24. Bölüm
Mihrimah Altun / Bir Demet Papatya / 18.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

18.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

Mihrimah Altun
aydaki_yazar04

Selamünaleyküm 🌼

Papatyalar Umarım iyisinizdir.

Gerçekten bu bölümü yetiştirebilmek için bugün sabah 5.30'dan beri uyumadım

Şaka yapmıyorum gerçekten çok fazla yetiştirmem gereken sorumluluğum vardı ama bu kitaba ve siz değerli okurlarıma çok önem veriyorum.

Ve Elhamdülillah tüm zorluklara rağmen sözümü tutup bölümü yayınlayabildim.

 

Güzel değerli yorumlarınızla ve oylarınızla beni desteklerseniz çok mutlu olurum...

 

Gördüğünüz yazım yanlışları veya ufak bir hata varsa emojilerle beni uyarırsanız düzeltirim.

 

Şimdiden keyifli okumalar.

 

(⁠◕⁠ᴗ⁠◕⁠✿⁠)

 

 

 

---

 

"Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna apaçık âyetler indiren O'dur. Şüphesiz Allah, size karşı çok şefkatli, çok merhametlidir."

[ Hadid/9 ]

 

---

 

---

 

 

 

Uyuyorum… gördüklerim rüya.

Ama kulaklarım sesler duyuyor.

Ne uyuyorum, ne uyanığım. İkisinin arasında bir yerdeyim.

 

Başımda hafif bir ağrı… Zihnim yine üst üste birikmiş düşüncelerimin altında ezilmiş. İhtimaller, korkular, hayaller, umutlar birbirleriyle mücadele ediyor sanki.

 

Ama içimde çok net ve belirgin bir nokta var: Mihri.

 

O benim için güneş, umut, papatya… denizin sakinliği… o bembeyaz bulutlar kadar saf. Şimdiye kadar açmış tüm çiçeklerden daha güzel. O sadece güzel olsa… zarif, nahif, kibar, ince. Tüm güzellikler birleşse yine de Mihrim etmez.

 

Ona karşı hislerim çok net.

Ama aynı zamanda korkuyorum.

Onu kaybetme düşüncesi… sadece düşüncesi bile tüm dünyamı kara bulutlarla kaplamaya yetiyor.

 

Artık, onun da son mektubunda dediği gibi " Maskeleri Yırtmanın Zamanı" gelmişti.

 

Bana umut aşılayan şey, onun gözlerimi alan gülümsemesi.

O gülünce tüm dünya aydınlanıyordu.

O gülünce dünyam aydınlanıyordu.

 

Ve artık ona mektup da yazamıyordum.

Çünkü açık bir şekilde gerçek kimliğimi öğrenmek istediğini söylemişti.

Ne kadar abisinin arkadaşı olarak dün ona yardım etmiş olsam da, artık Tarık olarak, kimliğimle, tüm gerçekliğimle karşısına çıkmak istiyordum.

 

Gözlerinin içine özgürce bakıp, kalbimde onun için dolup taşan hisleri yüzüne haykırmak istiyordum.

 

Bir anda… gecenin sessizliğinde yayılan bir kadın çığlığı, tamamen uyanmamı sağladı.

 

 

Yerimden sıçrayarak doğruldum.

Hızla kalkmamla birlikte, varlığını unuttuğum göğsümün üzerindeki küçük kitap yatağın üzerine düştü.

Dün Bartu’nun çalıştığı kafeden satın aldığım kitaptı bu.

Hemen kitabı alıp komodinin üzerine bıraktım.

 

Geniş ve hızlı adımlarla terasa çıktım.

Siyah demir kapı kilitli değildi.

Çıplak ayağımla beton zemine bastığım an, dışarıdaki nemli hava yüzüme çarptı.

Hiç esinti yoktu.

Merakla etrafa baktım.

 

Ses nereden gelmişti? Mihri’nin sesi değildi, emindim.

 

Ama pek de uzaktan gelmemişti. Başımı uzatıp aşağıya dikkatlice baktım.

Yan evin (Mihri’nin evinin) bahçesinde bir hareketlilik vardı.

 

Onları daha rahat görebilmek için iyice köşeye geçip teras duvarından aşağı sarktım.

 

Mihri’nin anneannesi, Özgü teyzesinin kucağındaydı.

Mihri ise bileklerini ovalıyordu.

Tahminimce bayılmıştı.

Yardıma gitsem mi diye düşündüm. Ama sonra kendine geldiği için vazgeçtim.

 

Beş dakika sonra arabayla hastaneye doğru gittiler.

 

Ama Mihri gitmemişti.

Az önce evlerinin önünden geçip bahçeye girdiğinde bundan emin olmuştum.

 

Yani evde tek başınaydı.

 

Korkabilirdi. Tetikte olmalıydım.

 

Biraz önce şekerleme yaptığım için midir bilmem, kafam hâlâ sersemdi.

 

Banyoya geçip yüzüme soğuk su çarptım.

 

Canım bu sefer sert bir kahve çekiyordu.

 

Gece uyumak gibi bir niyetim yoktu.

 

Aşağı inip kahvemi hazırladım.

 

On dakika içinde tekrar terasa çıkmıştım.

 

Tam kahvemi teras duvarına bırakıp sandalyemi çekerken, bir çığlıkla yüreğim ağzıma geldi.

Bu ses Mihri’den başkasına ait olamazdı. Çok yüksek değildi ama korkuyla çıkarıldığı belliydi.

 

Ne yapmalıydım?

Hemen onun yanına gitmeliydim.

Ama bizim evden çıkıp onların bahçesine geçmek en az yirmi dakika sürerdi.

Kilitleri açmam gereken 3-4 kapı vardı, Mihri’lerde daha fazlası… Hem hiçbirinin anahtarı bende yoktu.

 

O an aklıma gelen en pratik, en hızlı yöntemi kullandım.

Hiç tereddüt etmeden teras duvarının üzerine çıktım.

Ayağım çıplaktı, sorun değildi.

 

Elimle demir paravanın en üstündeki sivri çubuğu kavradım.

Bir hamlede Mihri’lerin teras balkonuna atladım.

 

Ve verdiğim kararın ne kadar doğru olduğunu bir kez daha gözlerimle gördüm.

 

Mihri, üzerinde ince bir pijama ve başında her an uçacakmış gibi duran bir şal ile ayakta duruyordu.

 

Bayılmak üzereydi.

 

 

Karşıda ise terasın içinde simsiyah kıyafetli bir adam vardı. Boyu 1.70 civarındaydı. Yüzü gözleri hariç tamamen kapalıydı.

 

Bir saniye bile düşünmeden Mihri’nin önüne geçtim. Tehditkâr, sert ve net bir sesle bağırdım:

 

— Defol git buradan!

 

Karşı tarafın gözlerinde şaşkın bir ifade belirdi. Hiç ses çıkarmadı. Bir adım geri attı. Göz temasını koparmıyordu.

 

Benim tek endişem, Mihri’nin bayılıp kalması ya da adamın silahlı olmasıydı. Bu tekin olmayan tipte her şey mümkündü.

 

Sinirle bir adım daha öne çıktım:

— Laf anlamıyor musun? Eğer sağlam kalmak istiyorsan, defol git hemen!

 

Adam birkaç adım daha geri çekildi. Sonunda konuştu:

— Mihri Hanım’a bir mektubum var. Meselem onunla. Aradan çekil, seninle bir işim yok.

 

— Onun meselesi benim meselem! Hem sen kimsin? Hırsız mısın, sapık mısın belli değil! Ne mektubu?

 

Adam kendinden emin bir sesle karşılık verdi:

— Cengiz Bey’in emri böyle.

 

Cengiz mi? O da kimdi? Mihri başka birinden mi mektup alıyordu? Hem de böyle tuhaf bir şekilde? İmkânı yok! Bu adam kesin yalan söylüyordu.

 

Sabrım taşmıştı. Üzerine yürüdüm, yakasını kavradığım gibi silkeledim. O ise gözlerini kaçırmadan bakıyordu.

 

Göz ucuyla Mihri’ye baktım. Olduğu yerde donup kalmıştı. Gözlerinden endişe akıyordu.

 

Ve korktuğum şey oldu.

 

Adam birden arka cebine davrandı, küçük bir tabanca çıkardı.

 

Namlu, Mihri’nin alnına doğruldu.

 

O an bağırdım.

Sesim geceyi yırttı.

Ama Mihri tepki bile vermedi.

Donmuştu.

 

Saniyesinde adamın eline yumruğu indirdim. Silah bir kenara fırladı. Adam acıyla inledi, sendeledi.

Boşluğunu yakaladım.

Üzerine atladım, kolumu boynuna doladım.

 

Hırıltılar çıkarken son bir hamleyle başının arkasına sertçe vurdum.

 

Eğitmenimin öğrettiği teknik işe yaramıştı. Adam bayıldı.

 

Nefesini kontrol ettim. Yaşıyordu. Sadece bayılmıştı.

 

Başımı kaldırdığımda… Mihri ile göz göze geldik.

 

Kim bilir şimdi benim için ne düşünecekti? Belki bir manyak olduğumu…

Belki sahte bir kimlik ile onu kandıran bir mektup arkadaşı olduğumu…

Belki de takıntılı bir sapık…

 

Şu an zihnime sadece kötü ihtimaller ve negatif düşünceler üşüşüyordu.

 

 

Gözlerimi onunkilerden ayıramadım. Donmuştu.

 

Sanki zaman bedenini zincirlemişti.

 

Ama gözlerinde bir hareket vardı; korku, endişe, panik, anlam verememe… Hepsi bir film şeridi gibi ardı ardına geçti.

 

İçime başka bir korku daha çöreklendi: Kalp atışlarının hızlanıp, Çınar ağacından düştüğü gündeki gibi bir anda durması.

 

Evet, bu bir ihtimaldi. Doktor da söylemişti: “Tekrar böyle bir durum yaşarsa geri dönüşü olmayabilir.”

 

Evet, kalbi durabilirdi. Ve şu an… sanki benim de kalbim durmak üzereydi.

 

 

Sonra bir anda, o görünmez zincirler çözülmüş gibi başını bizim terasın olduğu tarafa çevirdi Mihri.

Uzun uzun baktı. Ardından yeniden bana döndü. Gözleri boydan aşağı süzdü, sonra tekrar o tarafa kaydı. Yeniden bana döndü.

 

Ağzı hafifçe aralandı. Şaşkınlığı yüzüne kazınmıştı. İnce bir sesle mırıldandı:

 

— Yol… Yol hizar… Sen misin?

 

Dilimi yutmuştum. Birkaç saniye önce başına tabanca doğrultulmuştu. Normalde buna şaşırmasını beklerdim. Ama hayır… Onu asıl sarsan şey, benim yan taraftan atlayarak balkonuna gelişimdi. Sanki günlerdir bu anı bekliyordu. Belki de şok içinde ilk fark ettiği bendim.

 

Sorusuna cevap veremedim. Gerginlik damarlarımdan taşarken nemli, boğucu havaya rağmen kollarımdan soğuk ürperti yayılıyordu. Kalbim, demir korkuluklara vuran rüzgâr gibi gürültülü atıyordu.

 

Mihri birkaç adım attı. Terasın kenarına yaklaşırken adımları eğretiydi, sanki bedenine hükmedemiyordu.

Bir an sendeledi.

 

Nefesimi tuttum.

 

Sonra her şey bir anda oldu. Balkona uzanırken ayakları kayar gibi oldu, bedeni yana devrildi. Gözleri kapandı.

 

O an refleksle hareket ettim. Parmaklarım, düşmeden önce bileğine kenetlendi. Diğer elim belini kavradı. Sanki parmaklarımın arasından kayıp gidecek bir sırdı.

 

Onu tuttuğumda sırtı balkon duvarına değmek üzereydi. Yüzü bana dönüktü ama gözleri hâlâ kapalıydı. Beş, on saniye geçti ya da geçmedi… Sonra bir esinti yükseldi. Rüzgâr balkon demirlerini titretti. O titreşim, kalbimin çırpınışına karıştı.

 

Mihri göz kapaklarını araladı. Bir eliyle, kolumu kavramış elimden destek aldı. Tüylerim diken diken oldu. Kalbim göğsümü yumrukluyordu.

 

Gözleri tamamen açıldı. Karanlığın içinde bakışları gözlerime değdi. Ve işte o an… Sözcükler gereksizdi. Gözlerimiz konuşuyordu; ruhlarımız aynı çizgide buluşmuştu.

 

Sessizlik ağırdı. Zaman durmuş gibiydi.

 

Sonra büyüyü o bozdu. Bana tutunan elini bıraktı, doğrulmak istedi. Ama daha sert bir rüzgâr esti. Başındaki gevşemiş şal havalanıp açıldı.

 

Zaman ağır çekime girdi. Saç telleri geceyle yarışarak savruldu.

 

O anda burnuma mis gibi bir papatya kokusu doldu.

 

O kadar yoğundu ki ve o kadar tarif edilemez derecede huzur verici ve güzeldi ki kelimeler kifayetsiz.

 

Ben hemen gözlerimi kapattım. Çünkü Mihri saçlarını örterdi.

O saçlara bakmaya hakkım yoktu. Biliyordum, bakarsam incinecekti.

 

Bir çığlık attı:

 

— Bakma! Sakın bakma!

 

Oysa ben çoktan gözlerimi yummuştum.

 

— Sakin ol, dedim yumuşak bir sesle. Gözlerim kapalı. Sen sadece doğrul ve otur. Dengen hâlâ zayıf.

 

Sesi hâlâ telaşlıydı, tehdit eder gibi fısıldadı:

 

— Açma gözlerini… Açarsan…

 

Devamını getiremedi. Başını tuttu, acıyla inledi.

 

Onu belinden kavrayan elimle biraz daha sıktım. Bedeni tüy gibi hafifti.

Avuçlarımda bir papatya taşıyordum.

 

Onu dik pozisyona getirdim. O anda kısık bir sesle mırıldandı:

 

— Başım dönüyor… Midem… Oturmalıyım…

 

Hemen yardım ettim. Olduğu yere yavaşça oturdu.

 

Ben de etrafında ellerimle güvenlik çemberi ördüm.

Düşmesine izin veremezdim.

 

Çünkü artık onu tutmak, sadece bir refleks değil; kalbimin en büyük vazifesi olmuştu.

 

 

Ben de onunla birlikte balkon zeminine çökmüştüm. Başımı diğer tarafa çevirdim, gözlerimi açtım. Ellerimle soğuk zeminde biraz önce rüzgârla uçan şalı aradım. Biraz ileriye savrulmuştu.

 

Hemen alıp Mihri’nin yanına döndüm. Kendine gelmiş gibiydi ama hâlâ iyi görünmüyordu. Bakışlarım yerdeydi; elimdeki yumuşak şalı ona doğru uzattım.

 

Kısık bir sesle, “Eğer örtmek istersen…” diye fısıldadım. Elim hâlâ ona uzanıyordu.

 

Fısıldamayı duydu. Hemen titreyen ellerimden aldı.

 

Birkaç dakika sonra kısık sesle sordum:

— Bakabilir miyim?

 

“Şalımı örttüm, bakabilirsin.” dedi güçsüz bir sesle.

 

Bahçedeki cırcır böcekleri susmadan öterken, karanlığı delen bir sokak lambası bile yoktu. Tek aydınlığımız, üzerimizdeki yıldızlardı.

 

İşte o an, Mihri’yle aynı terasta baş başaydık.

 

Başımı kaldırdım. Karşımdaki papatyaya baktım. Gözlerim karanlığa alışmıştı belki… Ama yok. Yine de o, geceye rağmen bir güneş gibi ışık saçıyordu.

 

Bir de gülümseseydi… O zaman tam gün doğardı bana.

 

Ama halsizdi. Ruhsal da değildi, bedensel de. İyi görünmüyordu.

 

İçimde bir ses yükseldi: “Onun bu hâlinde senin de payın var.”

Tamamen haksız sayılmazdı.

 

---

---

 

5 dakika öncesi

 

Mihri’den

 

Cengiz’in beni takip ettirdiğini, haftalar önce gönderdiği mektuptan anlamıştım. Ama bu kadar ileri gideceğini hiç düşünmemiştim.

 

“Korkutmak için yazmıştır,” diye avutuyordum kendimi. Hem, peşimde birini de görmemiştim. Ama bazen huzursuz oluyor, gündüz vakti bile perdelerimi kapatıyordum.

 

Yine de… Bir gece yarısı, evde tek başımayken adamını gönderecek kadar ileri gideceğine ihtimal vermiyordum.

 

Tamam, biliyordum. Cengiz dengesizdi. Ne yapacağını kestirmek imkânsızdı. Ama bu kadarını beklemiyordum. Anlaşılan, yine yanılmışım. Onun için sınır yoktu.

 

Bütün yaptığı bir ele geçirme arzusu. Gururuna yediremiyor, takıntı hâline getiriyor. Sağlıklı hiçbir açıklaması yok!

 

Ama… neden? Neden bunu yaptı?

Anlayamıyordum. Kabul de edemiyordum.

 

Şok içindeydim. Donmuş gibiydim. Tepki veremiyordum. Bu benim yıllar içinde geliştirdiğim bir şeydi: panik anında taş kesilmek…

 

Zihnimden geçenler bunlardı.

 

Bir yandan Cengiz’in yaptığı bu insafsız hamleyle dehşete düşüyordum. Ama diğer yandan… hiç beklemediğim bir gerçekle yüzleşiyordum.

 

Haftalardır mektup arkadaşım olan “Yol Hizar”… Kapısını tıklattığımda karşıma çıkan o uzun siyah saçlı, çok konuşmayan kızın arkasında gizlenen isim…

 

Bir anda karşımdaki o ilk gördüğümden beri hiç unutamadığım koyu yeşil gözlerin sahibi çıkmıştı.

 

Tarık’tı.

 

İnanılır gibi değildi.

İnanamıyordum.

 

Sevinmiş miydim?

Mektup arkadaşımın Tarık çıkmasına mutlu mu olmuştum? Yoksa kandırılmış gibi mi hissediyordum?

 

Bilmiyordum. Hiçbir şey bilmiyordum.

 

Tek bildiğim, bu boğucu, daraltıcı, karmaşık durumdan kurtulmak istediğimdi. İçimde feryatlar kopuyordu. Ama dışım… dışım ürpertici bir sessizliğe bürünmüştü.

 

Üzerimde ne vardı? Müsait miydim? Bilmiyordum. Hatırlamıyordum. Zihnim karmakarışıktı. Ve evet… hiç iyi değildim. Hiçbir yönden iyi değildim.

 

Demek ki biraz önce bağırabilmiştim ki Tarık sesimi duyup gelmişti. Bir de o nasıl bir gelişti öyle! Sanki bir anda gökten düşer gibi... Yan terastan atlamıştı. İlk defa teraslar arasında geçiş yapmanın bu kadar kolay olmasına sevinmiştim. Ve gerçekten saniyesinde buradaydı. Yoksa ben, karşımda sadece gözleri gözüken simsiyah adamla ne yapacaktım?..

 

Ellerim buz kesmişti. Genelde de soğuktur ama ne zaman üzülsem, stres yapsam iyice ellerim ayaklarım donup kalır. Bir yandan da vücudum titriyordu; stresten, korkudan... ya da bilemiyorum. Bu ani panik anlarında duygularımı dışarı yansıtamadığım için, hepsi içime birikiyor ve yankı olarak vücudumdan sağlık problemleri olarak çıkıyordu.

 

Rüzgârın uğultusu kulaklarıma vururken, hâlâ biraz önce kafama silah doğrultan bir adamla karşı karşıya olduğuma inanamıyordum. Evet, bayağı bayağı kafama silah doğrultmuştu! Allah’tan… gerçekten sadece Allah’tan Tarık buradaydı. Dövüş sanatlarına hâkim olmalıydı; çevik bir hamleyle adamı anında etkisiz hale getirdi.

 

Az önce de beni arkasına almıştı. Sanki o… öyleydi değil mi? Ah, başım! Bir elimle başımı tuttum. Şu an gerçekten hiç iyi değilim, midem bulanıyor. Zaten karanlık olan balkonda iyice gözlerim kararıyor.

 

Zorlanarak da olsa, tekrar o heyecanla mektupları bıraktığım ve cevabını beklediğim paravana çevirdim başımı. Tekrar Tarık’a baktım. Kendimi inandırmak ister gibi, bir daha baktım. Evet, o mektupları yazdığım kişi oydu. Ya, Tarık’tı! Öyle olmalıydı…

 

Ayakta durmakta zorlanıyordum. Destek almak için balkon duvarının yanına doğru adım attım. Adımlarım eğretiydi, sendeliyordum. Bir anda gözlerim kapandı, şuurum gitti. Dünya dönmüştü sanki…

 

Ve gözlerimi açtığımda onun kollarının arasındaydım. Evet, dizlerimiz çok yakındı. Hatta neredeyse nefesi yüzüme çarpıyordu. Çok hızlı ve sesli nefes alıyordu. Panik hâlinde olduğu belliydi.

 

Bir dakika… ben onun kollarının arasında mıydım? Ay, demek ki biraz önceki gözümün kararması… ah, şimdi hatırladım. Bayılmıştım. Ve o da beni tutmuştu. Evet, beni tutmuştu!

 

Şimdi benim de hissettiğim onun eliydi. Bir an bilincimin yerine gelmesi ve olayı idrak etmemle hemen hareketlendim. Ondan uzaklaşmak, bu rahatsız edici durumdan kurtulmak için arkaya yaslanmaya çalışıyordum ki… sert kuvvetli rüzgârla, zaten gevşemiş olan şalım bir anda kayıp yere düştü.

 

Hih!.. Saçlarım! Saçlarım açılmıştı. Toka ile de tutturmamıştım. Şu anda başörtüm yoktu! Panikle var gücümle bağırdım:

 

— Sakın bakma! Bakma!..

 

Hemen gözlerine baktım, onu kontrol etmek için. Gözleri kapalıydı. Gerçekten kapalıydı, hatta sıkı sıkıya yummuştu. Görmemişti. Evet, görmemişti saçlarımı… Yine de onu uyarmaktan kendimi alamadım:

 

— Bakma! Bak… sakın bakarsan, var ya!..

 

Dudakları hafifçe kıvrıldı. Onu tehdit etmem, bence de şu an gülünç bir durumdu. Çünkü beni kurtaran oydu. Hem… ben ayakta durmakta zorlanıyordum ki!

 

Neyse ki bel kıvrımındaki elini çekti. Kollarımdan destekleyerek önce doğrulttu, ardından ellerini serbest bıraktı. Olduğum yere, bir elimle duvardan destek alarak çöktüm. Sanki yaz mevsiminde değildik; korku ve panik vücudumu o kadar ele geçirmişti ki her yanım buz kesmişti.

 

Şalım neredeydi? Şu an yerler o kadar karanlıktı ki onu görmeme imkânsızdı. Tarık da benimle birlikte zemine eğilmişti. Biraz benden uzaklaştı ve sonra bana doğru bir şey uzattığını fark ettim. Hemen uzanıp aldım. Çok şükür, hemen bulmuştu.

 

Yapabildiğim en hızlı refleksle başıma doladım pamuklu şalımı. Artık saçlarım kapanmıştı. Gerçekten tesettüre alışınca, bir an bile saçlarının sıyrılıp uçması, insanın kendini çıplak hissetmesi kadar korkunçtu.

 

Hafifçe Tarık’ın yüzüne baktım. Galiba karşı komşular, bu tarafa bakan bir odanın ışığını yakmışlardı. Çünkü şu an yüzü aydınlıktı. Ve gözleri hâlâ kapalıydı.

 

İzin ister gibi bekliyordu. İstedi de zaten:

— Bakabilir miyim? diye sordu.

 

Şalımı örttüm.

— Bakabilirsin, dedim.

 

O gecenin karanlığında bile, bir yıldız gibi parıl parıl parlayan koyu yeşil gözlerini açtı. Saniyesinde gözleri beni buldu. Yüzündeki gülümseme biraz daha derinleşti. Sonra yanağındaki minik çukur belirginleşti.

 

O kadar tuhaf bir an yaşıyorduk ki… İkimiz de şu an ne konuşacaktık? Ne konuşabilirdim ya da şu an ne demeliydim? Bilmiyorum… gerçekten bilemiyorum.

 

Biz de konuşmadık.

 

Teras balkonunun yerindeydim; bacaklarımı karnıma çekmiş, kollarımı da dizlerimin etrafına sarmıştım.

 

Kendime sarılır gibi...

 

Tarık ise biraz mesafe bırakarak yanıma çöktü. O da aynı şekilde oturmuştu; tek farkı, kollarını benim gibi dizlerinin çevresine dolamak yerine bacaklarının üstüne bırakmış olmasıydı.

 

Ağustos böcekleri bu gece hiç olmadıkları kadar coşkulu ötüyorlardı; yani Allah’a tesbih ediyorlardı. Yanımızdaki daireden konuşma sesleri geliyordu. Odanın ışığını yaktıkları için bulunduğumuz ortam, on dakika öncesine göre biraz daha aydınlıktı. Uzaklardan bir melodi kulaklarımıza çalıyordu. Çok net değildi ama tanımadığım bir şarkıydı. Acaba kalbimin notaları mıydı duyduklarım, yoksa gerçekten çalınan bir şarkı mıydı?

 

Biraz böyle kalmak bana iyi gelmişti. Mide bulantım geçmiş, baş ağrım hafiflemişti. Zihnim sessizlikte dinginleşmiş, berraklaşmıştı. Yalnız, yanımdaki beni kurtaran beyefendi konusunda hâlâ bir netliğe kavuştuğum söylenemezdi. Ama genel anlamda daha sakindim.

 

Aramızdaki sessizlik uzayıp gitti. Bana dakikalar, yıllar, asırlar gibi geldi. Sessizlik bile o kadar çok şey anlatıyordu ki… Bunu, gürültüyle kulaklarını köreltenler bilemezdi.

 

Biraz önce yaşadığım olayın farkına daha çok varıyordum artık. Kalbim hâlâ kabullenemiyordu ama aklım gerçeği anlamıştı.

 

— Hâlâ takıyor musun?

 

Uzun süre sessizlikten sonra Tarık’ın konuşması garip gelmişti. Hafifçe başımı çevirip ona baktım. Eliyle bileğimdeki, bana doğum günümde bir mektup zarfının içinde hediye edilen papatyalı boncuk bilekliği işaret ediyordu.

 

— Evet… dedim sakin bir sesle. Tabii ki takıyorum. Bu bileklik bana doğum günümde verilen en güzel hediyeydi.

 

Bakışlarım bir anda eline kaydı. Eli belli belirsiz boşlukta titriyordu. Gözlerimle onun gözlerini buldum, incitmekten çekinerek sordum:

 

— Elin mi titriyor?

 

Sorumu duyunca bir anda bileğime uzattığı elini çekip arkasına sakladı. Bu hareketi beni şaşırtmıştı. Sonra, saniyeler içinde tekrar çıkardı. El hâlâ titriyordu. Onu yeniden bacaklarının üzerine bıraktı ama bu sefer yüzüme bakmıyordu; başını öne eğmişti.

 

— Evet… dedi, kabul edercesine. Titriyor. Kazanın bana bıraktığı hatıra bu.

 

— Kaza mı? dedim şaşkınlıkla.

 

— Babamla… altı-yedi ay önce geçirdiğimiz kaza.

 

Şimdi eli tam önündeydi. Gerçekten de hâlâ titriyordu. Hafifti ama belli oluyordu.

 

Nedense “kaza” der demez içime kötü bir his çökmüştü.

 

— Bunu… dedi, çenesiyle titreyen elini göstererek. Gösterdiğim ilk kişisin. Daha önce kimseye bu zayıflığımı açmadım.

 

Şaşırmıştım.

 

— Bu bir zayıflık değil, dedim. Sesimde hafif bir kızgınlık vardı. Başına gelen bir musibetin böyle bir sonucu olması senin zaafın olamaz. Bu sadece Allah’ın bir imtihanı.

 

Bunu söylüyordum çünkü kendim de defalarca yaşamıştım. Motora her bindiğimde ayağım titrediği için kendime kızdığımı hatırladım. Ama bunun doğrusu buydu.

 

O ise bir şey söylemedi.

 

Ben de kollarımı dizlerimin etrafından çözüp ellerimi serbest bıraktım. Fark ettim ki benim de ellerim titriyordu.

 

— Bu durumu yaşayan tek kişi sen değilsin, dedim başımla ellerimi işaret ederek.

 

Hemen dikkat kesildi.

 

 

— Ellerin… biraz önce çok korktun, değil mi?

 

Bir an durdu. Sanki aklına yeni bir şey gelmişti. Yüzünde kararsız bir ifade belirdi.

 

— Kalp atışların nasıl? Ani bir hızlanma var mı, yoksa normal mi?

 

Son soruyu sorarken yüzü gerilmişti. Sesine sinmiş tedirginlik çok belirgindi.

 

Sorusu beni hazırlıksız yakalamıştı. Ama lafı dolandırmadım.

 

— Evet, korktum, dedim. Ama şimdi… biraz daha düzeldi. Kalbim normal atıyor.

 

“Kalp çarpıntım olduğunu nereden biliyordu?” diye düşündüm.

Sonra aklıma geldi: Tabii ya… Çınar ağacının yanından düştüğümde beni hastaneye götürmüştü. Kesin doktordan öğrenmişti. Çünkü ben bile o kazadan sonra durumumun kötüleştiğini ancak teyzemin uyarısıyla fark etmiştim.

 

— Özür dilerim, dedi. Daha önce gelmeliydim. Çok korkmuşsun…

 

Başını suçlu suçlu eğmişti. Kendini gereksiz yere suçluyor gibiydi.

İçimde istemsiz bir gülümseme belirdi. Çünkü yaşadığım şeyde en son suçlanabilecek kişi oydu.

 

— Bu durumda suçlu gösterilecek son kişisin, dedim kendimden emin bir sesle.

— İşte buna katılmıyorum, dedi gururlu bir tonla. Senin bu kadar korkmanı, hele de ellerinin titremesini engelleyemediysem… suçlanacak ilk kişi benim.

 

--

--

 

Bir şey diyemedim. Önüme baktım.

Kalbim hızlanmış, yanaklarım ateş gibi yanmaya başlamıştı.

 

Ne zamandır? dedim içimden.

Ne zamandır biri benim için böyle bir şey söylememişti?

 

Cengiz’in bana yaptıklarında zerre kadar düşünülmemiştim. Onun için ben sadece kontrol etmesi gereken biriydim, tatmin edeceği bir güç oyunundan ibarettim.

 

Ailem… Özellikle babam. Hiçbir şeyden haberi yoktu. Zaten olsa da ne değişirdi ki? Onun için tek önemli olan kendi istekleri ve çıkarları...

Her şeyin sonunda suçlanacak kişi yine ben olurdum.

Annemin değiştirmeye gücü yetmezdi.

Kardeşlerim daha küçüktü.

 

Anneannem, teyzem… Onlar da kendi hayatlarını yaşıyordu. Onlara anlatsam bu sefer aile içinde büyük bir kavga patlak verirdi. Belki de dönüşü olmayacak kırılmalara yol açardı. Belki onları bir daha göremezdim bile.

 

İşte bu yüzden yaşadıklarımı sustum. Başımda ne olursa olsun, beni anlayacak kimse yoktu.

Beni kurtaracak tek, Allah’tı.

 

Ama sonra…

Her zor durumda, her çıkmazın ucunda, yanı başımda beliren o beyefendi vardı. Kumral saçlarının arasından yüzünü çevreleyen koyu yeşil gözleriyle… Dış görünüşünün aksine sakin ve şefkatli sesiyle.

Tarık.

 

Karşılaşmalarımız bir-iki derken artmaya başladı. Ve biliyorum… bunlar öylesine tesadüfler değil.

 

Yıllar içinde kalabalıklar içinde bırakıldığım yalnızlık, beni öyle bir noktaya getirmişti ki…

Bir gün gerçekten birisine güvenmek, ona kalbimi açmak, omzumdaki tüm yükleri bırakmak istiyordum.

Aynı zamanda da öleyse yeniden kırılmaktan tekrardan bir ihanete uğramaktan korkuyordum.

 

Kalbimin etrafındaki zincirleri söküp, o kişiye özgürce, doyasıya sarılmak…

Unutulacak değil, tam tersine unutulmaz bir kucaklaşma istiyordum.

 

--

 

( Sevgili Papatya Okurum 🌼

Eğer sende bu kucaklaşmaya ihtiyaç duyuyorsan buradayım.

Ve sana sıkı sıkıya sarılıyorum lütfen bunu yüreğinde hisset )

 

--

 

Tüm zorluklara yaşadığım umutsuzluklara rağmen ben inatla ısrarla bu hayalimden vazgeçmeyip Allah'tan ümidimi kesmiyordum ve kesmeyeceğim.

 

İnsanlar sarılınca kalpleri yan yana gelir derler.

Benim kalbim de bir bütün olmak istiyordu.

 

Nefes alışverişlerim hızlanmıştı. Sanki oksijen yetmiyordu.

Kesin kızarmıştım. Biraz önce zihnimden geçen düşüncelere utandım. Utangaçlık, beni daha da gerginleştirirken vücudum daha da ısındı.

 

Derin bir nefes alıp gökyüzüne baktım. Tam başımın üstünde, büyük ve sivri bir yıldız bana göz kırpar gibiydi.

 

Biraz sakinleşince konuyu değiştirmek istedim. Ama aklıma takılan bir soru vardı. İkilemde kalmıştım.

 

Sonunda merakıma yenildim.

 

— Peki ya baban?

 

Tarık yüzünü dizlerine gömdü. Sormamam gereken bir şey miydi? Belki de yanlış yapmıştım.

 

Sonunda başını kaldırdı. Evlerden yansıyan ışık yüzünü aydınlatıyordu. Gecenin karanlığına rağmen yemyeşil gözleri yıldız gibi parlıyordu. Saçları rüzgârla hafifçe uçuşuyor, uzun tutamlar alnına dağılıyordu.

 

— O… dedi güçsüz bir sesle. O artık yok.

 

İkimiz de buz kestik. İçimden, “keşke bu soruyu sormasaydım” dedim. Ama sonra hayır… belki de tam olarak bu soruyu sormam gerekiyordu. Ona babasının aslında yok olmadığını, sadece başka bir âleme geçtiğini söylemeliydim.

 

— Hayır, dedim. O var. O yok olmadı. Sadece şu an farklı bir âleme geçti; kabir âlemine. Başka bir hayata açılan kapıdan geçti.

 

Sesime elimden geldiğince umut katmaya çalışıyordum.

 

Hüzünlü gözleri gözlerime kilitlendi. İçinde kırıklık, yorgunluk ama aynı zamanda bir umuda tutunma isteği vardı. Sonunda yavaşça gülümsedi ve bakışlarını önüne çevirdi.

 

— Gerçekten öyle mi?

 

Sanki inanmak için onay bekliyordu.

 

— Gerçekten, dedim. Ama bu benim sözüm değil. Bizi yaratan Rabbimiz böyle söylüyor. Onun kitabı böyle söylüyor. Peygamber Efendimiz ve gelmiş geçmiş tüm peygamberler de bunu söylüyor. Onların söylediği yanlış olabilir mi?

 

Sessiz kaldı. Sonra derin bir nefes alarak fısıldadı:

 

— O zaman sevindim…

 

Ve bu kez yüzüme değil, yere bakarak kocaman gülümsedi. Gözleri kısılmış, dişleri görünmüştü.

 

— Sevindim çünkü, dedi, ben babamı çok geç buldum. Ve bulduktan kısa bir süre sonra da kaybettim. Onu kaybedince sanki kendimi de kaybettim. O yüzden bir umuda ihtiyacım vardı.

 

Sesi coşkuyla yükselmişti.

 

— Karanlığa gömülmüştüm. Ta ki güneşin bu kadar güzel olduğunu görene kadar…

 

---

 

---

Bu sözleri yüreğime işledi. İmasız, dolaysız bir şekilde kalbimden vurdu.

 

 

Kendi kendimi şapşal şapşal sırıtırken yakaladım. Hemen utanarak sağ elimle gülüşümü gizledim.

 

İçimde, yüreğimin en derinlerinde, yabancı bir sıcaklık dolaşıyordu. Tarık’ın gözlerindeki güven, yanımda suskunluğu, bana hiçbir zaman görmediğim bir yakınlığı veriyordu.

 

Ama işte tam o anda içimde başka bir ses yükseldi:

“Mihri… bu doğru mu?”

 

 

Beni korkularımdan kurtaran birinin yanında bulduğum huzurla, inancımın çizgisi arasında gidip geliyordum. İçimdeki terazinin bir kefesinde haramı olan hassasiyetim, diğer kefesinde bu yabancı yakınlığın büyüsü vardı.

 

Dudaklarımın arasından neredeyse fark edilmeyen bir fısıltı döküldü:

“Rabbim, kalbime doğru yolu göster, bana yardım et, …”

 

Tarık’a dönüp bakmadım. Ama kalbimin içinden geçenleri duysa, belki de her şeyi anlayabilirdi. Çünkü ben, bu anın sıcaklığına sığınırken bile içimde hem minnet hem de utanç taşıyordum.

 

Ben bu duygularla boğuşurken Tarık ayaklanmıştı. Sırtı bana dönüktü, ellerini düşünceli bir şekilde pantolonunun ceplerine sokmuştu. Birkaç adım balkonun sol uç tarafına doğru yürüdü.

 

Biraz önce kafasına vurup yere düşürdüğü şu maskeli adam oradaydı. Tarık yanına çökmüş, eliyle boynunda bir şeyleri kontrol ediyordu. Büyük ihtimalle nabzına bakıyordu… Yani ben öyle tahmin ettim. Sonra tekrar doğruldu ve başını bana doğru çevirdi.

 

— Kalkabilecek misin? diye sordu.

 

— Daha iyiyim, sorun yok, diye yanıtladım onu.

 

— Öyleyse, dedi. Bir yandan göz ucuyla yerde yatan hırsız kılıklı adama bakarak, bundan kurtulmalıyız.

 

Sesi netti.

 

— Evet, dedim. Dikkatli bir şekilde oturduğum yerden doğrulurken bir elimle teras duvarından destek aldım. Yine bayılma gibi bir durumla karşılaşmak istemiyordum. Yorulmuştum ama Elhamdülillah, biraz önceki hâlime göre şu an kendimi çok daha iyi hissediyordum.

 

Bu sırada Tarık, yerde yatan adamın kollarını boynundan sarkıtarak sırtlamıştı.

 

— Sizin evdekiler şu an yoklar değil mi? diye sordu.

 

Cevabını bildiği hâlde kibarlıktan sorduğu belli oluyordu.

 

— Evet, dedim. Anneannem rahatsızlandığı için hastaneye gittiler.

 

— O zaman işimiz daha kolay olur. Bu adamı buradan çıkartırken bizi kimsenin görmemesi daha güvenli.

 

— Kesinlikle, diyerek dediğine katıldığımı belirttim. Hatta paniklemiştim:

— Acele etmeliyiz, her an gelebilirler. Eğer bir de bu şekilde eve gelirlerse… ben bu durumun açıklamasını onlara kesinlikle yapamam. Geri dönülemez bir yanlış anlaşılma yaşamadan önce Tarık da bu adam da bu evden çıkmalı… İçimdeki ses bunları haykırıyordu.

 

Eğer o hareketlenmeseydi ben hâlâ balkonda oturmaya devam ederdim herhalde. Çünkü ne ruhen ne bedenen kalkacak, bir adım atacak mecâlim vardı. Ama o kalkmıştı, onun yanında olması bana gerçekten güç vermişti.

 

Balkonun demir kapısı açıktı. Önce ben içeri geçtim ve odanın ışığını yaktım. Tarık, sırtındaki adamla birlikte odanın kapısındaydı. Nedense odaya adımını atmıyordu. Benim iznimi beklediğini biraz geç anlamış olabilirim.

 

— Girebilirsiniz, dedim, müsait.

 

İçimdeki ses ise “Ya niye bekliyor, vakit kaybediyoruz!” diye haykırmaya devam ediyordu.

 

Bizim odaya girerken Tarık, sırtındaki adam olduğu için kapılardan geçmekte zorlanıyordu. Ben hemen merdivenlere açılan Pimapen kapıyı ardına kadar açıp kenarında bekledim. Sırtındaki ağırlığa rağmen hızlı hareket ediyordu. Merdivenlere ilk adımını attığında koridor boşluğunda merdivenleri aydınlatan otomatik ışık sensörü onu fark edip yandı.

 

Üç beş basamak aralık bırakılarak ben de peşlerine takıldım.

 

İkinci kata sorunsuz bir şekilde inmiştik. Üçüncü kata inerken tam merdivenlerin dönemeç kısmında, anneannemin yerleştirdiği ahşap beş katlı kitaplığa baygın adamın ayağı çarptı ve birkaç kitap yere düştü. Hemen hızlıca toparlayıp geri yerine koyarken Tarık fark edip bana döndü:

 

— Kusura bakmayın.

 

Ben bir erkeğin gerçekten böyle ufacık şeylere bile düşünceli davranıp dikkat ettiğini ilk defa görüyordum.

Babam yaptığı en büyük hataları bile asla özür dileyip kabul etmezdi.

Cengiz mi? O sadece kendini över dururdu.

 

Hiç incelik yaptığını görmemiştim. Ama şu an Tarık’ın bu yaptığı şey çok insanca, çok naifti… ve bana o kadar farklı geliyordu ki.

 

Son katın merdivenlerindeydik, beş basamak falan kalmıştı. Yan apartmanlardaki komşular tarafından gözükmemek için ekstra bir ışık açmamıştım. Sadece koridorlardaki sönük sensörlü ışıklarla önümüzü görüyorduk.

 

Artık Amerikan mutfağın olduğu giriş kata neredeyse inmiştik ki… Gecenin sessizliğinde sadece ağustos böceklerinin sesleri ve komşuların konuşmaları değil, anneannemlerin stres dolu yüksek sesli konuşmaları da kulağıma çarptı.

 

— Geldiler! dedim korkuyla.

 

Gelmişlerdi…

 

Ben şimdi ne yapacaktım? Ne açıklayacaktım, ne diyebilirdim? Şu an ne yapmalıydım? En iyi çözüm neydi? Hiçbir şey düşünemiyordum. Panik anında beynim çalışmazdı.

 

Hatta kendi ismimi bile unutabilirdim, o kadar düşünemiyordum.

 

Allah’tan Tarık, benim aksime bu tarz durumlarda çok soğukkanlı ve mantıklı karar verebiliyordu.

 

Salonun en sol tarafındaki pencereye doğru hızlıca ilerledi ve bana dönüp:

— Sizin bahçenin arka kapısı bu tarafta olmalı, değil mi?

 

— Evet evet! dedim. O tarafta arka kapı var.

 

— Perdeyi, pencereyi, sinekliği hemen açar mısın? Buradan arka tarafa çıkacağız. O zaman bizi göremezler.

 

İşte bu olurdu! Gerçekten o zaman göremezlerdi. Hem arka bahçedeki ışık patlamıştı, normalde oraya vuran sokak lambası da bugün çalışmıyordu. Görülmeleri pek olası değildi.

 

Bu düşünce zihnimden ışık hızıyla geçerken hızlı bir refleksle perdeleri çektim, pencereyi ve ardından sinekliği ardına kadar açtım.

 

Tarık, sırtındaki adamı önümüzdeki koltuğa oturur gibi bıraktı.

— Önce sen, dedi. Sen hemen geç, bana yardım etmelisin.

 

Hiç düşünmeden, sorgulamadan anında pencereden atlayıp arka bahçedeki minik mutfağın olduğu yere indim. Zaten çok kısa bir mesafeydi.

 

Hemen Tarık bana adamın ayak kısmını uzattı. Ben var gücümle ayakları alıp aşağı doğru çekerken Tarık diğer taraftan gövdeyi ve kafasını benim bulunduğum tarafa itiyordu.

 

Bir yandan duyduğumuz sesler iyice yaklaşmıştı. Anneannemlerin ana bahçe kapısının zilini çalmaları an meselesiydi.

 

Adamın gövdesi neredeyse mutfağın olduğu kısıma geçmişti. Onu tutmaya çalışmadım, zaten tutamazdım. Öylece yere yığılır vaziyette bıraktım.

 

Ardından Tarık da pencereden geçti, perdeyi kapattı. Ardında iz bırakmamaya da dikkat ediyordu. Sonra çok çevik bir hareketle, sanki dakikalardır bu adamı taşıyıp üç kat merdiven indirmemiş gibi tekrar sırtına aldı.

 

Bu sırada ben de cebimdeki anahtarların içinden arka bahçe kapısının anahtarını bulmaya çalışıyordum. Karanlıkta beş-altı farklı anahtarın içinden doğru olanı seçmek hiç kolay değildi. Ama nihayet buldum, kilit gediğine sokup demir kapıyı açtım.

 

Neyse ki açabilmiştim.

 

Birkaç saniye içinde Tarık ve sırtındaki hırsız kılıklı herif dışarıya çıkabilmişti.

Birkaç dakika sonra, yaklaşık beş denemeden sonra, anneannemlerin söylenmeleri eşliğinde ana bahçe kapısını açmayı başarmıştım.

 

Göğüs kafesim panikle yükselip inerken ter içinde kalmıştım. Korku, endişe… Özellikle de yapmadığım bir şey yüzünden suçlu bir durumda kalma ihtimali, kalbimi bir mengene gibi sıkmıştı sanki.

 

Beni gördüklerinde başımdaki şal pek düzgün değildi. Panik içindeydim; bu hâlim gözlerimden, sesimden, kısacası her şeyimden belli oluyordu.

 

— “Mihri, anneannen için korkmana gerek yok. Doktor sadece tansiyonunun çıktığını söyledi,” diyerek beni sakinleştirmeye çalıştı teyzem.

 

Oysa ki benim asıl neden korktuğumu, neden paniğe kapıldığımı bilmiyordu. Zoraki bir şekilde gülümsedim. Arkamda birleştirdiğim ellerim yumruk olmuştu.

 

— “Öyle mi… İyi olmana sevindim anneanne,” dedim solgun bir sesle. Gözlerimi yarım yamalak açıp, teyzemin desteğiyle ayakta duran anneanneme baktım.

 

— “Hadi yavrum, hadi… Yolumuzdan çekil de içeri geçelim. Ayakta bir dakika duracak hâlim yok,” diyerek tersledi beni.

 

Hiç umurumda bile olmadı.

 

Biraz önce öyle korkunç bir durumdan kurtulmuştum ki… Şu an bu benim için sinek vızıltısı gibi bir şeydi.

 

Teyzem anneannemi salondaki kanepeye yatırırken, bana da Alpin yolda uyuyakaldığını ve arabada olduğunu söyledi. Ben de, onlar anneannemle ilgilenirken Alp’i uyandırmak için arabaya gittim.

 

Arabaya yaklaşınca anahtardan kilidini açtım. Alp arka koltukta boylu boyunca uzanıyordu. Birkaç kere güçlü bir şekilde dürttüm, hatta salladım, bağırdım ama bir türlü kalkmadı. İnanılmaz bir şekilde uykusu çok ağırdı. Tabii ona söylüyorum da… Benim uykum da pek hafif sayılmaz hani.

 

Neyse ki güç bela, arabayı sallayacak kadar kuvvetli bir şekilde Alp’i dürtükledikten sonra uyku mahmurluğuyla en azından ayaklanabilmişti. Bir koluna girip onu arabadan çıkardım. Ardından kapıyı hafifçe çarpıp arabayı kilitleyerek evimizin olduğu tarafa yöneldim.

 

Bizim villadan önce gelen, yani Tarıkların oturduğu villanın önünden geçiyorduk. Alp ayakta uyuduğu için çok yavaştı; haliyle bebek adımlarıyla yürüyorduk.

 

Göz ucuyla Tarıkların bahçesine baktığımda, evin girişinin sağ arka tarafındaki garajda bana doğru bakan bir çift göz gördüm. Önce biraz ürktüm. Ama sonra biraz daha yaklaşınca, yüzü sokak lambasının ışığıyla aydınlandı. Tarık’tı bu.

 

Bana doğru bakıp göz kırptı. Ardından sağ elini kaldırıp “ok işareti” yaptı. Bu, “Tamam, adamı hallettim,” demekti. Başka bir anlamı olamazdı.

 

Gerçekten… Bu kadar korkunç ve kaotik olayların yanında, Tarık’ın bu rahat tepkisi beni kendime getirmişti. Gülmekten kendimi alamadım.

 

O anda hafifçe gülümsedim ve Alp’i biraz daha hızlandırarak bu utanç verici anı çabuk bitirmek için hızlıca kendimi ve kolumdaki, ayakta uyuyan Alp’i bahçemize attım.

 

 

 

---

 

Yazardan

 

Tarık, arka bahçe kapısından çıktıktan sonra 5-10 dakika boyunca sessiz yokuşu tırmandı. Gecenin serinliği ciğerlerine dolarken, etrafı yalnızca uzaklardan gelen köpek havlamaları ve böcek sesleri dolduruyordu.

 

Tam o sırada, sırtındaki adam yavaş yavaş kendine geldi. Derin bir homurtuyla debelenmeye başladı. Tarık hiç tereddüt etmedi; tüm soğukkanlılığıyla adamı sertçe yere bıraktı.

 

Maskeli adam hâlâ dersini almamıştı. Bu kez pantolonunun diz bölümündeki cırt cırtlı cebinden bir çakı çıkardı. Çeliğin loş ışıkta parlayan ucu, Tarık’a meydan okuyordu. Yüzünde meydan okuyan bir sırıtış vardı; nereden bulduğunu bilmediği bir cesaretle saldırmaya hazırlanıyordu.

 

Tarık’ın dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi. Önce parmaklarını kütürdetti; çıtırtılar geceye yayıldı. Ardından boynunu sağa sola çevirdi, eklemlerini gevşetti.

 

Birden sert bir tekmeyle adamın tuttuğu çakıyı havaya uçurdu. Çelik birkaç metre öteye düşerken çıkardığı metalik ses karanlıkta yankılandı.

 

Sonra, hiç vakit kaybetmeden diğer tekmesini adamın yüzüne savurdu. Maskeli adam, iniltisini bastıramadan yere yığıldı.

 

Şimdi en az bir ay hastaneden çıkamayacak hâldeydi.

 

Tarık, onu kolundan sürükleyip sitelerin başladığı yokuşun ucuna, jandarma kulübesinin önüne kadar götürdü. Ardından, sanki bir çuvalmış gibi fırlatıp bıraktı.

 

Ay ışığının altında yere yığılan adam, artık sadece baygın bir gölge gibiydi.

 

Tarık hiç kimseye görünmeden, sessizce evinin yolunu tuttu. Gecenin karanlığı, ardında hiçbir iz bırakmadan onu içine aldı.

Tarık kalbinde tarif edilemez bir rahatlama hissetti.

Sanki zincirlerini kırmış gibiydi; özgürdü.

 

Uçuyordu…

Evet, ayakları hâlâ yerdeydi ama o uçuyordu. Çünkü artık Mihri onun kim olduğunu biliyordu.

 

Evet, ona gerçek kimliğini söyleyecekti. Fakat doğru anı bir türlü yakalayamıyordu, korkuyordu.

Ama artık buna gerek kalmamıştı. Bütün maskeler yırtılmıştı.

 

İçindeki huzur yüzündeki tebessüme yansıyordu.

Genç adam, sevdiği kıza bir an evvel aşkını itiraf etmek için sabırsızlanıyordu.

 

---

 

Mihri'den

 

---

Başımdaki minik ama gücünden büyük çıkan sesiyle beni uyandırmayı başaran alarm saatiyle uyandım.

Dün gece yaşadığım korku ve panik dolu anlara rağmen çok huzurlu ve dinlendirici bir uyku çekmiştim.

 

İçimde tarifi imkânsız bir huzur vardı.

Sanki yumak yumak olmuş düğümler çözülmüş, sorunlar halledilmişti.

 

Sabah namazı vaktiydi.

Birkaç kere yatakta döndükten sonra ezanın başlamasıyla tamamen doğruldum.

 

Aşağı kata indim. Gerçekten her bu merdivenden yürüyerek indiğimde şükrediyorum.

Güzelce abdestimi aldım. Hâlâ uykuluydum.

El yordamıyla dolaptan çıkardığım seccademi serip üzerine elbisemi geçirdim. Şalımı hızlıca birkaç tur başıma dolarken niyet ettim.

 

Namaza durduğumda kalbimdeki huzur arttı.

Yüreğimden olmasını çok istediğim duaları hem zihnimden hem kalbimden geçirdim.

Çünkü namazda, en çok da secdede Rabbimize yakın olurmuşuz ve o anda kalbimizden geçirdiğimiz dualar kabul olurmuş.

 

Ve ben de yine Rabbim’e, “Eğer hakkında hayırlıysan, Tarık’ın hayatıma bir yıldız gibi doğmasını nasip eyle” diye geçirdim.

 

Namazdan sonra tesbihlerimi çekip duamı ettim.

Huzurluydum ama dünkü şiddetli kalp çarpıntısı, peşinden gelen bayılma hissi, mide bulantısı ve baş dönmesi bana ciddi bir halsizlik miras bırakmıştı.

Daha fazla direnmeden kendimi yatağın huzurlu kollarına bıraktım.

 

Alp’in kapımı alacaklı gibi sert bir şekilde çalmasıyla uyandım.

Daha ben “içeri gel” demeden kapıyı açıp dalıverdi.

 

— “Mihri ablaaaa, mihiii ablaaaa, uyannnn!”

 

Öyle bağırıyordu ki, samimi söylüyorum, yan villa bile uyandı.

Ben anlıyordum; o yumurcağı dün gece onu iyice sallayıp silkelediğim için, aklınca benden intikam alıyordu.

 

Ben de hiç buna fırsat vermeden hemen doğruldum ve yataktan kalktım.

 

— “Sakin ol Alp bey, çoktan kalktım ben.”

 

— “Öyle mi? O zaman annem seni yardıma çağırıyor. Hemen gelsin, dedi. İyice tembihledi.”

 

— “Tamam,” dedim, bir yandan yatağımı havalandırırken. “Hemen iniyorum.”

 

Yatağımı toplayıp aşağı inecektim ki, bir anda aklıma her zaman mektup bıraktığımız paravanın altına bakmak geldi.

Hani bazen telefonda gelmediğini bile bile bildirim çubuğunu kontrol edersiniz ya… İşte benim için de artık bu paravan öyle bir şey olmuştu.

 

Evet, bir de telefon mevzusu var.

Belki çoğu kişi benim gibi telefonsuz olsaydı sıkıntıdan patlardı ama benim durumum biraz farklı.

 

Son zamanlarda İstanbul’dayken telefonu kullanmak bana sadece huzursuzluk ve sıkıntı veren bir şey olmuştu.

Evet, bunu itiraf etmeye utanıyorum ama gerçekten benim pek samimi arkadaşım yoktu.

 

Tanıdığım insanlar vardı: eski kurslardan, komşulardan ya da ailenin arkadaşlarının kızları mesela Derya gibi…

Ama hiçbiriyle samimiyetim yoktu.

Aksine, benim Cengiz ile olan durumumu bildikleri için saçma sapan soru yağmurlarına tutulmaktan başka mesaj almıyordum o telefonda.

 

Bu kadar sinir bozucu mesajlar geliyordu ki… İnsanları hiç ilgilendirmeyen, hiçbir şekilde karışma hakları olmayan şeylere o kadar rahat bir şekilde dahil oluyorlardı ki, inanamıyordum.

Çoğuna cevap vermiyordum zaten.

Tabii bazılarını annem görüp “görmezden gelmek ayıp olur” diyordu.

 

Peki onların bana yaptıkları ayıp olmuyor muydu?

İşte bu hep göz ardı edilen bir gerçekti.

 

Ve en kötüsü de… O telefonun numarası Cengiz’de de vardı.

Cengiz o telefona istediği zaman ulaşabilirdi. Eminim ki o telefonda bir takip cihazı da vardı.

O yüzden telefonsuz kalınca biraz özgürleşmiş gibi hissetmiştim. Bu geçici bile olsa tarifsiz bir şeydi.

 

Peki sonra?

Sonra sen… beni o yola çıkardın.

 

Belki çok çocukça gelecek, ya da “eski kafalı” diyecekler, “Mektup mu kaldı şimdi?” diye küçümseyecekler.

Ama bence bu duyguları esas ve en güzel biçimde ifade etmenin yoluydu.

 

Ve biz, Tarık’la aramızda böyle bir bağ kurmuştuk.

 

İtiraf ediyorum:

Gerçekten ondan aldığım bütün mektuplar bana çok iyi gelmişti.

 

Teras duvarına dirseklerimi koyup karşımdaki güneşin ışıklarıyla parıl parıl parlayan denize doğru bakıp kocaman gülümsedim.

O manzarayı ilk defa görüyormuşçasına gülümsedim.

 

O zamanlar onun yazdığını bilmiyordum.

Ama içimde, çok derinlerde bir yerde, onun olmasını umuyordum.

Daha kendime bile itiraf edemesem de…

 

Ve şimdi, gerçekten bu mektupları yazanın o olduğunu öğrendiğim için mutluydum.

Esen rüzgâr şalımı havada savururken, o an minik bir tıkırtı geldi sağ taraftan.

 

Paravanın altında minik bir zarf ucu…

Hemen uzanıp kendi tarafıma çektim.

 

Yeni bir mektup vardı bana.

Ve bu sefer üstünde kocaman, “Tarık’tan Mihri’ye” yazıyordu.

 

 

 

---

 

Tarık’tan

 

---

 

Hani yarın sabah bir bayram vardır ya da önemli bir gün… O gece küçük çocuklar heyecandan uyuyamazlar ya… İşte, şu an tamamen o küçük çocuk gibiydim. Bir an önce sabah olsun istiyordum. Ama gece eve vardıktan sonra hiç uyuyamadım. Yatağa yattım, başımı yastığa koydum ama bir damla uyku bile girmedi gözüme.

 

Ben de yine bildiğim yolu tuttum. Elime kalemi aldım ve başladım satır aralarına içimdeki duyguları serpiştirmeye. Bu sefer daha açık ve doğrudan… Çünkü artık Mihri’ye Tarık olarak yazıyordum.

 

 

---

 

Papatya,

Sana yine böyle seslenmek istiyorum.

Evet, isminin Mihri olduğunu biliyorum ama sen benim için her zaman papatyasın ve papatya olarak kalacaksın.

Sen umutsun…

Ve benim için her zaman öyle kalacaksın.

 

Gerçeklerin açığa çıkması, bana olan bakış açına bir ön yargı kattı diye içimde kötü fısıltılar dolaşıyor.

Rica ederim, asılsız olduğunu söyle bana.

 

Papatya…

Artık tüm gerçekleri ortaya dökme zamanı gelmedi mi sence de?

Cesaretin var mı peki?

 

Her yaprağın bir ihtimal için koparılmasın da sen hep toprağında kal usulca…

Seni gerçekten seven,seni her gün sulayıp yerinde koklayan sever.

Seven, sevdiğinin can toprağından kopmasını istemez.

 

Papatya…

Dün babam için söylediklerin hâlâ içimin yangınlarına su serpiyor.

Gerçekleri seninle görüyorum.

Seninle buluyorum.

 

Gözlerim yeni yeni güneşin ışıklarına alışmışken, beni yine karanlıklarda bırakma papatya.

Ben toprak olurum sana…

Hiç koparmam, kırmam seni.

Sen yeter ki can toprağımda filizlen, büyü ve umut ol bana.

 

 

---

 

Mektubu bitirdiğimde tekrar okumadım. İçimden nasıl geldiyse öyle yazmıştım zaten. Katladım ve her zamanki gibi… Bu sefer büyük ve kalın harflerle üzerine “Tarık’tan Mihri’ye” diye not düşüp paravanın altına sıkıştırdım.

 

Aşağı kata indim. Kahvaltı saati gelmişti.

Funda yine sofrayı hazırlamıştı. Bugün peynirli patatesli börek vardı.

 

Bu böreği en güzel babaannem yapardı. Ondan sonra kimsenin yaptığı börek bana aynı lezzeti vermemişti. Dedem de bir daha kimseden bu böreği istememişti. Büyük ihtimalle Funda bunu bilmiyordu.

 

Ama dedem ne onu uyaracak kadar kaba, ne de israfı seven bir adamdı. Bu yüzden önüne geleni yedi. Biz de böreklerimizi iştahsızca yerken, kuruyan boğazlarımızı ince belli bardaklardan içtiğimiz çayla ıslattık.

 

“Artık bir seviye daha ilerledik.” dedim,

aptalca sırıtıyordum.

 

Dedem hemen o gülümsemenin ardındaki gerçeği yakaladı.

“Yaaa, ne diyorsun?” deyip o hırıltılı sesiyle kendine has kahkahasına patlattı. Kahkaha atarken göbeği hopladığı için bir eliyle tutuyordu.

 

“O zaman benim olaya müdahil olma zamanım gelmiş.” dedi.

 

“Aman dede…” dedim. “Çok hızlı gitmeyelim lütfen. Bak, ben her şeyi sindire sindire ve karşı tarafın onayıyla yapma taraftarıyım.”

 

“Tamam, tamam oğlum.” dedi, kelimelerin sonuna uzatarak. Bayağı bayağı beni anlıyormuş gibi yapıyordu ama belli ki kendi bildiğini okuyacaktı.

 

“Lütfen bak dede, gerçekten…”

 

“Tamam dedim yaaa.” dedi, ufak bir sinirle. “Ne yapacağım sanki…”

 

Kahvaltımız bittikten sonra Almanya’daki bayiden bana halletmem için gönderilmiş dosyalarla ilgilenmek üzere üst kata çıktım. Son günlerde dosyalar birikmişti. Yanıma da dolu bir kupa kahve aldım.

 

Üç saat geçmişti. Kupadaki kahvenin telveleri neredeyse kurumuştu. Hava sıcaktı, boğazım da kurumuştu. Soğuk bir su içmek için aşağı kata indim.

 

Ve ufak bir şok geçirdim. Dedem yıllardır üzerinde görmediğim, şık ve önemli günlerde giydiği siyah takım elbisesini giymişti. Beni görünce, kapıya başıyla işaret etti:

 

“Hadi, sen de hazırlan. Çıkıyoruz.”

 

“Nereye, dede?” dedim, şaşkınlıkla.

 

“Senin şu sevdiğin kız var ya… Hani Ülkü Hanım’ın torunu… Onu istemeye gidiyoruz.”

 

 

---


 

 

Albert Şeref Grunewald

(Tarık'ın Dedesi)

Asıl ismi: Şeref

Almanya'da kullandığı isim: Albert

---

 

Nasıl buldunuz???

 

Yorumlara yazın bekliyorum 🤗

 

Sizce bir sonraki bölüm neler olacak ?

Tahmininiz nedir?

Bölüm : 30.08.2025 23:11 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...