

Selamünaleyküm ve rahmetullahi ve berekatuhu
°❀⋆.ೃ࿔*:・°❀⋆.ೃ࿔*:・
İyisinizdir İnşaAllah.
Umarım beğenirsiniz.
Bu bölümü bol bol yoruma boğarsanız çok sevinirim.
⋆.𐙚 ̊
--
Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler; yoksa şeytan aralarına girer. Kuşkusuz şeytan insanların apaçık düşmanıdır.
﴾53﴿ İsra
--
Mihri’den
Kelimeler…
Günümüzde ne kadar da önemsenmeden kullanılan, hatta seçilmeye bile lüzum görülmeyen; öneminin farkındalığı çoktan uçup gitmiş olan şeyler.
Oysa kelimeler özenle seçilip alınmalıdır.
Bir konuşmada itinayla kullanılmalı, söylenmelidir. Çünkü bence kelimeler, bir insanı en güzel anlatan, özetleyen; yüreğinin sesini, kalbinin melodisini karşı tarafa geçiren şeylerdir.
Siz hiç, birisinin kelimelerinden etkilendiniz mi?
Ben etkilendim… Hem de en derinden.
Bu kadar güzel kelimeler seçip, bu kadar özenle yazan bir erkek… Bu zamanda nasıl olabilirdi?
İnanamıyorum.
Hâlâ inanamıyorum.
O kadar ince ince işlenmişti ki elimde tuttuğum, üzerinde gün ışığının parıldadığı mektup kâğıdı… Yine heyecanlanmıştım. Kalbim pır pır ederken ellerimdeki kâğıdın hafifçe titrediğini hissettim.
Evet, yine ellerim titriyordu… Ama bu kez mutlu bir heyecandandı.
Bir kere daha okudum mektubu. Çünkü bir kere okumak yetmiyordu.
---
Papatya,
Sana yine böyle seslenmek istiyorum. Evet, isminin Mihri olduğunu biliyorum ama sen benim için her zaman papatyasın ve papatya olarak kalacaksın.
(Yüzümdeki tebessüm öyle genişledi ki, utanarak dudaklarımı birbirine bastırıp kendimi frenlemeye çalıştım.)
Sen umutsun…
( Benim gibi, tamamen karanlıklarda kaldığını sanıp Rabbinden hayatıma bir yıldız doğurmasını isteyen biri mi umuttu gerçekten?)
Ve benim için her zaman öyle kalacaksın.
Sadece gülümsüyordum. Bu cümleyi okurken gözlerimin içi bile gülüyordu.
(Gerçekten onun için hep umut olarak mı kalacaktım? Ama… ama nasıl?)
Gerçeklerin açığa çıkması, bana olan bakış açına bir önyargı kattı diye içimde kötü fısıltılar dolaşıyor. Rica ederim, asılsız olduğunu söyle bana.
(Asılsız, asılsız tabii… O nasıl söz? Burada elimle ağzımı kapattım. Beni kurtarmak için hiç kendini önemsemeden yan terastan buraya atlamıştı.
Karşımda canıma kastedecek bir canavardan kurtaran oydu.
İlk başlarda bana yazdığı mektuplarda kimliğini gizlemişti ve bu mektuplaşmalar sırasında karşı karşıya geldiğimiz hâlde bana gerçeği söyleyememişti.
Ama nedense bu benim ona daha sıcak bakmamı sağlamıştı; çünkü neden gizlediğini tahmin edebiliyordum.)
Papatya…
Artık tüm gerçekleri ortaya dökme zamanı gelmedi mi sence de?
İşte burada durdum. İçimden ince bir sızı geçti; bir elektrik şoku gibi.
Cesaretin var mı peki?
(Evet, gerçekler vardı…
Hem de çok. Gerçekler çok da acıydı.
Acaba tüm gerçekler hep acı mı olurdu?
Peki, benim cesaretim var mıydı?
İşte bunu ben de bilmiyorum.)
Her yaprağın bir ihtimal için koparılmasın da, sen hep toprağında kal usulca…
(Kalabilir miydim? Keşke kalabilseydim. Ah, ben de ne çok isterdim!)
Seni gerçekten seven, seni her gün sulayıp yerinde koklayan sever.
(Böyle birinin varlığına olan inancım, güvensizlikleim yüzünde çok zayıf…)
Sevdiğinin, can toprağından kopmasını istemez.
(Kesinlikle! Seven, sevdiğinin canının yanmasını ister mi hiç?)
---
Papatya…
Dün babam için söylediklerin hâlâ içimin yangınlarına su serpiyor.
Gerçekleri seninle görüyorum. Seninle buluyorum.
(İşte bu, benim için tarif edilemez bir mutluluktu. Nimetti bu…
Rabbime en içten duyduğum büyük bir şükran sebebiydi
Ben, babasıyla hep sorunlar yaşayan bir kız olarak, birinin babasını kaybettikten sonraki acısına teselli olabilmişsem bu benim için çok büyük bir lütuftu. )
Gözlerim yeni yeni güneşin ışıklarına alışmışken, beni yine karanlıklarda bırakma papatya.
(Kalbim acıdı. Burnumun direği sızladı. Göz pınarlarım hafif hafif dolmuştu bile.
İlk başlarda okuduğum cümlelerdeki umut, yerini karalara bırakmıştı içimde.)
Ben toprak olurum sana…
(Burada dudaklarım titredi.)
(“Toprak… Bana kök olmayı, beni sarmalamayı vaat eden bu kelime kalbimin derinliklerinde yankılandı. O an dudaklarım titredi; çünkü böyle bir inancı taşımak ne kadar güzelse, ona güvenmek o kadar zordu.” )
Hiç koparmam, kırmam seni.
(İnanabilir miyim acaba bu kelimelere? Güvenebilir miyim bu sözlere?)
Sen yeter ki, can toprağımda filizlen, büyü ve umut ol bana.
(Amin… Amin dedim tüm benliğimle.
Çünkü bunu ben de çok istiyordum.
Ama maalesef bazı şeyler elimizde değil.
Benim seçimime bağlı değildi.)
---
Mektubu ikiye katladığımda, tekrar üzerindeki yazıyı okudum. “Tarık’tan Mihri’ye”… İsimlerimizin yan yana durması öyle güzeldi ki.
Gerçek olamayacak kadar güzeldi.
Ağlamamak için başımı gökyüzüne kaldırıp, derin derin nefesleri aldım, şu an bunun sırası değildi.
O duygu selinin arasında teyzemin aşağı kattan gelen sesiyle irkildim.
Hemen terastan içeri girip mektubu çekmecede diğerlerinin yanına bıraktım ve koşarak aşağı indim.
Odamın kapısını açar açmaz, ağır bir kızartma kokusu burnuma doldu. Merdivenlerden koşar adım iniyordum.
Geç kalmıştım.
Üzerimde pamuklu, bol uzun kollu bir tişört, altımda rahat bir etek vardı.
Bir yandan merdivenleri inerken, diğer yandan yüzümdeki o umutsuz ve kırgın ifadeyi toparlamaya çalışıyordum.
Toparlamak zorundaydım; yoksa aşağıda teyzeme açıklama yapmak zorunda kalacaktım. Ve bunu yapamazdım. Mecburdum…
Aşağı indiğimde teyzem patates kızartıyordu. O an, onun bile kokusu iştahımı açmadı. Telaşlıydı. Yüzüne baktığımda, uykusuz olduğu göz altı torbalarından ve saçlarını bile tarayamamış hâlinden belliydi.
“Hadi ama Mihri! Hem geç kalktın, hem de aşağı inmiyorsun. Neredesin? Yardıma ihtiyacım var.” diye hafif bir sitem etti.
“Kusura bakma teyzeciğim, haklısın. Hemen yardım ediyorum, geldim.” diyerek başımdaki örtünün uçlarını arkam atıp kollarımı sıvadım.
Sofranın eksiklerini bir bir siniye yerleştirirken, anneannem yeni uyanmış hâliyle yanımıza geldi.
Bizlere tam “günaydın” diyordu ki telefonun çalma sesiyle birlikte Amerikan mutfaklı salonun köşe koltuğunun yanına doğru ilerledi.
Düne göre bugün daha sağlıklı görünüyordu ama yine de çok hızlı hareket etmiyordu. Sofraya çay bardaklarını götürüyordum ki, telefona cevap verdi:
— “İyiyim, iyiyim çocuğum. Sen nasılsın? İşler nasıl gidiyor?”
Karşıdan gelecek sesi merakla dinlemeye koyuldum.
— “İyidir çok şükür Ülkü teyze, gidiyor bir şekilde uğraşıyoruz.”
Bu, Bartu’dan başkası değildi.
— “İyi, iyi çocuğum. Sevindim.” dedi anneannem.
— “Sen nasılsın Ülkü teyze? Sağlığın nasıl?”
Anneannem de sanki tam bu soruyu bekliyormuş gibiydi. Dün başından geçenleri, gece hastaneye gidişlerini, doktorun söylediklerini, aldığı ilaçları uzun uzun anlattı. Bu sırada bahçedeki masada kahvaltı hazırdı.
İşim bittiği için anneannemin yanındaki koltuğa oturdum.
— “Çok çok geçmiş olsun teyzeciğim.” diye yanıtladı Bartu. “O zaman ben sana bir geçmiş olsuna geleyim. Hem minik hanımı da özledim.”
Minik hanım derken yine bana laf çakmıştı ama şu an onunla uğraşacak hâlim yoktu.
— “Görüşürüz o zaman çocuğum, müsait olunca gel, bekliyoruz.” dedi anneannem.
“Bartu abi!” diye araya girdim, telefonun kapanmasını önlemek için.
“Bükra da gelse seninle olur mu?”
— “Ooo küçük hanım, siz de mi oradaydınız?”
“Sen benim dediğimi duydun mu?” diye sordum.
— “Davet ederim, gelirse benim için sorun yok.”
“Tamam o zaman. Hadi kapat, görüşürüz.”
— “Ben kapatıyordum zaten, sen araya girdin.”
Gülümsedim.
Ve telefonu yüzüne kapattım.
Başımı kaldırdığım gibi anneannemin memnuniyetsiz bakışlarıyla karşılaştım. Ve tabii ki neden böyle baktığını da söylemiyordu. Benim bulmam gerekiyordu.
Aklıma gelen en mantıklı seçenek, biraz önce telefon konuşmasını ondan izinsiz bölmemdi. Yani bu bence çok büyütülecek bir şey değildi ama işte bazılarını anlayamıyorum.
Onun da yüzüne baktım ve sadece gülümsedim. Çünkü aklıma başka hiçbir şey, hiçbir yanıt gelmedi. Ve daha fazla bu sinir bozucu anı uzatmamak için kahvaltı masasına, balkondaki masaya adımladım.
---
Tarık’tan
“Böyle olmaz.” diye net bir sesle karşılık verdim.
Evet, biraz önce beni acil durum varmış gibi bağırarak aşağı kata çağıran dedemin, Mihri’yi istemeye gitmeye karar verdiğini öğrenmiştim.
Ve o an, onu durdurmaktan başka bir çarem olmadığını biliyordum.”
Takım elbisesini giyip dışarı çıkmak için arkasını dönmüş olan dedeme sesleniyordum. Kollarımı önümde bağlamıştım.
Niyetinin kötü olmadığının farkındayım. O kadarını biliyorum. Ama benim iznim, özellikle de Mihri'nin onayı olmadan bu şekilde bir şeye kalkışmak… Kesinlikle, ama kesinlikle yapılmaması gereken bir hareketti.
“Ben hazırım.” diye diretti dedem. Beni duymuyormuş gibi davranıyordu.
“Onun rızası olmadan böyle bir şeye kalkışmak gerçekten uygunsuz, dede.” dedim. Sesim bir ton daha yükselmişti.
“Hayret bir şeysin gerçekten.” dedi. Bu sefer gömleğinin kol düğmelerini iliklemeyi bırakıp yüzünü bana çevirdi. Rahat bir tavırla ellerini ceplerine soktu, gözlerimin içine baktı.
“Önce, sevdiğin kızın Ülkü Hanım’ın torunu olduğunu nereden bildiğimi sorman gerekmez mi? Gerçi…” diye bilmiş bir tavırla sürdürdü.
“Benimki bir tahmindi. Senin hiç itiraz etmemen de bu tezimi doğrulamış oldu.”
Dudaklarında yine o muzip gülümsemesi belirdi, hırıltılı bir kıkırtı döküldü.
Onun gülümsemesinin aksine, benim yüzümde tek bir mimik oynamadı. Hâlâ sinirlerim gergindi.
“Şu an bu durumu ikinci plana attım, diyelim.” diye yanıtladım.
Hâlâ gülüyordu.
“Eee?” dedim, dikkatini çekmek için biraz uzatarak. Bakışları yine beni buldu.
“Madem bu sadece bir tahmindi, ben de öğrenmek isterim. Bu tahmini nasıl yürüttüğünü anlatabilir misiniz saygıdeğer Şeref Albert Granwauld?”
Ona tüm ismiyle hitap ettiğimde ciddileşirdi.
Birkaç hırıltılı öksürükle boğazını temizledikten sonra,
“Şöyle otur bakalım önce.” dedi. Kanepeyi işaret etti.
Kendisi de ağır adımlarla her zaman oturduğu yerine geçti. Bacaklarını hafifçe ayırıp sırtını kanepeye yasladı.
Güneş tepede olduğu için salonun koyu perdeleri kapalıydı. Yoksa yazın bu saatlerinde güneş rahatsız edici boyutta içeriği ısıtırdı. Şimdiyse serinlik, tamamen klimaya emanetti.
“Çocukken de biraz içine kapanıktın.” diye söze başladı. “Hep düşünceli bakardın bana. Babana benzeyen gözlerin… O zamanlar daha da çekingendin. Sevdiğin ya da istediğin bir şeyi kolay kolay dile getiremezdin.”
Gözleri bana değil, sanki salondaki kitaplığa ya da boşluğa dalmıştı. Belki de geçmişe gitmişti.
“Başta bunun senin mizacın olduğunu sandım. Ta ki evinize gelen görevli bayandan, senin şiddet gördüğünü öğrenene kadar…”
Anlatırken dişlerini sıkıyordu. Yüzündeki gerginlik ve sesinin sertleşmesi, öfkesini saklamaya çalışmadığını belli ediyordu.
“O kadın… Annen. Oğlunu dövüyor, karanlık bir odaya kapatıyordu.”
Derin bir nefes aldı. “Biz öğrendiğimizde çok geçti. Sen yıllardır o muameleye maruz kalmıştın. Geç kalmıştık.”
Öfkesi bana değildi. Biliyordum. Ama sıkılı yumruklarıyla, aslında ne kadar üzgün olduğunu da gösteriyordu.
Sustuğunda, ben de sustum. Söyledikleri beni çocukluğuma o eve götürmüştü. Çocuk olduğum halde hiç çocuk olamadığım günlere… Anne bile diyemediğim, ama anne olan o kadının bana ettiği muameleler gözlerimin önünde canlanmıştı.
Yüzüm düşmüştü. Öfke mi, kızgınlık mı, hüzün mü… Adını koyamadığım bir şey çöreklenmişti içime. Bildiğim tek şey, üzgün olduğumdu. Kendi çocukluğuma, yaşadığım travmalara üzülüyordum. Çünkü biliyordum: Ne kadar öfkelenirsem öfkeliyim, ne kadar intikam istersem isteyeyim… Geçmişte olanları değiştiremezdim. Geçmiş, geçmişte kalmıştı. O çocukluğu geri getiremezdim.
“Kusura bakma evlat.” dedi. Sesinde yılların biriktirdiği pişmanlık vardı. Belki de benden ilk defa özür diliyordu. Çocukluğumu yaşayamadığım için kendini suçluyor, yükünü kelimelerle hafifletmek istiyordu.
“Ne kusuru?” dedim, dudaklarımdan bıkkın bir nefesle. “Sizin bir suçunuz yok.”
Ama yüzündeki o sıkıntılı ifade hâlâ gitmedi. Biraz önce kahkahasıyla göbeği hoplayan adam, şimdi karşımdaki bu suskun ve hüzünlü adam olmuştu. İşte bu tam da benim dedemdi: bir anda kahkaha atan, bir anda geçmişin yüküyle sessizleşen.
Yüzündeki kırışıklıklara rağmen hâlâ dinçti. Hâlâ yakışıklıydı. Zamanla çukurlaşan gözleri hâlâ o parlak yeşilliğini koruyordu. Genç bir adam havası veriyordu hâlâ. Vücudu ise göbeği dışında neredeyse hiç kilo tutmamıştı. Bunun, babam vefat etmeden önce birlikte yaptıkları sabah yürüyüşlerinden ve ona hazırlanan özel diyet programlarından kaldığını düşündüm.
“İşte evlat…” dedi, dalıp gittiği geçmişten şimdiye dönerek. “Geçmiş, acı da olsa geçti. Onu değiştiremeyiz. Ama gelecek… Gelecek seçimlerimize bağlı fırsatlar ile dolu”
Sözlerini bilgece bir gülümsemeyle bitirdi. Gözlerinde yeniden bir ışık belirmişti.
“Geçmişte veremediğim desteği…” Kaşlarını hafifçe çatarak bana baktı. “Şimdi vermek istiyorum.”
Ellerini dizlerinin üstünde bağladı. Kolundaki markalı saati fark ettim. Yıllardır takmazdı. Onu en son babaannem yaşarken kolunda görmüştüm.
Ben de gözlerinin içine baktım. Gülümsedim. O zaten varlığıyla bana hep destek olmuştu.
Yumuşak bir sesle söyledim:
“Arkamda senin varlığını bilmek bana yetiyor.”
Gülümsemesi yüzüne yayılırken yanağındaki kırışıklıklar iyice belirginleşmişti. Onun moralinin düzelmesi beni de keyiflendirmişti. Ben de gülümsüyordum; biraz önceki karamsarlığımın aksine.
“Hadi hadi evlat, beni böyle geçiştiremezsin.” diye şakaya vurdu.
“Geçiştirdiğim falan yok.” dedim, onun tonunu taklit ederek.
“Bu kaçıncı oldu? Her sorduğumda benzer şeyler söylüyorsun.”
İşte buna ne diyecektim bilmiyordum. Konuyu buraya getirecektim aslında. Yoksa ne onun ne de kendi keyfimi kaçırmak gibi bir derdim yoktu.
Derin bir nefes bırakıp arkasındaki kanepe yastığına rahatça yayıldı.
“Seni biraz gözetlemiş olabilirim.”
“Biraz mı?” dedim şaşkınlıkla.
“Evet, biraz diyelim. Odadan çıktığın yoktu, sürekli bir şeyler yazıyordun. Sonra hevesle terasa çıktığında ben de sessizce odana girdim. Yazdığın kâğıdı ne yaptığına baktığımda, yan terasa doğru itip sıkıştırdığını gördüm.”
“Hah! Şimdi anladım!” der gibi ellerimi birbirine çırptım. “Olay aydınlandı.”
“Dediğim gibi, kötü bir niyetim yok. Sadece senin fazla çekingenliğin ve içine kapanıklığın beni biraz endişelendiriyor.”
“Çocuk değilim dede, biliyorsun değil mi?”
“Sen benim gözümde her zaman çocuksun.”
“Yani en azından beş yaşında değilim.”
“Orası öyle tabii.”
“Peki sen aynı durumda kalsaydın?” dedim imalı bir bakışla.
Dikkatle bana baktı. İmamı anlamıştı.
“Babaannen için mi?”
“Başka kim için olacak?”
Biraz düşündü. Yüzünde, babaannemin adı geçtiğinde beliren o derin tebessüm vardı. Onu her andığında gülümsüyordu, üzülmek yerine.
“Böyle olsun istemezdim.” dedi, sesi kısık çıkmıştı.
“Anlamadım?”
“Babaannenin gönlü olmadan bir şey olsun istemezdim.”
“İşte ben de aynen böyle düşünmüştüm.”
“Peki, peki… Tamam o zaman. Daha fazla bu konuyu uzatmıyorum.” dedi gülümseyerek. “Ama gerçekten, artık kim olduğunu öğrendiğime göre daha fazla bilgi istiyorum. Bir şeyleri netleştirmek için belli bir tarih…”
“Bilgi konusunda tamam diyeyim ama tarih, dediğim gibi, benim seçimimde değil.”
“Eyvallah.”
“Bak ne diyeceğim dede.” dedim keyifli bir sesle, aklıma parlak bir fikir gelmişti. “Bu akşam, yıllar önce hep beraber gittiğiniz o balık restoranına gidelim mi? Eskileri yâd ederiz.”
“Hay!” diye yerinden doğruldu, yaşının verdiği ağırlığa rağmen dinç görünüyordu. “Aklınla bin yaşa! Harika. Ben de bu takımı boşuna giydim diye üzülüyordum.”
“İşte, böyle güzel bir yemek için giymiş olursun.”
“Tamam o zaman. Birazdan güneş batmaya yaklaşınca gideriz. Sen Funda ile iletişime geç, bugün gelmesin. Akşam yemeğini dışarıda yiyelim.”
“Baş başa.” dedim, kanepeden kalkıp odama doğru giderken.
“Aynen… Bir de bana kitaplığın beşinci rafından soldan yedinci kitabı verir misin?”
“Sana hayran olmamak elde değil.” dedim, istediği kitabı uzatırken.
Yine o kendine has, hırıltılı kahkahasını attı. Övgüm hoşuna gitmişti.
“Bu bir şey değil. Sen benden daha da iyi olursun.”
“Belki.” dedim usulca.
---

(Tarık'ın küçüklüğü ve Dedesi)
---
Mihri'den
Kahvaltının bulaşıklarını bir çırpıda yıkayıp evi derleyip toplamaya başlamıştım. Ananem kahvaltıdan sonra ilaçlarını içmiş, kahve-sigara keyfini de ihmal etmemişti. Şimdi ikinci katta öğlen uykusuna yatmıştı.
Teyzem, ne kadar yorgun olsa da Alpin dışarı çıkıp gezmek için onun üzerinde kurduğu baskıya ve fazla ısrarlarına daha fazla dayanamamış; saçını başını düzeltip yüzüne hafif bir makyaj yaparak Alp ile birlikte dışarı çıkmışlardı. Bütün işler bana kalmıştı. Ama bu, rahatsız edici bir ortamda oturup tabağımdaki yiyecekleri saymaktan çok daha rahat bir şeydi.
Ev işlerini yaparken bayıla bayıla yaptığım söylenemez ama gerçekten bir şeyleri temizlemek beni rahatlatıyor. Hem bir şeyleri derleyip toparladıkça sanki kafamın içindeki düşünceleri topluyormuş, kirletip temizledikçe sorunları çözüyormuş gibi hissediyorum.
Salondaki eşyaları toplamış, etraftaki çöpleri de çöpe göndermiştim. V tipi köşeli süpürgeyi çektim salona. Ardından da bahçedeki masanın altına, kanepelerin üzerindeki örtüleri düzeltip yastıklarını şişirdim. Şimdi sırada bahçedeki işler vardı. Bunları anneannem yatmadan önce tembihlediği için ne yapmam gerektiğini iyi biliyordum.
Önce güzelce bahçedeki mahsulleri elime aldığım hasır geniş tabağa toplamaya başladım. Bir yandan aklıma sürekli dün yaşananlar geliyordu. Dün yaşadıklarım bir güne sığmayacak kadar çoktu. Bazı günler olur bir an gibi kısa geçer; bazı günler olur, bir ömür gibi sürer. İşte benim için dün, böyle uzun bir gündü.
Aynı zamanda gece yaşadığım olaydan ötürü… O hırsız bozması, beni takip eden adam… Cengiz’in gönderdiği herif. Kesinlikle o göndermişti, hiç şüphem yoktu. Kafama siyahı dayamıştı ya… Bir elimle olgunlaşmış biberleri topluyordum ama hâlâ inanamıyorum.
Aklıma geldikçe bu düşünceleri zihnimden uzaklaştırmaya çalışıyorum ama olmuyor. Her ne kadar uzaklaştırsam da sanki dönüp dolaşıp yine beni buluyor. Ve gerçekten, o anları hatırladıkça kalbim sıkışıyor.
Biberler bitmişti. Şimdi sırada domatesler vardı. Dallarını kırmamaya dikkat ederek özenle domatesleri koparıyordum. Domatesi kopardığımda yayılan o koku çok hoşuma gidiyor.
Güneşin yoğun sıcaklığı tam başımın üzerindeydi; öğlen iki, üç civarı olmalıydı. Gerçekten sıcaktan alnımdan boncuk boncuk terler birikmişti. Üstüm başım da pek farklı değildi.
Sebzeleri elimdeki sepete doldurmuştum. Hızlıca bahçeden çıkıp evin hemen önündeki geniş yemek masasının üzerine bıraktım. Bu sefer anneannemlerin genelde sigara içtiği taraftaki bahçe hortumunu elime aldım ve vanadan suyu açtım.
Vananın hemen bitiminde olan çiçeklerin olduğu bahçeyi suladım önce. Gerçekten bahçeyi sularkenki görüntü izlemeye değerdi, keyifliydi. Bir yanım sadece bu anda kalmak isterken, diğer yanım beni dinlemeyip yine beni dün geceki olayın içine götürmüştü bile.
Bir anda aklıma Tarık’ın, ben fenalaşınca beni belimden kavrayıp düşmemi engellediği sahne geldi. O kadar kızardım ve utandım ki elimdeki hortumu alıp hızlıca yüzüme tuttum. Başörtüm, üstümdeki tişört su içinde kalmıştı ama biraz olsun kendime gelmiştim.
Gerçekten şu an bu su beni ferahlatıp zihnimdeki düşünceleri berraklaştırmıştı. Olan olmuştu bir kere. Şu an bunları düşünüp pişman olmanın, üzülmenin, utanmanın bana hiçbir faydası yoktu. Sadece geçmişe takılı kalmaktan ibaret olurdu bu.
Evet, geçmiş geçmişte kalmıştı. Geçmişi kabullenmenin en iyi yolu, o zamandaki olayları kabullenmektir diye okumuştum. Gerçekten de öyle… Buna inanıyorum.
Çiçeklerin olduğu bahçeyi sulamayı bitirmiştim. Hortumun boyu yetmediği için elimle biraz daha uzatarak arka bahçeye gelmiştim. Burada genelde semizotları, domatesler, biberler, biraz fasulye ve en köşede kocaman bir incir ağacı vardı.
Çok düzenli bir bahçe olduğunu söyleyemem ama anneannemin kendine göre bir düzeni vardı. Bahçeye adımlarken geçtiğimiz yerler için yuvarlak fayanslar dizmişti. Bu şekilde bahçede yürümek daha kolay oluyordu.
Sulamayı da bitirince son bir gücümü toplayıp hortumu vananın yanına getirip hepsini başına sardım. İçeri girdim. Gerçekten çok yorulmuştum; hem zihnen hem bedenen.
İkinci kata çıkıp son bir gayretle rahat bir duş aldım. İşte şimdi üzerimdeki yorgunluğu biraz olsun atmış, zihnim de dinginleşmişti.
Ağır adımlarla merdivenleri tırmanıp terastaki odama çıktım.
Dolabın içinde askıya astığım birkaç temiz elbisem vardı. Elime ilk geleni giydim. Başıma da üzerine yakışacağını düşündüğüm renkte bir eşarp takıp uçlarını arkama doğru verdim.
Odama çıktığım gibi, sabah Tarık’tan gelen mektup hatırıma gelmişti.
Cevap vermemiştim.
Daha doğrusu… Verememiştim.
Çünkü ne yazacağımı bilmiyordum.
Elim kalem kâğıt tutunca dilimin bağı çözülür diye umarak oturdum masanın başına. Alt çekmeceden, her zaman mektup kâğıtlarını seçtiğim yere uzandı yine elim. Buraya ilk geldiğimde kâğıtlar daha kalın bir desteydi; şimdi epey incelmişti.
Aralarından özenle bir tanesini seçtim. Üstünde, ne zamandır burada olduğunu belli edercesine oluşan sarı lekeler vardı.
Lekeler kâğıt farklı bir hava katıyordu. Kokladığımda burnuma, eski sahaflarda ya da büyüklerimizin evinde karıştırdığımız kitaplardakine benzer bir koku geldi.
Usulca öptüm mektubu. Sanki ilk kelimemi böyle yazmak istermişçesine kalemi elime aldım. Ne yazacaktım şimdi? Bir süre kâğıtla bakıştım. Aslında kâğıtla değil de sanki Tarık ile bakışıyor, gözlerimden içimden geçenleri aktarmaya çalışıyordum.
Bir yanım her şeyi olduğu gibi yazıp içimi dökmek isterken, diğer yanım hâlâ çekingenlik sergiliyor; aramızda kurduğumuz şifreli sözcükleri, isim takma oyunlarını bozmak istemiyordu. İçten içe, bu güzel bağın kopmasından ölesiye korkuyordu.
___
“Yolhizar,”
ben de senin gibi, isminle değil de senin için bulduğum kelimeyle sana sesleniyorum.
Umut olmak çok kutsal bir görev. Ben böyle bir şey yapmaya liyakatim olduğunu düşünmüyorum, hele ki kendi karanlıklarımın içinde boğuşurken… O, senin görüşündeki güzelliktir; benden değil.
“Gerçeklerin elbet bir gün ortaya çıkma gibi kötü bir huyu vardır,” derler. Ama bu durum benim için öyle olmadı. İçimi rahatlattı ve bir kere daha senin yardımını almış oldum.
Sana karşı çok mahcubum. Hep tatsız durumların içine, bana yardım elini uzatmak için karışıyorsun. Ama bu, yüreğimde ağırlık oluyor. Çünkü ben bu iyiliklerin karşılığını veremem.
Cesaret… Bu da çok yabancılaştığım bir kelime. Cesaret sanki bana zıt anlam olmuş. Korkular, yüreğime öyle bir doldurmuş ki…
Papatyalar alışıktır ihtimaller için yapraklarının koparılmasına. Hatta onu yetiştirenlerin bile boynunu kırıp usulca ellerini yapraklarına uzatmalarına ses çıkarmaz.
Hatta koparıldıkları ellerde, bırakırlar kokularını.
Usulca boyun büker. Çünkü itiraz etse de bunun bir şey değiştirmeyeceğini fark etmiştir. Onun boyun büküşü bir kabulleniştir.
Seven, sevdiğinin kırılmasını ister mi hiç? Ölesiye korkar bu durumdan. Yüreğinde ufacık bile bir dargınlık olsun istemez. Ama sevmek ya da “sevdiğim” demek, o kadar uzaklaşmış kavramlar olmuş ki…
Herkes bir şeyler seviyor:
Kimisi nefsi, kimisi menfaati için…
“Sevdiğim” dediği kişide kimisi dış güzelliğini, kimisi maddiyatını seviyor.
Herkes “seviyorum” diyor ama …
Sevmek masumcadır, usulcadır, safçadır.
Sevgi incitmez. Sevgi yaralamaz. Sevgi kırmaz, dökmez.
Sevgi iyileştirir.
Sevgi imar eder.
Sevgi onarır.
Emin ol, baban hakkındaki söylediklerimi sana tavsiye ettiğim kitaplarda daha fazlasıyla bulabilirsin. Benim okuduğum kitapları okuyan kişiler, sana çok daha fazlasını söyleyebilir.
Güneş hiç gitmez ki… Güneş geceleri bile gitmez. Sadece farklı bir yerde ısıtır insanların gönüllerini. Karanlık, bizim içimizdedir.
Göz ucuyla, bana sabah yazdığı mektubun son paragrafına baktım. Son cümlelerinde gerçekten içimde bir şeyler kıpırdadı, yüreğim ısındı sanki. Ama ona umut veremezdim. Ona gerçekleri söylemeden hiçbir söz veremezdim. Bu, çok büyük bir yalan olurdu. Onu kandırmak, duygularıyla oynamak olurdu.
“Papatyalar,” dedim… Her yerde çokça bulunan bir çiçektir. Kırlarda, hiçbir bakım görmeden bile çokça görebilirsiniz. Ve Emin ol… Bu dünyada güzel, çok papatyalar var.
Papatya
---


Mihri'den
Son kelimeleri yazarken elim titremiş olmalı; harflerim biraz eğri büğrüydü. Hem yüreğim, hem kalemim, ellerim titriyordu. Ona yazdıklarımın anlamının farkındaydım; aynı zamanda hiç olmak istemediğim kadar “ona hayır” gerçeğini öğrenmem benim için bir şey değiştirmedi desem de—aslında o kadar, o kadar farklılaşmıştım ki bir anda düşüncelerim karıştı.
Karşımda kim olduğunu bilmeden yazmak daha kolaydı sanki. “Belki bir çocuktur,” diyordum; belki ergen bir genç, belki orta yaşlı biri. Genç bir kadın mıydı, yoksa yaşlı bir adam mı bilmiyordum. Ama yazdığı satırlar kısa, içseldi; mimetiğini, arayışını, içselliğini ortaya döküyordu.
Evet, biliyorum. Gerçek şu ki o gün karşılaştığım gözlerin sahibinin bu mektupları bana yazan kişi olmasını istemiştim. Evet, istemiştim. Ama şimdi gerçekten o olduğunu bilmek, içimde çözemediğim bir duruma yol açmıştı. Çözemiyordum; anlayamıyor, anlamlandıramıyordum.
Ona yazarken biraz da utanıyordum.
Bir yanım çok mutluydu; çocuklar gibi şence gülüyor, öyle umut doluydu.
O yeşilin en koyu tonundaki gözlerde hayat vardı; derin bir ormanda nefeslenmek gibiydi—hayal gibiydi.
Sesi o kadar yumuşakça geliyordu ki kulaklarıma gerçek değil, zihnimin bir oyunu gibiydi.
Şimdiye kadar hiç bir erkekte duymadığım bir yumuşaklıktaydı.
Bu kısım, içime gömmeye çalıştığım, daha da derinlere indirdiğim tarafımdı.
Şu an ise daha ağır basan endişelerdi; korkulardı. Cengiz’in hâlâ vazgeçmediğini biliyordum. Hâlâ bu saçma durumun içinden sıyrılamamıştı: ısrarcıydı, tehlikeliydi.
Ne yapacağını kestiremiyordum; eli kolu uzundu, ona zarar verebilirdi. O hiçbir şey bilmiyordu ama benim yanımda görüldüğü için zarar görebilirdi. Ben alışmıştım bu tehlikeli ortama, ne kadar istemesem de.
Ama biliyorum ki Cengiz bunu takıntı hâline getirmişti; beni öldürmez. Onun istediği şey, benim ona boyun eğmemdi. Ölürsem de ona boyun eğmiş olmazdım; bunu biliyordum, gerçekleri biliyordum.
İşte bu yüzden, karşımda her zaman bir melek gibi belirip beni o sıkıntının içinden çekip alan, koruyup kollayan, gecenin koyu sessizliğinde yazdığı satırlarla yoluma ışık olan kişiyi tehlikelerin kucağına yuvarlamak istemiyordum.
Direkt gerçeği de söyleyemiyordum; dilimde kelimeler dolaşıyordu ama bir türlü ağzımdaki bakla dışarı çıkmıyordu.
Daha fazla bakamadım yazdığım satırlara; zaten mürekkepli kalemimi kullanmıştım. Ne yazdıysam oydu; silemezdim.
İkiye katlayıp üstüne “Mihriden” yazdım; sadece “Mihriden.” Usulca paravanın dibine bıraktım. Her zamanki gibi.
Bir yanımda daha sinsi bir düşünce dolanıyordu: “Karşıdaki kişiye neden bu kadar kolay güveniyorsun ki?” diyordu. “Nereden biliyorsun onun güvenilir olduğunu? Belki seni kandırmak için böyle davranıyordur. Her zora düştüğünde nasıl orada oluyor? Seni takip etmeden bir anda ona ilham mı oluyor sanıyorsun?” diyordu.
Küçüklüğümden beri güvensizlikler o kadar üst üste gelmişti ki artık güvenim sadece Rabbimeydi.
İlk güvenimi babam yıkmıştı; oradan sonra toparlanamamıştım. Anneme güveniyordum ama yine de tamamen kendimi kaptırmak istemiyordum, çünkü güvendiğin birinden ihanet yemek ya da onun sana güvenmemesi çok ağır, çok acıydı.
Kursa başladığım zaman sevdiğim, güvendiğim arkadaşlarım olmuştu; ama arkadaşlıklarım teker teker bırakdı beni. Biliyorum ki bunlar sadece benim başıma gelenler değil; şu an dünyanın genel durumu buna dönmüş—güven o kadar az bulunur olmuş ki, paha biçilemez bir değere dönüşmüş.
Şu hayatta sadece ve sadece güvenip de pişman olmadığım şey Allah’a olan inancım ve güvenimdir.
İçimdeki sinsi sese şöyle dedim: Gözleri o kadar güven vericiydi ki, ufacık da olsa ona inanmaktan kendimi alamadım. Sesi o kadar sakinleştiriciydi ki bu karmaşa ve boğuşmaların içinde onun limanına sığınmak istemekten kendimi geri koyamadım.
Yine de onu kendi sularıma çekemezdim; benim sularımda şu an bilinmezlik, zorluklar, sıkıntılar vardı.
Babam bile beni önceliklendirmezken kimden ne bekleyebilirdim ki?
Odadan çıktım; daralmıştım. Açık hava bile göğsüme nefes olmuyordu sanki. Merdivendeki adımlarımı yavaş yavaş attım, tane tane.
“Mihriiiii, neredesin?” Anneannemin hafif çatlak ciyaklaması yukarı kata kadar geliyordu. Uyanmıştı anlaşılan; yine iş başıydı. Ben temizliği halletmiştim ama yemek vardı; acıkmıştır da. Şimdi az sonra teyzemler de gelirdi.
Usul usul mutfağın yolunu tuttum.
---
Tarık'tan
Öne eğilmekten tutulan sırtımı ve boynumu rahatlatmak için sandalyemi ayaklarımla geri çekip kollarımı arkamda birleştirdim. Saatlerdir aynı pozisyonda kalmaktan eklemlerimden ince çıtırtılar yükseldi; kaslarım gerilmiş, bedenim beton gibi ağırlaşmıştı.
Ne zamandır bakmadığım saate bir göz attım; akrep ve yelkovan 18.05’i gösteriyordu. Akşam yemeği vaktiydi. Dedemle öğlen sözleşmiştik; bunu hatırlamamla birlikte midemden derin bir gurultu koptu. Karnımın ne kadar acıktığını o an fark ettim.
Sandalyeden doğrulup masamın üzerindeki evrakları ve kalemleri topladım. Çalışırken bile etrafı dağıtsam da, sonra toplayacağımı bilirdim. Yine de bugün, uzun zamandır bitiremediğim kadar dosya inceleyip onaylamış olmanın iç huzuru vardı üzerimde. İçimde hafif bir zafer hissiyle derin bir nefes aldım.
Kian artık eskisi kadar Almanya’ya dönmem için ısrar etmiyordu. Buradan da işlerin çoğunu halledebiliyordum. Sadece benim birebir bulunmam gereken toplantılarda sorun çıkıyordu; onu da CEO yardımcısı sıfatıyla Kian üstleniyordu.
Evrakları dosyanın içine koymadan önce birkaç kere masaya sertçe vurarak hizaladım, sonra şeffaf dosyanın içine yerleştirdim. Mürekkep kokusu hâlâ kâğıtlardan yükseliyordu. Laptopun kapağını kapatıp sandalyemi masanın içine ittim ve odadan çıktım.
Dedemle konuştuktan sonra Funda’ya mesaj atmış, bugün gelmemesi gerektiğini söylemiştim. Aşağı kata indiğimde dedem, koltuğun köşesinde oturmuş haldeydi. Elindeki kitap göbeğinin üzerine düşmüş, başı hafifçe sağ tarafa kaymıştı. Yüzünde huzurlu bir uyku vardı. Yavaşça yanına yaklaştım; omzuna birkaç kez dokunarak, kısık bir sesle:
— “Dede? Dede?”
diye seslendim.
Göz kapakları ağır ağır aralandı. “Dışarı çıkacaktık ya, yemek saati geldi,” dedim usulca. O an gözlerini kırpıştırırken hem söylediklerimi tartıyor hem de ayılmaya çalışıyor gibiydi. Ardından gülümser gibi bir ifadeyle:
— “Hıhıh… tamam, tamam kalkıyorum,”
dedi. Göbeğinin üzerindeki kitabı alıp kanepenin kolçağına bıraktı, sonra yavaş yavaş doğruldu.
Ben de banyoya girip hızlı bir duş aldım. Suyun sıcaklığı omuzlarımdaki ağırlığı çözüyor, günün yorgunluğunu alıp götürüyordu. Saçlarımdan damlayan su damlacıkları çeneme, oradan da göğsüme süzülürken kısa bir ferahlık hissettim.
Odamda, dedem gibi klasik bir takım giymeyi düşündüm. Bu hem şık olurdu, hem de onun yaptığı jeste bir saygı niteliğindeydi. Valizime takım elbise koymamıştım. Dolabı açtığımda karşıma çıkan manzarayla şaşırdım: Tam bedenime uygun, tertemiz ve ütülü bir takım askıda duruyordu. Kumaşından yayılan o kendine has koku burnuma geldi.
Bunu dedem mi ayarlamış, yoksa Funda’ya mı hazırlatmıştı bilmiyorum. Ya da ne zamandır buradaydım da bu dolabı açmayı akıl etmemiştim? Ama içimden “kesinlikle dedemin işidir,” diye geçirdim. Fazla sorgulamadan takımı üzerime geçirdim. Kaliteli bir markanın ürünüydü; kumaşın parmaklarımdaki kayganlığı, değerini hissettiriyordu.

Gardırop aynasının karşısında saçlarımı ellerimle geriye doğru tarayıp üzerime son bir göz gezdirdim. Ceket omuzlarıma tam oturmuştu; kendimi alışmadığım kadar resmî görüyordum.
Odadan çıktığımda dedem kapının önünde hazırdı. Elinde Burçak’ın mama kavanozunu tutuyordu. Bugün Funda gelmediği için yemlemeyi kendi üstlenmişti. Yüzünü yıkamış, üzerindekileri değiştirmemişti ama yüzüne bir tazelik gelmişti.
— “Benimkiyle gidelim,” dedi, anahtarı bana doğru sallayarak.
— “Peki,” dedim, gülümseyerek anahtarı aldım.
Bahçede Burçak’ı sevdik, kafasını iki elimizin arasına alıp tüylerinin sıcaklığını hissettik. Mama kabını doldurduk. Sonra garajdan arabayı çıkardım. Motorun gürültüsü beton zeminde yankılanırken dedem yanıma bindi. Güneş yavaş yavaş batıyordu; havada akşamın hafif serinliği ve toprak kokusu vardı. Biz de birlikte yola çıktık.
Yetişkin bir adamdan çok bir çocuk gibi mutlu ve heyecanlıydım. Restoranın balık figürleri olan giriş kapısından geçerken burnuma hemen balık kokuları doldu. Bir yandan mutfak tarafından sipariş yetiştirmeye çalışan çalışanların tabak-bardak sesleri, diğer yandan iç mekân ve bahçe tarafındaki masalardan yükselen konuşma ve kahkahalar birbirine karışıyordu.
Bu güzel manzaraya dedemin şen kahkahası da dahil olunca ben de hafifçe gülümsedim.
“Her zaman oturduğumuz masaya bir bakalım.” diyerek bahçe tarafında denize karşı olan masalara doğru yönelen dedemi takip ettim.
Eskiden buraya babaannem ve babam da hayattayken gelirdik. Bazen birkaç akrabamız da katılırdı bize. Genel olarak burada yenilen yemekler hep keyifli, bol sohbetli geçerdi. Ben henüz küçüktüm ama buradaki anılar zihnimde hiç silinmedi.
Burası çok lüks bir restoran değildi. Ama sahibini dedem tanırdı, yıllardır müşterisiydi. Kalitesinden ve temizliğinden emindik. En çok da yıllardır biriktirdiğimiz sıcak hatıralar sebebiyle tercih edilirdi.
Her zaman oturduğumuz masanın boş olduğunu görünce çocukça sevindim. Adımlarımı hızlandırıp dedemin oturmak için yöneldiği sandalyeyi çekip reverans yaptım. Dedem yüzündeki keyifli gülümsemeyi koruyarak,
“Hay hay.” dedi ve oyunuma ayak uydurdu.
Tam karşısına geçip oturdum. Masalar her zamanki gibi temizdi. Ortadaki menüye uzandım. Menü de değişmemişti. Ben favorim olan zeytinyağlı orkinos söylerken dedem palamut istedi. İçecek olarak limonlu soda söyledim, dedemse bir bardak şalgam istedi. Garson kibarca siparişleri not alıp menüyü önümüzden aldı.
Başımı sağ tarafa çevirdiğimde gökyüzünün hafif bulutlu olduğunu fark ettim. Güneşin kızıllığı yavaş yavaş denizin dalgalarına karışıyor, parıltılarını dalgaların üzerine bırakıyordu. Manzarayı izlemek ve o denizin yosunlu, tuzlu kokusunu ciğerlerime çekmek bana iyi geldi. Her zaman da gelirdi.
Dedem de manzaraya bakıyordu. İkimiz de dalmıştık. Bir süre aramızda çıt çıkmadı. Sanki masada olmayan kişiler de ruhlarıyla yanımızdaydı. Belki hayalimizde onlarla konuşuyorduk. Babam olsaydı şu an bu ortam bu kadar sessiz olmazdı. Neşeli biriydi, hemen bir espri patlatırdı. Babaannem de illaki dedemin verdiği siparişin aynısını verir, takılırdı ona.
Ara soğukları getiren garsonla gözlerim masaya döndü. Humus, haydari ve patlıcanlı ezmeden birer sos tabağında getirip içeceklerimizi bırakmıştı. Dedem manzaraya anlamlı ve derin bir şekilde bakıyordu. Söylesem hayallerini bozacak gibiydim. Kaçamak bakışlar atarken bir ara gözlerinin hafifçe nemlendiğini gördüm.
Başımı tekrar denizin dalgalarına çevirdim ama dayanamadım. Ona döndüğümde gözünden firar eden damlanın yanaklarına süzüldüğünü yakaladım. Gözlerinde aşk vardı, hasret vardı, sevgi vardı… en çok da özlem, çokça özlem.
Bir şey söylemeli miydim, yoksa susmalı mıydım? Bu sefer susturmadım içimi.
“Özlem…” dedim hafifçe, tekrar gün batımına bakarak.
“Tek kelime ama içine kadar dolu değil mi, dede?”
“Öyle, öyle evlat.” dedi. “İçinde aşk var, sevgi var, hasret var. İçinde umut var.”
“Ümit var… kavuşmak için teslimiyetli bir bekleyiş var.” diye ekledi.
Gerçekten de ne güzel sıralamıştı. Derin bir nefes aldı, ardından devam etti sözlerine:
“İnsan kaybetmeden anlamıyor yanındakilerin değerini. Elindekinin kıymetini kaybedince keşkeler başlıyor. Keşke şöyle yapsaydım, keşke böyle yapsaydım. Keşke o gün eve elimdeki çiçeklerle gelseydim. Keşke gözlerinin içine bakıp onu ne kadar sevdiğimi söyleseydim…”
Sesi titriyordu. Yaşını başını almış kocaman dedem bu cümleleri kurarken sesi daha da kısıldı. Yüzümüze vuran meltemle ikimiz de biraz nefeslenmeye çalıştık.
“Keşke…” dedi tekrar. “Şimdi yanımda olsa da sıkı sıkı sarılsam, hiç ayrılmasam. Saatlerce sarılsam, kokusunu içime çeksem. İlk fırsatta iltifat etsem, güldürsem, mutlu etsem…”
Gözlerine tekrar baktım. O da bana çevirmişti yüzünü.
“Evlat,” dedi. “Eğer seviyorsan, eminsen… sakın bırakma. Sakın geç olmasına izin verme. Tereddüt edersen kaybedersin. Belki o ‘sonralar’ hiç olmayabilir. Elindeyken kıymetini bil. Yanındayken içinden geldiği gibi ol.”
İçimde buruk bir his belirdi. Duygularım karışıktı. Deniz daha da hırçınlaşmış, dalgalar kayalara çarpıyordu. Güneş ufukta yarım ay şeklinde batıyordu. Bir anda başımı çevirip tam ters istikamete baktım. Ayı buldum. Güneş ve ay aynı gökyüzünde, karşı karşıya duruyorlardı. Aklıma benim “güneşim” geldi. Güneşin ışıkları bana ulaşıyordu ama ben ondan çok uzaktım.
“Buyurun balıklarınız.” diyen şık giyimli garsonun sesiyle ikimiz de ana döndük. Önümüze konulan tabaklarla dikkatimiz yemeğimize çevrildi. Mis gibi kokusu burnumuzu doldururken, kulaklarıma yeniden restoranın sesleri gelmeye başladı. Az önce sadece dedemle baş başaydım.
“Hadi evlat,” dedi dedem. “Yemeklerimizi soğutmayalım. Bu kadar hüzünlenmek yeter. Eğer bu balığın tadını çıkaramazsak, babaannen bana kızar.”
“Tamam.” diyerek bıçağıma uzandım. Balığı ayırırken dedem,
“Hadi artık başlasana, çatlatma beni!” dedi yine o esprili ses tonuyla.
“Tamam tamam dedem.” diyerek gülümsedim.
Ağzıma bir lokma attım. İçimden “papatya” diyecektim ama bu kelime sadece aramızda kalmalıydı. Onu o şekilde benimsemiştim.
“Benim yaşlarda…” dedim, yaşını bilmediğim halde çaktırmadan.
“Hmm hmm.” diye başını sallayarak beni onayladı dedem.
“Benim onu sevme sebebim…” diye devam ettim. “Gözlerinde daha önce kimsede görmediğim bir yakınlık bulmam. Gözlerinin içinde sanki benden bir parça var. Dış görünüşü değil, herhangi bir süsü değil… bakışını sevdim, yürüyüşünü, başını eğişini… haliyle beni etkiliyor.”
Bunları söylerken sesimi kısmıştım, istemsizce gülümsüyordum. Dedem, tabii ki bu hallerimi kaçırmadı.
“Maşallah, maşallah! Hemen ağzın ayrılıyor.” dedi.
“Dede, öyle denir mi ya?” diye kahkaha attım.
“Basbayağı öyle oluyorsun işte.” diye diretti.
“Tamam, sen haklısın.” dedim başımı sallayarak.
Yemeklerden bir parça daha aldım. Dedem,
“Peki ne zaman ciddiye bindireceksiniz bu işi?” diye sordu.
Şey… biraz tereddütlüydüm. “Ondan tam emin değilim. Daha net bir şekilde konuşmadık. Bunlar benim hislerim, onun onayını almam lazım. Bazı konularda netleşmeliyiz.” dedim.
“Anladım anladım…” dedi başını sallayarak. “Kız kısmı biraz çekingen olabilir.”
“Öyle…” dedim. “Bir de tesettürlü bir kız. Dinine bağlı gözüküyor.”
“Eee?” dedi anlamamış gibi.
“Ben… inanç konusunda net bir kararda değilim.”
Dedemle bu konuları pek konuşmazdık. Küçükken babaannem anlatırdı. Dedem o varken daha çok namaz kılardı ama son zamanlarda pek görmemiştim. Benim düşüncelerim hakkında da konuşmamıştık.
“Anlıyorum.” dedi. “Bu konu ciddi gibi.”
“Öyle.” dedim.
“Peki…” dedi dedem. “Ne kadar yakın hissediyorsun? Böyle mi devam edeceksin yoksa bir karara varmaya mı çalışıyorsun?”
Biraz düşündüm. İçimde bir şeyler ısınıyor, kıpırdıyor gibiydi. Sodamdan koca bir yudum aldım.
“Yakınım aslında… içime sinen bir taraf var. Ama biraz tereddütlüyüm. Tam şudur diyemiyorum henüz.”
“O zaman evlat, bunu söyleyeceksin.” dedi.
“Söyleyeceğim.”
“Tepkisi ne olur?”
“Anlayışla karşılar gibi geliyor ama emin değilim.”
Dedem çatal ve bıçağını bırakıp peçetesini aldı, ağzını sildi.
“Ben senin kalbinde hissettiğinden eminim. Sadece bazı konular var, onları konuşmalısınız. Ancak o zaman netleşir. İnsanlar konuşarak anlaşır, biliyorsun. Uzaktan bakışarak değil.” dedi ve güldü.
“Biliyorum, biliyorum.” dedim.
İkimiz de yemeğimize döndük. Balığın tadını çıkarırken aklım Mihri’deydi. Bana ne cevap yazdı? Ona sormam gereken soruları ne zaman soracağım? Ve en önemlisi, ne tepki verecek?..
---
Mihri’den
Akşam yemeğine, anneannemin emekli öğretmen arkadaşlarından yaşlı bir çiftin katılma durumu oluşunca mutfaktaki hararetli hazırlıklarımız arttı. Benim aşağı inmem ile teyzemlerin gelmesi arasında pek vakit geçmemişti.
Anneannem, yıllar önce birlikte çalıştığını ve çok değer verdiğini söylediği önemli misafirler için ayrıca özen gösteriyordu. Teyzemle birlikte güzel bir sofra çıkartmaya uğraşıyorduk.
“Domatesleri yıkadın mı, Mihri?”
“Yıkadım.”
Elimdeki domatesleri tezgâhın yanındaki kevgire bıraktım.
“Salataya ekle onları, bir de sosunu hazırla.”
“Tamam,” dedim. Sesim cılız çıkmıştı. Yorulmuştum.
Sabahtan beri etrafta koşuşturmak beni biraz bitkin düşürmüştü ama yine de bir şeyler yapmak, hiçbir şey yapmayıp oturmaktan çok daha iyiydi. Ayakta durabiliyordum. Ayaklarım Elhamdülillah çalışıyordu. Rabbim güç veriyordu. Arada sırada sızlıyordu ama yine de ayaktaydım, o yüzden şükrediyordum.
Anneannem, bahçedeki masanın üzerine üst katlardan çıkardığı, daha önce hiç görmediğim bir misafir masa örtüsü serdi. Domatesleri doğrayıp salataya ekledim, bir yandan da sosunu çırpıyordum.
Salata hazırdı. Hazır olan tabakları masaya taşıyordum. Anneannem, masanın tam ortasına bahçeden kopardığı çiçeklerden ufak bir demet yerleştirmişti. Serdiği örtünün kenarları büyük güpürlü dantellerle dolu, bembeyaz bir örtüydü.
Herkesin önüne gelecek şekilde çatal, bıçak ve peçeteleri hazırlayıp servis açıyordum.
Bahçe kapısının girişinde asılı olan minik çanın sesi duyulunca anneannem, “Geldiiiim!” diyerek bahçeye doğru yürüdü. Düne göre daha iyiydi. Öğlen uykusundan sonra gözleri daha canlı bakıyordu.
Ama teyzem çok yorgundu. Hem doğru düzgün uyuyamamış, hem de Alpin peşinde koşmaktan iyice bitkin düşmüştü.
“Hoş bulduk, hoş bulduk ülkücüğüm,” diye gelen yaşlı emekli öğretmen çiftin sesi bahçeyi doldurdu. El birliği ile sofrayı kurmuştuk.
Ben mutfağa yakın olan sandalyeyi seçmiştim ki rahat servis yapabileyim. Ege’de genelde yemekler önce çorba ile başlar; çorbalar bitince kaseler toplanır, ardından yemek ve pilavlar gelir. Yemekler posta posta geldiği için ev sahibi pek oturamaz, hep ayakta olur. Bu servis yapacak kişi şu an bendim.
Ana yemekleri servis etmiştim ki kadın başıyla beni işaret ederek,
“Torunun mu, ülkücüğüm?” dedi.
Yüzündeki kırışıklıklardan yaşlı olduğu belliydi ama saçları koyu kahverengiydi; boyalıydı, belli ki. Zaten anneannem de boyatıyordu, biliyordum.
“Evet,” dedi anneannem. “En büyük torunum.”
Beni takdim ederken gururlu bir duruşu vardı. Bunu sevmiştim.
“Kaç yaşındasın sen?” diye tatlı bir şekilde sordu.
“Yirmi bir,” dedim, utangaç bir sesle.
“Hmm,” dedi kadın, göz ucuyla bir kere daha süzdü.
“Üniversiteye mi gidiyorsun?”
“Henüz değil.”
“Öyle mi? Bizim oğlan ikinci sınıfta. Tıp.”
Okuduğu bölümün altını çizerken biraz hava atar bir şekilde konuşuyordu. Bu tarz konuşmalara çok maruz kaldığım için fazla umursamadım ama her seferinde de içim bozulurdu.
“Öyle mi?” derken başımı sallayıp kaşığımın ucuyla tabağımdan aldım.
Anneannem lafa girdi: “Hafız, yeni mezun oldu.”
“Hmm...”
Kadının yüzünde küçümser bir ifade belirdi. Sanki “O da ne demek yani?” der gibi. Maalesef buna maruz kalmak beni daha da üzüyor, içten içe sinirlendiriyordu. Yanındaki eşi ise kadına nispeten pek konuşmuyordu, çok sessizdi.
Hâlbuki hafızlık o kadar zor bir şeydi ki... Bunu yaşamayan bilmez. Gerçekten hafızlık anlatılmaz, yaşanılır. Ama karşımdakinin anlayacak biri olmadığını düşündüğüm için hiç anlatmaya kalkışmadım.
İştahım yoktu. Yemeğim öylece duruyordu. Çay kaşığıyla oynuyordum. Normalde bu kadar iştahsız değilimdir ama işte, içimi kemiren şey vardı.
Aslında içimi kemiren şeyin ne olduğunu biliyordum da, bilmezlikten geliyordum.
Allah’tan bir, kalpler benim üzerimden dağılmıştı. Gelen misafirler teyzemle konuşuyorlardı.
Öğlen ona yazdığım satırlar geliyordu aklıma. İçime burkan, kırıcı konuşmuştum. Sertti sözlerim. “Umutsun,” diyordu, ama ben o umudu karşılayacak güçte biri değildim. O yüzden bunu dile getirmeye çalışıyordum. “Benden olmamalıydı, yoksa hüsrana uğrayacaktı.”
Ama içimdeki diğer ses, onun incelikle yazdığı satırlara sert cevap verip onu kırdığımı fısıldamaktan vazgeçmiyordu.
Yemekler burada uzun sürerdi. Hele ki özel misafir varsa... Anneannemler çok çok eskilere gitmişlerdi. Ben ise ufaktan mutfağa geçip bulaşıklara başlamıştım bile.
Misafir varken önlerindeki tabakları almak ayıp olurdu, o yüzden mutfaktakilerle başladım.
Tabağımı da alıp buraya getirmiştim. Öylece duruyordu. İki kaşık ya yemiştim ya yememiştim. Hiç aç değildim.
Gece boyunca sofrayı kaldırdım, bulaşıkları yıkadım, çay servisi, tatlılar, en son çıkan müzikler, etrafı düzenlemeler... Derken çoktan saat 23:40 olmuştu bile.
Sürekli bir şeylerle kendimi oyalamaya çalışıyordum. Kaçıyordum, biliyordum. Bir şeylerle uğraşarak kendi düşüncelerimden, hislerimden kaçıyordum. Ama nereye kadar?
Herkes köşesine çekilmişti. Ben de en son işleri bitirip ışıkları kapattım ve kendi odamın yolunu tuttum.
İçeri girer girmez namazımı kıldım. Ardından kendimi yatağın kucağına bıraktım. Çok yorulmuştum.
Biraz gözlerimi kapattım. O kadar yorgundum ki... Uyuyacaktım ama uyuyamıyordum. Yorgunluktan uyuyamıyordum. Sanki uyku gözlerimde dönüp dolaşıyor ama bir türlü bana gelmiyordu.
Sanki isteyerek değil de ayaklarım beni yine paravanın kenarına sürüklüyordu.
Usul usul gittim.
Bir de ne göreyim, cevap gelmişti bile.
---
Evet ve yine o meşhur soru
"Nasıl buldunuz?"
"Bu bölümü okumak size nasıl hissettirdi?"
"Tarık ne yazmıştır?"
---
YORUMLARINIZI YAZIN
---

| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 20.08k Okunma |
3.52k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |