
*ੈ✩‧₊˚༺☆༻*ੈ✩‧₊˚
Selamünaleyküm 🌼
Papatya okurlarım umarım iyisinizdir 🫶🏻
Elhamdülillah bölümü 10 günde iyileştirip sizlerle paylaşmak nasip oldu.
Ve tekrardan Rabbime hamdediyorum Elhamdülillah 20.bölümü görmek nasip oldu. 🥹
Birlikte daha nice bölümleri inşaAllah 😁
Güzel yorumlarınızı esirgemezseniz sevinirim.
Oylarınızı Bekliyorum.
---
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir”
---
---
Tarık’tan
Dedemle birlikte, yemeklerimizi yemiştik.
Ama buna sadece “yemek yedik” demek çok eksik kalırdı. Çünkü biz yalnızca midelerimizi doyurmamıştık; aramızdaki bağı güçlendirmiş, ruhlarımızı doyurmuş, kalplerimizi beslemiştik.
“Afiyet olsun” cümlesi hep söylenir ya… Dilimize yapışmış, alışıldık bir temennidir. Ama kökenine inince “afiyet”, sıhhat ve selâmette olma; musibet, belâ ve felâketten uzak kalma anlamına gelirmiş. Özellikle de “vücut sağlığı” manasına.
Bunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Demek ki “afiyetle yemek”, sadece yemek yemek değilmiş. Bazen yeriz ama hiçbir tat alamayız. Oysa afiyetle yemek, sevdiklerinle beraber oturup nimetin tadına varmak, bunu sana verilmiş bir lütuf bilmekti.
Çoğu kişi bu noktayı kaçırıyordu. Ama çok şükür, dedem bu inceliği bilen bir insandı.
Balıklardan sonra, gözlerinde çocukça bir ışıltıyla,
— “Eeee, şimdi bu balıkları midemize gömmek için tahin helvası yemesek olmaz,” dedi.
Kibarca garsonu işaret edip ikimiz için helva söyledi. Çay da tabii.
Tam tatlılarımızı bekliyorduk ki, masadaki huzurlu sessizlik bozuldu. Dedem, eski bir arkadaşını fark etmişti. Kalabalık masalarından bize el sallayıp davet ettiler.
Dedem ısrarla kaş göz yaptı. Onu kırmamak için yüzüme, gülümsemeye benzeyen garip bir ifade takıp peşine düştüm.
Dedem, yaşıtı Meryem’le tokalaştı, sarıldı. Birbirlerini görür görmez gençlik şakalarını yapmaya başladılar.
Ben de edebimle elini öptüm, kendimi tanıttım. Ama beni asıl hazırlıksız yakalayan şey, masada benim yaşlarımda bir torunlarının da oturuyor olmasıydı.
---
Kız, hevesle ayağa kalktı:
— “Benim yanıma oturabilirsin,” dedi.
Şaşırmıştım. İçimden, “Ne münasebet? Buna ne gerek vardı?” diye söylendim. Böyle bir çıkış bana göre fazla münasebetsizdi.
— “Yok, ben burada iyiyim,” dedim.
Yüzüne bile bakmadan, elimi hafifçe kaldırıp “kalsın” işareti yaptım.
Dedem, arkadaşına öyle dalmıştı ki fark etmedi. Ama kızın dedesi, göz ucuyla bizi izliyordu. Başını sallayıp, mimikleriyle “buyur, geç” diye işaretler yaptı.
Görmezden geldim. Onların inadına, en uzak sandalyeye oturdum. Zaten buradan kalkmam an meselesiydi. Şu an yalnızca dedemin hatırı ve gelecek helva için masadaydım.
---
Dedemlerin sohbetine kulak verince gülümsedim. O kadar hararetli, heyecanlı konuşuyorlardı ki… Yaşlılıktan kalınlaşmış seslerini görmezden gelseniz, iki genç delikanlının neşeli bir muhabbetine benzetirdiniz.
Ama ben, masada kendimi gergin hissediyordum. Tanımadığım ortamlara girmeyi hiç sevmem. Yeni insanlara karşı içten içe bir mesafe koyarım. Bu sınır bana güven verir; belki fark etmesem de beni korur.
Tam o sırada garson geldi. Biraz yoğunluk olduğunu, tatlıların gecikeceğini söyledi. İçimden, “Tamam, tatlı kimin umurunda?” dedim. Burada daralacağıma çıkıp biraz sahile inerim.
---
Tam kalkacakken başımı çevirdim. Yanıma oturmam için ısrar eden kızın, gözlerini bana kilitlemiş olduğunu gördüm. O an ilk kez fark ettim.
Şimdiye kadar yalnızca dedemin sohbetini dinlemiş ya da düşüncelerime dalmıştım. Sofradakilerin hiçbiri ilgimi çekmemişti.
Kız dudaklarını hafif araladı:
— “Şeref Amca’nın torunu musun?” diye sordu.
Sesi fazla kibar çıkmaya çalışıyordu. İçimden, “Ne kadar sahte, ne kadar samimiyetsiz,” dedim. Çünkü bu bütün mimiklerinden belliydi.
O ifadeye çok alışıktım. Bu tavrı bana karşı takınan çok insan olmuştu. Artık bu konuda deneyim kazanmıştım.
Başımı hafifçe salladım. “Evet” anlamında. Daha fazla muhabbetin uzamasına izin vermeden sandalyeden kalktım. Arkama bile bakmadan restoranın kapısından çıktım.
---
Dışarıda, patika yol lambaların ışığıyla hafifçe aydınlanıyordu. Aileler çocuklarının elini tutarak yürüyordu. Sevgililer el ele, yan yana ilerliyordu.
Ben yalnızdım.
Hayır, aslında yalnız değildim. Kalbimde Mihri varken hiç yalnız olabilir miydim? Ama keşke şimdi yanımda olsaydı… O minik, hafif soğuk ellerini avuçlarımda hissetseydim. Birbirimize sımsıkı tutunsaydık. Önce ruhlarımızla, sonra ellerimizle kenetlenseydik.
O zaman adımlarım da tebessümle hafiflerdi.
---
Gündüz sıcağı çoktan çekilmişti. Güneş battığında hafif bir meltem alnıma vuruyor, saçlarımı uçuruyordu.
Yürüyüş yolunun sonunda sahile inen bir patika gördüm. Burası epey karanlıktı. Sokak lambaları geride kalmış, önüm belirsizleşmişti. Yine de telefonumun fenerine ihtiyaç duymadan indim.
İncecik kumların başladığı yerde ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkardım, elime aldım. Yalınayak bastım kuma. Her defasında olduğu gibi, sanki bütün üzüntülerim, stresim ve kaygılarım toprağa geçiyor, ben de hafifliyordum. Bu benim ruhsal arınmamdı.
Kumun yumuşaklığı adımlarımı yavaşlatıyordu. Ama buna aldırmadım.
Deniz, gündüzleri ne kadar huzur verici bir görsel şölen ise geceleri bir o kadar ürkütücüydü. Dalga sesleri, güneşin batışından sonra daha da hırçınlaşmıştı. Köpüklü sular metrelerce kumlara sıçrıyordu.
Ayak uçlarımı yalayıp geçen dalgaların kenarında yürümeye başladım. Adımlarım ağırdı. Düşüncelerim daha da ağır.
Attım her bir adımı, kumda izi ile birlikte kalırken...
Aklıma çokça gelen, ama benim hiçbir zaman tam cevaplandıramadığım o soru dönüp dolaşıp gelmişti yine:
Şimdi ben ne yapacaktım?
Gelecekte ne olacaktı?
Elimden ne gelirdi, beni neler bekliyordu?
Benim için tam bir karanlıktı.
Evet, şu an Mihri… papatyam… Vardı.
O bana umut, güneş, ışıktı.
Tüm güzel şeyler oydu.
Ama geleceğimde o da olacak mıydı?
Bunu isteyecek miydi?
Ya da istese bile olacak mıydık?
Olsak da… Şu an babamdan kalan ve sadece isim olarak üstlendiğim koca bayiliğin CEO görevini nasıl yapacaktım? Altından kalkmasına kalkardım da, sanki içimde o gücü, o iktidarı, o koltuğu dolduracak ağırlığı bulamıyordum.
Babamın kokusunun sindiği, parmaklarının dokunduğu kalemlerin olduğu masayı ben mi kullanacaktım? Buna layık mıydım? Daha benim acım tazeyken, nasıl o masaya oturmamı beklerlerdi?
Sadece zoraki bir şekilde, kimseye kaptırmamak adına yasal işlemleri yapıp imzaları atmıştım. Kağıt üzerinde de olsa babamın yerini doldurmuştum. Eğer Kian görevleri üstlenmeseydi her şey darmadağın olacak, bayilik çoktan ellerimin arasından kayıp gidecekti.
Zaten akbaba gibi, babamın boşalan koltuğunu bekleyen o yaşlı tilkiler bir açığımı kolluyordu. Bu kadar süredir oturmadığım o koltuğu nasıl rahat bırakıyorlardı, hayret ediyordum. Çok zamanım kalmamıştı… öyle hissediyordum.
Kian…
Benim için bir abiden fazlasıydı aslında. Babam ona her şeyden çok güvenir, yanına alırdı.
Babam anlatmıştı: Bir gün arabası uzak bir semtte arıza yapmış. Çaresizce en yakın tamirhanelerin bulunduğu sokağa götürmüş aracı. Orada bir tamirci vardı; arabayla uğraşıyordu ama bir yandan da yanındaki küçücük çırağı azarlıyor, hatta arada hırpalıyordu. Çocuk işini iyi yapmasına rağmen bu sertlik, babamın gözünden kaçmamış. Daha o gün, o gece Kian’ın gözlerindeki ışığı fark etmiş ve onu yanına almış.
O günden sonra hiç ayrılmadılar. Çocukluğundan itibaren babamın yanında büyüdü. Gerçekten de çok iyi eğitti onu; yalnızca teknik bilgisiyle değil, iş disipliniyle, insanlara yaklaşımıyla da donattı. Kian’ın zaten bu konuda doğal bir yeteneği vardı. Hem motor ve mühendislik bilgisinde hızla kendini geliştirdi, hem de şirket yönetiminde yılların deneyimini kısa zamanda kazandı.
Okulunu ve eğitimlerini alırken, babamın yanında okullarda asla öğrenemeyeceği şeyleri öğrendi. Hayatın derslerini diyelim…
Bazen ona imrenirdim. Çünkü o her zaman babamın yanındaydı. Ben ise olamamıştım. İçimde bir boşluk kalmıştı, sanki babamın gölgesine girmeyi becerememiştim.
---
Düşünceler, ihtimaller yalnızca kalbimi değil, her zerremi öylesine hapsetmişti ki… İçinde bulunduğum karanlık, deniz kıyısından daha da koyu bir karanlıkta boğuyordu beni. İçim sıkıldıkça sıkılıyordu.
Denizden esen sert poyraz, üzerimdeki takım elbiseyi sarsıyor; bedenime vurdukça sanki beni yıkıp geçmek ister gibiydi.
---
“Burada mısın?” diyen bir kız sesiyle irkildim.
Arkama döndüğümde, biraz önce aynı masada oturup beni süzen dedemin arkadaşının torununu gördüm. Burada ne işi vardı? Bu kız gerçekten sabrımı taşıracaktı.
Ortam öylesine karanlıktı ki yanındaki kişinin bile yüzü net seçilmiyordu. Yürüyüş yolunu aydınlatan sokak lambaları çok uzakta kalmıştı.
“Dedem gönderdi.”
Sesi, beni inandırmaya çalışır gibi, yine o sofrada takındığı—galiba kendince tatlı sandığı—bir tınıdaydı.
Sadece tiksindiriciydi.
“Yalan.” dedim, tek kelimeyle, sert bir şekilde.
“Gitmesi gerektiğini anlamıyor musun? Geri dön!” diye gürledim.
Kız, tepkime şaşırmış olacak ki birkaç adım yalpalayarak geri çekildi.
“Neden… neden böyle davranıyorsun?”
“Seni ilgilendirmez.” dedim, kestirip atarak.
“Böyle soğuk davranmanı sağlayacak ne yaptım ki?”
Sesinin tonu iyice kısılmıştı; adeta yalvarır gibiydi. Ne kadar yapışıktı…
Onunla uğraşmamak için geniş ve hızlı adımlarla yanından uzaklaşmaya başladım. Ama laftan anlayacak gibi değildi.
---
“Gözlerin… gözlerin çok güzel.” dedi arkamdan.
“Bunu sana söyleyen çok olmuştur ama…”
Doğru mu duymuştum? Bu bana mı asılıyordu?
“Gece bu gece… takılsak. Sadece nefes nefese…”
Sinirle olduğum yerde donup kaldım. Arkam dönüktü. Fevri bir hareketle dedemi utandırmak istemiyordum ama bu kız sabrımı taşırıyordu. Çok ısrarcıydı.
“Yakınlarda kaliteli bir yer biliyorum.” dedi, sesine kendince cilve katarak.
“Tek gecelik…”
Son dediği kelimeyle adeta köpürdüm. Artık kendime hâkim olacak bir durum kalmamıştı.
---
“Yeterince açık olamadım galiba.” dedim, sesim sertti, keskin bir bıçak gibi, aynı zamanda yüksekti.
“İlgilenmiyorum. Sevdiğim biri var.
Ondan başka bir kadın benim için bu dünyada yaşamıyor.
Şimdi…” dedim, iyice keskinleşerek, “Hemen geldiğin yere geri dön. Bir daha da karşıma çıkma. Yoksa sakin kalamam.”
Kız küçük dilini yutmuş gibiydi. Son kelimemi bitirmemle birlikte, ardından bakmadan geldiği yöne koşarak uzaklaştı.
Ne saçmalamıştı o ya…
İşte tam olarak bu tarz durumlar, çoğu kadından tiksinmeme, hatta iğrenmeme neden oluyordu. Erkekleri mal gibi görüp, sadece dış görünüşlerine, fiziklerine, maddi durumlarına göre değerlendiriyorlardı. Adeta bir ürün seçermişçesine…
Bu nasıl olabilirdi? İnsan kalbine her gün birini misafir edebilir miydi? Hisler oyuncak mıydı? Ben bunu anlamıyorum. Anlamayacağım da… anlamak istemiyorum.
---
Ben ilk defa Mihrinur’un gözleriyle bir kadının gözlerini sevdim.
O gözlerde, utangaçlıktan arta kalan zamanlarda bolca hayat vardı, ışık saçıyordu. Kahverenginin en koyu tonuna boyanmış hâlleri, sıcacık bir şekilde içimdeki soğukluğu sarıyordu.
Peki ya gülümsemediği zaman kalbi andıran dudakları?
Ya gülümsediğinde… güneş doğuyormuş gibi parlayan tebessümü?
O… her şeyiyle, benim hayatımın anlamıydı.
Aşkıydı.
Bir an… Hayalini de olsa, bu mutluluğumun önüne taş koyan, Mihri’nin kafasına o soğuk namluyu çeviren adamı hakladığım geceye gittim. O adamın dudaklarından dökülen bir cümle, içimde bir yerleri sıkıntıya boğuyordu:
> “Cengiz Bey gönderdi.”
Sanki burada olmaya hakkı varmış gibi bir rahatlık vardı üzerinde. Sanki burayı daha önce biliyordu.
Mihri de bununla alakalı hiçbir şey söylememişti. Gerçi ona bir şey sormadım, sormazdım da. O anlatmak isteseydi, elbet söylerdi. Ama belki bana henüz fırsat olmamıştı, ya da bunun için doğru zaman değildi… Bilemiyorum.
Nedense onun adını duyduğumdan beri geçmişten, çok eski zamanlardan bazı hatıralarım depreşiyordu. Çocukluğuma gidiyordum. Ve o zamanlardan hatırladığım nadir Türkçe isimlerden biri “Cengiz”di. Tabii aynı kişi olma ihtimali çok düşüktü. Yine de aklımı kurcalıyordu işte.
Bir an, Cengiz’in Mihri için önemli biri olma ihtimali kalbimin üzerine bir ağırlık gibi oturdu. Boğazımda yumru, bakışlarımda sis… Başımda uğultu, ayaklarımda güçsüzlük…
Ayakkabılarımı kumların üzerine bırakıp sarsak adımlarla denize doğru yürüdüm. Her bir adımda dizlerime kadar vuran sert dalgalar sanki beni içine çekmeye çalışıyordu. Karşı koyacak hâlim yoktu. Gittikçe denize çekiliyordum.
Birkaç adım daha attım. Denizin soğuk suları dizlerime kadar ulaşmıştı. Dalgaların hızıyla sendeledim. Ama bu serin su, biraz olsun beni kendime getirdi.
Bedenime çarpan dalgalardan sıçrayan sular üzerimdeki ceketi, gömleği, hatta yüzümü ve önüme düşmüş saçlarımı ıslatmıştı. Yorgun bir nefes bıraktım dudaklarımdan. Sadece Mihri’nin hiçbir zaman yanımda olmama ihtimali bile beni bu kadar sarsmaya yetmişti.
Ve bir anda… Nasıl olduğunu anlayamadığım şekilde üzerime doğru yükselen bir dalga boyumu aştı, beni yuttu.
Karanlığa gömüldüm.
Gecenin karanlığında, suyun içinde tek başımaydım. En ufacık bir ses bile yoktu. Sadece sessiz, kimsesiz ve soğuk… Tıpkı şu an yüreğim gibi.
Bir an, “Yolhizar!” diye bağıran Mihri’nin silüeti gözlerimin önünde belirdi. Kahverengi gözlerinde endişe pırıltıları oynaşıyordu. Dudakları üzgün, sesi bir haykırış… Bir yardım çağrısıydı bu.
Beni çağırıyordu.
Bir anda ona doğru uzattım elimi. İçinde bulunduğum, beni her saniye daha derine gömmeye çalışan sudan kurtulmak için yüzmeye başladım. Yüzme biliyordum. Azgın dalgaların içinde nefes nefese başımı çıkardım. Dakikalardır oksijensiz kalan ciğerlerime kesik ve büyük nefeslerle havayı doldurdum.
Elimle yüzümü sildim. Biraz daha kendime gelmiştim. Dikkatle kıyıya yüzdüm. Dalgalar, tahminimden daha da uzaklaştırmıştı beni.
Kıyıya vardığımda, endişeli gözlerle bana doğru gelen dedemi gördüm. Onu görmemle beraber yorgun bir gülümseme belirdi yüzümde.
---
Şoför koltuğunda oturduğumda, oturduğum yeri ıslatmamak için arabanın arkasındaki kurulama bezini deri koltuğa sermiştim.
“— Kendini hasta mı etmeye çalışıyorsun?
“— Hii!
“— Bu yaptığın hareketin başka mantıklı bir açıklaması olamaz. Sesi sistemliydi.
Haklıydı… Hem de fazlasıyla.
“— Özür…” dedim yalnızca.
“— Bir daha olmasın.”
Ses çıkaramadım. Sessizce arabayı sürmeye başladım.
Eve vardığımızda, dedem de ben de yorgun olduğumuzdan herkes kendi odasına çekildi.
Kendimi acilen duşa attım. Üzerime tamamen yapışmış şık takımı parçalarcasına çıkardım. Dinlendirici bir duşun ardından odama geçtiğimde, üzerime rahat bir şey giydim.
Ve soluğu, ona en yakın olabileceğim yerde aldım. Onun papatya kokusunu alma umuduyla… Heyecan kırıntılarıyla uzandım.
Son zamanlarda bu soğuk, kalın demir paravan Mihri’yle arama giriyor, sinirlerimi bozuyordu. Onun umut bakışlarını, bana hayat olan gülümsemesini benden saklıyordu.
Ama yine de alt kısmında o tanıdık kâğıt hissedince gülümsedim. Hızla çekip aldım.
Özenle açtım. Üzerindeki “Mihri’den” yazısında ellerim usulca gezdi. Masamın başına döndüm, lambamı loş bir şekilde yaktım. Oda hafif aydınlandı.
Evden çıkarken balkon kapısını açık bıraktığım için içerisi serin ve havadardı. Sabırsızca ikiye katlanmış, sararmış lekeleri olan o eski kâğıdı araladım.
Ve okuduğum satırlar…
Biraz önceki gülümsememi tamamen sildi. Şaşkınlık ve üzüntüyle karışık, anlamsız bir duygu oluşturdu içimde.
---
“Yolhizar,”
Ben de senin gibi — isminle değil, senin için bulduğum kelimeyle sana sesleniyorum.
(Demek hala bana böyle seslenmek istiyordu.
Tarık demesini tercih ederdim.
Onun sesinden ismimi duymak, aklımda oluşan hayalle gülümsetti beni.)
Umut olmak çok kutsal bir görev. Ben böyle bir şeye liyakatim olduğunu düşünmüyorum.
(Bu bir görev değil ki, dedim. Sen zaten varlığınla umutsun; senin yaşantın bana umut oluyor.)
Hele ki kendi karanlıklarımın içinde boğuşurken…
(İçim sızladı — onun içinde boğuştuğu bu zorluklar, karanlıklar varken benim hiçbir şey yapamayıp onu acılar içinde, uzaktan, elimi kolum bağlı izlemek; inanılmaz bir şekilde gönlümü sıkıyor.)
O, senin görüşündeki güzelliktir; benden değil.
(Senden değil mi? Mihri: ne kadar güzel olduğunun hiç farkında değildi.)
“Gerçeklerin elbet bir gün ortaya çıkma gibi kötü bir huyu vardır,” derler. Ama bu durum benim için öyle olmadı. İçimi rahatlattı ve bir kere daha senin yardımını almış oldum.
(Sevinmiştim.)
Sana karşı çok mahcubum. Hep tatsız durumların içine karışıyorum; bana yardım elini uzatıyorsun. Ama bu yüreğimde ağırlık oluyor. Çünkü ben bu iyiliklerin karşılığını veremem.
(Ağırlık olmasın. Olmasın olur mu? Gerçekten hepsini tüm varlığımla isteyerek yapıyorum. Her neyse; sıkıntı olursa da güzel alarak atlarım. Senin hatırın olduktan sonra yüzüne “Bana borcun olmaz” demiştim.)
Cesaret… Bu da çok yabancılaştığım bir kelime. Cesaret sanki bana zıt anlam olmuş. Korkular yüreğime öyle dolmuş ki…
Cesaretinin kırılmış ve içindeki hayal kırıklığını yalın bir şekilde fark etmemek mümkün değildi.
(O kırılmıştı, üzülmüştü ve çokça korkmuştu.
Mihri — Mihri'm.
Şu an sadece gidip o kırıp geçmek istediğim paravanı tek hamlede aşıp Mihri'ye sıkı sıkı sarılmak geldi.
Bu kelimeler benim sözlüğüme o kadar tanıktı ki:
Bir kez daha benzer yollardan geçtiğimizi düşündüm.
Dakikalarca sarılmak; sarıldıkça onun yaralarını sarmak; “Ben buradayım ve artık hep olabilirim, eğer istersen,” demek geldi içimden.
Hatta az daha kendime hakim olamasaydım, çoktan yan terastaydım.)
Papatyalar alışıktır ihtimaller için yapraklarının koparılmasına. Hatta onları yetiştirenler bile boynunu kırıp usulca ellerini yapraklarına uzatırken sese aldırmaz.
Hayır, dedim — hatta bunu yüksek bir şekilde yalnız olduğum odada sesli söylemiştim.
(Hayır; alışık olmamalılar. Alışmamalılar. Onlar alışmış olsalar bile sen öyle alelade bir papatya değilsin ki; benim papatyamsın.)
Hatta koparıldıkları ellerde kokularını bırakırlar. Usulca boyun bükerler; çünkü itiraz etseler de bunun bir şey değiştirmeyeceğini fark etmişlerdir. Onun boyun büküşü bir kabulleniştir.
(Konu papatya değildi; konu O'ydu, yaşadıklarıydı.
Karşı gelip mecbur kaldıklarıydı.
Bunu anlıyordum.
Bir yandan da bunun kimin yaptığını, neden ve nasıl olduğunu delicesine merak ediyordum.)
Seven, sevdiğinin kırılmasını ister mi hiç? Ölesiye korkar bu durumdan. Yüreğinde ufacık bile bir dargınlık olsun istemez. Ama “sevmek” ya da “sevdiğim” demek o kadar uzaklaşmış kavramlar olmuş ki…
(Sustum; sadece gözlerim aynı satırlarda birkaç kez daha gidip gelip tur atarken, en derinlerimden hissettiğim bir noktaya daha parmak basıyor oluşu beni ona daha da yakın hissettirdi.)
Herkes bir şeyler seviyor:
Kimisi nefsini, kimisi menfaatini…
“Sevdiğim” dediği kişide kimisi dış güzelliğini, kimisi maddiyatını seviyor.
Herkes “seviyorum” diyor ama… Sevgi masumcadır, usulcadır, safçadır. Sevgi incitmez. Sevgi yaralamaz. Sevgi kırmaz, dökmez. Sevgi iyileştirir. Sevgi imar eder. Sevgi onarır.
(Sevgi ancak böyle tanımlanabilirdi; bunu da sevilmeyi en çok hak eden, saf, sevgi dolu Mihri'm yazabilirdi.
Bir dakika — sanki ben şu an onunla gurur duyuyordum.)
Emin ol: baban hakkındaki söylediklerimi sana tavsiye ettiğim kitaplarda daha fazlasıyla bulabilirsin. Benim okuduğum kitapları okuyan kişiler sana çok daha fazlasını söyleyebilir.
(Hayır, hayır, hayırrrr.
Söyleyemezdin.
Kimse bu evrendeki kimse, o gün orada söylediklerini senin gibi bana şifa olacak şekilde dillendiremezdi.
Mihri neden bunları kabul etmiyordu bir türlü? Sürekli kendi iç ve dış güzelliğini başka şeylere veriyor; kendisinin yalnızca bir zarf olduğunu ima ediyordu.)
“Güneş hiç gitmez ki…”
(O zaman sen de hiç gitmezsin değil mi?
Bu soruyu içimdeki çocuk soruyordu.)
Güneş geceleri bile gitmez. Sadece farklı bir yerde ısıtır insanların gönüllerini. Karanlık, bizim içimizdedir.
(Farklı bir yer istemiyorum, Mihri'm. Güneşim, sen yalnız benim yanımda ol; benim içimdeki gece, bağırımdaki karanlık — baş edebildiğim türden değil.)
“Papatyalar,” … Her yerde çokça bulunan bir çiçektir.
Her yerde çokça bulunan bir çiçek mi sen misin? (Yüzümde sinirden gerilmiş dudaklarıma sinirle karışık, stresli bir sırıtma geldi.)
Kırlarda, hiçbir bakım görmeden bile çokça görebilirsiniz.
Göremem; senden başka bir papatya göremem. Benim gözlerim kör diğer tüm çiçek, böcek, kelebek ve güzelliklere — yalnız sen varsın bana, sen yârsın.
(Ben artık son kelimeleri dudaklarımda mırıldanırken: Tanrım, dedim; son zamanlarda ona daha çok bağlandığımı, hatta sık sık bir şeyler isteme ihtiyacı hissettiğimi fark etmiştim. Mihri'yi bana onun gönderdiğini düşünüyordum. Ve Mihri'nin de bir yaratıcıya inanıyor oluşu, inanışlar hakkındaki düşüncelerimibiraz yumuşatmış; içimde çatlamayı bekleyen kuytu köşelerde tohumlar olduğunu hissettim. Sanki o tohumlar kabuklarını çatlatıp filizlenmek için çırpınıyordu.)
Ve emin ol… Bu dünyada güzel, çok papatyalar var.
(İşte bu son, bana vurduğu — bugün canımı en çok acıtan kelimeydi.
Diğer bazı söylemleri de incitmiş ve içten içe benden uzaklaştığını, aramıza mesafeler koyduğunu anlamıştım. Ama bu açıkça, “benden çok daha iyileri var; her yerde benim gibileri bulabilirsin; yani benim peşimden koşma — ben de sana umut yok; bana bel bağlama” demekti.)
Papatya.
--
İşte en çok da bu yaralamıştı beni. Şu an odaya girdiğim halimdeki heyecanımdan, coşkumdan eser yok; sanki dövülmüş, bir kenara atılmış gibi hissediyorum. Yüzümdeki rengin uçtuğunu hissediyorum; nefeslerimi bile isteksiz alıyorum.
Elimdeki kâğıda bakıyorum.
Gözlerim puslu, bakışlarım donuk.
Bakıyorum ama göremiyorum. Göremiyor değilim… görmek istemiyorum.
Papatya’nın, Mihri’nin bana böyle şeyler yazdığını görmek istemiyorum.
Hayır, o böyle yapmazdı.
Hiç bu tarz bir şey yaşamamıştı.
Peki şimdi ne değişmişti?
Acaba, ona karşı hislerimi çok mu belli etmiştim?
Yoksa… hayır, olamaz.
Onun sevdiği başka birisi mi vardı?
Ben çoktan eşini bulmuş bir kalbe mi gönül veriyordum?
Zaten tamamlanmış bir ruhu mu istiyordum?
Hayır, hayır… olamazdı.
Peki ya o “Cengiz… Cengiz Bey” dedikleri kişi?
Belki nişanlısı, sözlüsü ya da sevdiği kişiydi.
Ben nereden bilebilirdim ki?
Hiçbir şey bilmiyordum.
O an, sanki Mihri’den çok çok uzakmışım gibi hissettim. Bu yaz sıcağının aksine vücuduma bir üşüme geldi. Baştan aşağı buz kesmiştim.
Mektubu masanın üzerine bırakıp birkaç adım geri attım, sonra düşer gibi yatağa oturdum. Kendimi bıraktım. Başımı avuçlarımın arasına alıp dizlerime doğru eğildim.
“İhtimal… ihtimal…”
Kendi içimde tekrarladım.
Bu sadece bir ihtimaldi. Bir gerçekliği yoktu. Belki sadece utangaçtı, çekinmişti. Şimdi benim kimliğimi biliyordu, o yüzden biraz daha mesafeli yazmıştı.
Evet, evet… neden buydu. Başka bir şey olamazdı.
Bunlar, zihnime doluşan kötü düşünceleri uzaklaştırmak için kendime söylediğim telkinlerdi.
İçimden Tanrı’dan bir şeyler istemek geldi. Çünkü güçsüzdüm, anlatmak istiyordum. Sanki şu an beni en çok Tanrı anlayacaktı.
“Tanrım…” dedim.
Sesim, kendim bile zor duyacak kadar cılız çıkmıştı.
Ellerim benden habersiz hareket etti. Geçmişten gelen bir alışkanlıkla avuç içlerimi sıkıca birbirine yapıştırdım, gözlerimi yumdum. Dua pozisyonundaydım; en azından Hristiyanlıkta böyleydi.
“Ben bu kahverengi gözlü, güneş gülüşlü… bir melek kadar masum ve temiz kızla ne yapacağım? Bilmiyorum Tanrım… çaresizim.”
O an, içimdeki karanlığın arasından bir ışık sızdı. Sanki nefesim biraz açıldı, göğsümdeki ağırlık hafifledi. Tanrı’nın varlığını bir kez daha, daha güçlü hissettim. Vardı. Olmalıydı. Olmaması mümkün değildi.
Gerçekten… Tanrı’nın olmaması o kadar absürt bir fikirdi ki! Hiçbir zaman tam olarak olmadığını inkâr etmemiştim, sadece ikilemde kalmıştım.
Çocukluk yıllarımda zorla gitmek zorunda bırakıldığım pazar günlerindeki vaâzlar…
Kilisenin soğuk duvarlarından, itici papazların bakışlarından…
Annemin koyu bir Hristiyan olup boynundan hiç çıkarmadığı, avuç içi büyüklüğündeki siyah demir haçtan…
Hepsinden tiksinmiş, soğumuştum.
Bana vurduğu zamanlarda, vuruşunun şiddetine göre boynundaki haç yüzüme çarpardı.
Yıllar içerisinde yaşadığım bu durumları, Hristiyanlık nezdinde tüm dinlere karşı bir önyargı olarak içimde büyüttüm.
Eğer koyu bir dindar olduğunu iddia eden, asla pazar günü kiliseyi aksatmayan, vaazlardan sonra mutlaka bağış yapan, Tanrı’ya dakikalarca dua eden annem…
Böyle bir insansa, o zaman dinin ne anlamı vardı?
Tanrı insanlara böyle mi davranmalarını emrediyordu?
Hele ki bir anneye, çocuğuna eziyet etmeyi…
Hayır! Böyle olamazdı.
Çocukken biliyordum: bunun Tanrı’nın suçu olmadığını. Kendime çokça tekrar ediyordum.
Ama büyüdükçe bu düşüncemi koruyamadım.
Zihnimden geçen hatıralar beni eskilere götürürken, kendimde yeni yeni fark ettiğim değişimler beni bile şaşırtıyordu.
Mihri ile karşılaştıktan sonra Tanrı’ya olan inancım kuvvetlenmişti. Çünkü bana onu O göndermişti.
Bu kadar benzerlikler, karşılaşmalar…
Hele ki gözlerinde kendi ruhumdan bulduğum parçalar…
Bunlar öyle gelişigüzel, tesadüf ya da boşu boşuna karşıma çıkmış şeyler olamazdı.
Sadece hoşuma giden bir rastlantı da değildi.
Bunlar, yaşamam istenmiş şeylerdi.
---
Tarık’tan
Yaşıyordum.
Yaşamalıydım.
Buna inanıyordum.
Gözlerimi açtım. Yatağıma doğru uzanırken ellerimi başımın arkasında birleştirdim. Gözlerim tavandaydı. Nefes alışverişlerim biraz daha üzerine girmiş, biraz önce üzerimde olan o soğukluk yerini ılık, güvenli bir hissiyata bırakmıştı.
Gerçekten de bir Tanrı’dan isteyince, onu harbiden hissedip bazı şeyleri söyleyince rahatlamıştım. Evet, rahatlamıştım. Bu benim için bir aydınlanmaydı, farkındalıktı.
Bunu bu kadar belirgin, ne zamandır hissetmemiştim. Bir Yaratıcı’nın varlığı rahatlatıcıydı. Ona yaşadıklarını anlatmak, yardım istemek, elinin yetişmediği bir şey olduğunu fark edip bunu ondan dilemek… mutluluk vericiydi. Çünkü hayatta herkesin ulaşamadığı bazı şeyler vardı.
Bunlar maddi şeyler değildi. Zaten maddi şeyler belki de en kolay ulaşılabilenlerdi. Önemli olan; yorumlarımız, isteklerimiz, kalbimizin ihtiyaçları, aklımızdaki soruların cevapları, iç huzurumuz… Asıl elde edilmesi zor olanlar bunlardı.
Gözlerimi yeniden kapattım. Düşüncelerim o kadar arka arkaya geliyordu ki yorulmuştum. Biraz gözlerimi kapatıp sakinleşmeye, durmaya çalıştım. Gerçekten sadece durmaya… Ama bu, fiziksel değil; zihinsel bir durmaydı.
Hafifçe gözlerimi araladım. Ne kadar zamandır uzandığım hakkında hiçbir fikrim yoktu.
Aklıma ilk Mihri geldi.
Mihri’m… Bir gün gerçekten benim Mihri’m olacak mıydı?
Gülümsedim.
Olmasını dileyerek.
Papatya’nın dediği gibi korkuları vardı. Kim bilir ne zorluklarla yüzleşiyordu. Belki de hiç aklıma getirmek istemesem de, ufak bir ihtimal de olsa bana karşı hisleri yoktu. Ya da benimkiler gibi değildi.
Ama ben kendi hislerimden emindim. Ve bu bana yeterdi.
Dedemin akşam yemeği masasında söylediği gibi:
“Eğer sevdiklerimizin kıymetini yanımızdayken bilemezsek, sonra çok pişman oluruz.”
Bu sözü ne zaman duysam aklıma babam geliyor. Babamla yaşayamadıklarım… Babama geç kalmış olduğum…
Ve bu geç kalmışlık, öyle bir pişmanlığa dönüşmüş ki içimde söküp atamıyorum, kurutup kurtulamıyorum. Hep var içimde. Ve sanki hep olacak.
Bir daha böyle bir pişmanlık yaşamamak için hemen pes etmemeliydim. Mihri’ye tekrardan yazmalıydım.
Heyecanla doğruldum. Kalbim, kozasından çıkmak için çırpınan bir kelebek gibi kanat çırpmaya çalışıyor, yine de tam kurtulamadığı için kanatları etrafındaki duvarlara çarpıyordu.
Yine de çırpınıyor, kanatlarını çırpmaya devam ediyordu. Ben de öyle… Devam ediyordum yazmaya, Mihri’ye ulaşmaya çalışmaya.
---
Mihri’den
Uzanıp aldım, karavanın altında bana bırakılmış mektubu. Üzerinde yine “Tarık’tan Mihri’ye” yazısı iliştirilmişti.
Hemen okuyacaktım, lakin burası karanlıktı. İçeriye geçip mumu yaktım ve heyecanla gözlerim satırları buldu. Mektubun kendine has bir kokusu vardı.
---
Papatya
(…diye başlıyordu yine. Devamını okuyacaktım lakin içimden bir his de korkuyordu. Devamında yazdıklarından korkuyordum işte. Yine de o korkuyu yenip devam ettim.)
Sözlerin bugün dikenli mi dikenli… Sanki çalıların içinde elimi uzattım da bir çiçeğe ulaşırken aldığım hasarları hissettim. Sıyrıldı tenimde; kelimelerin acıttı, kanattı.
Sen, varlığınla umutsun. Umut olmak sana görev değil; yaşamanın bir parçası.
Sanki umut olmak için bir şey yapmıyorsun.
Bakman yeterli.
Seslenmen yeterli.
Kelimelerin yeterli.
Mahcubiyet… nasıl bir kelime öyle?
Sen hiçbir şey talep etmedin ki.
Sen hiçbir şey rica etmedin ki.
Neden mahcup olasın?
Bu sana çok uzak.
Hissetmen gereken bir şey değil.
Emin ol, içine atladığım her şey kendi isteğimle yaptıklarımdır. Bir karşılık istemek hiçbir zaman ne yüreğimden ne aklımdan geçmedi, geçmez.
Sen de geçirme.
Ve en çok da… yüreğinden korkuları uzak tut.
Sen yapraklarının koparılmasına alışma, papatya. Sen herhangi bir papatya gibi değilsin ki.
Sen farklısın, papatya.
Alışma.
Kabullenme sapına uzanan elleri.
Sessiz olma yapraklarının koparılmasına.
Sen, sana o canı verene yalnız teslimiyetini sun. Diğerleri yalnız kendilerini düşünen benciller.
Sen dememiş miydin?
“Çiçekler bile öyle koparılmaz. Bulunduğu dalda görevi vardır. Onu Yaratan’ı anar diye.”
Sevgi… tanımın o kadar derin ki, kalbimdeki lugata derin bir kelime daha kattı. Sevgi ancak böyle anlatılabilirdi, böyle anlaşılabilirdi.
Dediğin gibi… bu zamandaki çoğu kişinin aksine, sevgi senin yazdığın gibi bir şeydir.
Asıl olan, sadece bazı kitapları okuyan kişilerin bazı bilgileri aktarması değil. Söylenen şey kadar söyleyen de önemli.
Hatta daha da önemli.
Katılıyorum. Karanlık, içinizde de… Benim içimdeki karanlık o kadar büyük ki bazen beni yutuyor. Karanlıkların içinde üşüyorum. Güneşin bir tek ışığına muhtaç, buz kesiyorum.
İsmimin yıldız olmasına rağmen, karanlıklarda parlayamıyor, aksine yok olup gidiyorum.
Peki… papatyaların her yerde çokça bulunan, hiç de nadir olmayan bir çiçek olmasını söylemen neden? Ama bu doğru değil.
Her papatya özeldir. Hiçbiri birbirinin aynı değildir ki. Hele ki sen… milyonlarca papatyanın arasından bile fark edilebilecek bir masumiyettesin.
Ben herhangi bir papatya istemiyorum ki. Benim istediğim papatya… umut dolu bir papatya.
Başını zorluklar karşısında eğmeyen, ters esen rüzgârlara, hırçın yağmurlara, kuru topraklara inat azimle, inatla, umutla toprağına tutunan bir papatya.
O yüzden, lütfen bana başka papatyaları söyleme.
Bana başka çiçekleri anlatma.
Papatya istemem.
Umut olmayan papatya istemem.
Yüreğine ağırlık olmak, gönlünü sıkletlere boğmak… istemeyeceğim şeydir.
Bunu bil. Ve sakın unutma.
Bir de ufak bir sorum var sana: Dedem Şeref Bey seni görmek ve tanımak istiyor. Sana ondan bahsetmiş olmamdan ötürü sana karşı meraklı.
Kabul edersen, ziyaretinize gelmeyi arzu ediyoruz.
Cevabını bekliyorum.
Bana soğuk olman kalbimi sızlatıyor
Yolhizar
---
Alt dudağım benden izinsiz çoktan titremeye durmuştu; onları takip eden göz pınarlarıma da misafir yaş damlaları gelmişti. Dudaklarımın titremesi arttıkça, ellerimde tuttuğum mektuptaki yazılar bulanıklaştı.
İçimdeki hislerin ağırlığı öylesine artmıştı ki beni ezecek kadar büyümüştü.
Göğüs kafesimde, kalbimi çevreleyen dikenler vardı sanki; hatta jiletli teller—dokunduğu anda sizi kan revan içinde bırakacak keskin teller—işte etrafım şu an o tellerle sarılıydı.
Ellerimin titremesiyle avuçlarımdan kayan kağıt, masaya yumuşakça düştü. O an çıkan hafif tıkırtı, sessizliğin içinde bir çığlık gibiydi. Nefes alamıyordum.
Sözcüklerim, kelimeler beni terk etmişti. Kalbim o kadar daralıyor ki nefes alamıyordum. Bir an canhıraşlıkla avucumu masaya bastırıp doğrulmaya çalıştım.
İşte yine oluyordu: kalbim ritmini unutmuş gibiydi—bir hızlı, bir yavaş çarpıyordu. Göğüs kafesimden yayılan o düzensiz titreşim, kulaklarımda uğultu gibi çınlıyordu.
Son bir gayretle terasa koştum; Yolhizar'a koşmak ister gibi, ona ulaşmak ister gibi, aramızdaki engelleri aşmak ister gibi, ona gerçekleri söylemek ister gibi.
Balkona çıktığımda nefes nefese idim. Soğuk gece havası tenime iğneler gibi battı.
Esen rüzgâr yüzüme çarpınca elim başörtüme gitti.
Sert poyraz bir kere daha yüzüme vurdu; denizden gelen tuz kokusu burnuma doldu.
Çıplak ayaklarım soğuk mermer zemini hissetti—soğuk kemiklerime kadar işledi. Bir kere daha nefes almaya çalıştım—biraz daha sakinleşmek için.
Şimdi biraz daha iyiydim. Kalp ritmim yavaş yavaş düzelirken, gözlerimi sıkı sıkıya yummuştum; gözyaşlarımı tutmak için.
Yumduğumda dudaklarımdan kaçan cılız bir hıçkırığa engel olamadım. Ve hemen sonra, kısık, güvenli, sarıp sarmalar gibi bir fısıltı:
—Mihri.
Bu onun sesiydi.
O an yıldızların altında, gece sessizliğinde, fısıltısı bile kalbimin en derin yerine işledi.
Başımı milyonlarca yıldızın olduğu semaya diktim.
Bir damla firar etti, usulca, sessizce.
Bir tane daha.
Ve bir tane daha.
Tuzlu gözyaşlarım peş peşe yanaklarımdan süzülürken, hıçkırıklarım kontrolümden çoktan çıkmıştı.
Ağlıyordum.
Geceyarısı, tüm yıldızlara gözlerimi dikmiş içimde sessizce haykırıyordum; hiçbir kelime çıkmıyordu dilimden.
İçimdeki susmuş minik kız ise hiç susmuyordu.
Onun sesine karşı bir şey diyemedim. Ne diyebilirdim ki? "Gel" desem gelirdi. Ama ben şu an kendimle kalmak istiyordum. En iyisi bu gibiydi.
Hem hayati bir durum olmadan bana helal olmayan bir erkeği öyle çağırmak doğru olmazdı; çağırmamalıydım.
Babamın geceleri, ben ağlarken odaya bir hışımla girip beni dövecekmiş gibi üstüme yürüdüğü anlar geldi aklıma: "Sussss." Ben ağladıkça kızılan bir kızdım.
Ben yaralandıkça sızlanması bile yasak olan bir kızdım.
Yaşadıklarıma ağlıyordum
—çektiklerime, çekmek zorunda bırakıldıklarıma, anlayışsızlıklara, değersizleştirildiğime.
Ağlıyordum.
Korkuyordum.
Evet, itiraf ediyorum: çok korkuyorum.
Başıma geleceklerden korkuyorum. Geleceğimi kimselerin ellerine, kimsenin tercihine, çıkarına bırakmak istemiyorum. İstemiyorum.
Benim hayallerim var.
Yapacaklarım var.
Ölmeden önce deneyeceğim pek çok merak ettiğim şey var.
Ve ben artık görünmez olmaktan çok yoruldum. Küçüklüğümden beri etrafımda çizilen sınırlara takılmaktan bıkmıştım. Yanaklarım ıslak; tuzlu yaşlar yanaklarımı azıcık da olsa yakıyordu.
Yavaşça dizlerimin üstüne çöktüm. Ama ben rahatlamış hissediyordum—derinlerimde biriken ve şu an patlayan bu duyguların ortaya çıkmasında Tarık'ın mektubunun etkisi büyüktü.
Kelimeleri, ona karşı soğuk sözcüklerimi hemen sezmiş ve bunun onu ne kadar üzdüğünü her harfi, her nokta ve virgülü ile belli ediyordu.
Bilmiyorum; belki de ona karşı hissettiğim bu duygu karmaşası, bu duruma gelmeme sebep olmuştu.
Bir yanım ona koşmak isterken, güvensizliklerim—insanlardan defalarca kazık yemiş, yarı yolda bırakılmış yanım—kıyasıya bir mücadele veriyordu.
Ve ben bu savaşın ortasında, zaten yeterince yorgun değilmişim gibi direnmeye çalışıyordum.
Umutsuzluk ve karamsarlık önce gözlerimin, sonra tüm iç alemimin üstüne kara bir bulut gibi çöktüğünü fark ettim. Dört bir yanımda fısıltılar yankılanıyordu.
Biliyorum, hiç kötü bir şey yazmamıştı mektubunda. Suçu değildi.
Ama ben bir anda çok tepki vermiştim. Ne zamandır içime atıp biriktirdiklerimdi bunlar. Kendim bile bilmediğim, üstünü örttüklerim… Bir anda ortaya çıkmıştı.
O kadar uzun süredir herkes benden bir şeyler bekliyordu. Hani, benim duygularımı önemsiyorlar mıydı? Ne hissettiğimi ya da beni anlamaya çalışıyorlar mıydı? Hayır… Beni kırmak, pek de kimsenin umurunda değildi.
Tarık’ın bu nazik halleri ve kelimelerinden bile beni kırmak istememesi, yüreğimi ağırlaştıran yüklerin bir anda gözlerimden damlamasına sebep olmuştu. Çok sevdiğim bir sözde der ki: “Gözyaşının da bir vazifesi varmış; peşinden gelecek gülümseme için temizlik yaparmış.”
Gerçekten de ağladıktan sonra kendimi daha mutlu hissettim. Burukça gülümserken yine gözlerimi gökyüzüne diktim.
Bir yandan da ağlamamı kimsenin duymamış olmasını umuyordum. Tarık hariç… Gerçi onun da duymamasını isterdim ama anlaşılan o da mektubu bıraktıktan sonra terastan ayrılmamıştı. Benim de biraz önceki kalp çarpıntım ve nefes darlığından ötürü balkona çıkmam gerekmişti. Yapabileceğim bir şey yoktu. Burada biraz olsun nefeslenmiştim.
Kulaklarımda yankılanan fısıltıların şeytanın sözleri olduğunu, kalbimin hemen yanındaki lümme-i şeytaniyeden geldiğini biliyordum.
Bu umutsuz, karamsar sesler… Sanki her şey kendi başına oluyormuş gibi, sanki her şey sebeplerin elindeymiş gibi… Hayır, bunlar benim kalbimin sözleri değildi.
Ya da öyle miydi?..
Aklıma yine Risale’lerden öğrendiğim bir teknik geldi. Şeytanın en büyük oyunlarından biri de kendisini inkâr ettirmesidir. Evet, size vesveseler verir; kulağınıza uzunca fısıldar, mırıldanır. Ve siz o sesleri kalbinizin sesi sanırsınız. İşte o en büyük tuzaktır. Kendi sesinizle şeytanın oyunlarını ayırt edemezseniz, onun tuzağına çoktan düşmüşsünüz demektir.
İşte ben de bu tuzağa düşmeyecektim. Elhamdülillah, Rabbim bana en ihtiyacım olduğu anda bunu hatırlatmıştı.
Dizlerimin üstüne çöktüm, yerden doğruldum. Yerin soğuğu dizlerimi kaplamıştı; kalktığımda bunu ancak hissettim. Geçmiş ve gelecek arasında böyle bir savrulmuştum ki yeni yeni bulunduğum ana gelip bedenimi hissedebiliyordum.
Bakışlarımı ufuk çizgisine çevirdim. Denizle gökyüzü birbirine karışmıştı. İçinden denizi seçmek zordu. Üzerinde hafifçe salınan teknelerden, parlak otel ışıklarından ve renkli mekânların parıltılarından denize düşen ışıklar, biraz olsun onu ayırt etmemi sağlıyordu.
Derin derin nefes aldım.
Başımı yine gökyüzüne kaldırdım. Bu gece ay yoktu. Rabbime yalvarmaya başladım.
Onu anlatmalıydım… O her şeyi biliyordu; yine de anlatmalıydım. Ondan istemeliydim, ona el açmalıydım. Her şeyi yapan o değil miydi? Her şeyin kâdir olanı o değil miydi? Her şeyi bilen, gören, bizi bizden iyi bilen o değil miydi?
Bu dünyada sizi en iyi anlayan insan bile sizi Rabbiniz gibi asla anlayamaz. Ve bir yerde Rabbinizle baş başa kaldığınızı hissedersiniz. İşte bu da çok ince bir sırdır: Rabbim bir yerde bizi kendiyle baş başa bırakır. Ona yönelmemiz ve bizi en iyi yalnız onun anlayacağını bilmemiz için…
Gülümsüyordum. Rabbim yanımdaydı. Her zaman olduğu gibi… Bana şah damarımdan daha yakındı. Soluduğum nefesi bana veren, kalbimin atışlarını kontrol eden, içtiğim suyu bana ikram eden, Tarık’ın sözleriyle yüreğime sükûnet veren oydu. İmtihanları veren de oydu; ona yönelmem için, onu daha da hatırlamam için…
“Ya Rabbim,” dedim. “Seni çok seviyorum. Seni çok, çok seviyorum. Bana verdiğin her şey için teşekkür ederim. Çünkü benim hepsine ihtiyacım vardı. Biliyorum ve inanıyorum ki sen beni bu zorluktan en güzel bir şekilde çıkaracaksın. Benim tek inancım, sana olan güvenim. Sana inanıyorum, sana güveniyorum ve sana dayanıyorum. Şüphesiz sen, ne güzel Vekilsin.”
Aklıma, ne zamandır Kur’an okumadığım geldi. Bir süredir borçlamış gibiydim kendime.
Geçen geceki o korkunç olay, Tarık’la biraz daha yakınlaşmamız, evdeki işler, bahçedeki uğraşlar derken… Ayağım alçıdayken daha çok Kur’an okuduğumu hatırladım. Evet, o bir musibetti ama beni Kur’an’a daha çok yaklaştırmıştı. Hem sürekli odada olduğum için online Osmanlıca derslerime katılabiliyordum. Hafta içi her gün yarım saat bile olsa Sevdanur Hoca’dan dinlediğim Risale sohbetleri bana kuvvet veriyordu.
Son zamanlarda içinde savrulduğum bu koşuşturmacadan, o dersleri de aksatmıştım. Tabii bunda, teyzemin kayınvalidesine giderken bilgisayarımı götürmesi ve orada unutmasının da payı vardı. Belki telefonunu rica edip, ya da Alpin tabletini kullanarak derse girebilirdim ama onu da rica edememiştim.
Ellerimin buz gibi olmasından üşüdüğümü yeni fark ettim. Rüzgâr kesilmişti. Yine kulaklarımda cırcır böcekleri ötüyordu. Ama ben onları yeni duymaya başlamıştım. Aslında ötmüyorlardı; onlar da Rablerini tesbih ediyorlardı.
Henüz ağustos gelmemişti; lakin cırcır böcekleri başlamıştı tesbihlerine.
Biraz kendime gelmek için aşağı katta banyoya indim. Odamın kapısını yavaşça açıp adımlarımı sessizce attım. Kimseyi uyandırmamak için azami dikkat ediyordum. Umarım kimse ağlamamı duymamış ya da o seslere uyanmamıştı.
Elimi yüzümü güzelce yıkayıp abdest aldım. Her abdest aldığımda tüm vücudumdaki ferahlamayı bu sefer daha da çok hissettim. Yine sessiz adımlarla odama çıktım. Elim, kıbleye doğru yere serdiğim seccadeye gitti. Üzerindeki işlemeler gül desenliydi.
Dakikalardır soğuk zeminde oturduğum için üşümüştüm. Terasın kapısını kapattım. Başörtümü çenemin altında sıkıca bağlayıp gece namazı için niyet ettim.
İki rekatlık gece namazından sonra ellerimi göğüs hizamda kaldırdım. Avuç içlerim yüzüme dönük, serçe parmaklarım yan yanaydı.
Yaşadıklarımı uzun uzun Rabbime anlattım. Detaylarıyla… Hissettiklerimi, korkularımı, endişelerimi, umduklarımı…
“Ya Rabbim, sen umduklarıma en güzel bir şekilde beni nail eyle.”
“Ya Rabbi, edebiyat okumak benim hayalim ama şu an o kadar uzak geliyor ki… Ama biliyorum, sen uzakları yakın edersin. Bana yakın eyle. Bana hayırlı bir yol nasip eyle.”
“Ya Rabbi, ben Cengiz’i de babamı da sana havale ediyorum. Benim onlara gücüm yetmiyor. Onlara yaptıklarını gösterebilecek, onları durdurabilecek ve beni onlardan kurtarabilecek yalnız sensin.”
Duanın sonlarına doğru, yine koyu yeşil gözlü beyefendi zihnimi kurcalamaya başlamıştı. “Allah’ım…” dedim, gözlerimi yumdum. Ve yine o gözlerimin önünde peyda oldu.
Ben ne yapmalıyım, bilemiyorum. Gerçekten çok çaresiz hissediyorum. İki arada bir derede kaldım. Ne yapmam doğruysa sen beni o yola yönlendir. Çünkü ben bilmiyorum…
Duanın tesiriyle öyle bir rahatlamıştım, öyle hafiflemiştim ki üzerimden dağlar kalkmış gibiydi. Seccademin baş tarafını usulca kıvırırken kendimi yatağın kollarına bıraktım.
---
---
Mihri’den
Sabah namazımı kıldıktan sonra, bugün çoğu zaman üzerimde olan mahmurluk yoktu. Gece ağladıktan sonra çok huzurlu bir uyku çekmiştim. Zihnimdeki sorular biraz olsun cevaplanmış, kalbim teskin olmuştu.
Namazdan sonra tesbihlerimi çekmek için terasa çıktım. Güneş henüz doğuyordu. Deniz bir çarşaf kadar sakindi. Kuşların cıvıltıları kulaklarıma doluyordu. Hâlâ hafif serin olduğu için içeriden üzerime ince bir hırka alıp, altıma sandalyemi çekip oturdum.
Tesbihlerimi tane tane çekmeye özen gösterdim. Her birinin anlamını düşüne düşüne:
“Subhanallah! Ya Rabbi, sen her türlü kusur ve noksanlıktan münezzehsin. Elhamdülillah! Bana verdiğin ve vermediğin her şey için hamdolsun Ya Rabbi.”
Ufacık da olsa onu düşünmek bile bana iyi geliyordu. Tabii, hiç düşünmeden tesbih çektiğim çok oluyordu. Ama düşünerek, yani tefekkür ederek yapılan ibadet, ona ruh katıyordu.
Ve en son:
“Allahu ekber! Allahu ekber! Ya Rabbi, sen korktuğum, bana güç gelen, büyük gelen her şeyden daha büyüksün. Her şeyden daha kudretlisin.”
Bu o kadar büyük bir güven veriyordu ki insana… Allahu ekber! En büyük sensin, Ya Rabbi.
Tesbihlerimi tefekkürle çektikten sonra, avuç içlerimi yüzüme kapatıp yine uzun bir dua ettim. Bugün güne erken başlamak beni çok daha güzel hissettirmişti. Yepyeni başlangıçlara, umutlara yelken açtığımı düşündüm.
İlk önce isminin anlamı “yıldız” olan, gözleri bir ormanın en derin noktasındaki kadar koyu bir yeşille boyanmış; gülüşü zarif, yanağında minik gamzesi ona ayrı bir yakışıklılık katan; hafif uzun kumral saçlı, motorunun üzerinde de ayrı bir karizmatik duran beyefendinin mektubuna cevap vermem gerekiyordu.
İçimdeki ses bana kızdı:
“Maşallah, yani adamın bütün ayrıntılarını ezberlemişsin.”
Buna gülmeden edemedim. Sabah sabah kendi kendime gülüyordum. Dışarıdan biri baksa halime gerçekten şaşırırdı. Gülümsememi, ağzımı kapatarak avucumla gizledim.
Mektup kâğıdını, kalemimi kapıp yine terasa koştum. Kâğıdımı teras balkonun üstündeki duvara koyup, ayaklarımı sandalyenin üzerinde bağdaş kurdum. Gözlerim ufukta, derin derin nefes aldım. Zihnimde geçen kelimeler, kalbimden fısıldayan hisler, aklımdaki şüpheler… Hepsi karmakarışıktı.
Onları sakinleştirip bir düzene koymak için derin bir nefes aldım. Sonra “Bismillah” diyerek yazmaya başladım. Çünkü biliyordum ki uygun zamanı beklemek tamamen bir hileydi. Uygun zaman yoktu; o an başlamak vardı. Ben de öyle yaptım.
---
Tarık,
Yolhizar, kırık bir kalple yolda yürüyen demek, biliyorsun. Ve ben senin artık böyle değil de, kapkaranlık bir gökyüzünde de cesurca parlayan büyük bir yıldız olduğunu düşünüyorum. O yüzden sana böyle sesleniyorum.
Tarık… Tarık, yıldızı gibi ol diye.
Kelimelerimin seni kanatması benim de yüreğimi sızlattı. Seni kanattığım için benim de yüreğimde yaralar açıldı. Kanatmak istemedim, incitmek hiç… Ama bilirsin; kelimeler, bazen kalbimize saplanan bir ok, bazen yaralarımızı kapatan bir merhem, bazen de çaresizliğimizi anlatmak için kullandığımız ama yetersiz kalan araçlar olur. Benimki de işte en son bahsettiğim kelimelerden.
Umut bir insana atfedilemeyecek kadar kutsaldır bence. Ve umut en çok Rabbimizden edilmeli. Çünkü inanıyorum; en çok ondan umduklarımız bizi hiçbir zaman yarı yolda bırakmayacak.
Peki benim bu kadar umut olduğumu iddia ederken, senin bana yazdığın satırlara ne demeli? Asıl senin yazdıkların benim korkularımı giderdi. Çok gerilerde gizlediğim, elini kolunu bağlayıp üzerine kilit üstüne kilit vurduğum hisleri ortaya çıkardı.
“Alışmayacağım, kabullenmeyeceğim, bana uzanan ellere asla boyun eğmeyeceğim zorluklara, baskılara” demişsin ya…
İşte, ben de seninle paylaşmak istiyorum gelecekteki bir umudu. Hayatıma giren pek çok kötü örneğe rağmen ben inatla bir gün öğretmen olmak istiyorum. Yazılarından fark etmişsindir; edebiyata meraklıyım. Edebiyat öğretmeni olmayı çok istiyorum.
Bunu söylemek benim için zor. Çünkü bunu kendime bile sık sık hatırlatamıyorum. Bir hayalim var ama ileride onun da kırılacağından korktuğum için kurmaya çekiniyorum.
Kurduğun tüm cümleler yüreğime ulaştı. Ve dediğin gibi ben teslimiyetimi yalnızca bana bu canı verene sunacağım.
Her papatyanın özel olduğunu söylüyorsun ya… O zaman ben de sana her yıldızın bambaşka olduğunu ve hepsinin bir görevi olduğunu yazmak istiyorum.
Biliyor musun, gökteki yıldızlar bile öyle başıboş değiller. Üzerlerinde melekler ibadet ediyor. Ve biliyor musun, semavattakiler yeryüzünde Allah için birkaç dakika konuşan kişilere gıpta ediyor.
O yüzden yıldız… Sen de karanlıklara alışma. Ne kadar özel olduğunu bil. Kendini sıradanlaştırma. Karanlıklarını kabullenme. En karanlıkta bile cesurca parılda.
Sorunun cevabına gelirsem:
“Buyurun, başımızın üstünde yeriniz var.” Deden Şeref Bey’i, dedemin anlattıklarından tanıyorum. Hatıralarım silik olsa da Şeref dedeyi ben de hatırlıyorum. Onu görmeyi isterim.
(Burada seni de görmek isterim diyemedim, yazamadım. Bir şeyler beni engelledi, bilemiyorum…)
Papatya
---
Mektubu bitirdikten sonra bir kere daha okuyamadım. Hemen aceleyle ikiye katlayıp yine paravanın altına koydum. Galiba ben bunu yapmaktan hiçbir zaman sıkılmayacaktım. Ya da belki de bir gün sıkılırdım. Belki de bir gün daha fazlasını ister miydim?
Şimdi farklı düşünceleri irdelemenin sırası değildi. Mektubu da yazdığıma göre hemen üzerimdeki geceliklerimi çıkarıp, iş yaparken daha rahat ettiğim geniş çiçekli eteğimi ve uzun kollu pamuklu tişörtümü giydim. Başörtüm zaten başımdaydı.
Saatin erken olmasına karşın çokça enerjik bir şekilde merdivenleri adımlıyordum. Hafifçe koşarak iniyordum. Sanki dün gece ağlamış olan ben değildim. Geçmişini karıştırıp yaşadıklarına üzülmüş o kız ben değildim. Kendime sonsuz bir dayanak noktası bulmuştum. O yüzden şu an çok güçlüydüm.
Dün geceden mutfakta kalmış bulaşıkları hızlıca toparlayıp makineye attım. Makineyi deterjan koyup çalıştırdım. Etrafta epey bir dağınıklık vardı. Anlaşılan teyzem ve Alp gece geç yatmış; güreş, kart oyunları ve biraz da abur cubur yemişlerdi.
Çöpleri toparladım, fazlalık eşyaları bir kenarda biriktirip kanepenin örtülerini silkeledim ve düzenledim. Eşyaları üst kata çıkardım ve bahçeye çıktım. Önce olgunlaşmış sebzeleri hasır sepetin içine toplayıp ardından sulamak için hortumun ve vananın yanına gittim. Güneş yavaş yavaş yükseliyor, sıcaklığını bahçeye vuruyordu.
Beni terletiyordu.
Bahçenin bakımı da bittikten sonra evin hemen önündeki masanın üstünü bir toparladım, sildim. Şimdi içeri geçip nefis bir kahvaltı hazırlama zamanıydı.
---
YORUMLARINIZI BEKLİYORUM
---
Bölüm uzun olduğu için devamı
Part 2' de
*ੈ✩‧₊˚༺☆༻*ੈ✩‧₊˚
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 20.03k Okunma |
3.51k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |