29. Bölüm
Mihrimah Altun / Bir Demet Papatya / 21.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

21.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

Mihrimah Altun
aydaki_yazar04

Selamünaleyküm papatyalar

Afiyette olmanızı temenni ediyorum.

Bugün rüyamda bana değer veren ve seven insanlar tarafından çok güzel bir papatya tacı yapıldığını gördüm ve onu taktım çok mutluydum.

Eğer siz de o papatyalardan biri olmak isterseniz bu bölümü güzel bir şekilde yorumlayıp oy vererek beni daha da mutlu edebilirsiniz.

Şimdiden Allah razı olsun

 

Bir yazım yanlışım varsa şimdiden affola minik bir nokta ya da emoji bırakarak yanlışlarımı belirtirseniz düzeltirim.

 

Keyifli okumalar.

---

“Dikkat edin! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki, o iyi/doğru/düzgün olursa bütün vücut iyi/doğru/düzgün olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O, kalptir.”

( Buharî, İman, 39)

 

---

 

 

Tarık’tan

 

Mihrinin ağlayan sesini duyduktan sonra iyice âlemim darmaduman olmuştu. Gözlerim yorgunluktan kapansa bile bir türlü uyuyamıyordum. İçten içe “Acaba onu ben mi ağlattım?” diye düşünüp üzülüyordum. Yazdığım satırları hatırlıyor, “Bilinçsizce yanlış bir şey mi yazdım?” diye kendime soruyordum.

 

Çünkü mektubu aldıktan ve okuma süresine yakın bir dakikanın ardından, balkondan gelen çıkardığı sesleri duymuştum. Öyle içli içli ağlıyordu ki… Sesi yüksek değildi, aksine çok kısıktı. Ama her inlemesi, o kadar acı çektiğini gösteriyordu ki kalbim acıdı, ağrıdı. Yumruğumu sıktım. Önümdeki balkon mermerine serçe parmağımı birkaç kere vurup geçirdim. Ellerim acıyana, mermeri vuracak hâlim kalmayana kadar… Kızgındım, üzgündüm, sinirliydim. Bilmiyorum, çok değişik bir duygu içerisindeydim. İsmini koyamıyorum.

 

Bir yandan ona yardım etmek, ona ulaşmak istiyordum. Diğer yandan da onun sınırlarına saygı duymam gerektiğini düşünüyordum. Beni çağırmamıştı sonuçta… Bir anda yine teras balkondan atlayıp gökten düşer gibi yanına gelemezdim. Gelmeyi çok istiyordum ama gelemezdim, gelmemeliydim. Bedeni titriyordu mu, bilmiyordum. Sadece “Umarım nedeni ben değilimdir.” diye düşünüyordum. Çünkü bu, en istemeyeceğim şeydi.

 

Sevdikleri onu çok kırmış gibiydi… Hıçkırıkları, o içli içli nefes alışları… Bilirim, yaşadım. Ne kadar süre o terasta kaldım bilmiyorum. Gece yarısını çoktan geçmişti. Saat kaçtı, haberim yoktu. Kapanan gözlerim inatla yatağa yatmıyor, uyumuyordu. Yan terastaki sesler de kesilmişti. Mihri içerideydi. Daha fazla inat etmedim. Ayaklarım beni yatağa doğru sürüklerken mecburiyetle yattım. Yattım ama rahat bir uyku asla çekemedim.

 

Kâbuslar peşimi bırakmıyordu. Lisede yaşadığım anılar, annem, kız kardeşim… Çığlıklar, yüzümde patlayan tokatlar… Annemin gözlerini büyüterek gözlerimin içine nefretle bakıp bana ettiği küfürler… Sürekli sayıklıyordum. Sanki o kadar rahatsız hissediyordum ki… Tüm vücudum terlemişti, üzerimden sıcak basmıştı. Gözlerim yarı açılıp yarı kapanıyordu ama yine de uyumaya çalışıyordum.

 

Yorgundu bedenim. Ve en son Mihri geldi rüyama… Yine masumca gülüyordu. Hatta kahkaha atıyordu. O kadar keyifliydi ki papatyaların içerisinde koşuşturuyor, sanki beni yanına çağırıyordu. Onun yanına gitmeye çalışıyordum, koşuyordum, nefes nefeseydim ama bir türlü ona yaklaşamıyordum. Başımı eğip ayaklarıma baktım: olduğum yere simsiyah bir balçık gibi bir şeyle yapışmıştım. Kıpırdayamıyordum. Başımı kaldırdığımda, Mihrinin gözlerinden yaşlar akıyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu… Ve benden daha da uzaklaşıyordu, daha da, daha da…

 

— Hayırrrr! Gitmeeeee!

 

Bağırarak yataktan fırladım. Üzerimdeki tişört su içerisindeydi. Başım dönüyordu. Sanki gece miydi, gündüz müydü, ben neredeydim? Gün, tarih… Her şey birbirine girmişti. O kadar yorgundum ki… Biraz nefeslendikten sonra çaresizce yine yatakta buldum kendimi.

 

Yüzüme vuran güneşin sıcaklığıyla sağ gözümü açtım. Ardından yavaşça sol göz kapağımı kaldırdım. Sabah olmuştu. Hiç yataktan çıkmak istemiyordum. Hiçbir şey yapmak istemiyordum. Her şey birbirine girmişti. Sanki hâlâ gece gördüğüm kâbusların etkisindeydim.

 

Aklıma, “Acaba Mihri cevap mektubu göndermiş midir?” sorusu geldi. Peki göndermişse? Ya kötü bir şey yazmışsa? Ne yapacaktım? Hiç göndermemiş de olabilirdi… İçimdeki merak kurdu beni kemirirken yataktan doğruldum. Omuzlarımı geriye doğru hareket ettirip ufak esneme hareketleri yaptım. Yatağımı havalandırıp hiçbir kırışıklık kalmayacak şekilde düzelttim.

 

Banyoya girip buz gibi bir duş aldım. Ancak bu beni kendime getirebilirdi. Gece boyu da sürekli terlediğim için vücudum yapış yapış olmuştu, çok rahatsız hissediyordum. Banyodan çıkıp odama geçtim. Artık valizden değil, dolaptan giyiniyordum. Biraz geriye çekilip uzaktan kıyafetlerime baktığımda, hepsinin siyah olduğunu gördüm. Yalnız aralarında bir tane kahverengi vardı. Gördüğümde gülümsedim. Çünkü fark ettim ki bunu, Mihri’nin giydiği elbiselerin rengine benzettiğim için almıştım. Masum papatya, yıllar sonra siyahtan başka bir renk kıyafet almamı sağlamıştı.

 

Yüzüm o gömleğe takılıp kalınca, üzerime onu geçirdim. Sonuçta Mihri’yle anısı vardı bu gömleğin. Biraz korkarak ama daha fazla da merakımı bastıramayarak balkona çıktım. Yüzüme vuran sıcaklık bedenimi ısıtırken gözlerimi kapatıp derin bir soluk aldım, endişelerimi yatıştırmak için…

 

Ve gördüm. Manzara beni mutlu etmişti: yine bir mektup vardı!

 

Hızlıca aldım. Daha fazla beklemek istemiyordum. O an ayakta, açıp okumaya başladım. Okudukça gülümsüyordum. Sandığımın aksine papatya çok güzel şeyler yazmıştı. Dünkü mektubuna göre bugün daha sıcaktı. Ve korktuğum gibi aramıza aşılmaz duvarlar örmemiş, soğuk mesafeler koymamıştı.

 

Sevinmiştim. Hem de çok!

 

Son satırı okuyunca sevinçle ufak bir haykırış çıktı ağzımdan:

— Evettt beee!

 

Kabul etmişti. Bugün dedemle onlara gidiyorduk.

 

“Kabul etti mi yoksa?” diyen dedemin sesi yine güler gibiydi. Odamın kapısında dikiliyordu, gözleri bendeydi. Ne zaman kapıyı açmış, hiçbir ses duymamıştım. Anlaşılan biraz önceki sevinç haykırışımı görmüştü.

 

— Evet! dedim, yüzümde zafer kazanmış bir ifadeyle.

 

— O zaman, dedi, bugün şenlik var desene!

 

Gülümsemem genişledi; gerçekten çok mutlu olmuştum. İçim içime sığmıyordu. Şu an sevinçle koşup dedeme sarılabilirdim, hatta kucaklayıp kaldırabilirdim bile. Öyle bir coşku vardı içimde.

Ama o pek sarılmayı sevmezdi. Şansımı zorlayıp bu güzel günde keyfimizi kaçırmak istemedim.

Sadece yanına adımladım. Omzuma hafifçe vurdu. Bu kadarı yeterliydi. O da aynı şekilde benim omzumu sıvazladı:

 

— Hadi hadi, mutluluğunu gizleme oğlum.

 

Ufak bir kahkaha attım. Gerçekten gizleyemiyordum; istesem de yapamıyordum.

 

— Kahvaltıya geçelim hadi. Onun için çağıracaktım,

diyerek odadan çıkıp merdivenlere yöneldi.

 

Ben ondan önce indim, koşarak bahçeye çıktım.

İçim içime sığmıyordu.

 

Bahçeye çıkar çıkmaz beni gören Burçak kuyruğunu sallayarak havladı, yanıma koştu. Eğilip heyecanla tüylerini okşarken gıdıklarını sevdim. En çok bunu seviyordu. Etrafımda hızlı hızlı dönmeye başlayınca dayanamadım, kucaklayıp kaldırdım.

 

Bugün çok mutluydum. Burçak’ı havada birkaç tur döndürdüm.

Normalde ağırdı ama beni zorlayacak bir ağırlık değildi bu. Yeni indirdiğimde ellerim yanıyordu.

Birkaç keyif havlamasından sonra başını biraz daha sevdim. Göz ucuyla yemini ve suyunu kontrol ettim. Funda aksatmıyordu.

 

İçeri geçtim, ellerimi güzelce yıkayıp hazır olan kahvaltı masasına oturdum. Dedemin karşısına kuruldum. İştahım açılmıştı; sanki bana bir hayat gelmişti.

Daha doğrusu… bana Mihri’nin güzel haberi gelmişti.

Belki bir gün Mihri de gelecekti.

 

Kahvaltıdan sonra odama çıktım.

Nereye koyduğumu unuttuğum telefonu aramak biraz zamanımı aldı. Kendisiyle pek samimi olduğum söylenemezdi; sevmiyordum bu telefonları. Çünkü her açtığımda sayfalarca ilgilenmem gereken dosya, bir sürü mesaj, mail ve cevapsız aramalar beni bekliyordu.

 

İsteksizce açtım.

Beklediğim manzara yine karşımdaydı, ama bu sefer Kian’ın aramaları anormal derecede fazlaydı.

Endişelendim.

Hemen aradım. Telefon çaldı, çaldı ama açan olmadı.

Yardımcı sekreterini aradım; ona da ulaşamadım.

 

Bu hiç normal değildi.

Endişelerim katlanarak büyürken, sakin kalmaya çalıştım.

Bugün Mihri ve ailesiyle tanışmaya gideceğimizi kendime hatırlatıp derin nefesler aldım. Ardından laptopumun başına geçtim.

 

Çoğu dosya aynıydı: Onaylanması gereken izinler, bazı grupların yöneticileriyle olan sıkıntılar, teknik destek ekibindeki eksikler…

Tek tek hepsiyle uğraşırken zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Yorulmuştum.

 

Bir süre daha dosyalara baktım ama zihnim artık başka bir yerdeydi. Ne kadar işim olursa olsun, düşüncelerim hep ona, o satırlara kayıyordu. Kalbim sanki bana seslenir gibi “oku” diyordu. Dayanamadım, yeniden mektubuna döndüm.

Bir daha okudum.

 

Gözlerim satırlarda gezindi…

 

 

---

 

Mektuptan:

 

Tarık,

 

Yolhizar, kırık bir kalple yolda yürüyen demek, biliyorsun.

Ve ben senin artık böyle değil de, kapkaranlık bir gökyüzünde de cesurca parlayan büyük bir yıldız olduğunu düşünüyorum.

O yüzden sana böyle sesleniyorum:

 

Tarık… Tarık, yıldızı gibi ol diye.

 

(Tarık… ismimi onun ağzından duymak… onun o huzur verici sesinden işitmek ne de güzel olurdu. Bir gün duyabilecek miydim sevgiyle, onun sesinden kendi ismimi?

“Tarık… Tarık…” Belki de “Tarık’ım” olarak…

Dudaklarım yukarı kıvrıldı.)

 

Umut, bir insana atfedilemeyecek kadar kutsaldır bence.

Ve umut en çok Rabbimizden edilmeli.

Çünkü inanıyorum; en çok O’ndan umduklarımız bizi hiçbir zaman yarı yolda bırakmayacak.

 

(Eğer sen öyle diyorsan öyledir Papatya’m.

Ben de artık daha çok inanıyorum.

Sadece sen dediğin için değil… gerçekten yüreğimde bazı şeyler farklılaştığı için.

Yaratıcı’dan umuyorum.

O’ndan istiyorum.

Çünkü biliyorum ki, ne kadar kendimizi güçlü, kuvvetli, makam sahibi bir güç gibi hissetsek de her şeyin üzerinde bir güç var.

Ve O istemezse biz ne kadar çabalasak da olmuyor.)

 

Peki benim bu kadar umut olduğumu iddia ederken, senin bana yazdığın satırlara ne demeli?

Asıl senin yazdıkların, benim korkularımı giderdi.

Çok gerilerde gizlediğim, elini kolunu bağlayıp üzerine kilit üstüne kilit vurduğum hisleri ortaya çıkardı.

 

(Giderebilmiş miydim gerçekten?

Ufacık da olsa ona umut olabilmiş miydim?

Olduysam, bu beni bulutların üzerine çıkarırdı…)

 

“Alışmayacağım, kabullenmeyeceğim, bana uzanan ellere asla boyun eğmeyeceğim zorluklara, baskılara…”

 

(İşte bu, dedim içimden. İşte buuu!

Böyle ol Papatya. Güçlü ol.

Tüm kırılganlığına inat, güçlü ol, güçlü dur.)

 

İşte ben de seninle paylaşmak istiyorum gelecekteki bir umudu.

Hayatıma giren pek çok kötü örneğe rağmen, ben inatla bir gün öğretmen olmak istiyorum.

Yazılarımdan fark etmişsindir; edebiyata meraklıyım.

Edebiyat öğretmeni olmayı çok istiyorum.

 

Bunu söylemek benim için zor.

Çünkü bunu kendime bile sık sık hatırlatamıyorum.

Bir hayalim var ama ileride onun da kırılacağından korktuğum için kurmaya çekiniyorum.

 

(Şen bir kahkaha dudaklarımdan döküldü.

Benimle gelecek hayalini mi paylaşmıştı o?

İşte bu, beni daha da mutlu ediyordu.

Çünkü daha da yakınlaşmış gibi hissediyordum.

Onun hayallerini desteklemeyi istiyorum; sonuna kadar, hem de onun yanında olarak… diye ekledim içimden.

Aklıma yine onunla kurduğum hayaller gelince sırıtmadan edemedim.

Sabah soruma cevap verdiği için o kadar mutluydum ki, bu satırları dikkatli bakmayı unutmuşum.

" İyki ki bir daha okudum", dedim içimden.

Çünkü bu satırlara cevap yazmalıyım.

Böyle kıymetli bir bilgiyi benimle paylaştığı için ona teşekkür etmeli ve onu sonuna kadar cesaretlendirmeliyim.

Tabii ki olurdu!

Ondan çok çok güzel bir öğretmen olurdu.

Hatta ilk öğrencisi ben olurdum…

Olmuştum bile.

Şimdiden bana o kadar çok şey öğretmişti ki, hâlâ da öğretmeye devam ediyordu.

Papatya’m…)

 

Her papatyanın özel olduğunu söylüyorsun ya…

O zaman ben de sana, her yıldızın bambaşka olduğunu ve hepsinin bir görevi olduğunu yazmak istiyorum.

 

(Sen bana bambaşkasın mı diyorsun?

Bu kız, nasıl oluyordu da her cümlesiyle beni etkilemeyi başarıyordu?)

 

Biliyor musun, gökteki yıldızlar bile öyle başıboş değiller.

Üzerlerinde melekler ibadet ediyor.

Ve biliyor musun, semavattakiler, yeryüzünde Allah için birkaç dakika konuşan kişilere gıpta ediyorlar.

 

(Yıldızlar bile mi?

O başımızı kaldırdığımızda küçük birer nokta gibi gözüken, sayıları milyarlarca olan yıldızlar mı?

İşte buna şaşırmıştım.

O kadar yıldız bile görevli ve öylesine başıboş değilse, ben nasıl başıboş olabilirdim ki?

Bu cümlenin üstünde uzun uzun düşündüm.

Bu benim için derin bir düşünme oldu; uzunca ama iyi geldi.

İçimdeki bazı düğümlerin gevşediğini hissediyordum.)

 

O yüzden yıldız…

Sen de karanlıklara alışma.

Ne kadar özel olduğunu bil.

Kendini sıradanlaştırma.

Karanlıklarını kabullenme.

En karanlıkta bile cesurca parılda.

 

(Parlayacağım… ama sen de yanımda ol Papatya.

Yoksa ne olurum bilemiyorum.

Keşke bunları ona doğrudan yazabilseydim…

Ama yapamazdım.

Yazabildiğim kadarını yazmalıydım.)

 

 

---

---

 

Mektup

 

Mihri,

Bu sefer ben de sana Mihri olarak, yani güneş olarak seslenmek istiyorum. Yaptığın benzetme o kadar şiirsel, o kadar lirik ki en kuytu karanlıklarıma kadar ulaşıyor. “Tarık” demişsin ya bana “kapkaranlık bir gökyüzünde yıldız” diye… Parlamam içi...

 

Bu bana öyle büyük bir güç oldu ki! Daha iyi edemezsin… Dediğin gibi Tarık olacağım, parlayacağım, cesurca.

 

Eğer sen öyle diyorsan öyledir Mihri. Umut en çok Yaratıcıdan beklenilmelidir.

 

Ben aslında böyle düşünmezdim eskiden, ama artık daha çok böyle düşünüyorum. Tıpkı senin dediğin gibi her şeyi Yaratandan umuyorum, O’ndan istiyor ve bekliyorum.

 

Değiştim, değişiyorum… Sen beni değiştiriyorsun.

 

Böyle ol, Papatya. Güçlü ol.

Tüm kırılganlığına inat güçlü ol, güçlü dur. “Güçlü ol” demek ne kadar kolaysa “güçlü durmak” bir o kadar zordur, biliyorum. Anlıyorum…

 

Ve emin ol ki bu kuru kuruya bir “anlıyorum” kelimesi değil; yaşanmış bir “anlıyorum” kelimesi. Sen zaten güçlüsün.

 

Çünkü seni kalbinde Yaratıcıyla kurduğun bağ çok farklı ve benim gördüğüm asıl seni güçlü kılan bu. Sen tek başına güçlü olmaya çalışmıyorsun; onun yerine güçlü bağlarla dimdik ayakta duruyorsun.

 

Bana hayalini paylaşman çok özel; bunun için ayrıca müteşekkirim. Bir yazı okumuştum: “Önce hayaller ölür, sonra insanlar.”

 

O beni çok etkilemişti.

O yüzden lütfen hayallerinin ölmesine izin verme; onların yiyip gitmesine göz yumma.

 

Daha çok hayal kur, özgürce ve bir gün gerçekleşeceklerine sonsuz inanarak hayaller kur.

Tabii kuru kuruya kurmak olmaz; çabalamak da lazım, biliyorum. Ama çabalayacağına da inanıyorum.

 

Öğretmen olmak gerçekten sıradan bir meslek değil ve bence sen bunu en iyi şekilde yapabilecek insanlardan birisin.

 

''Hakkıyla yapacağına inanıyorum"

Çünkü ben bunu senin mektuplarınla yaşayarak gördüm.

 

Kabul edersen ilk öğrencin ben olmak istiyorum. Şimdiden senden o kadar çok şey öğrendim ki devamını sabırsızlıkla bekliyorum.

Eğer sen de kabul edersen ve şimdiden senden yepyeni bilgiler öğrenecek olan öğrenciler çok şanslı… Onlara imrendim.

 

Bana “Özel” olduğumu söylediğin için, ne kadar kabullenmesen de, tekrar söylemek istiyorum: Bana umut olduğun için, zorluklar karşısında direnmem gerektiğini tekrar tekrar hatırlattığın için çok minnettarım. Asıl ben sana borçluyum.

 

Sorumu olumlu cevaplayıp teklifimizi kabul ettiğin için de nasıl teşekkür etmeliyim bilemiyorum. İçimdeki teşekkürü tarif edecek kelimeler bir türlü kalemimin ucundan dökülmüyor. Yine de yazmak isterim:

 

Teşekkür ederim.

 

Yolhizar iken,

Tarık olmaya çalışan,

Sönük bir yıldız.

 

 

---

 

Mektubu yazdıktan sonra içim öyle bir huzurla dolmuştu ki… Her sefer böyle olurdu biraz biraz ama bu sefer apayrıydı. İçimi kaplayan huzur göz kapaklarımı ağırlaştırdı. Birazcık kendimi zorlayarak iyice yapıştığım sandalyeden doğrulup mektubu her zamanki yerine bıraktım. Ardından kendimi güç bela yatağa attım. Gerçekten çok yorulmuştum. Gece gördüğüm kabuslar ve huzursuz bir gecenin ardından daha fazla uykusuzluğa direnememiş olan vücudum baygındı.

 

 

---

 

“Kalk kalk, hadi oğlum! Ay şimdi uyudun mu hem de böyle bir olayın öncesinde, Tarıkkkk!”

 

Panikle yattığım yerden hızlıca doğruldum. Karşımda dedem sinirli gözlerle bana bakıyor, bir yandan da söyleniyordu:

 

“Saatin kaç olduğunun farkında mısın?”

 

Gözlerimi kırpıştırırken bir elimle yüzümü ovuyordum, kendime gelmeye çalışıyordum. Bileğimdeki saate baktım: 17.40.

 

“Tüh, geç kalacağız!”

 

“Hah, desene yeni uyandın! O yüzden başında dırdır yapıyorum. Kalk çabuk, daha fazla gecikmeden üstünü başını adam gibi giy, bir güzel elini yüzünü yıka, saçlarını yap.”

 

“Tamam, kalkıyorum kalkıyorum!” diyerek hemen doğruldum. Dedem de odadan çıkmıştı. Şu halleri çok tatlıydı; babaannem olmadığı için sanki onun görevini üstlenmiş gibiydi.

 

Üzerimiz zaten fena değildi aslında. İçimden takım elbise giymek geliyordu ama şimdi takım elbiseyle gitmek biraz fazla kaçabilirdi ve Mihrin’in anneannesi şüphelenebilirdi. Dahası Nehri de bunu abartı bulabilirdi. O yüzden üzerimdeki gömlek ve altımdaki keten pantolonun yeterli olacağını düşündüm.

 

Banyoya gidip hızlıca yüzüme soğuk su çarptım. Ufaktan uyuduğum için yüzüm şişmişti. Saçlarıma bir şeyler sıkmak için banyo dolabını karıştırdım. Çok kullanmadığım ama bir şekilde buralarda unuttuğum bir sprey buldum; hızlıca saçlarıma sıkıp gelişi güzel taradım. O an aklımda bir ampul yandı sanki… Bir anda bağırdım:

 

“Papatya! Papatya almalıyım!”

 

Kendi kendime konuşuyordum. Ona papatya götürsem… “Evet evet!” dedim. “Bu harika bir fikir.” Ama bir an aklıma onun “koparılmış çiçekleri sevmemeliyim” dediği geldi. Koparılmış çiçekler aslında ölüden farksız olduğunu yazmıştı. “Tamam tamam o zaman” dedim, “çözüm basit: saksıda alırım. Bu şekilde ölmemiş olurlar ve hatta onlara baktıkça beni hatırlar.” Süper fikir!

 

Hemen odama geçip cüzdanımı ve telefonumu aldım. Tam çıkarken motorun anahtarlarını da elime alıp odanın kapısını kapattım. Dedemin yatak odasının önüne gelip kapıyı tıklattım ve ardından bağırdım:

 

“Dede ben çiçek almayı unuttum. Onun için merkeze uğrayacağım. Sen önden git, durumu idare et. Ben en hızlı şekilde geliyorum!”

 

“Aferin aferin sana oğlum, onu da unuttun değil mi?”

 

Sesi yalancıktan bana kızar gibiydi. Ben yine de bu tonda beni uyarmasına güldüm. Merdivenlerden koşarak indim.

 

Aşağı kata indiğimde Funda’nın salondaki kanepelerden birinde oturmuş bir halde telefonunu kurcaladığını gördüm. Normalde bu saatlerde pek burada olmazdı, işini bitirmiş olurdu. Muhatap olmamak için bir şey demedim ama içten içe bir işkillenmedim değil… Ya da belki de ben çok şüpheciydim.

 

Hızlıca garaja girdim. Eldivenlerimi takıp kaskımı başıma geçirdim. Motoru ana yola çıkarttığım gibi son sürat gazladım. Bir yandan merkezde çiçekçi olup olmadığını düşünüyordum. Çarşıda olabilirdi, çok da dikkat etmemiştim. En iyisi navigasyondan bakmaktı. Çok hızlı gidiyordum ama bir yandan da navigasyondan çiçekçi aradım.

 

 

---

 

“Hayır, saksıda istiyorum.”

 

Çiçekçideki orta yaşlı gözlüklü kadın neden çiçek yaptırmak istediğimi sorduğunda “Tanışmaya gideceğim” dedim. Duraksayıp “Sevdiğim kızın ailesiyle” diye ekledim.

 

“Hayır beyefendi, buket götürmeniz daha uygun olur” diye diretti. Ben ilk geldiğimden beri saksıda istiyordum ama o da illa buket çiçek olacak diye diretiyordu. Bu şekilde daha münasip olurmuş.

 

“Tamam” dedim kabullenmiş gibi, “sizi anlıyorum fakat sevdiğim kişi çiçeklerin koparılmış olduğunu görünce üzülüyor. O yüzden saksıda tercih ediyor. Ben de bu şekilde yaptırmak istiyorum. Beyaz bir kâğıda sarıp beyaz bir kurdeleyle bağlarsanız iyi olur.”

 

Kadın bana “ne laf anlamaz adamsın” tarzı garip bakışlar atarak “Peki beyefendi, peki” dedi. Gülümsedim. Bugün beni de mi görecektik? İnanamıyordum; Mihrin’in evine gitmek için çiçek yaptırıyordum.

 

Kadın saksı çiçeklerin olduğu taraftan orta boy bir papatya seçti. Gerçekten güzel bir saksıydı. Üzerindeki papatyaların hepsi açmış, güler gibi bakıyorlardı. Ellerim pantolonumun cebinde, bir ayağımla ritim tutuyordum.

 

Geç kalmıştım… “Umarım kalmamışımdır” diye geçiriyordum içimden.

 

“Not yazmak ister misiniz?” sorusuyla bir an gözlerimi dükkândaki diğer çiçeklerden çekip kadına baktım. Not isterdim ama doğrudan da bir şey yazdırmak çok açık olurdu.

 

“Hayatta sana karşı ne kadar sert rüzgârlar eser esin, zor topraklar sert çakıllar yanına incitirse incitsin… Sen asla pes etme. Umut olmaktan vazgeçme. Dik ve güçlü dur, Papatya. Umut ol.”

 

Kadın yine anlamaz gözlerle bana bakarken birkaç kere daha söylediklerimi tekrar ettirerek notu yazdı. Ödemeyi yapıp elimdeki saksı buketiyle dışarı çıkarken fazlaca mutlu ve sık sık gülümserken buldum kendimi.

 

 

---

 

 

Garajdan çıkarken motorun arkasına aldığm bağlama ipleriyle saksıyı motorun arkasına sağlam bir şekilde yerleştirmiş ve yola çıkmıştım.

Saksıyı çok sallamamak için fazla hızlı gitmemeye çalışıyordum ama bir yandan da geç kaldığım için acele ediyordum.

Neredeyse varmıştım, çok bir yolum kalmamıştı ki bir anda ana caddedeki iş trafiğine denk geldim.

Trafik o kadar sıkışıktı ki motorla bile aralarından geçemiyordum. Üstüne bir de ufak bir çarpışma olup kavga çıkınca işler iyice karıştı.

Olay biraz ileride oluyordu ama görebiliyordum; kavga edenlerin arasına girip ayırmaya çalışanlar derken trafik tamamen kilitlenmişti.

 

Etrafa bakındım. İçimi sıkıntı kaplamıştı.

“Ben şimdi buradan nasıl çıkacağım?” diye düşünürken sol tarafımda bir boşluk fark ettim.

Hemen oraya yöneldim, motoru dikkatlice kaldırıma doğru sürdüm. Burası müsait gibiydi. Ceza yiyebilirdim ama şu an umurumda değildi.

Kontağı kapatıp, motoru park ettim.

İpleri çözerek saksıyı kucağıma aldım. Artçı koltuğunun altından kilidi çıkarıp biraz önce çıkardığım kaskı motora kilitledim. Onu da yanımda taşıyamazdım.

 

Koşar adım ilerlemeye başladım.

Geç kalmıştım ama elimden geleni yapmalıydım.

Daha da kötü olmaması için hızlandım.

İçimden, “Acaba Mihri de beni bekliyor mudur? Nasıl giyinmiştir acaba?” diye düşünürken gülümsedim.

 

Nefes nefeseydim ama çok şükür, tam da zamanında varabilmiştim.

Ana yoldan buraya çıkarken ciddi bir yokuş vardı; o yokuşu 15 dakikada tırmanmıştım.

Bir yandan saksıyı koruyor, diğer yandan nefesimi dengelemeye çalışıyordum.

Saçlarım dağılmıştı. Ah, oysa dışarı çıkarken ne kadar özenmiştim...

 

Heyecanla zile bastım. Kapılarının önündeydim.

Bir elimle saçlarımı düzeltirken diğer yandan üstümü başımı kontrol ettim.

Heyecandan elim ayağıma dolaşmıştı.

 

Biraz bekledikten sonra kapı açıldı.

Yavaşça gıcırdayan demir kapının ardındaki o kapalı kız, Mihriden başkası değildi.

Doğrudan yüzüne baktım; ama yüzü düşüktü.

Nedense üzgün müydü acaba?

Sonra başını kaldırdı ve toprak kadar koyu kahverengi haneleri (gözleri) beni buldu.

Üzerindeklerde tıpkı gözleri gibi kahvenin tonlarında ve çok güzeldi.

Bir anda o önceki ifadesinden eser kalmadı; gözlerinin içi parlıyordu.

Mutlu görünüyordu.

Hafifçe gülümsedi.

Mutluydu, değil mi?

Ben geldiğim için mutluydu...

Öyle değil mi? Başka bir sebep olamazdı.

Öyle inanmak istiyordum.

Umarım bu sadece benim görmek istediğim bir hayal değildi...

 

 

 

Tam o sırada bahçeden kapıya doğru süzülen bir melodi ikimizin arasına doldu:

“Papatya gibisin, beyaz ve ince…”

Duyar duymaz tanıdım bu ezgiyi. Dedem dinlerdi.

Ben de eşlik etmeye başladım, usulca:

“Papatya gibisin, beyaz ve ince…”

Gözlerim Mihri’deydi.

 

Bir anda hiç beklemediğim bir şey oldu; o da bana katıldı:

“Eziliyor ruhum seni görünce…”

 

Devam ettim, dudaklarımda tebessümle:

“İsmin dudaklarımı yakıyor neden…”

 

Tam o anda, elimde tuttuğum papatya saksısını hatırladım.

Birden kendime geldim ve saksıyı ona doğru uzattım.

Mihri hafifçe başını eğdi, saksıyı alırken heyecanla tek nefeste “Hoş geldin,” dedi.

Sesi titriyordu; mutluydu.

O da benim kadar heyecanlıydı.

Ve bu hâlini saklayamıyordu.

Zaten saklamasındı. Ben onu böyle görmek istiyordum.

 

Hafifçe başımı eğip “Hoş buldum,” dedim.

Geçmem için kapının arkasına çekildi.

Bakışları yerdeydi, yanakları kızarmıştı.

Utanmış mıydı, benim papatyam?

 

Onu daha fazla utandırmamak için kapıda oyalanmadım.

İçeriye adımladım.

Bahçenin ufak girişinden sonra ayakkabılarımı çıkarıp, evin önündeki yemek masasının bulunduğu, etrafı camla çevrili bölüme geçtim.

 

 

 

Beni görünce dedem,

— “Oooo oğlum, çok erken geldin! Gelmeseydin!” diye güldü.

Ben de gülümseyip başımla herkese selam verdim:

— “İyi akşamlar.”

 

Gözlerim dedemden sonra onun yanında oturan, boynundan gözlük ipi sallanan yaşlı kadını buldu. Bu, Mihri’nin anneannesi olmalıydı.

Başımı hafifçe eğerek selam verdim.

 

Dedemin sağ tarafında oturan kadın Mihri’nin teyzesiydi. Onu tanıyordum.

Yanında telefonuyla oynayan küçük Alp, beni görünce heyecanla ayağa kalktı:

— “Aaa, gözleri lens olan abi geldi!” dedi.

Herkes güldü.

 

Alp’in yanındaki Bartu, onun kafasını okşarken,

— “Sana orijinal olduğunu söylemişti, hatırlamıyor musun?” diye takıldı.

Bartu’nun hemen yanında oturan Bükra’ydı.

Yan yana oturmaları dikkatimi çekti; araları iyileşmiş olmalıydı.

 

Boş kalan tek sandalye, Mihri’nin anneannesinin yanındaydı. Oraya oturdum.

Mihri hemen peşimden gelmedi. Getirdiğim çiçeğe şaşırmış olabilirdi.

Belki de papatyaları inceliyordu.

Bir süre sonra yanımıza geldiğinde yanakları yine pembeydi.

 

Ah, benim masum papatyam… Sen mutlu ol, ben sana papatya tarlası alırım.

 

Elindeki saksıyı gören anneannesi bana dönüp,

— “Zahmet etmişsin oğlum, çok teşekkür ederiz,” dedi.

Dedem hemen araya girip,

— “Ne zamandır görüşmüyorduk, elimiz boş gelmek istemedik,” dedi.

Bu doğrudan bir kız isteme değildi. Yanlış anlaşılma ya da fazla ciddi bir izlenim oluşsun istemiyordum.

 

Sağ olsun dedem beni kurtarmıştı.

 

— “Çok kibarsınız, Şeref Bey,” dedi Mihri’nin teyzesi. Gözlerinde tatlı bir mutluluk vardı.

 

Mihri, ortamın gerginliğini dağıtmak istercesine elindeki paketi alıp hızla içeri geçti.

Aslında böyle bir bahçede papatyalar dışarıda olurdu ama…

Belli ki notu fark etmişti. Hediyeyi içeri götürmüştü.

 

---

 

---
 

{Bu şekilde istemeye saksı çiçek ile gitme durumu gerçek yaşanmış bir durumdan alıntıdır.}

---

 

Mihri’den

 

Aceleyle mutfak lavabosunda ellerimi yıkadım.

Islaklığıyla yüzümü serinletmeye çalışıyordum ama hiç işe yaramıyordu.

Yanıyordum.

Terlemiştim.

Heyecandan…

Yine ellerim buz kesmişti ama bu kez mutluluktan.

 

Aceleyle içeri soktuğum papatya saksısının üzerindeki notu fark ettiğimde, dikkatlice kopardım.

Biliyordum, Tarık kesinlikle onu bana yazmıştı… ya da yazdırmıştı.

Kimsenin görmemesi gerekiyordu.

Çok utanırdım.

 

Henüz okumamıştım.

Şu an hiç uygun bir zaman değildi.

 

Bir kez daha ellerimi ıslatıp yüzümü serinlettim.

Kenarında duran havlu kâğıttan bir yaprak alıp yüzümü kurularken içimden geçirdim:

“Umarım başörtüm bozulmamıştır…”

 

Derin derin nefes aldım.

Biraz sakinleşmiştim.

Kahve yapacaktım.

Evet, kahve...

Tarık’a nasıl kahve içtiğini soracaktım.

Sadece bu kadar basitti.

Ama neden bu kadar zordu?

 

Kendi kendime tekrar ediyordum:

“Sadece nasıl kahve içersin diye soracaksın. Hepsi bu…”

Söylemesi kolaydı ama

Herkesin içinde ona sormak… işte o beni çok geriyordu.

 

Bu kadar gergin olmam normal miydi?

İçimde, beni gözetleyen bir his vardı sanki.

Kötü, tanımlayamadığım, rahatsız edici bir his...

 

“Bismillahirrahmanirrahim,” diyerek mutfaktan çıktım.

Evin önündeki masalı bölüme adım attım.

 

Herkes neşeli bir sohbete dalmıştı.

Arada Şeref amcanın kahkahaları duyuluyor,

Bükra Alp’le uğraşıyor, Bartu onlara katılıyordu.

Anneannem, Tarık’ı göz hapsine almış gibiydi.

Duymasam da mimiklerinden sorular sorduğunu anlıyordum.

 

Usulca masaya yaklaştım.

 

Anneannem kaşlarını kaldırmış bir şekilde Tarık’a bakıyordu:

— “26 yaşındasın, hmm…”

 

“Şey…” dedim.

Sözünü kesmek istememiştim ama dikkatler üzerime dönmüştü.

Bir anda herkes sessizleşti.

 

— “Kahvenizi nasıl içersiniz?”

 

Aradaki resmiyeti bozmamaya çalışıyordum.

 

Tarık, bana doğrudan bakmadı.

Herkesin bizi izlediğini fark ettiği için temkinliydi.

Yine de yüzünde, nadiren gördüğüm o güzel tebessüm vardı.

 

— “Sütlü, orta şekerli.”

 

Bunu söylediğinde dedesinin kaşları kalktı.

Şaşkın, hatta biraz inanmamış bir ifadeyle baktı ona.

Ama bir şey demedi.

 

“Sütlü, orta şekerli…” diye içimden tekrarladım.

Başımı salladım, “Peki,” deyip hızlıca içeri döndüm.

Bu gergin ortama daha fazla dayanamazdım.

 

Heyecanlıydım.

Ellerim titriyordu.

Ben, o derin ormanın en kuytu köşesinde kalmış gibi karanlık ama bir o kadar da yeşil gözleriyle kalbime dokunan,

bana defalarca mektup yazan,

zor zamanlarımda hep orada olan Tarık’a kahve yapıyordum…

 

Çok sevdiğim şeylerden birini yapıyordum onu..

 

Çok şükür, dökmeden saçmadan, elime yüzüme bulaştırmadan kahveyi hazırladım.

Yanına su koydum, küçük bir sunumla tepsiye yerleştirdim.

 

Masaya çıktığımda ortam sakindi.

Herkes muhabbetine devam ediyor, Şeref amca ile anneannem radyodan açtıkları ezgilerle ortama ses katıyordu.

 

Yüzümde tebessüm vardı.

Yanaklarımın yeniden kızardığını hissediyordum.

 

Kahveyi önüne bırakırken içimdeki titremeyi saklayamıyordum. “Afiyet olsun,” dedim usulca. Tam geri çekilecekken bir şey dikkatimi çekti…

 

Tarık’ın başının hemen üzerinde bir ışık… incecik, kıpkırmızı bir nokta…

 

Gözlerimi kırptım, kaybolmadı.

 

Kalbim bir anda yerinden fırlayacak gibi oldu.

 

Başımı kaldırdığımda bahçenin arkasındaki terasta siyah bir siluet gördüm. Gözlerim bir an orada takılı kaldı.

 

Işık yeniden yandı. Tarık’ın başındaydı…

 

Bu bir tesadüf olamazdı.

 

Boğazıma bir şeyler düğümlendi.

 

Tarık fark etti. Gözleri endişeyle beni aradı.

 

“İyi misin?” diye fısıldadı ama ben cevap veremedim.

 

Çünkü artık çok iyi bildiğim bir şey vardı:

 

Biri onu izliyordu. Ve bu oyun, sadece bizi korkutmak için değildi…

 

 

İçimden cılız bir ses fısıldadı kulağıma:

“Belki... belki de yanlış görmüşsündür.”

 

Olmaz mı?

İhtimal olabilir tabii. Sonuçta heyecandan elim ayağım dolaşıyordu. Kahveyi yaparken bile kaç kere ellerim titremişti...

 

Tarık’ın sorusuna karşılık gözlerimi kaçırdım. Şu an onunla göz göze gelemezdim. Sadece başımı sallamakla yetindim, Bükra’nın yanındaki sandalyeye oturdum.

 

Aramızda boşluk olmasına rağmen yine de kimse aramızda oturmuyordu. Bir süre sadece boş gözlerle Şeref Dede ile anneannemi izledim. Eskileri anarken çok mutlu görünüyorlardı.

 

Bakışlarım Bartu’yu bulduğunda, bana bakıp Bükra’ya göz kırptığını gördüm. Ardından gülüştüler.

 

Ben yanlış mı görüyordum?

Bayağı bayağı gülüşüyorlardı.

 

Dikkatimi dağıtmaya çalışıyordum. Sadece odak noktamı değiştirmeliydim. Ben hiçbir şey görmemiştim. Hayır, hayır... Kimse yoktu. Geçen gece çok korktuğum için zihnim bana yine oyun oynuyordu. Oynuyordu... değil mi?

 

Önüme doğru hafifçe itilen minik su dolu bardakla dikkatim Tarık’a döndü. Kahvesinin yanına bıraktığım suyu bana uzatıyordu. Hemen de başını başka tarafa çevirmişti.

 

Utanmamam için...

Uzanıp içtim birkaç yudum.

Yüreğim biraz olsun rahatladı.

 

Anlaşılan bu “rol yapma” işini iyice çözmüştüm ki kimse yüzümde bir şey anlamamıştı ya da herhangi bir şey sormamıştı. Gergin görünüyorsam da bunu Tarık’a yoruyorlardı. Biraz haklılardı da...

Ama tüm mesele bu değildi.

 

— “Mihri!” diyen ananemin sesiyle irkildim.

“Efendim?”

“Hani üst kattaki koridorun başındaki kitaplık var ya, onun üçüncü rafından Attilâ İlhan’ın şiir kitaplarını bir getir hadi çocuğum.”

“Peki.” dedim hemen. Zaten kalkmak istiyordum. En azından derin derin nefes alabilirdim.

 

İçeri girdim. Bir yandan kendimi sakinleştirmeye çalışırken diğer yandan merdivenleri çıkıyordum. Biraz önce gördüğüm şey... hayal miydi, yoksa gerçek mi? Emin değildim.

 

Eğer gerçekse, neler neler olabilirdi...

Şu an bu ihtimalleri hiç düşünmek istemiyordum.

Çok korkuyordum, fazlasıyla.

 

Ne yapmalıydım, bilemiyordum. Her yaptığım ya da yapacağım bir şey yanlış olabilir; doğru olanı yapmalıyım ama... bilmiyorum.

 

Aldığım şiir kitaplarını kolumun altına sıkıştırdım, aşağı inip bahçeye çıktım. Anneanneme doğru yürüyüp kitapları masanın üzerine koydum.

 

“Bartu, aaa hadi şey yapalım mı?” dedi.

Alp hemen atıldı: “Ne, ne yapalım mı?”

 

“Herkes sırayla gözlerini kapatıp kendi niyetine göre bir kitap seçecek, sonra da o kitaptan bize bir şiir okuyacak, nasıl?”

 

“Yapalım, yapalım!” diye tutturan Alp’in ısrarı ve herkesin onayıyla oyun başladı.

Ben de meraklanmıştım. Aklım bir nebze olsun boşalmıştı. Başka hiçbir şey düşünmemeye çalışıyordum.

 

Büyükten küçüğe doğru başlandı.

Şeref Dede’ye çıkan kitap Duvar’dı. Bir şiir okudu bizlere; sesi gürdü, okurken şiiri yaşıyor gibiydi. Bu kadar güzel okuyacağını tahmin etmemiştim.

 

Ardından anneannem çekti. O da Sisler Bulvarı’ndan bir şiir okudu.

 

Ardından Teyzem okudu.

 

Sıradaki Tarık’tı. Heyecanlı görünüyordu.

Ben de biraz daha sakinleştiğimi hissettim. Arada yine derin derin nefesler alıyor, göz ucuyla Tarık’a bakıyordum. Ve bir bakışımda onun da bana baktığını yakaladım...

Kitabı seçtikten sonra gözlerini kapatıp bir sayfayı araladı.

Karşısına çıkan şiirden mutlu olmuş gibi gülümsedi.

 

> Ben Sana Mecburum

 

“Ben sana mecburum bilemezsin

Adını mıh gibi aklımda tutuyorum

Büyüdükçe büyüyor gözlerin

Ben sana mecburum bilemezsin

İçimi seninle ısıtıyorum

Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor

Bu şehir o eski İstanbul mudur?

Karanlıkta bulutlar parçalanıyor

Sokak lambaları birden yanıyor

Kaldırımlarda yağmur kokusu

Ben sana mecburum sen yoksun

Sevmek kimi zaman rezilce korkudur

İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur

Tutsak ustura ağzında yaşamaktan

Kimi zaman ellerini kırar tutkusu

Birkaç hayat çıkarır yaşamasından

Hangi kapıyı çalsa kimi zaman

Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu..."

 

 

Neden bunu gözlerimin içine bakarak söylüyordu?

Her dizesi kalbimin içine işliyordu sanki.

 

Etkilenmedim desem yalan olur. Çünkü hitabeti çok güzeldi, sesi kadife gibiydi. Hatta kadife az kalırdı; sesi o kadar yumuşak, o kadar huzur doluydu ki... Dize aralarında durup nefesleniyor, arada dinleyenlerin yüzlerine bakıyordu.

Ama bakışları hep bir noktada, bendeydi...

 

Ardından Bartu ve Bükra da bize birer şiir okudular. Herkes kendine has bir tarzla seslendiriyordu.

 

Israrı sonucu kitaplardan birini benden önce Alp bey seçti.

 

Küçük afacan çok hevesliydi.

 

En komiği tabii ki Alp’in okuyuşuydu; bazı kelimeleri telaffuz etmekte zorlanınca teyzem ona yardım etti. Yine de herkes onu saygıyla dinledi.

 

Ve sıra bana gelmişti...

 

Gözlerimi kapattım. İçimde büyüyen korkulara, kötü ihtimallere meydan okumaya çalıştım. Güzel bir niyet getirdim içimden. Kitapları karıştırıp birini seçtim.

Gözlerimi açtığımda önümde yazan isim yüreğimi burktu:

 

> Ayrılıklar da Sevdaya Dahil

 

 

 

Üzülmedim desem yalan olur. İçim burkuldu, ama bir şey demedim.

Kitabın içinden bir sayfa açtım.

Ve yine... karşıma çıkan şiir aynıydı.

 

> Ayrılıklar da Sevdaya Dahil

 

 

 

Kimse görmüyordu bunu, ta ki seslendirene kadar.

Usulca başladım. Sesim biraz kırgın, biraz titrek...

 

> Ayrılıklar da Sevdaya Dahil

 

“Açılmış sarmaşık gülleri kokularıyla baygın

En görkemli saatinde yıldız alacasının.

Gizli bir yılan gibi yuvarlanmış içimde kader.

Uzak bir telefonda ağlayan yağmurlu genç kadın.

Rüzgar uzak karanlıklara sürmüş yıldızları.

Mor kıvılcımlar geçiyor dağınık yalnızlığımdan.

Onu çok arıyorum onu çok arıyorum.

Her yerimde vücudumun ağır yanık sızıları.

Bir yerlere yıldırım düşüyorum.

 

(Bu dizeleri okurken tarık'a baktım )

 

Ayrılığımızı hissettiğim an demirler eriyor hırsımdan...”

Tedirgin gülümser

Çünkü ayrılık da sevdaya dahil çünkü ayrılanlar hala sevgili

Hiç bir anı tek başına yaşayamazlar

Her an ötekisiyle birlikte her şey onunla ilgili

Telaşlı karanlıkta yumuşak yarasalar

Gittikçe genişleyen yakılmış ot kokusu

Yıldızlar inanılmayacak bir irilikte

Yansımalar tutmuş bütün sahili

 

( Neden her an dudaklarım titreyip, gözlerimden yaşlar durduramayacağım bir şekilde akacakmış gibi hissediyorum...)

 

 

Okurken göz ucuyla Tarık’a baktım.

Her kelimede içimde bir ağırlık büyüyordu.

 

Çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var

Öyle vahşi bir tat ki dayanılır gibi değil

Çünkü ayrılıklar da sevdaya dahil

Çünkü ayrılanlar hala sevgili

Yalnızlık hızla alçalan bulutlar karanlık bir ağırlık

Hava ağır toprak ağır yaprak ağır

Su tozları yağıyor üstümüze

Özgürlüğümüz yoksa yalnızlığımız mıdır

Eflatuna çalar puslu lacivert bir sis kuşattı ormanı

Karanlık çöktü denize

 

Sımsıcak bakışları suç ortağı kaçamak gülüşleri gizlice

Yalnızların en büyük sorunu tek başına özgürlük ne işe yarayacak

Bir türlü çözemedikleri bu ölü bir gezegenin soğuk tenhalığına

Benzemesin diye özgürlük mutlaka paylaşılacak suç ortağı bir sevgiliyle

Sanmıştık ki ikimiz yeryüzünde ancak birbirimiz için varız

İkimiz sanmıştık ki tek kişilik bir yalnızlığa bile rahatça sığarız

Hiç yanılmamışız her an düşüp düşüp kristal bir bardak gibi

Tuz parça kırılsak da hala içimizde o yanardağ ağzı

Hala kıpkızıl gülümseyen

Sanki ateşten bir tebessüm zehir zemberek

AŞKIMIZ

 

Sesim, sonlara doğru iyice kısılmıştı.

 

Şiir bittiğinde etrafta yalnızca bir fondan yükselen hüzünlü bir müzik kalmıştı.

Herkes susmuştu.

 

İçim dolmuştu.

Yüreğimdeki ağırlık artık taşıyamayacağım bir seviyeye gelmişti.

Daralıyordum.

 

Gayri ihtiyari oturduğum yerden kalktım.

Elimdeki kitabı masaya bırakırken sandalyeyi geri ittim, birkaç adım geri attım.

 

Ve o anda…

Gözlerim Tarık’a kaydı.

Bu sefer daha belirgin bir şekilde gördüm.

Biraz önce hayal sandığım şeyi...

 

Bir lazer ışığı.

Tam Tarık’ın başına doğrultulmuştu.

 

Belki bir tetikçiden geliyordu.

Belki Cengiz’in oyunuydu...

Kim bilir, belki şu an buraya bir telsiz yerleştirmiş, beni dinliyordu bile.

 

O kadar normal değildi ki...

Gözünü kırpmadan birini öldürse şaşırmazdım.

 

Korkuyordum. Dudaklarım titriyordu.

Birkaç adım daha geri atıp hızlıca içeri girdim.

 

Bartu, Bükra, teyzem, ananem, Şeref Amca...

Özellikle de Tarık...

Ne düşünürlerdi bilmiyordum ama artık dayanamıyordum.

Daha fazla o ortamda kalamazdım.

 

Üst kata çıktım, aceleyle…

Merdivenleri ikişer ikişer çıkıyordum.

Kapıyı açıp içeri girdiğimde gözlerim önce yatağıma, sonra hemen yanı başındaki çalışma masasına kaydı.

 

Masanın üzerinde bir not vardı.

Merakla yaklaşıp elime aldım.

Bu benim yazım değildi, Tarık’ın da değildi.

Bana ait bir şey değildi bu...

 

Heyecandan, panikten gözlerim satırları seçiyor ama anlamıyordu.

Harflere bakıyor, ama okuyamıyordum.

 

Bir an derin bir nefes aldım…

Sonra kelimeler bir bir zihnime kazındı:

 

> “Tarık’tan uzak dur.

Yoksa bu sefer hedef o olacak.

Bu sana son uyarım.

İnanmıyorsan, dene.”

 

 

 

Hayır...

Bu doğru olamazdı.

 

Yanılmıyordum.

Gördüğüm tetikçi gerçekti.

Ve tahmin ettiğim gibi, Cengiz artık daha da anormal bir şeyler yapmaya hazırlanıyordu.

 

Ne yapacağımı bilmiyordum.

Aklımda tek bir düşünce vardı:

Onu korumalıydım.

 

Zaten bu kâğıt bana seçenek bırakmıyordu.

 

O an aklıma gelen tek şeyi yaptım:

Minik çantamı kaptım.

İçine ne koyduğuma bakmadım bile.

 

Hızlıca aşağı indim.

 

Kapının önüne geldiğimde bahçedeki muhabbetin, kahkahaların devam ettiğini duyunca sevindim.

Kimse fark etmemişti.

 

Ne söyleyecektim ki?

Ne açıklama yapacaktım?

 

Hiçbir şey düşünmedim.

Masaya çıktım:

“Ben... bir yere gidip gelmem lazım. Çok sürmez. Kusura bakmayın.” dedim.

Şeref Amca’yı başımla selamladım.

 

Kimseyle göz göze gelmedim.

 

Kimsenin bir şey demesine izin vermeden hızlıca ayakkabılarımı giyip bahçe kapısını çarptım.

Koşmaya başladım.

 

Arkamda birinin seslenmesini, beni durdurmasını istemiyordum.

Durdurmasınlardı da...

 

Artık içimdeki duygularla baş başa kalmaya dayanamıyordum.

Hadi duygulara dayanırdım...

Ama gözümün önünde sevdiğim adamın başına hedef alınan bir silahı görmeye dayanamazdım!

 

Çıkaracağım en ufak ses, yapacağım yanlış bir hareket birinin hayatına mal olabilirdi.

Karşımdaki insan bir psikopattı.

Yani Cengiz.

 

Koşuyordum. Arada durup nefesleniyor, sonra yeniden koşuyordum.

Arkama bile bakmıyordum.

 

Doğruca evin bulunduğu sokaktan aşağı indim.

Yokuş aşağı olduğu için hızlanmıştım.

Normalde bu yolu kullanmazdım ama fark etmezdi.

Bir şekilde ana yola çıkacak, oradan karşıdaki siteye girip deniz kıyısına ulaşacaktım.

 

Ve ulaştım...

Çok hızlı gelmiştim çünkü aslında koştuğum yer dış dünya değil, içimdeki fırtınaydı.

 

Ben, duygularımdan...

Bu imtihanlardan kaçıyordum.

Koşuyordum, arkama bakmadan...

 

 

---

 

Yürürken o kadar hızlıydım ki kimsenin yüzüne bakmıyordum.

Adımlarım çok seri, zihnim karmakarışıktı.

 

Deniz kıyısına vardığımı, yüzüme serçe çarpıp şalımı ve elbiselerimin eteklerini uçuran sert poyraz’la fark ettim.

Adımlarım yavaşladı.

Yürüdüm, yürüdüm…

Artık kumlara basıyordum.

 

Biraz olsun rahatlamış hissettim.

İçimden güçlü bir Elhamdülillah deyiverdim.

 

Gözlerimi kapatmıştım.

Sadece derin derin, tuzlu ve bir o kadar da yosun kokulu denizi içime çekmeye, odaklanmaya çalışıyordum.

Dediğim gibi, sadece çalışıyordum…

Çünkü odaklanamıyordum.

Bir türlü rahatlayamıyordum.

 

Nasıl rahatlayabilirdim ki?

Şimdi de bana papatyalar getirmiş, önce kelimeleriyle, sonra da nezaketiyle yüreğime dokunmuş olan kişi tehlikedeydi.

Hem de benim yüzümden.

 

Onu nasıl koyabilirdim?

Ne yapabilirdim ki?

Şu an ne yapmam en doğru olurdu?

 

Bilemiyordum…

Bilemiyordum işte.

Hiçbir şey aklıma gelmiyordu.

Sanki her şeyi unutmuş, beynim sıfırlanmıştı.

 

Biraz daha denize yaklaştım.

Hava rüzgârlı olduğu için, sert esen dalgalar bana doğru gelirken içimden bir ses, beni alıp götürmesini istedi.

Uzaklardaki bir kıyıya atmasını…

O kadar yorulmuştum ki burada, bir şeylerin arasında kalmaktan, kendimi yapayalnız hissetmekten.

 

Yine karalar bağlıyordum ki…

Allah’tan, yüreğimdeki iman imdadıma yetişti.

 

Rabbim Zümer Suresi’nde böyle buyurmuyor muydu?

 

> “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.”

 

 

 

O zaman bana ne olmuştu?

Neden hemen ümitsizliğe kapılmaya çalışıyordum?

 

Evet, şu an yaşadığım hiç kolay bir durum değildi.

Yüreğim daralıyor, kalbim sıkışıyordu.

Ama yine de ümitsiz değildim, olmamalıydım.

 

Sadece… şu an mantıklı düşünemiyordum.

 

Büyük ihtimalle Cengiz, o gece kafama silah doğrultan adamdan daha profesyonel birini göndermişti.

Ve tabii ki Tarık’tan da haberi olduğu için ondan kurtulmaya çalışıyordu.

Hatta onu kendine rakip olarak bile görmeye başlamış olabilirdi.

 

Hastalıklı bir insanın zihin yapısını çözmek zordu.

Ama bazı davranışlarını gördüğüm için, iyi kötü anlayabiliyordum.

Tabii bunda, babamın da gösterdiği garip huylarına alışmamın payı vardı.

 

Eğer tek derdim buysa, yapacak bir şey yoktu.

En azından şimdilik biraz Tarık’tan uzak durursam, belki güvende olurdu.

Ve ben de bir şekilde, tamamen onun güvende olduğundan emin olduktan sonra bunu ona açıklayabilirdim.

 

Ya da… bilemiyorum, açıklamalı mıydım?

Ne yapmalıydım?

Ay Allah’ım… kafam kazan gibi!

 

Güneş neredeyse batmıştı.

Son ışıkları, gökyüzündeki bulutlara vuruyordu.

Bugün kara bulutlar gökyüzünde daha fazlaydı.

Deniz de daha bir dalgalıydı sanki.

 

Ama etrafın serinliğine karşı ben… yanıyordum.

 

 

---

Biraz deniz kıyısında oturup dalgaların sesini dinledikten sonra, güneş tamamen batmıştı.

Bir yandan dua ediyor, bir yandan da tesbihimi elime alıp istiğfar çekiyordum.

Başıma böyle sıkıntılar geldiğinde istiğfar etmeye çalışırdım; bunu Sevdenur Hocam söylemişti.

Bazen unutsam da şu an hatırlamıştım, iyi ki...

 

Belki de başıma gelenler, işlediğim günahlara kefaret olması için Rabbimin gönderdiği bir nimetti.

O yüzden istiğfar çekiyordum; manevi olarak temizlenmek, içimi arındırmak için.

“Sen affedensin, affetmeyi seversin... Beni de affeyle.”

 

Yorgun olduğum için ana yoldan sonra başlayan yokuşu ağır ağır çıkıyordum.

Bir an aklıma, buraya ilk geldiğim zaman geldi.

Yine aynı yokuştan çıktığımda, az ileride sağ tarafta...

Kumral saçlı, yeşil gözlü Tarık Bey’le ilk defa orada karşılaşmıştım.

Sanki dün gibiydi...

Hatta daha da yakın bir an gibi.

O karşılaşma hiç aklımdan çıkmamıştı.

 

Belki daha önce göz göze geldiğiniz insanlar olmuştur — karşı cins ya da hemcins...

Ama bazı bakışlar vardır ki insanın ruhuna işler.

Gözlerde güven, samimiyet, masumiyet varken;

bazılarında anlam veremediğim rahatsız edici bir oyun, bir karmaşa dolaşır.

 

Bazı insanların gözlerine bakmak beni huzursuz ederken, bazıları içime huzur verir.

Ama Tarık...

O bambaşkaydı.

Şimdiye dek hiç hissetmediğim duyguları hissettirmişti bana.

 

O gözler...

İlk gördüğümde daha yorgun, daha yalnız, daha karanlıktı.

Ama şimdi... şimdi ışıl ışıldı.

Gözleri gülüyordu.

O gülüşü görmek, beni de mutlu ediyordu.

 

Neredeyse tam ilk karşılaştığımız yere gelmiştim.

Yol kenarında yürümeyi bırakıp papatya tarlasına adım attım yeniden.

İçeri girer girmez kalbim birden hafifledi.

Bir mutluluk kapladı içimi;

sanki her şey daha da iyiye gidecekmiş gibi bir his doğdu içimde.

 

Koşmak geldi içimden...

Koşuverdim.

Burası öylesine güzeldi ki — adeta cennetten bir köşe.

 

Tam o anda...

Bir motor sesi doldurdu kulaklarımı.

Başımı hızla yola çevirdim.

Ve yine o koyu yeşil gözlerle karşılaştım.

O gözler bana baktı;

ben de gülümsedim.

 

İçime öyle bir his doğdu ki o an,

sanki nereye gidersem gideyim, beni bulacaktı.

Ne zaman başım dara düşse, yanımda bitecekti.

Yüreğim ne zaman sıkışsa, o ferahlığım olacaktı.

 

---

 

Tarık’tan

 

Ve doğru tahmin etmiştim...

Yine buradaydı.

Papatyaların içindeydi, benim papatyam.

 

Evden öyle aceleyle çıkışı beni şüphelendirmişti.

Daha da doğrusu, içimde bir endişe vardı.

Ardından bir bahane bulup müsaade istedim, çıktım.

Motor aşağı caddede kaldığı için önce onu almaya gittim.

Sonra düşünmeye başladım: “Nereye gitmiş olabilir?”

Ve nedense aklıma hemen burası geldi.

Çok güçlü bir hisle burada olduğunu düşündüm.

İyi ki de gelmişim...

 

Gözlerimiz buluştuğunda yine her zamanki gibi gülümsedi.

Güneş batmıştı ama sanki benim için yeniden doğmuştu,

Mihrim’in gülüşüyle...

 

 

---

Mihri’den

 

Mutlu olmuştum…

O kadar mutluydum ki, şu an tüm gücümü toplayıp koşup boynuna atlamak, sıkı sıkıya sarılmak, onun sinesine saklanıp huzur bulmak istiyordum.

O güven verici his, etrafımı sarsın istiyordum…

Çünkü ben en çok da güvene hasret kalmış bir kızdım.

 

Babam bir gün çok iyi davranır, gülümserdi. O an anlardım; keyfi yerindeydi, işleri tıkırındaydı.

Ama ertesi gün…

Bir anda bağırır, en ufak şeye kızar, azarlar, sustururdu.

Bu hâller, içimde öyle bir güvensizlik oluşturmuştu ki…

Artık asla güvenemiyordum ona.

 

Ama Tarık öyle değildi.

Ya da… öyle olmadığını umuyordum.

Öyle inanıyordum.

O beni yarı yolda bırakmazdı.

Bir söz verdiyse, tutardı.

 

Ona doğru yürüyordum.

İçim coşku doluydu ama adımlarım sakindi.

Tarık motoru durdurmuş, kaskını çıkarmıştı.

Yine o kumral tutamlar alnına düşüyordu…

Ne kadar yakışıklı göründüğünden habersizdi belki.

 

Motorundan indi.

Neredeyse yanına varmıştım.

Bir adım daha atsam, yan yanaydık…

Ama o anda kulaklarımı yırtarcasına bir korna sesi yankılandı.

 

Olduğum yerde kaldım.

Yüreğimi korku kapladı. Kalbim hızla çarpmaya başladı.

Gözlerim istemsizce o yöne çevrildi.

Yokuşun başından gelen beyaz bir BMW…

Ve o araba bana yabancı değildi.

 

Evet… yabancı değildi.

Bu, Cengiz’in arabasıydı.

Son sürat bize doğru geliyordu.

Bir an için çarpacağından, bizi ezip geçeceğinden korktum.

 

Nefesimi tuttum.

Gözlerimi sımsıkı kapadım.

 

Ve bir anda…

Kendimi güven dolu bir sıcaklığın içinde buldum.

Tarık, beni kollarının arasına almıştı.

Sırtını araca dönmüş, kendini siper etmişti.

 

Burnuma onun kokusu doldu.

İlk defa bu kadar yoğun hissediyordum.

Terasta düşmemem için belimden tuttuğunda ya da motorun arkasında otururken de almıştım o kokuyu…

Ama hiçbiri şimdiki kadar derin olmamıştı.

 

Ferah bir kokuydu…

Ne ağırdı, ne de rahatsız edici.

Tam aksine… huzur vericiydi.

 

Bir insanın kokusu bile güven verebilir miydi?

Evet…

Veriyordu.

 

Ah kalbim…

Ben kendimi çoktan bu koyu yeşillere kaptırmıştım bile.

O ilk andan beri…

 

Ama birden…

Bir araba kapısının açılma sesiyle irkildim.

Gözlerimi açtım.

 

Tarık da kollarını gevşetmişti.

Ne tamamen bırakıyordu, ne de sıkıyordu beni.

Hâlâ koruyordu.

 

Ve sonra…

Kulaklarım, öfke dolu bir sesle yankılandı:

 

“Hemen ondan uzaklaş!”

 

Olduğum yerde donup kaldım.

Kalbim korkudan atmayı unuttu.

 

Bu ses…

Babamdan başkası değildi.

 

Ve ardından, kükreyen başka bir ses daha:

“Sen! Sen ne yapıyorsun benim nişanlımla?!”

 

Cengiz…

Sinirden delirmiş gibiydi.

 

Babam, öfkesini adımlarından bile belli ederek yanıma geldi.

Kolumdan tuttuğu gibi beni arkasına çekti.

 

Karşı koyamıyordum.

Ne konuşabiliyordum, ne de hareket edebiliyordum.

 

Yine…

Ve yine…

 

Donmuştum.

 

 

---

Yazar notu

--

 

> 💌 Bu bölümü yazarken kalbim sıkıştı…

Mihri’nin korkusu, Tarık’ın siper oluşu ve bir babanın öfkesi…

Her biri başka bir duyguyu taşıdı satırlarıma.

 

✨ İnsanın kalbi bazen korkuyla sınanır… ama Rabbimiz, “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin” buyurur.

Belki de Mihri’nin yaşadığı bu sarsıntı, bir başlangıcın habercisi…

Kim bilir, bazen fırtınalar bile kalbi Allah’a daha çok yaklaştırır.

 

🕊️ Ama siz ne hissettiniz? Mihri’nin yerinde olsaydınız…

Gözünüzü kapatır mıydınız yoksa kaderin tam ortasında direnmeye mi çalışırdınız?

Bölüm : 04.10.2025 20:16 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...