3. Bölüm
Mihrimah Altun / Bir Demet Papatya / 2.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

2.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

Mihrimah Altun
aydaki_yazar04

 

Herkesten, herşeyden kaçtım; yanlız bir tek kitaba sığındım, o bana yetti.

📔✨🤍

 

​​​​​​Mart 2024

 

Ağzıma kapanan büyük, soğuk bir elin ses çıkartmamam için ağzıma bastırmasıyla bir anda gözlerimi açtım. Yatağımdaydım ağzımı kapatan elin sahibini görmek için kafamı çevirmeye çalışsam da beni sabit tutuyordu. Çaresizce çırpınmaya başladım. Çığlık atıyordum ama fısıltı gibi bile çıkmıyordu sesim. Ellerim arkadan bağlanmıştı, hareket edemiyordum. Bütün vücudum kaskatı kesildi, nefes nefeseydim korkudan..

Ama ağzımı kapatan el nefes almama bile izin vermiyordu. Bir anda odanın kapısı açıldı, içeri annem ve babam girdi. Kurtulmuştum işte, şimdi onlar gelip beni ne olursa olsun çıkarırlardı bu ızdıraptan.

Ama beklediğim gibi olmadı; yüzlerinde sanki ben kötü bir şey yapmışım gibi suçlu olan benmişim gibi gözlerinde öfke ve kırgınlık vardı, donmuş bir halde bana bakıyorlardı. Bir an çıkarılan söylentileri, dedikoduları anımsadım.

 

Kim bilir şimdi ne düşüneceklerdi? Gerçekten çıkarılan söylentilerin doğru olduğuna inanacaklardı. Çaresizce çırpınmaya başladım, gözlerimden akan sicim sicim damlalar yüzümü ıslatmaya başlamıştı.

 

Yatağımdan sıçrayarak doğruldum; bir kabus görmüştüm galiba ama net hatırlamıyorum. Kafam zonkluyordu, net olmayan buğulu sahneler vardı zihnimde. Yine uyumuş ama dinlenemeden kalkmıştım.

 

Telefonuma uzanıp saatin kaç olduğunu kontrol ettim; sabah ezanına az bir vakit kalmıştı. Ayaklarımı yataktan sarkıtıp doğruldum, battaniyeyi üzerimden çekip banyonun yolunu tuttum. Saçlarımı toplayıp abdestimi aldıktan sonra odama gelip, babamın bana ilk namaza başladığımda hediye ettiği çiçek figürlü hafif eskimiş seccademi serdim. Namaz elbisemi giydim, şalımı doladım.

 

Gözlüklerimi henüz takmadığım için her yer biraz bulanıktı. Niyetimi getirip namaza durdum; huşu ile en sevgilinin huzuruna geldim. Güne en güzel başlama şekli, en huzurlu yer seccadeni serip Rabb'inin huzuruna durduğun köşe...

 

Namazdan sonra tesbihlerimi çekip uzun bir dua ettim. Tüm sırtıma yük olanları, içime dert olanları Rabb'ime arz ettim. Ona bıraktım. Bir yandan da beni her dua ederken gördüğünde kucağıma atlayan kedimiz Müezza' yı sevdim.

 

Sabah namazından sonra yatmak pek adetim değil, zaten yatsam da uyuyamayacağımı biliyorum. Son zamanlar geceleri benim için hafif kabuslarla sürekli sıçramakla geçiyor. Huzurla dingin bir uyku uyumayalı ne kadar zaman oldu hatırlamıyorum. Seccademi katlayıp yatağımı düzelttim.

 

Yatağımın başucunda kitaplarımı koyduğum rafın önünden gözlüklerimi alıp taktım. Ağır adımlarla temiz kerahat havası almak için pencereyi açtım. Henüz güneş doğmamıştı, havanın karanıklığını kıran hafif bir kızıllık göğe yayılıyordu. Ağaçların yapraklarına dokunup yüzüme soğuk ama hafif bir rüzgar çarptı.

 

Gözlerimi kapatıp derin derin soluklandım. Biraz daha ayıldıktan sonra gözlerim sokakta gezindi. Sırtlarına çantalarını takmış okula giden çocuklar, park etmiş birkaç araç vardı. Gözlerim bir üst sokağımızda durdu; daha önce görmediğim lüks bir araç birilerini gözetler gibi orada bekliyordu.

 

Aklıma nedense korkuyla Cengiz'in göndermiş olabileceği geldi. Nikah günü beni yalnız bırakışından beri birkaç seferdir mesaj çekip buluşmak için beni rahatsız ediyordu. İçime bir huzursuzluk çöktü. Çok ehemmiyet vermemeye çalışarak pencereyi hafif aralık bırakıp çalışma masama doğru ilerledim.

 

Hafta içi olduğu için Hüma ve Enes okula gitmişti. Babam bugün izinli olduğu için evdeydi. Masanın üzeri tozlanmıştı, köşede kitaplarım, notlarım karışmış halde beni bekliyorlardı. Ne zamandır bu masaya oturmadığımı hatırlattılar bana.

 

Önce masa lambamı açtım, ardından elime bir bez alıp güzelce her şeyin üzerindeki tozu silip attım. Masaya oturduğumda masanın baş köşesine koyduğum hafızlık diplomam ilişti gözlerime.

 

Yanında vazonun içinde bir demet kurutulmuş papatya ve önlerinde minik bir yastığın üzerinde duran, her bir parıltısının gözlerimden akan yaşlarla oluştuğuna inandığım hafızlık tacım. Ne zaman baksam bana huzur veren bir köşe, bana umut veren bir köşe.

 

Güzel bir besmele çekip kitaplarımın en üstüne koyduğum Kur'an-ı Kerim'i aldım, rahleme iliştirdim. Önce uzun uzun baktım; içli içli ona bakmak bile bana huzur veriyor. Birlikte ne kadar çok anımız oldu, ne kadar ağladık, üzüldük, yeri geldi güldük. Yıllardır benim yol arkadaşım.

 

Ağır ağır kapağını kaldırdım. Son zamanlarda yaşadığım imtihanların, kalbimi boğan sıkıntıların etkisiyle ezber tekrarlarımı ihmal etmişliğin pişmanlığı vardı yüzümde. Gözlerim nazlı nazlı gezindi satırlarda.

 

En son ipimi koyduğum yer Tarık suresinde kalmıştı. Tatlı tatlı okumaya başladım. Okudukça içime huzur aktı, nur doldu. Ona baktıkça umut doldum. Her zerrem ile mutlu oldum.

 

Okumamı neredeyse tamamlamıştım ki tartışma sesleri duydum. Annem ve babam da uyumamıştı demek ki. Bir anda annemin sesinin yükselmesiyle irkildim.

" Hamza, kızına daha ne kadar böyle soğuk davranacaksın? aynı evde yaşayan iki hayalet gibisiniz. Yeter artık, aylar oldu."

Annem aramızdaki soğukluğu eritmek için hep böyle konuşmalar yapıp duruyordu. Babamsa sert ve umursamaz bir tavırla,

"Hiç kusura bakma hanım, yıllardır büyüttük, yetiştirdik. Hafız kızımız var diye göğsümüzü kabarta kabarta gururla gezeceğimize köşe bucak'ta tanıdıklardan kaçıyorum. Görünce yüzümü aşağı eğiyorum, herkesin ağzında bu dedikodular."

 

Annem her zamanki gibi beni savunarak,

"Millet saçma sapan asılsız şeylere inanıp boş boş konuşuyor. Senin bu zor günlerde kızının yanında olman gerekmez mi? Sana en ihtiyacı olduğu günlerde."

Babam daha çok sinirlenerek,

"Benim kalbim ona doğrulmadı. Hem ateş olmayan yerden duman çıkmaz."

Olduğum yerde kitlendim, ellerim titremeye başladı. Ağzımı kapatacak kadar bile takatim yoktu. Aylardır bildiğim asıl içimi sızlatan, yüreğimi yangın yerine çevirip kavurup duran gerçekleri ilk defa babamın ağzından onaylayarak duyuyordum.

 

Beni asıl üzen çevredekilerin, mahalledekilerin, konu komşunun dedikleri değildi. Onlara da üzülüyordum tabii ki ama asıl arkamda sonuna kadar bana güvenen dağ gibi bir babayı hissedememekti yangınımın sebebi...

 

Hani sorgusuz sualsiz her zaman yanınızda duracak biri var sanırsınız ya, arkanızda olan biri, her aradığınızda telefonunuzu açan, çağırdığınızda gelen, sımsıkı sarılabileceğiniz, gölgesi bile yetecek biri; işte baba bu demekti benim için.

 

Ama meğerse yıllarca arkamda bir dağ var sanmıştım, meğer o dağ benim Rabb'ime olan güvenimden, imanımdan başka bir şey değilmiş. Benim arkamda her şeyi gören, bilen bir tek Rabbim var; kalbimde de ona olan sonsuz imanım başka bir şeyim yok. Zaten biliyordum böyle olduğunu. Sadece gerçekleri bizzat babamın ağzından duyunca daha da acı geldi.

 

Kendimi biraz daha toparlayıp Kur'an-ı Kerim'i kapattım, kahvaltı hazırlamak üzere mutfağa yöneldim. Annem mutfakta çoktan çay suyunu koymuştu. Beni görünce yumuşak bir sesle, sanki hiçbir şey yokmuş gibi,

 

"Hayırlı sabahlar güzel kızım. Ben de tam sana sesleniyordum."

 

Bu sefer içten bir şekilde gülümsedim. Benim bütün samimiyetim sadece anneme, her zaman her türlü koşulda beni sıcacık saran anneme.

 

"Sana da canım."

 

Hiçbir şey duymamış gibi attım her şeyi içime ama içime ata ata yer kalmamıştı sanki. Samimi bir muhabbete, bir kahve eşliğinde hiçbir şey anlatmasam da Sevdenur ablanın o tatlı menkıbelerini, anlamlı sözlerini dinlemeye, her öğrendiğini heyecanla benimle paylaşmasını özlemiştim. Burnumda tutuyordu. Aylardır doğru düzgün evden çıkmadım. Sanki ben evde oturdukça bütün söylentiler unutulacakmış, bütün dedikodular sineye çekecekmiş gibi eve kapatmıştım kendimi. Ben de bilmiyorum, kapatmıştım kendimi.

 

Düşüncelerimi anneme ne kadar hissettirmemeye çalışsam da kesinlikle anlamıştı o beni. Bir ara ellerimi yıkayıp Sevdenur ablaya bir mesaj attım:

 

"Bir fincan kahve içecek kadar vaktini ödünç alabilir miyim?"

 

Teneffüs arasında telefonuna baktığında mesajımı görürdü. Sofraya tuzluğu da koyunca tepsi hazırdı. Birlikte el birliğiyle sofrayı salona kurduk. Babam da bize katılınca çayları doldurmaya başladım.

Hala dedikoduların aslı ile ilgili derin bir konuşma yapmamıştık. Ne ben ağzımı açıp konuyu başlatabiliyordum ne de onlar bana bir şey soruyorlardı. Bu durum ilk başlarda beni çok sıkıp bunaltsa daha birbirimizi kırmaktansa böyle olması daha iyi ama er yada geç o konuşmayı yapacaktık biliyorum.Gerçi annemle tartışmalarından ne kadar bu konuda fikrini bilsem de yüzümü açık açık söylemiyordu. Bazen çok ufak şeylere parlasa da bu olaya karşı bana tutumu sadece soğuk savaştı...

 

Babam çayından büyükçe bir yudum aldı, önündeki somon ekmeği bölüp ağzına attı. Birkaç rutin konuşmadan sonra tablette açtıkları haberleri izliyorlardı. Telefonuma gelen bildirim sesi ile sol tarafımadaki sehpanın üzerine uzandım.

Gelen mesaj Sevdenur abladandı:

"Tabii ki, sana her zaman zamanım var."

Küçük bir çocuk gibi sevindim. Peynir zeytin atıştırıp üzerine çayımı içtim. Kafamda kelimelerimi uygun bir sıraya dizip babamdan izin almak için birkaç prova yaptım. Eğer bu izni alamazsam gerçekten çok yıkılırdım. Olumsuz ihtimalleri kafamdan uzaklaştırıp boğazımı temizledim. Hevesli bir gülümseme ile yumuşak bir tonda,

 

"Bugün Üsküdar'da Sevdenur abla ile buluşmayı planlıyorum, gidebilir miyim?Söz akşam geç saate kalmam, akşam namazından önce evde olurum."

 

Annem önce benim yüzüme baktı, ardından babama doğru dönüp,

 

"Baban nasıl uygun görürse."

 

Bu biraz aranızda halledin demek

​​​​​​​​

Babam tereyağı sürdüğü ekmeğinin üzerine biraz da bal alıp büyük bir iştahla ağzına attı. Sesli bir şekilde çiğnemeye başladı. Bir yandan da düşünüyor gibi görünüyordu. Üzerine bardağında kalan son yudum çayını da içip anneme döndü, sorgular bir bakışla,

"Bu Sevdenur abla kim?"

 

Annem önce hızlıca benimle göz göze geldi. Ona,

"lütfen anne destek ver"

 

anlamına gelen bakışlar atıp umutla ağzından çıkan kelimelere tüm dikkatimi verdim. Tekrar babama dönüp,

"İyi bir kız, ben tanıyorum. Mihri bir kere bize çay içmeye de getirmişti, bir şey olmaz, merak etme."

Anneme içimden teşekkür edip tekrar babama döndüm. Babam gözlerini sofradan kaldırıp benim gözlerime dikti,

"Dikkatli bir şekilde git, oyalanma, akşam namazından önce evde ol."

Bu izin vermek demekti. Yüzümdeki gülümseme genişledi.

"Merak etmeyin, dikkatli olurum."

deyip başımı salladım. Annemin de babamın da çaylarını alıp kenara oturduklarını görünce hızlıca sofrayı toparlamaya başladım. Sofra sinisini kucaklayıp hevesle mutfağa taşıdım. Bir çırpıda bulaşıkları hallettim.

 

 

Hazırlanmak için odama yöneldim. Abdestimi alıp kitaplarımın ve defterimin içinde bulunduğu çantaya telefonumu ve geçen gün Hüma'nın bana hediye ettiği minik el kremini de ekledim.

 

Çekmecemi karıştırıp kremi alırken çekmecenin hafif gerisine kaçmış olan kadife kutu dikkatimi çekti. İçinde Cengiz'in bana sözümüzde hediye ettiği bir yüzük vardı.

 

Ne zaman dışarı çıksam almam için tembihliyordu; hatta tembihten çok aşırı ısrar ediyordu. Ama artık bitmişti. O yüzden bu saçma sapan küçük hatıraları ve ayrıntıları hatırlamama gerek yoktu ya da önemsememe...

 

Aynada son bir kez kendimi kontrol ettim. Gözlerim, ne zamandır rahat bir uyku uyumadığımı anlatır gibi hafif altları çökmüş, koyu kahve harelerimde eskiden olan umut dolu, neşeli parıltılar azalmıştı.

Cildim hafif pembemsi ama soluk. Dudaklarımı küçükken kalp şekline benzetirdim, büzünce gerçek bir kalp ortaya çıkıyormuş gibi hayal ederdim. Şimdi o kalp dudaklar bile rengi uçmuş gibi görünüyordu. Soluyormuş gibi hissediyorum...

 

Koyu kahve kaşe eteğimin üzerine krem boğazlı bir kazak, başıma siyah şalım ve sütlü kahve kabanımı da giyince hazırdım.

 

Annem ve babam salonda oturmuş, karşılıklı keyif kahvesi yudumlarken babam okulda yaşadıklarını anneme anlatıyordu.

 

Evet, babam öğretmen ve çoğu zaman ailesine de öğrencileri gibi davranan bir öğretmen. Sabahki meseleyi unutup aralarının tekrar yumuşamasına sevindim. Kapının önüne gelince ikisine de,

"Allah'a emanet olun, ben çıkıyorum."

diye seslenip spor ayakkabılarımı bağlayıp merdivenlerden inmeye başladım. Aşağı kata inerken konuşma sesleri kulağımı doldurdu.

 

Sesin sahibi tanıdıktı; sürekli peşine birilerini takıp ailesinin başına sorunlar açan, ne kadar azar yesede burnunun dikine giden Ecem ve ona bağıran Gizem Abla Haftada bir kere böyle bir kavgaları olurdu.

 

Bu sefer bağrışmanın arasında benim ismim geçince bir anda olduğum yerde kaldım. Şaşkınlıkla kulak kesildim. Gizem abla artık kızmaktan yorulmuş, bıkkın bir sesle,

"Sana daha kaç kere diyeceğim, kızım? Yeter artık, bıktırdın bizi. Her gün başka biriyle seni yakalamaktan yorulduk. Sen de azıcık Mihri ablan gibi olsan, edepli, hâyâlı, oturmasını kalkmasını bilen bir kız olsan ne olur?"dedi sitemkar bir şekilde.

 

Normalde kimsenin konuşmasına, özellikle kulak misafiri olmayı sevmem. Ama apartmanda sesleri o kadar yüksek yankı yapıyordu ki duymamak imkansızdı. İsmim geçince bir merak kapladı beni ve dinlemeye devam ettim. Ecem yine umursamaz ve asi bir tavırla,

"Artık hiç bana onu örnek gösterme anne. Duymadın mı, bütün mahallede adı çıkmış. Onun da dindar, imanlı bir kız diyorsun, o da meğer alttan alta yapıyormuş yapacağını. Geçen mahalledeki kızlar konuşurken duydum, gizli gizli kafelerde oğlanlarla buluşuyormuş. Ne diye nikah günü terk edildi sanıyorsun? Eli yüzü düzgün hafız kız diye talip olmuşlardı, bak o da fos çıktı."

 

Tüm vücudum kaskatı kesildi. Kalbime öyle bir sancı girdi ki, bütün kalbimi sıktı, kollarımda ayaklarımda derman kalmadı. Öylece olduğum yerde çöktüm. O kadar çaresiz hissediyordum ki kendimi anlatamam.

 

Bulunduğum yerde hareketsiz kalmamla da sönen apartman ışığıyla kapkaranlık yerde öylece boşluğa bakıyordum. Ben nasıl olmuş da böyle yakışıksız hallerde insanların diline düşmüş, yapmadığım şeyler yüzünden etiketleniyordum? Hiç sormadan, bilmeden, ilerisini gerine düşünmeden, sadece insanların yalan yanlış söylemlerine kanıp dilden dile dolandırıyorlardı.

 

Temiz birine iftira atması kolaydı; çamuru at izi kalsın misali. Ben bir şey yapmamış olsam da çamur atanlar yüzünden üstümde lekeler oluşmuştu ve o lekeler kalbime de sıçrıyordu...

 

Çaresiz hissetmek çok zor. Ne yapacağını, nasıl davranacağını bilememek, bir adım atacak kadar bile takatı içinde bulamamak, çaresizce çökmek. Ama ben bu değildim.

 

Benim tanıdığım Mihri bu değildi. En azından bu olaylardan önce Mihri bu değildi. Mihri enerjikti, sevgili doluydu, nazikti, hayat doluydu, hayalleri vardı. Çocuksu, tertemiz, güzel hayalleri; pembeli, beyazlı, çiçekli, miçekli hayalleri. O hayallerin de Cengiz yoktu. Hiç olmamıştı da.

 

Cengiz sadece ailesinin ona yakıştırdığı ve babasının beğendiği biriydi. Ne kadar ona karşı bir şeyler hissetmese de, ona kalbi atmasa da, yüreği kıpraşmasa da ailelerin hatırına evet demişti. Belki de babası onayladığı için onu tekrar sevsin, onaylasın diye.

 

Belki nişandan sonra bir şeyler hissederim diye bir ümit vardı içinde. Belki de tanımadığı için sevmiyordu. Herkesin dilinden düşürmediği, dinine çok bağlı, hali vakti yerinde, tam ona münasip olduğunu söyleyip durmuşlardı.

 

Ne kadar reddetse de sürekli ısrarlara maruz kalmıştı. Hem illa ilk görüşte aşık olacak değildi ya, tanıdıkça severim diye düşündü. Öyle kendini avuttu ama olmadı. Tanıdıkça daha da soğudu.

 

Onun yalanlarını yakaladıkça gözlerine her baktığında daha bir soğudu. Ailelerin yanında hep dini sohbetlere konuyu getirip babasının yanında edepten gözlerine bile bakamazken, yalnız kalınca sisinsi bir bakışla içine düşecekmiş gibi gözlerinin içine bakması, namaz vakti geçmesine rağmen umursamazca kaza ederim demesi daha bir soğuttu.

 

Bunlar mazide kalmıştı ve benim de mazide bırakmam gerekiyordu... Yumruğumu sıktım, tüm gücümle gönlümün tüm kırıklarını, "Allah'ım, sana havale ediyorum, sana sığındım." diyerek toparladım ve "Bismillah" diyerek doğruldum. Apartmandan hiç ses gelmiyordu. Buna rağmen kimseye rastlamamak için hızlı adımlarla merdivenleri inip apartmandan çıktım. Ana caddeyi giden ara yolu izleyerek durağa vardım.

 

Çok beklemeden otobüs geldi. Kartımı basıp ortalara doğru ilerlerken tek başına oturan bir teyzenin yanını gözüme kestirip hızlıca oturdum. Cam kenarını kapmış olmanın verdiği sevinçle minik bir zafer gülümsemesi yaptım, tüm kırgınlıklarıma inat...

 

Yolum uzundu, o yüzden uzun yolların favorisi emektar kulaklıklarımı kulağıma geçirip telefondan huzurlu bir playlist açtım. Gözlerimi yola odakladım, akıp giden yolu seyrederken şu anki zamandan koptum. Tamamen farklı bir aleme gitmişçesine hülyalara dalmıştım.

 

Biraz önce yaşanan tatsız olaydan kendimi biraz sıyırmıştım. Karşımdaki kadının elinde sıkı sıkı tuttuğu minik kızı bana bakıp gülümseyince içim minik bir çiçek açtı.

Ben de ona gülümsedim. Çocukların gülümsemesi ne de masumdu, ne de güzel gülüyorlardı. Dünyanın hiçbir kötülüğünü görmemiş gibi, hayal hayalleri hiç parçalanıp ellerine verilmemiş gibi, hiç ağlamamış gibi umutla tertemiz gülüyorlar.

 

Yolu izlemekten sıkılınca defterime çıkarıp satırlara döktüm biraz içimi:

Kırılmış bir gönlüm var Ya Rabbi

Parçalarını zar zor toplayıp sana geldim Ya Rabbi

Hayallerim var yıkılmış toplamaya gücüm yetmeyen

Umutlarım var içimde senin lütfunu bekleyen Ya Rabbi

Kafamı kaldırıp otobüsün üst kısmındaki durakları gösteren ekrana çevirdiğimde bir durak sonra inmem gerektiğini hatırladım. Eşyalarımı çantama tıkıp sıkışık otobüsten zorlanarak da olsa kapıya ilerlemeyi başarıp hafif kendimi atar gibi indim. İner inmez burnuma deniz kokusu dolmaya başladı; mis gibi İstanbul'umun kokusu.

Aklıma nereden duyduğumu hatırlamadığım şu söz geldi "Cennet'ül me'va ya benzer her yeri İstanbul 'un"

Burada herkes sürekli bir yerlere yetişir,

hep bir telaş vardır herkesin bir acelesi vardır ama durup bir saniye nefeslenseler,

yaşayan bir tablonun içinde olduklarını fark ederler.

Üsküdar'a gitmek için vapur seferlerinin yapıldığı iskeleye doğru yürümeye başladım. Etrafta dizi dizi lokantalar, hediyelik eşya dükkanlarını geçtikten sonra balık ekmekçilerin sıra sıra dizildikleri kayıkları izledim.

 

Denizin üstünde sallanan hafızlar gibi bir sağa bir sola sallanıyorlardı. Denize yaklaştıkça denizle karışık yosun kokusu daha bir çarptı burnuma. Üsküdar vapur iskelesinin yanındaki seyyar satıcıdan İstanbul simidini aldığım gibi iki dakika sonra hareket etmek üzere olan vapura koştum.

 

Kıl payı vapur yakalamanın mutluluğu ile elimde simidim, vapurun seyir terasına çıktım.

Boş olan bir koltuğa yerleşip hafifçe gözlerimi kapattım ve İstanbul'u dinlemeye başladım.

Bir yandan vapura çarpan boğazın sesi, bir yandan çığlıklar eşliğinde simit balık avlayan martılar,

vapura binmenin mutluluğu ile gülüşen, bağrışan çocuklar,

vapurun kazan dairesinden gelen gürültüler eşliğinde yüzüme vuran mis gibi boğaz havası...

İstanbul rüzgarı o kadar özlemişim ki derin derin içime çektim, hasret giderdim.

Ardından simidin poşetini sıyırıp kocaman bir ısırık aldım, bir parça da martılara.

 

Boğazın gerdanında inciler gibi birbirinden farklı mücevherler gibi dizilen yalılar, camiler, saraylar, oteller ve Üsküdar'a yaklaştıkça daha çok belirginleşen Kuleli Askeri Lisesi...

 

Böyle bir yerde okumanın ne kadar güzel olduğunu hep merak etmişimdir sınıfta ders dinlerken başını çevirdiğinde Denizi görebilmek

 

Rüzgarın etkisiyle burnuma gelen sigara kokusu ile başımı sağ tarafa çevirdim biraz ileride oturan fötr şapkalı küçük mavi pötükareli gömleğin üzerine siyah bir yelek giymiş eski ayakkabıları olan yaşlı adam sigarasını iki parmağının arasında derin derin içine çekiyordu

Bazen işte tam da böyle oluyoruz bütün güzelliklerin arasında kendimizi zehirleyecek bir şey buluyoruz tertemiz Deniz kokusuna boğaz havasına rağmen burada bile Kendi isteğiyle ciğerlerini zehirleyen birisi

Sigarayı hiç sevmezdim belki de babam kullandığı için...evin her tarafına sindiği için...kıyafetlerimi ne kadar yıkasam da bir türlü çıkmadığı için...belki de her kavga anında yaktığı için bilmiyorum ama nefret ediyorum bu meletten...

Dikkatimi tekrar simidime verdim boğaz havası beni acıktırmıştı, iştahla yerken simidin sonuna geldiğimi fark ettim, zaten neredeyse üsküdar iskelesine varmıştı vapur.

Kıyıya yaklaştıkça iskeledeki adamlar hareketlendiler ve vapurun görevlileri kalın uzun sağlam bir ipten yapıldığı belli olan vapur urganını kıyıdaki görevlere attı

 

onlar da hızla yakalayıp vapuru sabitlemek için demir taşa sıkıca düğüm attılar gıcırdayarak indirilen kapıdan insanların arasından sıyrılarak geçip iskeleye indim

 

hızlı adımlarla kalabalığı geçtikten sonra uygun bir yerde telefonumu çıkarıp

 

Sevdenur ablanın buluşmak için attığı konuma baktım konuma tıkladığımda daha önce hiç adını duymadığım bir mekan ismini okudum.

"Vav cafe" ( Gerçekten Üsküdar'da olan bir mekan)

ismi direkt aklımda Sevdanur ablayı çağrıştırdı

"burası tam onluk bir mekandır"

diye geçirdim içimden navigasyondan konumu işaretleyip onun komutları doğrultusunda yürümeye başladım sağ tarafımda Kız Kulesi sol tarafımda Üsküdar'ın güzide evleri İstanbul'da yürümek bile şifa geliyor bana.

 

 

Her yanı ayrı bir anlamlı her yanı buram buram tarih kokuyor mübarek ecdadımı hatırlatıyor çok da uzun sürmeyen bir yürüyüşün ardından karşıma hafif bir yokuş çıktı yokuşun sonunda ise

 

nostaljik ahşap bir " Vav "levhası görünce hemen merdivenlerden aşağı inip ahşap kapıyı elimle aralayıp içeri süzüldüm ve beni tavandaki yıldız ipleri asılan kitap sayfaları ve aralarında yuvarlak ampuller karşıladı içerisine çok sıcak bir havası vardı tam ortasında yanan temsili olsa da insanın içini ısıtan bir soba kırmızı kareli masa örtüleri ufak ahşap sandalye ve masalar özellikle içerideki tablolar şairlerin ve Yeşilçam oyuncularının resimleri yüzüme anında bir tebessüm kattı.

 

Masaların arasından ilerleyerek biraz daha içeri girdiğimde bana el sallayan Sevdenur ablayı gördüm gülümsemem daha da yüzüme yayıldı hızlı adımlarla ona doğru yaklaştım

 

benim yaklaştığımı görünce o da masadan kalkıp hemen kollarını açıp beni kucakladı o an aylardır buna ne kadar ihtiyacım olduğunu en derinimde hissettim sıcak sıkı bir kucaklaşmanın ardından sandalyelerimize geçtik

 

gözlerindeki parıltılardan ve gülümsemesinin sıcaklığından keyfinin yerinde olduğunu anladım dersi verimli ve güzel geçtiyse hep böyle onun da ruh hali olumlu oluyordu.

 

Sevdenur abla bir edebiyat öğretmeni ama sadece edebiyat değil pek çok alanda bilgili çok da sıkı bir okur benim gibi o da her zaman yanında mutlaka bir kitap bulundurur İlk fırsatta açıp okuyarak bitirdiği pek çok kitabı anlatmıştır bana

 

içimden " Elhamdülillah ya rabbi iyiki buraya gelmemi nasip ettin " diye geçirirken

"O sözleştiğimiz kahveyi istesek mi?"

Başım onu onaylar gibi hafifçe salladım

"olur"

İlk söze o başladı

"Ne zamandır yüz yüze görüşemiyoruz umarım her şey yolundadır?"

Bu sorusuna nasıl cevap vereceğimi bilemedim her şey yolunda desem yalan olur ama değil desem nedenini açıklayacak gücü kendimde bulamıyorum

 

bazen insan en sevdiğine de en yakın olduğunu düşündüğüne de derdini anlatamıyor utanıyor insan ya da sanki dillendirince o gerçek biraz daha var oluyormuş gibi geliyor insana en iyisi mi yine yüzüme o hiç de bana samimi gelmeyen kırgın bir o kadar da kendini toparlamaya çalışan gülümsememle ve yorgun gözlerimle baktım ve içli bir nefes verip

"Elhamdülillah" diyebildim

Yani Her halimize elhamdülillah Rabbim ne verdiyse başımıza ondan bize ne geldiyse hepsine razıyım demekti benim için O da gözlerime uzun uzun baktı sanki bütün yaşanmışlıkları görmüş gibi ruhumun derinliklerine bakıyor gibi bakışları içime işledi ardından o beni rahatlatan gülümsemesi ve ruhumu okşar gibi gelen yumuşacık sesiyle

"O öyle zaten Her halimize elhamdülillah sen de bir haller var ama neyse" demesi ile rahatladım.

Masanın üzerindeki menüyü göstererek

"bir şeyler söyleyelim mi buranın Vera adında bir tatlısı var tadı damağımda kalmıştı sana da öneririm hem bence yiyen kişiyi mutlu etmek gibi bir özelliği var tatlı yiyelim tatlı koşalım" dedi gülerek.

Menüdeki tatlı, üzeri bir katman çikolatalı altı sütlü bir tatlıya benziyordu tatlı zevkime uyuyordu hem Sevdenur abla beğendiyse ben de merak ettim

başımı olumlu anlamda sallayıp "olur"

Garsona siparişimizi verdikten sonra bana döndü ve heyecanlı bir şekilde

"sana bugün derste olanları anlatmak için sabırsızlanıyorum hani geçenlerde sana bahsettiğim namazlarını kılmayan bir kız vardı hatırlıyor musun adı Rabia idi hatta"

"evet evet" diye hatırladığımı belirttimmesaj olarak anlatmıştı bana

"İşte o kız, ona teneffüslerde yanıma geldikçe kitap okuyordum, arada ders sırasında da bahsediyordum. Kâinattaki güzelliklerden yediğimiz bir elma için bile Rabbimin güneşi döndürdüğünden, özenle her birimizin simasını farklı yaratmasından "

"Hmm" diyerek onu dinlemeye devam ettim.

" Hiç ona neden namaz kılmıyorsun? haram ne yaptığının farkında mısın? gibi sert çıkmadım onu rencide etmedim ve Elhamdülillah Rabbini tanıdıkça sevdikçe onun huzuruna gitmek istedi inanabiliyor musun? " o kadar heyecanla ve umutlu, mutlu gözlerle anlatıyordu ki yaşadıklarını bu bana da geçti.

 

Eminim yaşadıklarımı anlatsam da ona beni kınar, rencide eder ya samimiyetsiz bir şekilde bakmazdı bana.

İçimde ufak bir cesaret kıvılcımlandı duruşumu dikleştirdim ve bir elim kahve fincanında diğeri kucağımda bu sefer yüzümü hissetmediğim gibi olmak için zorlamadım yüzüm durgunlaştı

 

gözlerim buğulandı hafifçe öksürerek boğazımı temizledim ve gözlerimi fincandan kaldırıp onun gözlerinin içine baktım o da bir şey söyleyeceğimi anlamış ve merakla bütün dikkatini bana vermişti

 

"Eğer ki dedim Sen hiç yapmadığın şeyler yüzünden insanlar tarafından ittiham ediliyorsan ve kimse seni dinlemeye bile zahmet etmeden arkadan konuşuyorsa ne yapardın?"

 

Önce uzun uzun gözlerimin içine baktı ne söylemek istediğimi anladığına emindim önce dudaklarından derin bir nefes bıraktı ardından

 

"Ne kadar zor olsa da, kimse seni duymasa da, kimse seni görmese de, kimse tebessümünün arkasındaki acıları bilmese de bir tek Rabbim beni duyuyor bir tek Rabbim beni görüyor O bana yeter de ve Rabb'in için sabret"

 

Sözleri gözlerinden gözlerime aktı ardından da yüreğime indi yaralarım önce irkildi ardından da sımsıkı sarıldı bu güzel sözlerle ....

 

Yumuşak bir sesle sözlerine devam etti. "Hz. Meryem'in kıssasını bilirsin o çok iffetliydi ve Rabbi onu en çok hassas olduğu ve imtina gösterdiği noktayla imtihan etti. Hz. Meryem de biliyordu gerçeği ama sustu ona söylenen bütün çirkin sözlere rağmen o rabbinin bütün gerçekliği ortaya çıkaracağına inanarak ve tüm kalbiyle ona güvenerek oradan uzaklaştı.

 

Belki de sen de uzaklaşmalısın buradan bazen gitmek bir vazgeçiş değil kabulleniştir. Rabbinin sana gönderdiğini kabulleniştir. "

 

O bu cümleleri kurarken sanki gözlerimde biraz sonra sağanaklar yağacakmış gibi içimde gök gürültüleri vardı tuttum o damlaları boğazımdaki tüm düğümleri yuttum derin derin nefes alarak tüm yağmurları içime akıttım.

 

Yalnız bir damlasını tutamadım o sağ göz pınarımdan firar etti yanaklarıma Sonra elimin üzerinde bir sıcaklık hissettim elimi kavrayıp bana binlerce sessiz kelimelerle destek veren gözlerle bakan Sevdenur ablanın elinden başka bir şey değildi.

 

O da sustu bir süre ben de aramızdaki bu sessiz konuşmayı gülümseyerek

 

"tatlınız buyurun" diyen garson kız kesti.

 

Masanın üzerinde duran şişeden birkaç yudum su içerek sakinleştirmeye çalıştım kendimi ardından

 

Sevdenur abla da toparladı kendini ve

"bu tatlının üst kısmı bitter çikolatalı senin en sevdiğinden" diyerek konuyu değiştirdi

ben de artık değişsin istiyordum gülümsedim ve "bayılırım" diyerek kaşığıma uzandım ikimiz de tatlıyı kaşıklamaya başladık.

Bu güzel buluşmanın ardından artık veda vakti gelmişti hem bu güzel ortama hem de ona veda edecek olmak içime çok garip bir burukluk çökmesine sebep oldu. Sanki uzun zaman onu bir daha göremeyecekmişim gibi geldi.

Sarıldık aklıma gelenleri dilime dökemedim

söyleyince daha da gerçek olur gibi geldi yine o ise kulağıma eğilip

"Ne kadar zor olsa da bazen gitmek gerekir Mihri ama her gidiş yeni bir başlangıçtır" diyerek hediye kağıdına sarılı bir kitabı elime tutuşturdu.

Ardından "Vapurda açarsın" dedi.

Son kez yüzüme baktı ardından ikimiz de kafeden yan yana yürüyerek çıktık onun yolu tam tersi istikamet olduğu için buradan ayrılmamız gerekiyordu.

Birbirimizi Allah'a emanet ettik. Arkasından bir süre hiç bir yere gitmeden sadece baktım biraz ilerledim dönüp tekrar el salladım o görmese bile..

Bitsin istemiyordum bu güzel görüşme tekrar o mahalleye o eve dönmek istemiyordum belki de Sevdenur abla haklıydı gitmeliydim bir süreliğine olsun tebdil- i mekan yapmalıydım.

Bu düşüncelerle Üsküdar iskelesine doğru yürümeye başladım limandaki bekleyişin ardından sonunda Eminönü vapuru gelmişti önce inen insanları seyrettim.

 

Ardından insan trafiğinin arasından ilerleyerek vapurun burun tarafına doğru geçip ufka baktığımda güneş nazlı nazlı denizle kavuşuyordu. Rüzgar daha soğuk esiyordu yüzüme ve aklımda Sevdenur ablanın anlattıkları tekrar tekrar çalan bir plak gibi dönüyordu...

 

Buralardan gitmeyi şimdiye kadar hiç düşünememiştim Çok seviyorum İstanbul'u nasıl giderim ondan.

 

Ama çoğu zaman hep sevdiklerimizden gitmemiz gerekiyor..

 

belki de gidecek bir yerim olmadığı için ama belki de vardı ben göremiyordum gerçi gidecek bir yerim olsa da babam kesin izin vermezdi annemin çok ses çıkaracağını sanmıyorum çünkü benim durumumun daha çok farkındaydı ve duygularımı biliyordu..

 

​​​​​Bu düşünceler beni İstanbul boğazının rüzgarlarında savururken vapur iskeleye yaklaştı öğlenden daha kalabalık bir grupla insanlara çarpmamaya çalışarak Eminönü sahiline indim.

 

Düşünceli düşünceli yürüyordum ama artık daha iyiydim çünkü gerçekten ne için bunlara katlanmam gerektiğini Sevdenur ablanın anlattıklarıyla bir kez daha hatırlatmıştım kendime.

 

Hem Rabbim " Allah sabredenlerle beraberdir. " demiyor muydu bize Kur'an-ı Kerim'de.

 

Yorgun ve dalgın bir şekilde kaldırımda adımlarıma bakarak otobüs durağına doğru ilerliyordum. Bir yandan da eve geç kalıp babamdan azar yememek için dua ediyordum.

Bir anda peş peşe dibimde çalan korna sesi ile sağ tarafıma baktığım gibi beynimden vurulmuşa döndüm. Bir an hayal görüyorum sandım hayır bu sadece kötü bir kabustu çünkü gerçek olamayacak kadar korkunçtu yanımda beyaz BMW marka lüks arabasının şoför koltuğunda o her zamanki pişkin sırıtmasıyla oturan Cengiz'den başkası değildi...

 

Yorumlarınızı Bekliyorum 🌼

 

 

Bölüm : 18.12.2024 20:08 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...