibi hissettiren elbisemi, çamaşırlarımı, başörtümü çıkarıp makineye attım. Üst kattaki poşetimden diğer kirlileri de getirip çalıştırdım.

 

Sonra duşa girdim. Benim favorim hep ılık sudur. Geçen gün teyzem markete gitmeden bana bir şey isteyip istemediğimi sormuştu. Ben de çok sevdiğim papatya özlü şampuanı istemiştim. Sağ olsun, papatya sevgimi bildiği için bir de papatyalı duş jeli almış bana.

 

Rahatlatıcı, dinlendirici bir duşun ardından bornozumu giyip üst kattaki odamın yolunu tuttum. Şimdi baştan aşağı papatya gibi kokuyordum.

 

Valizimi karıştırdım, temiz bir pijama takımı buldum. Krem renkli, üzerinde minik çiçek desenleri vardı. Hem pamukluydu, çok rahattı, bayılıyordum ona.

 

Üzerime giyinip havluyla başımı sardım ki saçlarım suyunu bıraksın.

 

Önce güzelce yatsı namazımı eda ettim.

 

Bugün okumalarımı yapamadığım için, tüm ışıkları kapatıp üzerime ince bir şal alarak terasın yolunu tuttum.

 

 

Yemek, bulaşık derken zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım. Saate baktığımda 23:20 olmuştu bile.

Uzun zamandır bu kadar ayakta kalmadığım için ayağım sızlamaya başlamıştı. Sandalyenin yanına küçük bir tabure çekip ayağımı üzerine uzattım.

İş yaparken arada kendini hatırlatan bu sızıya fazla aldırmamıştım ama şimdi yorgunluğun ağırlığıyla daha çok hissediliyordu.

 

Tarık’ın bir anda gömleğini çıkarıp bana uzatışı hâlâ gözümün önündeydi. Onu sadece beyaz atletiyle görmek, nedense beni hâlâ utandırıyordu ve bir yandan da gülümsetiyordu.

Dudaklarımın arasından hafif bir kıkırtı dökülünce elimle ağzımı kapattım. Samimiyetini o kadar belli etmişti ki; yardım edişi içime dokunmuştu.

 

Kıldığım namaz bana ayrı bir huzur vermişti. Bir an kaçıracağım korkusu yaşamıştım ama kaçırmamış olmak kalbimi sevinçle doldurmuştu.

Namazdan sonra göz ucuyla Tarık’a baktım; arkasını dönmüş, kollarını bağlamış, sessizce bekliyordu. “Ne kadar beyefendi…” diye geçirdim içimden.

 

Dua etmek için ellerimi kaldırdığımda tatlı bir esinti şalımı hafifçe uçurdu. İçimden, “Eğer Tarık hakkımda hayırlıysa, yollarımızı en güzel şekilde birleştir, Rabbim.” dedim. Sonra ellerimi yüzüme kapatıp “Âmin” fısıldadım.

 

Gömleğini çırpıp ona geri verdim; bu defa gözlerimi kaldırmadım. Belki de o an benim bu hâlime gülmüştür.

 

Elimde risale vardı ama bir türlü dikkatimi veremiyordum. Aklım hep bugünkü anılara gidiyor, hatırladıkça yüzümde gülümseme eksik olmuyordu.

Kitabı kapatıp terasın duvarına bıraktım, gözlerimi gökyüzüne kaldırdım. Yıldızlara bakmak iyi gelecekti.

 

Sahi… Tarık da yıldız demek değil miydi? O an aylar önce ettiğim bir duam geldi aklıma: “Ya Rabbi, hayatıma bir yıldız doğur.” Belki de dedim, belki de Tarık o yıldızdır.

 

Kaskı takıp kilidi bağlayamadığım anı düşündüm. O an utanmıştım ama Tarık sabırla bekledikten sonra yanıma gelip hiç şalıma bile değmeden kilidi bağlamıştı.

 

Çok ince bir davranıştı. Yeşil gözlerine bakınca büyülenmiş gibiydim. “Keşke” dedim, “keşke o gözlere özgürce dalıp kaybolabilsem…”

 

Bir kahve iyi giderdi aslında; düşüncelerime eşlik eder, içimi ısıtırdı. Ama yorgunluk ağır basıyordu. Gözlerim kapanmaya başlamıştı. Banyonun da etkisiyle bedenimdeki gerginlik çözülmüş, yerini tatlı bir gevşeme almıştı.

 

Motor çalıştığında, eski kazanın izleriyle hep korktuğum o titreme gelmedi. Tarık öylesine dikkatli sürüyor, hızını öylesine ölçülü tutuyordu ki, kendimi güvende hissettim. Ayağım bir kere bile titremedi. Onun yanında korkularım hafifliyordu.

 

Yine de kendimi ona değmemek için motorun ucuna itilmiş, ellerimle oturduğum yeri sıkıca kavramıştım. Ama yolculuk tahminimin aksine huzurluydu. Belki keyifliydi bile… Ne zamandır bir motor yolculuğunda bu kadar rahat etmemiştim.

 

Bir an babamla geçmişte yaşadığım bir konuşma canlandı zihnimde. Ona motor sürmeyi ne kadar çok istediğimi anlatmıştım. Beni anlayacağını ummuştum. Ama sertçe çıkışmıştı:

“Kız motor sürer mi? Hem sen tesettürlü bir kızsın, motor üstünde ne işin var? Sen sürsen herkes sana bakar. Hiç olur mu öyle şey?”

 

O sözleriyle hayallerimi küçümsemişti. O gün anlamıştım: ona içimi açmamam gerektiğini. Ama yine de vazgeçmedim. Ne derse desin, motor sürme hayalimden hiç kopmadım.

 

Evet, ayağım bazen titriyor, kalbim hızla atıyor. Kalp çarpıntım da var. Ama ben inanıyorum. Tüm korkulara, tüm engellere rağmen hayallerime ulaşacağıma inanıyorum.

Ve bu umut içimde hep canlı kalıyor.

 

---

 

Tam kendimi ortamın huzuruna bırakmıştım ki, bahçeden gelen çığlıkla yerimden sıçradım. Üzerimdeki şalı tuttum, düşmemeye dikkat ederek merdivenlerden koştum. Aşağı kata vardığımda salon boştu. Bahçenin ışığı açıktı. Pimapen kapıyı hızla açıp dışarı çıktım.

 

“Ne oldu?!” diye haykırdım.

 

Anneannem bayılmıştı. Teyzem, yere düşmesini engellemek için onu kucağına almış, çığlık ondan kopmuştu. Alp ise balkon masasından kolonya kapmaya koşmuştu.

 

Yanlarına vardım, elime kolonya döküp anneannemin bileklerini ovuşturmaya başladım. Teyzem de yüzüne, boynuna sürüyordu. “Anne, kendine gel!” diyordu. Neyse ki birkaç saniye sonra anneannem gözlerini açtı.

 

Hemen bir sandalyeye oturttuk. İçeriden tansiyon aletini getirdim. Tahminimiz doğruydu: tansiyonu fırlamıştı. Daha kırk dakika önce gayet iyiydi oysa…

 

Teyzem kararlıydı. “Anne, bu böyle olmaz. Hemen acile gidelim.” dedi. Anneannem itiraz edecek hâlde değildi, başıyla onayladı.

 

Alp de “Ben de geleceğim!” diye tutturdu. Teyzem kabul etti, bana dönüp:

“Mihri, sen evde kal canım. Yoruldun zaten, dinlen. Anahtarları da sana bırakıyorum.” dedi.

 

Gerçekten çok yorgundum. “Tamam teyzeciğim, siz merak etmeyin. Aklım sizde olacak ama…” dedim. Anneannemin koluna girip arabaya kadar eşlik ettim.

 

Birkaç dakika içinde herkes hazırdı.

Teyzem evin anahtarlarını bana bıraktı, arabaya binip hızla uzaklaştılar.

 

Ben de bahçeye dönüp önce demir kapıyı, sonra pimapen kapıları kilitledim. Odamda tek başıma kalınca içime istemsiz bir ürperti düştü: “Allah muhafaza, ya hırsız girerse?”

 

Üç katlı koca villada ilk defa tek başımaydım. Gece vaktiydi. “Keşke onlarla gitseydim…” diye geçirdim içimden. Odamın kapısını kilitleyip gece lambasını ve bir mumu yaktım.

 

Kendimi sakinleştirmek için dua etmeye başladım: Ayet-el Kürsi, Felak, Nas… Bildiğim ne kadar sure varsa okudum.

 

Sonra biraz rahatlamak için defterimi ve birkaç kalemimi aldım, terasa çıktım. Belki içimi kâğıda dökersem huzur bulurum diye düşündüm.

 

Ama içimdeki huzursuzluk azalmıyor, aksine artıyordu. Kalem elimden kayıp defterin üzerine düştü. O an bir ses duydum. Kıpırdamadım, kulak kesildim. Çatıda bir tıkırtı mı vardı? Yoksa sadece hayalim miydi? Saat çoktan gece yarısını geçmişti.

 

Derken hafif bir rüzgâr esti. Mum alevi titredi. İçimdeki ürperti büyüdü. Ayak sesleri… tıkır… tıkır… Çatıda giderek yaklaşan adımlar…

 

Normalde çevredeki evlerden sohbet sesleri gelirdi. O gece ise her şey susmuştu. Yan sokağın lambası da patlamıştı; ortalık neredeyse zifiri karanlıktı.

 

Kendi kendime “Korkuyorsun işte Mihri, yalnız kaldın diye kuruntu yapıyorsun.” desem de duyduklarım hayal olmayacak kadar gerçekti.

 

Olduğum yerde donup kalmıştım. Başımı çevirsem çatıyı görebilirdim, ama ya orada… hiç tahmin etmediğim bir şeyle karşılaşırsam? Cesaret edemedim.

 

Ayak sesleri daha da yaklaştı. Tıkır… tıkır…

 

Ve bir anda, siyah bir gölge terasın en uç kısmına indi. Ani bir refleksle döndüm.

 

Yüzünde siyah bir maske olan, kapkara gözlerle sahip bana bakan o korkunç bakışlar ile karşılaştım.

 

Nefesim kesildi.

 

Donmuştum.

 

O an bağırdım mı, yoksa sesim içime mi kaçtı… bilmiyorum.

 

 

 

---

 

 

“O an Mihri kadar ben de nefesimi tuttum. Siz olsaydınız ne yapardınız?”

 

Yorumlarınızı çok merak ediyorum, çünkü yazarken benim bile kalbim hızla çarptı!

 

°❀⋆.ೃ࿔*:・°❀⋆.ೃ࿔*:・°❀⋆.ೃ࿔*:・

Bölüm : 16.08.2025 22:49 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...