
Selamünaleyküm papatyalarım
İyisinizdir İnşaAllah
Bu bölümü yazmak içindeki psikolojik yapıdan ötürü benim için pek kolay değildi.
İnşaAllah güzel olmuştur.
Sizlere Mihri ve Tarık'ın yaşadıklarını en güzel bir şekilde anlatıp hissettirebilmişimdir.
Bu bölüm için size tam bu bölümün ruhuna uygun olduğunu düşündüğüm bir Nasheed bırakıyorum.
Dinlerseniz bana mutlaka nasıl bulduğunuzu yazın.
Alt yazılarını da okuyun anlamı da ayrı güzel.
✩♬ ₊˚.🎧⋆☾⋆⁺₊✧
🎵 Ke Şevkil Leyali - Mohammed Alomori
---
--
> “Gerçekten, Allah sabredenlerle beraberdir.”
(Bakara Suresi, 153)
--
— Mihri’den
Çaresizlik öyle zor bir duygudur ki…
“Zor” kelimesiyle bile anlatılamayacak kadar ağıdır.
İçine düştüğünüz zaman, kör bir kuyu gibidir. Baksanız bile etrafınızı göremezsiniz.
Sadece yürümeye çalıştığınızda, sürekli karşınıza duvarlar çıkar. Ne tarafa dönseniz kapkaranlıktır.
Ve adım attığınız her yerde kafanız sert bir duvara çarpar; geri adım atarsınız.
Çok kuvvetli bir mengene gibidir. Sizi kıskacına aldı mı, öyle bir sıkılırsınız ki…
İşte ben şu an o kıskacın içinde can çekişiyorum, kıvranıyorum. Kör bir kuyunun dibindeyim, çıkamıyorum.
Kollarımdan tutan sert ve sıkı bir el beni sürüklerken, elim bir yere çarptı.
Baktığımda beyaz bir arabaydı.
Hatırlıyordum bu beyaz arabayı… Evet, hatırlıyordum: Cengiz’in arabasıydı.
Bakışlarım yerdeydi. Bir an aklıma gelen düşünceyle başımı kaldırdım.
Biraz önce söylenen cümle, zihnimin duvarlarına çarpıp yankılar halinde geri dönüyordu:
“Sen… Sen ne yapıyorsun benim nişanlımla?!”
Ne demişti o? Hem de Tarık’ın yanında…
Ani bir refleksle arkama baktığımda, Tarık ve Cengiz karşı karşıya durmuş, birbirlerine öfkeyle bakıyorlardı.
Her an kavga edecek gibiydiler.
Babamı gördüm.
İçime kaçmış sesimle bağırdım, tabii bağırabildiysem:
— Bırak! Bırak beni baba, bırak! Ne yapıyorsun?!
Ama beni sürükleyen adamın kulakları duymuyordu sanki. Ya sağırdı ya da beni duymamayı seçiyordu.
Beni fırlatır gibi, kapısını açtığı arabanın arka koltuğuna itti.
Üzerime kapanan kapının ardından gelen sesle, arabaya kilitlendiğimi anladım.
Doğrulur doğrulmaz hemen kapının koluna sarıldım.
Israrla çektim, açmaya çalıştım.
Ama kapı açılmıyordu.
Bir yandan da gözlerim önümdeki o canımı yakan manzaradaydı.
Bu manzara canımı yakıyordu, evet…
Ama birazdan göreceklerimden habersizdim.
Tüm camlar kapalı olmasına rağmen bağırışlar korkutucu ve yüksekti.
Babam ve Cengiz aynı anda Tarık’ın üstüne yürürken, Tarık son derece soğukkanlı duruyor, geri adım atmıyordu.
Yine de ara ara bakışları bana kayıyor, sonra tekrar önündeki iki gözü dönmüş adamla konuşuyor, bir şeyleri izah etmeye çalışıyordu.
Çaresizlikle başımı tuttum.
Ne yapacaktım şimdi?
Babam ve Cengiz nasıl buraya gelmişlerdi?
Beni nasıl bulmuşlardı?
Biraz önce gördüğüm kart hiç de rastlantı değildi demek ki…
Ya bir takipçiydim, ya da bir tetikçi vardı.
Ama bildiğim tek gerçek şuydu: Bu adam, Cengiz’in adamıydı.
Tarık bir an için aralarından sıyrılıp benim olduğum arabanın kapısına yöneldi.
Tam o anda Cengiz, Tarık’ın yüzüne bir yumruk savurdu.
Tarık’ın başı hafifçe yana savruldu.
Gözlerimin önünde olan bu manzara, gözlerimin dolmasına yetti.
Çaresizce tekrar kapıya asıldım, koparacaktım ama açılmıyordu!
Tarık, yediği darbenin ardından yumruğunu sıktı ve sertçe Cengiz’in yüzüne gömdü.
Cengiz inleyerek birkaç adım geri sendeledi.
Burnunu tuttu, eliyle kontrol ettiğinde burnunun kanadığını gördüm.
İçim biraz olsun rahatlamıştı.
Keşke daha sert vursaydı…
Benim yerime de vursaydı!
Ama Cengiz’in gözleri dönmüştü.
Hırsla tekrar Tarık’ın üzerine atladı.
Havada uçuşan yumruklar, mücadele eden iki adam…
Hiçbir şey yapamıyor olmak beni daha da bitiriyordu.
Başımı ellerimin arasına aldım:
Allah’ım… Ne yapacağım ben?
Çaresizim.
Korkuyorum.
Çok korkuyorum…
Bir anda, nereden geldiğini anlayamadığım siyah arabalar etrafımızı sardı.
Durur durmaz içlerinden korumalar indi.
Ufak bir ihtimal de olsa, bunların Tarık’ın adamları olduğuna inanmak istedim.
Ama…
Ama maalesef değildi.
Başlarında Korkut olmak üzere, bunlar Cengiz’in adamlarıydı.
Allah’ım ne yapacağım şimdi?!
“Hayır!” diye bağırdım, ne kadar güçsüz çıksa da.
Cengiz, Tarık’tan uzaklaşırken yüzünde pişkin, sinsi bir sırıtış vardı.
O kadar hastalıklı gülüyordu ki… Daha da ürktüm.
Bana başparmağını kaldırıp boğazından aşağı bir çizik çizdi.
Aklıma hemen o not geldi:
“Ona yaklaşırsan ölecek.”
“Hayır! Hayır…”
Allah’ım, Tarık ölmesin. Ne olur ona bir şey olmasın.
Ben ona yaklaşmam ama yaşasın…
Bu kadar güzel kalpli bir insan böyle bir sona ulaşmasın, ne olur!
İçli içli dua edip yalvarıyordum.
Tarık tek başınaydı.
Karşısında ise sayamadığım kadar çok, iyi eğitimli koruma vardı.
Ne yapacaktı tek başına?
Hem de benim yüzümden bu duruma düşmüşken…
Ben ne yapacaktım peki?
Gözlerimden akan yaşların bile farkında değildim.
Korumalar Tarık’ın etrafını sardı.
Cengiz gelen araçlardan birine yöneldi.
O an, babamın arabaya binip kontağı çevirmesiyle çıkan sesi duydum.
Son gücümle haykırdım:
— Ne yapıyorsunuz?! Yapmayın lütfen! Baba, yanlış anladın, yalvarırım!
Normalde ona yalvarmazdım.
Çünkü hiçbir etkisi olmayacağını bilirdim.
Yine de yaptım… Çünkü konu Tarık’tı.
Koyu yeşil gözlü Tarık…
Denemeye devam ettim.
Ama araba çalıştı.
Babam, yalvarışlarıma sağır kalmıştı.
Bir anda arkasına dönüp bana baktı.
Gözlerinde öyle bir bakış vardı ki…
Dişlerini sıkıyordu.
— Sus! diye gürledi.
— “Gözümle gördüğüme mi yalan diyorsun? Tek kelime daha etme! Senin hesabını birazdan göreceğim. Bir kelime daha edersen… şimdi, herkesin içinde döverim seni!”
---
Tarık’tan
Biraz önce kollarımın arasında tedirgince duran Papatyam, şimdi bir arabanın içinde kilitliydi.
Nasıl da ısrarla açmaya çalışıyordu kapıyı…
Her açamayışında dudakları biraz daha bükülüyor, çaresizliği yüzüne kazınıyordu.
Oysa daha az önce kokusu burnumdaydı.
Peki ya şimdi…
Bana söylenen o hırçın ses?
“Sen! Sen ne yapıyorsun benim nişanlımla?!”
Nişanlı mıydı Papatyam?..
Hem de çocukken birlikte oyunlar oynadığımız, sonra bir anda beni silip atan, gördüğünde yüzünü çeviren Cengizle mi?
Beni daha çok kahreden şey, onun nişanlı olması mıydı…
Yoksa bu nişanın Cengiz’le olması mı?
Bilmiyordum.
Ama bildiğim bir şey vardı:
Bu soruların zamanı değildi.
Çünkü üzerime doğru yürüyen iki adam vardı.
Biri Cengiz…
Diğeri, Mihri’nin babası yaşlarında bir adam…
Ne suçum vardı, bilmiyordum.
Gerçi, bazı insanlar mantık denen şeyi kullanmadıkları için onları anlamaya çalışmak da mantıksızdı.
Derin bir nefes aldım.
Bedenim gergindi.
Ama yüzümü bir duvar gibi sert tuttum.
Yine de Mihri’nin o çaresiz çabalarına dayanamadım.
Ben Papatyam’a dayanamazdım ki…
O incinebilirdi.
Önümde bağırıp ağzında bir şeyler geveleyen adamlara aldırmadan arabaya yöneldim.
Dedikleri hiçbir şey umurumda değildi.
Tek düşündüğüm, onu oradan çıkarmaktı.
Tam Papatyam’ın kapısına ulaşmıştım ki…
Cengiz’in yüzüme savurduğu yumruk beni gafil yakaladı.
Sarsıldım.
Ama bunu Cengiz’in yanına koymazdım.
Ve bir anda, nasıl içine düştüğümü anlamadığım bir koruma çemberinin ortasında kaldım.
Sayamadığım kadar çok adam…
Ama hiçbirinden korkmadım.
Çünkü kalbimde korkudan daha güçlü bir şey vardı:
O’nu koruma isteği.
Son gördüğüm şey,
gözyaşları içinde uzaklaşan bir araba
ve camı yumruklayan, ağlayan bir Mihri oldu.
O an içimde bir şeyler yıkıldı.
Tutamadım kendimi.
Ne biliyorsam, önümü kesen her kimse,
önüme gelen her gölgeye vurdum.
İçim kan ağlıyordu.
Kendim için değil…
Onun için.
---
Mihri’den
Kendime biraz olsun özenmek için — ya da içten içe bilemiyorum, belki de daha güzel görünmek için — bugün gözlüklerimi çıkarıp lenslerimi takmıştım.
Ama şu an keşke gözlüklerim olsaydı diyorum…
Çünkü gözlerim ağlamaktan hem şişmişti, hem de lenslerim acı damlalarımla mikrop kaptığı için gözlerimin içine batıyordu.
Her göz kırpışım bana acı veriyordu; tıpkı şu an baktığım her şeyin bana acı vermesi gibi.
İçinde bulunduğum araba sanki benim hapishanemdi.
O kadar hızlı gidiyordu ki, bulanıklaşan görüşümle kararan gökyüzü ve etrafta beliren sokak lambaları hızla silikleşiyordu.
Tüm vücudum buz kesmişti.
Beni saran soğukluk o kadar keskindi ki sanki kalbim atmayı bırakmış, kan pompalamıyordu.
Korkuyordum…
İçim titriyordu ama kendimden çok Tarık için.
O bunları hak etmemişti.
O yanlış bir şey yapmamıştı.
Ama şimdi, benim yüzümden kim bilir ne haldeydi...
Hayal ettikçe gözyaşlarıma engel olamıyordum.
Bağıra bağıra ağlamak istiyordum; bu arabanın içindeki her şeyi kırmak, dökmek, camları parçalayıp kaçmak istiyordum.
Ama parmağımı oynatacak gücüm bile yoktu.
O kadar güçsüz, o kadar çaresiz, o kadar halsizdim ki…
Arada yükselen hıçkırıklarıma babamın tek tepkisi “Sus! Yeter artık!” diye bağırmak olmuştu.
Ben de sustum.
Konuşmaya bile takatim yoktu artık.
Nereye gidiyoruz, ne yapıyoruz hiçbir fikrim yoktu.
Tek bildiğim, elleri kolları bağlı bir mahpus olduğumdu.
Arabayı durdurduğunda boşlukta gezinen gözlerim babamı buldu.
Bir süre sessizce bekledikten sonra, o sert sesiyle “İn,” dedi.
Mecburen indim.
Görüşüm net olmadığı için, etrafın karanlığı da buna yardımcı oluyordu.
Tam olarak nerede olduğumuzu kestiremiyordum.
Lensler gözlerimi oyuyordu adeta.
Sağ kolum yine mengene gibi sert parmaklarla kavrandı.
Babam beni sürükleyerek bir apartmana soktu.
Çelik kapının sesi yankılandı.
Yanaklarımdaki bazı yaşlar kururken, onlara yenileri ekleniyordu.
Nereye gelmiştik ki?
Merdivenler bitmek bilmiyordu.
Sonunda fark ettim: burası anneannemin Kuşadası merkezindeki dubleks eviydi.
Burayı pek kullanmazdı, bazı eşyalarını burada tutar, üst katı depo gibi kullanırdı.
Anahtarın çevriliş sesini duydum.
“Yürü,” dedi sadece.
İçeri girdik.
Her yer kapkaranlıktı.
Bir an evvel şu lenslerden kurtulmalıydım.
Gerçi lensleri çıkarınca da göremeyecektim ama şu anki halimden iyiydi.
Bulanık görsem de, bir ışık yaktığını fark ettim.
Yürümeye halim olmadığını anlayınca, beni yeniden kolumdan kavradı.
Uzun bir koridoru geçtik, sonunda Amerikan mutfağına vardık.
Beni çekyatın üzerine fırlatır gibi itti.
Yalnızca koridorun ışığı yanıyordu.
Mutfak karanlıktı.
Gözlerimi zorla araladım.
Karşıdan vuran ışığa karşı üzerime doğru gelen bir karaltı gördüm —
Siyah bir canavar gibiydi.
Belki de şu an gözlerimin net görmemesi bana bir lütuftu.
Çünkü beni öldürecek gibi bakan o sinir yüklü gözleri görmek istemiyordum.
Her zaman öyle bakmazdı…
Ama sinirlendiğinde korkunç bir hâl alırdı.
O an önüne kim çıksa yıkıp geçerdi.
Daha önceki tartışmaların nereye vardığını biliyordum.
Yediğim tokatlar hâlâ aklımdaydı.
Belki de bu yüzden çaresiz bir kabulleniş içindeydim.
Yapacağım her karşı gelişin aleyhime işleyeceğini biliyordum.
“Konuş!” dedi sonunda. “Anlat bana her şeyi! Ne gördüm ben orada? Kimdi o oğlan?!”
Sessizliğim onu daha da öfkelendirdi.
“Cevap versene lan! Konuşsana!” diye bağırdı.
Sesi kulaklarımı kanatıyordu.
“Ne konuşayım?! Ne dememi bekliyorsun?!”
Artık ben de bağırıyordum.
“Yapmadım hiçbir şey!”
“Tabii tabii… Hadi yine yalan söyle bana!”
Histerik bir kahkaha attı.
“De ki Cengiz yaptı! De ki onun suçu! Hadi, tıpkı nişan bozulduğunda söylediğin gibi!”
“Yalan söylemiyorum!” dedim,
sesim bu defa daha güçlüydü.
“Yeter artık! İftira bu!”
“Doğruyu söyle yoksa ağzını burnunu dağıtırım!”
“Yapamazsın.”
“Niye yapamayacakmışım ha? Kim alacak seni benim elimden?”
“Anneanneme ne diyeceksin peki? Ne açıklayacaksın?”
Bu cümlem onu daha da çıldırttığı gibi yüzüme tokadı patlatması bir oldu.
Tahmin ediyordum ama yine de ani gelmişti.
“Kes sesini! Bana mı akıl veriyorsun sen?!”
Elbisemin önünden tutup beni silkeledi.
Korkuyordum.
Yanağım sızlıyordu.
Ama içimde nereden geldiğini bilmediğim bir öfke vardı.
“Sahi, neyime güveniyordum ki?
Allah’tan başka kime güvenmiştim bu hayatta?”
“Allah’tan kork! Yeter artık baba, bırak beni!” diye bağırdım.
Bir anda sanki kendine geldi.
Ellerini gevşetti, biraz geri çekildi.
“Beni ne hallere düşürdün sen,” dedi, yüzüme tükürür gibi.
Sessiz kaldım.
Aramızdaki sessizlik uzadıkça o da uzaklaştı.
Odadan çıktı.
Ben derin bir nefes aldım, ama kalbim hâlâ yerinden çıkacak gibiydi.
O kadar gerilmiş, o kadar korkmuştum ki…
Şu an, sıcacık bir sarılmaya o kadar ihtiyacım vardı ki...
Güvenli bir sığına muhtaçtım.
Gözyaşlarım sicim gibi yanaklarımdan süzülürken fısıldadım:
“Hasbiyallahu ve ni‘me’l vekîl… Allah’ım, sen ne güzel vekilsin.”
“Ya Rabbi, sen bana yardım et.
Düştüğüm bu kör karanlık kuyulardan beni çıkar.”
İnşirah Suresi’ni okumaya başladım.
Ama ağlarken dudaklarım o kadar titriyordu ki,
kelimeler birbirine karışıyordu.
O kadar iyi bildiğim yerleri tekrar tekrar okudum.
Sonunda okumayı başarıp üzerime üfledim.
Hocamdan öğrenmiştim bunu.
“Sıkıntıya düştüğünüzde, dara geldiğinizde İnşirah okuyun,” derdi.
Çünkü Rabbimiz her zorlukla bir kolaylık vadetmişti bize…
---
Mihri'den
--
Uykusuzluk, yorgunluk ve ağlamaktan şişmiş gözlerim…
Bir de üstüne, lenslerimden kaptığım mikroplar yüzünden her kırpışımda sızlayan bir acı var.
İş yaparken zorladığım için ağrıyan sağ bileğim, biraz önceki yediğim tokattan sızlayan yanağım, uyumamı söyleyen bedenime inat direnen zihnim…
Duyduğum bağırmalar, iftiralar, hakaretler… Ve en sonunda, tam fiziksel şiddetin eşiğinde iken bir tokat ile dönmem…
Kırıklar, çatlaklar içinde isteksizce atan bir kalbim var şimdi.
Yalnızlığımın en şiddetli ve karanlık hâlinin sımsıkı sarılmış kollarındayım.
Üzüntümün tek sebebi kendim olsaydı, dayanırdım.
Alışkınım ben…
Ama bir de sevdiğim adamın, gözlerimin önünde o güzel gamzesinin üstüne yumruk yediğini gördüğümde — içim hiç tatmadığım bir acıyla doldu.
Onu en son gördüğümde, takım elbiseli bir dünya dolusu adamın içindeydi.
Ne yapacaktı onların arasında?
Nasıl kurtulacaktı?
Ve ben… ondan bir daha haber alabilecek miydim?
Allah’ım, çok kötüyüm.
Yüreğim sıkıştırdıkça sıkışıyor.
Şu an geldiğimiz dubleks evin terasındayım.
Babam beni ona da yalnız bıraktıktan sonra bir daha yanıma gelmedi.
Ben de ne kadar süre o kanepede kaldığımı bilmeden, kalkıp vakti geçmeden akşam namazını kılmak için abdest almaya gittim.
Banyoda lenslerimi çıkardım. Lens kutum yanımda olmadığı için mecburen orada bıraktım.
Lensleri çıkardıktan sonra biraz rahatlayan gözlerim yine de acıyordu.
Namazımı kıldıktan sonra secdede bir süre daha ağladım… dua ettim.
Sonra içim geçmiş; seccadenin üzerinde uyuyakalmışım.
Uyandığımda etrafta hiçbir ışık yoktu.
Saatin kaç olduğunu bile bilmiyordum.
El yordamıyla kalktım, daha önce buraya geldiğimiz için eşyaların ve prizlerin yerini biliyordum.
Işığı açtım, tekrardan abdest alıp vaktinin çoktan girdiğini tahmin ettiğim yatsıyı da kıldım.
Gözlerim çok zor görüyordu ama yine de biraz olsun ferahlamak için, anneannemin dolabından aldığım temiz kıyafetleri elime alıp üst kattaki banyoya çıktım.
Duş aldım, üzerimi değiştirdim.
Büyük bir hevesle elbisemi, başörtümü giydim.
Kirli çamaşırları makineye atıp çalıştırdım.
Şimdi yine terastayım.
Gözlerimi yummuşum. Zaten etrafı göremediğim için bakmaya çalışmak iyice yoruyor beni.
Gözlerimi her kapayışımda, başımı saran korkunç bir ağrı var.
Burnuma tanıdık bir deniz kokusu geldi…
Normalde içimi ferahlatırdı bu koku ama şimdi ciğerlerime batıyor sanki.
Başımda kalın bir şal var, ama saçlarım ıslak.
Kurutmaya bile hâlim yoktu.
Şimdi birisi sevgiyle saçlarımı kurutsa, ah… ne güzel olurdu.
Annem olsaydı yapardı.
Ya da belki… o da babam gibi tepki verirdi, bilemiyorum.
Babamla tartışmamızdan en çok aklımda kalan, hakkımda çıkan dedikodulardı.
“Gizli gizli oğlanlarla buluşuyormuş… Cengiz o yüzden terk etmiş… O yüzden nişanı bozulmuş…”
Kim çıkarıyor bu lafları? Kim yayıyor?
Gerçekten çok merak ediyorum.
Onlara hakkımı sonuna kadar haram ediyorum.
Ahirette görüşürüz.
Ama eğer elimden gelirse, bu dünyada da hesaplaşmak istiyorum.
Soğuk mermerden kollarımı çektim, kendi kendime sarıldım.
Üşümüştüm…
En çok da yüreğim üşümüştü.
Artık ne olacaktı peki şimdi?
Allah bilirdi.
Ben bilemiyorum…
---
“Kalk, kalk!” diye sert bir şekilde bağırarak kapıya vuran bir sesle yattığım yerden sıçradım.
Şimdi hatırlamıştım; terasta iyice uykum geldiğinde üst kattaki yatağa uzanmış ve orada, öylece üstüm açık bir vaziyette uyuyakalmıştım.
Şimdi de etraf karanlık olduğuna göre büyük ihtimalle sabah namazı vaktiydi.
Doğrulurken, “Tamam, tamam kalkıyorum.” diyordum bir yandan. O da gitti.
Namazımı kıldım. O kadar yorgun düşmüştüm ki tekrar yatağın yolunu tutmaktan kendimi alıkoyamadım.
Bu sefer üzerime ince de olsa bir pike aldım. Hava soğuk değildi ama ben yine de üstüm açık yatmayı sevmiyordum.
Kendimi çok güvensiz hissediyordum.
Bir de teras balkon kapısını açık unuttuğum için içerisi soğumuştu.
Sabah namazı vakitleri... burası ayrı bir serin olurdu zaten.
---
Gözlerimi açtığımda bulanık bir şekilde tavana bakıyordum.
Tek gözümü kapattım; o zaman görüntü biraz olsun netleşiyordu.
Biraz tek gözümü kapatarak, biraz el yordamıyla gece makineden çıktıktan sonra kurutmak için astığım elbisemi, başörtümü, eşyalarımı toplayıp içeri aldım.
Üzerimdeki pijamalardan kurtulup abdestimi aldıktan sonra temiz elbisemi giydim.
Bugün neler olacaktı, hiç bilmiyorum.
Düne göre içimde daha büyük bir teslimiyet hissediyordum.
---
Aşağı kata indiğimde, merdivenlerin başında babam karşıladı beni.
“Ha, bu saat oldu kalkmışsın çok şükür. Daha da yatsaydın.” dedi.
Sesimi çıkarmadım, sadece durumu izah etmek için tek gözümü kapatmadan direkt yüzüne baktım.
Çünkü onun yüzünü şu an kesinlikle net görmek istemiyordum.
Gözlüklerim yanımda değildi, lenslerim de mikrop kaptığı için net göremiyordum.
Bir süre sessiz kaldı. Büyük ihtimalle gözlerimi inceliyordu.
Tabii, yalan söylüyor olabilirdim değil mi?
Ne de olsa, bir süre sonra “Eşyalarını topla, gidiyoruz.” dedi.
Zaten pek eşyam yoktu. Alt katta, dün gece beni fırlattığı kanepenin üzerinde unuttuğum minik çantamı aldım.
Çoraplarımı giydim, hazırdım zaten.
Arabaya bindiğimizde arka tarafa oturdum. Büyük ihtimalle anneannemlere gidiyorduk.
---
Yolda bir yerde durduk. Bana hiçbir şey demeden indi.
Sonra geri geldiğinde kucağıma bir poşet bırakıp,
“Al bunları, ilaç.” dedi ve tekrar yola devam etti.
Merkez ve Soğuacak Köyü arası en az on beş kilometreydi.
Arada tek gözümü kapatıp etrafa bakıyor, öne kadar yolumuz kaldığını tahmin etmeye çalışıyordum.
Yaklaşmıştık. Şu an anneannemin oturduğu sitenin üst tarafındaki köydeydik.
Birkaç dakikalık yolumuz kalmıştı ki bir anda araba istop etti.
Beklemiyordum. Şaşırdım tabii.
Babam bir süre onu çalıştırmaya uğraştı; indi, çıktı, kaputu açtı kapattı ama araba bir türlü hareket etmedi.
İçten içe, “Bu ilahi bir tokat sana baba.” diye düşünmeden edemedim.
Tabii bunu dillendirmedim. Daha da onu kızdırmak istemiyordum.
“Benzin pahalı patlardı, in aşağı, yürüyoruz.” dedi.
Kalan birkaç sokağı da yürüyerek gittik.
Neredeyse varmıştık ki beklediğim uyarıları vermeye başladı:
“Hiçbir şey yokmuş gibi davranıyorsun. Sakın bir şey belli etme, yoksa her şey daha da beter olur. Ayıp olmasın diye biraz onların yanında duracağız, ilk fırsatta yola çıkıyoruz.”
“Tamam.” dedim sadece.
Ve daha dün şenlik gibi olan o bahçenin içine girdik.
Düne göre sanki bir ölü evi kadar sessizdi, ıssızdı…
İçeriye girdiğimizde, anneannem bizi masadan kalkarak karşıladı.
“Hoş geldiniz, hoş geldiniz.” dedi ama sesi pek de hoş geldiğimizi söylemiyordu.
Babam hemen role girmişti:
“Hoş bulduk anneciğim, hoş bulduk.” deyip elini öptü, ardından masadaki boş bir sandalyeye geçti.
Ben de anneanneme sarıldım. Ardından elimdeki minik eczane poşetiyle hemen içeriye geçtim.
Mutfakta da, salonda da hiç ses yoktu.
Hızlıca kendimi yukarıya attım.
Ama o kadar hızlı çıkıyordum ki… sanki o odaya girdiğimde bir anda zamanı geriye alacak, mutlu günlerime geri dönecektim.
Babamdan, Cengiz’den, geçmişimdeki her şeyden uzaklaşıp sadece o Tarık'ın mektuplarını beklediğim günlere dönmek istiyordum sanki.
Odanın kapısını açıp içeri girdim.
Bugün hava bulutluydu; etraf kasvetliydi.
Odanın içi de loştu.
Hemen çalışma masamın çekmecesinden gözlüklerimi alıp gözüme taktım.
Net görmenin verdiği huzurla birkaç kez gözlerimi kırpıştırdım.
Gardırobun aynasından yüzüme baktığımda… sanki bir günde bir yıl yaşlanmış gibiydim.
Neredeydi o dün ışıl ışıl bakan gözler?
Elbisesini süzerken mutlu mutlu tebessüm eden, gülümseyen halim neredeydi?
Hiçbiri yoktu.
Karşımda yaşlanmış, perişan bir kız vardı.
Özellikle gözlerim hâlâ kızarıklığını koruyordu; acıyordu da.
Sağ elimdeki poşete baktım.
Daha önce de böyle bir durumla karşılaştığım için babam ne alması gerektiğini biliyordu.
Poşetten çıkan mikrop karşıtı losyonlardan gözlerime damla damlattım, sık sık kırpıştırdım.
Gözlerim biraz olsun rahatlamıştı… yüreğimin aksine.
Çekmecemi tekrar açtım.
Mektupları koyduğum yere baktım.
Dün koyduğum gibi Cengiz’in notu hâlâ aynı yerdeydi.
Onu görünce, dün yaşananların korkunç bir kâbus olmadığını anladım.
Acı bir gerçekti bu.
Ben şimdi ne yapacaktım?
Ne diyecektim, ne diyebilirdim ya da ne demeliydim?
Hiçbir şey bilmiyordum.
Bütün bildiklerim silinmiş, zihnim bomboş gibiydi.
Her şey bulanıktı.
Bütün doğrularım beni terk etmişti sanki.
Derin birkaç nefes aldıktan sonra kapımın tıklatılmasıyla kendime geldim.
“Girin.” dedim.
İçeriye teyzem girdi.
“Canım, nasılsın?" derken yavaşça yanıma oturdu.
“iyiyim.” dedim başımı sallayarak.
Bu sıralar en çok söylediğim yalan "iyiyim"demek olmuştu.
Dilim o kadar alışmış ki, düşünmeden söylüyorum.
"Gözlerin kızarmış sen ağladın mı?"diye sordu. Sesi kısıktı.
Yüzme bakıyordu ama ben inatla gözlerimi kaçırdım.
Yüzümde yine o acı tebessüm vardı.
"Lenslerim mikrop kaptı o yüzden kızardılar"
Bahanemde hazırdı.
"Hmm öyle mi?" Elimdeki şişeyi göstererek ilaç aldınız galiba"
"Evet evet damlattım biraz önce"diye yanıtladım.
"Dün baban gelince biraz hepimiz şaşırdık. Dün merkezdeki evde kalmışsınız galiba?”
“Evet orada kaldık.Ben de şaşırdım, geleceğini bilmiyordum.”
“Neden gelmiş?” diye sordu.
En doğal soruydu bu… sahi, neden gelmişti?
“Bilmiyorum.” dedim başımı sallayarak. “Herhalde artık eve geri dönmem gerekiyor.”
Bu acı gerçeği kendi sesimden duymak daha farklı gelmişti.
Teyzem, “Burada beraberdik, iyiydik.” dedi.
“Evet, bence de güzel zamanlardı.” dedim.
Gözlerim elimde tuttuğum ilaç şişesine odaklanmıştı; sürekli onunla oynuyordum.
Başım önümde idi.
Gözlerimi kaçırıyordum.
Teyzem devam etti:
“Dün sen çıktıktan sonra o çocuk da çıktı." Ağzımdan laf almaya çalışıyordu.
“Aa, öyle mi?” dedim, bilmiyormuş gibi yaparak.
“İşin garip tarafı, sizden sonra Bartu'ya acil bir telefon geldi. Galiba Almanya’daki ailesiyle ilgili bir sorun olmuş. O da apar topar çıktı. Bükra da arkasından, sizden sonra bir tek Şeref amca kaldı. Onunla biraz muhabbet ettik, sonra o da müsaade isteyip teşekkür ederek ayrıldı.”
Bir tek Bartu’nun durumu dikkatimi çekmişti.
“Bartu’ya ne oldu ki?” dedi teyzeme.
“Bilmiyorum canım, bir şey söylemedi. ‘Acil.’ dedi sadece. Ama yüzünde panik bir ifade vardı.”
Teyzemin yüzüne baktım.
“Yani…” diyerek biraz daha açıkladı. “Daha önce hiç görmediğim kadar telaşlı gibiydi. Hemen çıktım peşinden, aradım ama telefonlara bakmıyor.”
“Hımm… anladım.” dedim başımı sallayarak.
O sırada içeriye babamın girmesi, ikimizin de bir anda susmasına sebep oldu.
“Oo, buradaymışsınız.” dedi, sesi fazlasıyla enerjikti.
“Müsait misiniz?” diye sordu — ama zaten çoktan içeri girmişti.
Niye soruyordu ki?
Teyzem karşılık verdi:
“Tabii, tabii müsaitiz.”
“Mihri Hanım’ın odası burası mı?” dedi babam.
“Evet.” dedim, küçülüp çıkan kısık sesimle. “Burada kalıyordum.”
Odaya şöyle bir göz ucuyla baktıktan sonra terasa çıktı.
Teyzem de hareketlenmişti.
Odadan çıkmadan önce,
“Baban geldi ya, büyük anneannen ve Bahar teyzenlere gitmemiz lazım. Onlar akşam yemeğine davet etti.” dedi.
Hiç şaşırmamıştım.
Zaten her zaman öyle yaparlardı.
“Peki teyzem.” dedim sadece.
“Ben de Alp’i oynaması için komşuya bırakmıştım, biliyorsun. Alp artık burada sıkılıyor.” diyerek çıktı.
Arkasından boş gözlerle baktım.
Teyzemin odadan çıktığı dakikada, terastan odaya giren babam bana yine o hırçın bakışlarıyla bakıyordu. Kaşları çatıktı. Gözlerindeki sertlik, içimi delip geçiyordu. Sorgulayıcı sesi aramızdaki sessizliği böldü:
“Bir şey söylemedin, değil mi?”
Başımı olumsuz anlamda sallarken yüzüm ifadesiz bir hal almıştı. Ne kadar da korkunç bakıyordu bana… İyi ki dün o bakışları görmemiştim. Resmen ensemde dolaşıyordu, nefesi omuz başımda geziniyordu sanki.
Bari bizi sarılırken gördüğü kişinin —yani Tarık’ın, yani komşumun— kim olduğunu bilmiyordu. Eğer bilseydi, farklı bir şeyler yapmaya çalışabilirdi. Cengiz biliyordu da…
Odadan çıkmaya yönelirken arkasına döndü.
“Artık tatilin bitti.”
Dudağının kenarı alayla kıvrıldı.
“Eski mekanına geri dönüyorsun. Onlara sezdirmeden ne kadar hızlı gidebilirsek, o kadar çabuk çıkıp gideceğiz buradan.”
Sesi netti; etrafta kimse olmayınca nasıl da kendi gerçek kimliğini ortaya çıkarıyordu. Göz ucuyla odaya, eşyaların her birine baktı.
“Yine aynı… Buralar hiç değişmedi,” dedi ve çıktı.
---

---
---
– Mihri’den
Babam odadan çıktıktan sonra fazla oturamadım.
Zaten anneannemin beni çağıran sesiyle olduğum yerden doğrulup, isteksizce ayaklarımı sürüye sürüye aşağı indim. Kahvaltıyı hazırladım, sofrayı kurdum. Her zamanki gibi...
Kimsenin olmadığı zamanlar yüzüm asıktı ama sofrada ya da onların yanında hep iyiymişim gibi davranırdım.
Kahvaltıdan sonra anneannem, babama göre de bir iş bulmuştu.
Usta çağrılacakmış, arka mutfakta tesisat sorunu varmış. Babam, onun gönlünü almak için hemen razı oldu.
Tesisat ustaları geldi.
Ben bir yandan bulaşık, bir yandan süpürge... Hem ustalara hem ev halkına atıştırmalık hazırlıyordum.
Tam çayları götürüp mutfakta çalışan ustalara, başlarında duran babama ikram ettikten sonra elimde boş tepsiyle direkt mutfağa girmek yerine bahçeye dolanmayı tercih ettim.
Ve o an gözüme, dün Tarık’ın ellerime bıraktığı — dışı hâlâ beyaz hediye kâğıtlarıyla çevrili — papatya saksısı ilişti.
Sol tarafta, çiçeklerin biraz arkasında duruyordu. Anneannem ya da teyzem dün onu oraya koymuş olmalıydı.
Hızlıca onu kaptığım gibi içeriye götürdüm.
Etrafıma bakındım; “En iyisi odama çıkartmak,” diye düşündüm.
Odamda papatya saksısı ile baş başa kalınca önce usulca kokladım.
Kokusu o kadar hafif ve rahatlatıcıydı ki parmaklarım yapraklarını okşadı. Etrafındaki kâğıtları çıkartmak için önce kurdelesini çözüp, kâğıtları tek tek çıkardım.
Hediye kâğıtlarını düzleştirip katladım; bunlar bile benim için bir anıydı ve değerliydi. Sakladığım kâğıtları çekmeceme koydum.
Papatyamı dışarı çıkardım, terasın kenarına koydum.
Hemen kenardaki şişeden suladım onu.
Su almalıydı... Sanki o solarsa, o papatyaya bir şey olursa, benim umutlarım da solacaktı.
“Aaa…” diye papatyayı koyduğum yerden doğruldum.
Dün üzerinde bir not vardı, şimdi aklıma gelmişti!
Hemen aşağı kattan onu almalıydım.
Hızlıca aşağı indim.
Beni gören anneannem,
“Fırındaki kurabiyeler pişti galiba Mihri, onlara bir bak. Hemen ustalara servis et, bir de çaylarını yenile,”
diye iş vermeyi ihmal etmedi.
“Hemen, hemen!” diyerek dediği işleri aceleyle yapıp, notu sakladığım yerden çıkardım.
Kıyafetimin koluna sakladım ve hemen üst kata çıktım.
Yatağıma oturdum.
Üzerinde “Papatya” yazılı notu zarfından çıkardım.
Ve notu görür görmez gözlerimin dolması bir oldu:
> “Hayatta sana karşı ne kadar sert rüzgârlar eser esin,
zor topraklar, sert çakıllar yanına incitirse incitsin…
Sen asla pes etme.
Umut olmaktan vazgeçme.
Dik ve güçlü dur, Papatya. Umut ol.”
Ne kadar da güzel bir nottu bu böyle...
Ne kadar her bir kelimesinden umut dökülen satırlardı bunlar.
Sanki Rabbimden, tam da ihtiyacım olduğu anda bana gönderilmiş bir mesajdı.
Ben onun mektuplarını çok seviyordum.
Hepsi benim için ayrı ayrı kıymetli, ayrı ayrı değerliydi.
Sahiden, acaba geçen gün yazdığım mektuba cevap vermiş miydi?
Hiç kontrol etmek için fırsatım olmamıştı…
Ya babam gördüyse?
Korku ve panikle hemen paravanın yanına gidip altını kontrol ettim.
Herhangi bir şey gözükmüyordu ama parmaklarımı uzatıp altında bir şey var mı diye biraz daha yoklayınca, bir mektup buldum.
Parmaklarımla kendime doğru çekmeyi başardım — ve elimdeydi.
Yazdığım mektubun cevabıydı.
“Sen öyle birden nereye kayboldun?” diye baskın yapar gibi odaya giren babamın kapıyı açmasıyla, elimdeki mektubu hızlıca arkamda sakladım.
Yüzümdeki panik ifadesini elimden geldiğince silip,
“Geliyorum, geliyorum hemen. Ufak bir iş için buraya çıkmıştım,”
deyip toparlamaya çalıştım.
Sorgulayıcı gözleri benim ve odanın üzerinde gezinirken birkaç bakışmadan sonra bir şey demeyip çıktı odadan.
Tekrardan yapmam gereken işler için aşağıya indim — daha doğrusu inmek zorundaydım.
Arada Elhamdülillah, namazlarımı kılıyordum.
O anlar benim küçük nefes molalarımdı.
İkindi namazından sonra alelacele üstüme bir şeyler giyip çıktım.
İşler çok olduğu için en sonunda ben kalmıştım.
Acele ediyordum.
Henüz mektubu okuyacak fırsatın olmamıştı.
Hepimiz birlikte büyük anneanneyle Bahar teyzelerin evine gidiyorduk.
İş yaparken zihnim biraz dağılmış gibi olsa da, aslında hiç gitmeyen, hep bir köşede sızısını hissettiren bir düşünce vardı içimde:
Tarık.
Nasıldı kim bilir...
O korumaların içinden kurtulabilmiş miydi?
Gerçi gözlerimin önünde bana silah doğrultudan adamı, nasıl bayılttığını çok iyi hatırlıyorum.
O hareketler hiçbir şey bilmeyen birinin yapabileceği türden değildi. Ama yine de bilemiyorum, dünkü adamların sayıları çok fazlaydı.
"Allah'ım ne olur ona birşey olmamış olsun"
Yine bir dua, mırıldandım onun için.
"Allah'ım sen onu koru"
Bütün gün böyle yapmıştım.
Ne düşünüyordu şimdi acaba?
Kim bilir...
Cengiz’in göğsünü gere gere “Benim nişanlım,” deyişini hatırladıkça içim daralıyordu.
İnanmış mıydı Tarık buna?
Ya inanmışsa...
Cengiz şimdi neredeydi acaba?
Tahminimce buralarda bir otelde kalıyordur. Geri gitmiş olamaz. Bu kadar yolu sadece birkaç kelime söylemek için gelmezdi.
Başka planları vardı, biliyordum.
Bir yanım Tarık’a ulaşmak isterken, diğer yanım korkudan titriyordu.
Ya o adam hâlâ buralardaysa?
Ya Tarık’a zarar verirse?
Benim yüzümden birinin tırnağı bile kırılsın istemezdim.
Tarık’ın canına kastetmek... bu düşünce bile yüreğimi buz gibi ediyordu.
“Allah’ım, ne yapacaktım ben?”
İçimde bir çaresizlik vardı.
İş yapmak yorsa da, boş boş oturup tavanı izlemekten ya da kendi içimi kemirmekten iyiydi. En azından dikkatimi dağıttığını sanıyordum... ama aslında hiçbir şey dağılmıyordu.
Zihnim aynı cümlelerde dönüp duruyordu.
Her düşünce bir diğerini doğuruyor, ben içimde çıkışsız bir labirentte kayboluyordum.
Belki Tarık, Cengiz ve beni gerçekten nişanlı sanmıştı.
Kendimi onun yerine koydum; ben de olsam aynı şeyi düşünürdüm.
Yine de... bir şekilde ulaşmalıydım Tarık’a.
Bir boşluk bulmalıydım.
Bir cesaret.
Peki papatya saksısının yanında bana yazdırdığı nota ne demeli...
Bahar teyzemlerin evine vardığımızda bizi yine sıcak bir karşılama bekliyordu.
Babama da iyi davranıyorlardı.
Karya ablam gitmişti; İzmir’de işi varmış.
Teyzemden telefonunu rica edip Bükrâ’yı aradım.
Sesini duysam biraz olsun mutlu olurdum, hem de Bartu'yu soracaktım...
Telefon iki-üç kez çaldı ama açmadı.
Sonra annemi aradım.
Ne kadar özlemişim...
Ara sıra konuşuyorduk ama sesini duymak, yanında olmak gibi olmuyordu.
Onunla konuşurken gözlerim doldu.
Bana karşı konuşmasında bir değişiklik yoktu; demek ki babam, olanlardan henüz bahsetmemişti.
“Baban artık buraya gelmeni istiyor,” dedi annem.
“Cengiz’in de orada işi varmış. Giderken babana teklif edince, o da arabaya atlayıp gelmiş.”
Anladım.
Sadece “İyi,” diyebildim.
Ama içimden bir ses, her şeyin bir oyun olduğunu biliyodu.
Cengiz, buraya geldiğimi öğrendiğinden beri peşimi bırakmamıştı.
Önce gizli tehditler, sonra mektuplar...
En son, yanımda birkaç kez gördüğü adamı Tarık’ın canına kastetmeye kadar götürmüştü işi.
Annem bunlardan habersizdi.
Ne diyebilirdim ki ona?
Sanki ağzımı açamıyordum bu konularda.
Kelimeler, boğazıma düğümleniyordu.
Gerçi haksız da sayılmazdı...
Çünkü konuşurken yine babam geldi, konuşmayı böldü.
İki dakika üst kattaki balkona çıkmıştım, ona bile peşimden gelmişti.
Güya “yemeğe çağırmaya.”
Sofra çeşit çeşit yemekle doluydu ama boğazımdan zorla birkaç lokma, bir kase çorba geçti sadece.
O da Bahar teyzemin ısrarıları ile onu kırmamak için kendimi zorlamıştım.
Hiç iştahım yoktu.
Ne yemek yiyesim vardı, ne su içesim.
Benden başka, herkesin keyfi yerindeydi yemekler yenildi, sohbetler edildi, tatlılar servis edilip, çaylar içildi.
Yemek bittiğinde hava kararmıştı.
Yatsı namazı çoktan okunduğu için çıkmadan orada edâ etmiştim.
Gideceğimizi öğrenince Bahar teyzemler üzüldü.
Ellerini öptüm, sarıldım, vedalaştık.
Evler yakın olduğu için yürüyerek döndük.
Eve vardığımızda babamla anneannem bahçedeki sigara içme bölümüne geçip oturdular.
Babam "kahve yap" dedi.
Mecburen mutfağa geçtim.
Daha dün burada Tarık’a kahve yapmıyor muydum ben?
Ne kadar da güzeldi o anlar...
Gerçi o silah lazerini gördüğümde korkmuştum ama yine de güzeldi.
Hele bana söylediği o cümleler...
Acaba gerçekten kalbinden geçenleri mi söylemişti, yoksa o anın ezgisine mi kapılmıştık ikimiz de?
Belki de ben, sadece görmek istediğim şekilde görmüştüm her şeyi.
Kahveleri hazırladım.
Babam fincanını eline alıp höpürdeterek büyük bir yudum aldı.
Sonra anneanneme dönüp:
“Biz yola çıkalım, anne,” dedi.
Anneannem hemen karşı çıktı:
“Bu saatte yola mı çıkılır oğlum, kalıverin burada. Bir gecede ne olacak? Mihri'nin odası hazır zaten, sen de salondaki çekyatta yatarsın. Hadi, kırma beni.”
Biraz ısrardan sonra babam da razı oldu.
Asıl razı olma nedeni; arabayı sanayiye götürüp hala baktıramamış olmasıydı hiç de umurumda değildi.
Anneannem iyi bir işe vesile olmuştu.
Sevinmiştim.
Çünkü bu gece... belki bir fırsatım olabilirdi.
Heyecanla üst kata çıktım.
Üzerimi değiştirip sıcak bir duş aldım.
Hava bulutluydu, kasvetliydi; insanın içini daraltan bir geceydi.
Terasa çıktım.
Bilmiyorum... içimde anlam veremediğim bir umut, bir kıpırtı vardı.
Belki alışkanlıktandı, belki de hâlâ içimde bir ses “O burada,” diyordu.
Paravanın altına doğru eğildim.
Parmaklarım o tanıdık boşluğu yokladı.
Bir an irkildim.
O his... tanıdıktı.
Elime bir kâğıt parçası değdi.
Ve o an anladım...
Mutluluğumun sebebini.
Yine oradaydı.
Daha bana gönderdiği mektubu okuyamamışken, bir kağıt daha mı bırakmıştı buraya...
---
---
Tarık’tan
Papatyam arabayla benden uzaklaştırılıyordu. Görmek için biraz daha çaba sarf ettim ama araba çoktan uzaklaşıyordu. Onun arkasını dönük gördüm, bana bakmıyordu.
Şimdi önümdeki korumalara baktım, anlamsız gözlerle. Tabii bu bakışma çok da uzun sürmedi. Cengiz’in sırıtarak arabasına binmesinin ardından eliyle yaptığı işaret, etrafımda bekleyen tüm korumaların üzerime çullanması içindi.
Sinirli bir nefes bıraktım.
Benim ellerim de armut toplamıyordu sonuçta. O kadar eğitimi boşuna almamıştım, iyi ki de almışım.
Bir yandan önümdeki adamı bayıltırken,
diğer yandan arkamdan ve sağ tarafımdan hamle yapanlara tekme yumruk atarak karşılık veriyordum.
Bildiğim teknikleri hiç bu kadar üst üste kullanmamıştım.
İçten içe fitness salonunda beni eğiten koça teşekkür ettim; beni iyi eğitmişti.
Bir an evvel bu daireyi yarıp Papatya’nın peşinden gitmek istiyordum.
Olayları açığa kavuşturmak istiyordum.
Ben buraya ona olan aşkımı itiraf etmek için gelmişken, şu düştüğümüz hâl iyice sinirlerimi zıplatıyordu.
Öfkeliydim.
Hırstan gözüm kimseyi görmüyordu.
Önüme geleni deviriyordum.
Son hatırladığım; sinirle bağırarak bir adamın karnına yumruğumu geçirdiğim sahneydi.
Sonra etrafımdan kimsenin ayakta kalmadığını gördüm.
Ya da ben öyle sanmıştım.
Bir anda, arkamdan saldıran adama karşı hazırlıksız yakalandım.
Kıl payı bir refleksle çekilmemle sağ kolumda bir çizik oluştu.
Hemen karşılık verdim.
Ama bu adam diğerlerine benzemiyordu.
Maskeliydi.
Ve… benim kullandığım tekniklerin aynısını bana karşı kullanıyordu.
Nefes nefese kalmıştım.
Ter, alnımdan çeneme kadar süzülüyordu.
Bu adam beni gerçekten zorluyordu.
Bir anlık gafletim, neredeyse her şeyin sonu olacaktı.
Elindeki bıçağı gözlerime doğru uzattı.
Geri çekildim; bıçak kaşımı yardı.
Acıyla inledim.
Bu, artık son noktaydı.
Tüm gücümü toplayıp tekmemi yüzüne geçirdim.
Adam sendeledi, geriye doğru adımlarken elindeki bıçak yere düştü.
Bıçak düşer düşmez, ben de hızla hareket ettim.
Üzerine atladım, yere devirdim.
Bacaklarımla kafasını sıkıştırdım ve yumruklamaya başladım.
Hareketsiz hale gelene dek durmadım.
Sonunda, nefes nefese kalmıştım.
Ellerim titriyordu.
Maskesini yavaşça çıkardım —
ve gördüğüm yüz, kanımı dondurdu.
Hans’tı.
Babamın korumalarından biri.
Her zaman soğuk, mesafeli biriydi. Babam onun işinde iyi olduğunu söylerdi ama ben… hiçbir zaman güvenmemiştim.
Şimdi nedenini daha iyi anlıyordum.
Demek hain, Cengiz’e çalışıyordu.
İçimden bir ses, "İyi ki öğrendin," dedi.
Önce onun gibilerden kurtulmalıydım.
Serin rüzgâr vücuduma çarpıyor, hararetimi az da olsa dindiriyordu.
Ama her bir kasım, yavaş yavaş sızlamaya başlamıştı.
En son kendimi çimenlikte uzanırken hatırlıyorum.
Şu an papatya tarlasında değildik;
onun hemen bitişiğindeki boz, seyrek bitkili arsadaydık.
Demek ki dövüş esnasında buraya kadar sürüklenmiştik.
Gökyüzüne baktım.
Tamamen karanlıktı —
tıpkı içimdeki âlem gibi.
Kaşımdan süzülen kan kulağıma ulaştı.
Ağzımda metalik bir tat vardı.
Cengiz’in yumruğuydu bu.
Olayın sıcaklığıyla fark etmemişim ama bacaklarım, kollarım… her yerim acıyordu.
Güçlükle doğruldum.
Topallayarak asfaltın kenarına çıktım.
Yoldan geçen herhangi bir aracı durdurmayı umuyordum.
İlk gelen aracı el kaldırarak durdurdum.
Şoför, farların aydınlığında hâlimi görünce hemen durdu.
— “İyi misin oğlum? Ne oldu sana?” dedi, telaşla.
Arabadan indi, koluma girip beni arka koltuğa yerleştirdi.
— “Hiç konuşma, hemen en yakın hastaneye götürüyorum,” dedi — ben bir şey söylemeden.
---
Araba ilerlerken, sarsıntı bedenimi her seferinde acıyla titretiyordu.
Ama en büyük acı, kalbimdeydi.
Işıklar yanımdan birer birer akıp geçerken gözlerim kapanmaya başladı.
Sonra birden, durduk.
“Geldik,” dedi adamın sesi.
Kollarımdan tutup beni hastanenin acil kapısına kadar taşıdı.
Parlak “ACİL” tabelası gözlerimi kamaştırıyordu.
Adımlarım dengesizdi, görüşüm bulanıktı.
Tam acil odasında doktoru görür gibi olmuştum ki…
Birden her yer karardı.
Ardından sessizlik.
---
Bir şey damlıyordu — uzaklardan, ritmik bir ses.
Konuşmalar yankılanıyordu, boğuk.
Göz kapaklarım titredi.
Uzun, beyaz bir LED ışığı gözlerime doldu.
Kırpıştırarak kendime gelmeye çalıştım.
Hafifçe doğrulmaya çalışırken,
bir hemşirenin sesi yankılandı:
— “Hareket etmeyin! Lütfen yerinizde kalın.”
Yanıma geldi, serum bağlantısını kontrol etti.
Ellerim titriyordu.
Sesi yumuşaktı ama profesyoneldi:
— “Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?”
Zorlukla konuşabildim.
— “Sağ kolum…” diyebildim sadece.
— “Kendinizi fazla zorlamayın,” dedi.
“Vücudunuz ciddi şekilde hırpalanmış. Doktoru çağırıyorum.”
Hemşire çıkarken elimle kaşıma dokundum.
Pansuman yapılmıştı.
Hans’ın açtığı yaranın üstü de sıkı sıkıya sarılıydı.
Gözlerimi açık tutmaya çalıştım ama olmadı.
Yorgunluk bedenimden ağır bastı,
ve karanlık yeniden beni içine çekti.
---
Gözlerimi açtığımda sabah olmuştu.
Odaya dolan gün ışığı, beyaz duvarlarda yumuşak bir parıltı oluşturuyordu.
Kendimi biraz daha iyi hissediyordum.
Ağrılar hâlâ vardı,
ama dünkü kadar keskin değildi.
Kapı açıldı.
Kısa boylu, siyah çerçeveli gözlük takan bir doktor içeri girdi.
Yanındaki hemşireye hangi serumların verildiğini sordu,
sonra bana döndü.
— “Nasıl hissediyorsunuz kendinizi?” diye sordu, gözlüğünü hafifçe düzelterek.
— “Daha iyiyim,” dedim.
— “Ne zaman taburcu olabilirim?”
Sesi ölçülü ama dostaneydi.
— “Biraz daha dinlenmeniz gerekecek. Vücudunuz toparlanmaya çalışıyor. En az bir gün daha gözlem altında kalmalısınız.”
Başımı yavaşça salladım.
Ama içim fırtına gibiydi.
Benim gitmem lazım.
Papatyam…
Ona kavuşmam lazım.
“Benim en kısa sürede taburcu olmam lazım,” dedim, net ve kararlı bir sesle.
Doktor gözlüğünün ardından bana baktı.
Bakışlarında hem yorgunluk hem de anlamaya çalışan bir boşluk vardı.
“Biraz daha burada kalmanız daha iyi olur yalnız,” dedi, ölçülü bir ses tonuyla.
“En erken ne zaman çıkabilirim?” dedim hemen, ciddiyetimi gizlemeden.
“Gerçekten acil bir durum.”
Doktor kısa bir sessizlikten sonra dosyama göz attı.
“Bazı takviyeleri vermemiz gerekiyor,” dedi. “Ayrıca yaralarınızın pansumanı da yenilenecek.”
Gözlüklerinin üstünden bir kez daha bana baktı;
sanki acelemdeki nedeni sezmiş gibiydi.
Sonra yanında duran erkek hemşireye dönüp kısa bir talimat verdi:
“Öğleden sonra taburcu edin,” dedi.
Ve dosyayı eline alıp arkasını dönerek odadan çıktı.
Bir an için derin bir nefes aldım.
Göğsümün üzerine çöken ağırlık biraz olsun hafiflemişti.
En azından… bugün buradan çıkabilecektim.
Ama kalbim, çoktan hastaneden ayrılmıştı.
Onun, Papatyam’ın yanındaydı.
---
Tarık'tan
--
Pansumanlarımın yenilenmesinin ardından çıkış işlemlerimi de yaptırdığım gibi, hastaneden taburcu olabilmiştim sonunda.
İlaçlar geç bitmişti, hastane yoğundu; çıkışım 17.30’u bulmuştu.
Kaşım hâlâ ara ara sızlıyordu. Diğer yerlerim daha iyi olsa da, yürüdükçe vücudumun bazı bölgelerinde yer yer sızlamalar hissediyordum. Kolum ise en acıyan yerlerden biriydi.
Ama şu an bunların hiçbiri umurumda değildi.
Taburcu olmuştum ya... Artık bana şifa olacak olanın yanına gidebilirdim.
Dışarı çıkar çıkmaz hastanenin önünden bir taksi çevirdim. Adresi vermemle yola çıktık.
İndiğimde ödemeyi cep telefonumdan, QR kod ile yapabildim.
Evimizin değil de papatya tarlasının altındaki sitenin adresini söylemiştim.
Çünkü orada motorum kalmıştı tabii onu da ele geçirip yağmalamadılarsa burada olmalıydı.
Çok şükür ki biraz yürüdükten sonra görüş alanıma girince rahatladım cebimden anahtarımı çıkarıp hemen gazladım.
Anlaşılan dertleri benimle idi motoruma bir şey yapmadıklarına göre.
Motor arka garaja park edip ön taraftaki yola çıktım.
Eve girmek için merdivenlere inerken, her basamakta vücudumda ayrı bir sızı hissediyordum. Bir yandan da içeriye girdiğimde dedemin tepkisini ve ne cevap vereceğimi hayal etmeye çalışıyordum.
Aklımda birkaç senaryo vardı, lakin en gerçeği birazdan karşımda olacaktı.
Bahçe kapısını açtığımda, Burçak her zamanki gibi koşarak yanıma gelmedi. Kulübesini kontrol ettim, yoktu.
Burçak her zaman orada olurdu; olmaması içime bir kuşku düşürürken hemen evin kapısını çalmaya başladım.
Zile bastım, pencereden içeri baktım ama içeride kimse yoktu.
B planına geçip, girişteki saksılardan en küçüğünün altına koyduğumuz yedek anahtarı alıp içeri girdim.
İçeride kimse yoktu; her şey olduğu gibi kalmıştı. Herhangi bir boğuşma izi falan da yoktu.
Koşar adım merdivenleri çıkıp odama girdim.
Odamda da her şey yerli yerindeydi.
Ta ki masanın üzerindeki not dikkatimi çekene kadar.
Elime alıp okuduğumda şaşırdım... Bir o kadar da rahatladım.
> Oğlum, endişelenme.
Ben ilk uçakla Almanya’ya gidiyorum. Funda da havaalanına kadar bana eşlik edecek.
Burçak’ı yakın bir arkadaşımızın yanına bıraktım, güvende.
Almanya’da şirkette biraz işler karışmış, benim müdahil olmam gerekiyor.
Sen işlerini bitirdiğinde en kısa zamanda gel. Endişelenme, ben işleri halledeceğim.
Dün Kian’ın üstüne bir de yardımcı sekreterini aradığım halde açmamaları beni endişelendirmişti.
İçime doğan kuşku nedensiz değilmiş demek ki.
Artık işleri Kian idare edemiyor olabilirdi.
Zaten bunu bekliyordum. “Artık gel, telefonunu bugün yarın alacağım.” diye haber bekliyordum.
Ama tam da bu olayların üstüne denk gelmesi...
Neyse, dedim kendi kendime. Notu masanın üzerine bırakırken içimi kemiren kurtlardan sıyrılmaya çalıştım.
Kendimi yatağa attım.
Dünden beri aklımda o Cengiz’in, özgüvenle ve gururla “Benim nişanlım.” dediği sözleri dönüp duruyordu.
Sahiden nişanlısı mıydı?
Mihri daha önce hiç böyle bir şey söylememişti.
Gerçi böyle düşününce, onun hakkında ne kadar az şey bildiğim bir kez daha acı bir şekilde yüzüme çarpıyordu.
Evli miydi, nişanlı mıydı, sevdiği var mıydı bilmiyordum.
En kötüsü de... Beni seviyor mu, onu bile bilmiyordum.
Buraya niye gelmişti?
Burada mı yaşıyordu, ailesi neredeydi?
Hiçbirini bilmiyordum.
Benimki öyle bir sevda olmuş ki, sadece onu sevdiğimi biliyorum; gayrısını umursamamıştım.
Ama artık umurumdaydı.
Onunla konuşmalıydım.
Her ne olursa olsun, ne olduysa ve şu an nasıl bir durumda olduğunu bilmeliydim.
Bu düşüncelerle, yataktan kalkmamam için adeta yalvaran vücuduma inatla doğruldum.
Masanın başına geçtim.
Benim içimdekileri en iyi kelimelerim bilirdi.
Onlarla ifade edebildiğimi düşünüyorum kendimi; yüz yüze söyleyemeyeceklerimi kelimelerim benden daha iyi bilip içimden seçip çıkarıyor sanki.
Yine içindekini önümdeki kâğıda akıttım.
Usulca paravanın altına koydum.
Ve artık son olsun istedim.
Artık doğrudan yüzüme söyleyebileyim kendi kelimelerimle...
Ve o da içinden geçenleri gözlerime bakarak söylesin.



---
— Mihri’den
Önce, ilk gelen ve babamdan saklamak için aceleyle gardıroba sokuşturduğum mektubu çıkardım.
Hemen, heyecanla yatağa oturup okumaya başladım.
Her açtığım mektup benim için ayrı bir heyecandı.
Ama şu an bu o kadar iyi gelmişti ki…
Sanki bana iyi gelecek bir merhemi açıp, yaralarıma sürmek için saniyeleri sayıyordum.
Çünkü biliyordum, onun sözleri bana iyi geliyordu.
---
Mektup
Mihri,
Bu sefer ben de sana “Mihri” olarak, yani “Güneş” olarak seslenmek istiyorum.
(Güneş… Ne kadar da güzel bir benzetmeydi.
Acaba bir gün, “güneşim” de der miydi?)
Yaptığın benzetme o kadar şiirsel, o kadar lirik ki en kuytu karanlıklarıma kadar ulaşıyor.
“Tarık” demişsin ya bana, “kapkaranlık bir gökyüzünde sürücü” diye…
Parlamam için bu bana öyle büyük bir güç oldu ki! Daha iyi edemezdin.
Dediğin gibi, Tarık olacağım. Parlayacağım. Cesurca.
(Parla, lütfen. Parla çünkü sen bunu hak ediyorsun.
Ve içinde bu var, bunu biliyorum.
Gerçekten, bir kere daha görüntüsü aklıma geldi — zaten hiç gitmiyordu ki.
Öyle bir adam… Gerçekten parlamayı hak ediyordu.
Ne yakışıklılığına güvenip ukalaydı, ne de bir insanı rahatsız edecek kadar hadsiz.
Kelimesiyle bile incitmek istemeyecek kadar zarifti o.)
Eğer sen öyle diyorsan, öyledir Mihri.
Umut, en çok Yaratıcı’dan beklenmelidir.
Ben aslında böyle düşünmezdim eskiden ama artık daha çok böyle düşünüyorum.
Tıpkı senin dediğin gibi, her şeyi Yaratandan umuyorum.
O’ndan istiyor ve bekliyorum.
Değiştim, değişiyorum…
Sen beni değiştiriyorsun.
(İşte bu, o kadar güzeldi ki…
Yaradana inanması, Yaradana daha çok güvenmesi — hem de benim vesilemle!
Bu mükemmel bir duyguydu.
“Umarım Allah’ım,” dedim,
“bir gün onun gerçekten hidayete geldiğini
ve seni tüm kalbiyle sevdiği günleri görürüm.”)
Böyle ol, Papatya.
Güçlü ol.
(Olamıyorum ama sen böyle dersen, olmak için çabalayacağım…)
Tüm kırılganlığına inat güçlü ol, güçlü dur.
“Güçlü ol” demek ne kadar kolaysa, “güçlü durmak” bir o kadar zordur, biliyorum.
(Biliyorsun, değil mi?
Yaşadıklarımı sen de yaşadın, değil mi?
Aynı yerden kırdılar bizleri, değil mi?
Yaralarımız tanıdık… O yüzden belki birbirimizi bu kadar kolay tanıdık.)
Anlıyorum.
(Bunu demesen bile, ben senin beni anladığını biliyorum.)
Ve emin ol ki bu kuru kuruya bir “anlıyorum” değil; yaşanmış bir “anlıyorum.”
Sen zaten güçlüsün.
Çünkü seni güçlü kılan, kalbinde Yaratıcıyla kurduğun bağ.
Benim gördüğüm asıl güç bu.
(Bunu daha önce hiç düşünmemiştim…
Tarık, benim görmediğim yanlarımı bana gösteriyordu.
Bana ayna oluyordu.)
Sen tek başına güçlü olmaya çalışmıyorsun;
Onun yerine güçlü bağlarla dimdik ayakta duruyorsun.
Bana hayalini paylaşman çok özel.
Bunun için ayrıca müteşekkirim.
(Asıl ben, beni bu kadar güzel dinlediğin için sana müteşekkirim.)
Bir yazı okumuştum:
“Önce hayaller ölür, sonra insanlar.”
O beni çok etkilemişti.
O yüzden lütfen, hayallerinin ölmesine izin verme.
Onların yavaş yavaş seni yiyip bitirmesine göz yumma.
(Bu cümleyi kaç kere okudum bilmiyorum.
Her okuyuşta dudaklarım titredi.
Sonunda tutamadım, gözlerimden yaşlar birer birer aktı bu satırlara.)
Daha çok hayal kur.
Özgürce, ve bir gün gerçekleşeceklerine sonsuz inanarak hayaller kur.
Tabii kuru kuruya kurmak olmaz; çabalamak da lazım, biliyorum.
Ama çabalayacağına inanıyorum.
(Çabalayacağım Tarık… Elimden ne geliyorsa çabalayacağım.
Ama işte, elim kolum bağlı. Ne yapacağım?)
Öğretmen olmak sıradan bir meslek değil.
Ve bence sen bunu en iyi şekilde yapabilecek insanlardansın.
(Yapabilirim… İnşallah. Çünkü ben de bunu çok istiyorum.)
Çünkü ben bunu senin mektuplarınla yaşayarak gördüm.
Kabul edersen, ilk öğrencin ben olmak istiyorum.
(Burayı okurken ağzımdan bir “Ayy!” nidası yükseldi.
Hem şaşırmış hem mutlu olmuştum.
Kimse duymasın diye hemen ağzımı kapattım.)
Şimdiden senden o kadar çok şey öğrendim ki…
Devamını sabırsızlıkla bekliyorum.
Eğer sen de kabul edersen — şimdiden senden yeni bilgiler öğrenecek olan öğrenciler çok şanslı.
Onlara imrendim.
(İmrenme…
Ben öğretirim sana, sen de bana öğret.
Biz birbirimize öğretelim, birlikte büyüyelim.)
Bana “özel” olduğumu söylediğin için —
ne kadar kabullenmesen de — tekrar söylemek istiyorum:
Bana umut olduğun için,
zorluklar karşısında direnmem gerektiğini tekrar tekrar hatırlattığın için,
çok minnettarım.
Asıl ben sana borçluyum.
(Asıl sen bana dememiş miydin, “borç ne kelime” diye?
Ben de aynısını söylüyorum burada sana.
İnsan yaptığı şeyi borç olarak görüyorsa, hiç yapmamalı bence.)
Sorumu olumlu cevaplayıp teklifimizi kabul ettiğin için de nasıl teşekkür etmeliyim bilemiyorum.
İçimdeki teşekkürü tarif edecek kelimeler, kalemimin ucundan bir türlü dökülmüyor.
Yine de yazmak isterim:
Teşekkür ederim.
(En son yazdığı “teşekkür ederim”i okurken aklıma adını ve yaşadıklarımızı getirdim.
Şeref Amca ne kadar da şen şakrak biriydi.
Onun yanında Tarık biraz sessiz ve çekingen kalıyordu.
Tarık da çok güzel giyinmişti, üstü başı düzgündü.
Hele bana verdiği papatyalar…
Usulca balkona baktım; hâlâ aynı yerlerinde duruyorlardı.
Her baktığımda bana onu hatırlatıyorlardı.
Ve tabii o güzel anlardan sonra başımıza gelenler aklıma gelince yüzüm yine düştü.)
Yolhizar iken,
Tarık olmaya çalışan,
Sönük bir yıldız.
(Olacaksın… Allah’ın izniyle olacaksın.
Hem de çok güzel bir Tarık Yıldız olacaksın, diye geçirdim içimden.
Sonra da amin dedim.)
---
Mektubu yine özenle katladım.
Hızlıca diğer mektupların yanına koyduktan sonra, koyduğu daha küçük notu açtım.
Bu da ikiye katlanmış bir kâğıt parçasıydı.
Üzerinde şunlar yazılıydı:
> “Mihri, yarın sabah güneş tam doğarken papatya tarlasına gel. Konuşalım.”
Bu mesaj beni o kadar mutlu etmişti ki…
Şu an tam da buna ihtiyacım vardı.
Hatta, şu an çatıdan tırmanıp onun yanına gidip her şeyi konuşmak, içimi dökmek istiyordum.
Ama gerçekten bu saat hiç uygun değildi.
Yarın erkenden gidebilirdim.
“O saatte nasıl evden çıkarım?” diye düşünürken, farklı senaryolar kuruyordum.
Bir şekilde çıkacaktım.
Firar edecektim.
Özellikle de babama çaktırmadan…
Ve buluşacaktım Tarık’la.
---
---
Bir çocuk gibi heyecanlıydım.
İçimden nedense kâğıt kalem alıp bir şeyler yazmak gelmedi. Artık onunla yüz yüze konuşmak, içimden geçenleri birebir anlatmak, sesimle dile getirmek istiyordum.
Papatyalarımı koklayıp başlarını usulca sevdim. Başımı yine göğe kaldırdım, Tarık Suresi’ni okumaya başladım. Yıldızlara baktım... Yıldızları sayıyordum tek tek. Bir tane de İnşirah okudum kendime.
Yıldızlar o kadar çoktu ki… ama bir tanesi kocaman, güler gibi bakıyordu yüzüme. Gözlerimin hafif hafif kapandığını hissettiğimde ayaklarım sorgusuzca yatağıma yöneldi. Yorulmuştum. Bütün gün yaşananlardan sonra artık yarın her şey açığa kavuşacaktı.
Mutluydum.
O mutluydu.
Ve bir an evvel yatıp artık sabah olsun istiyordum.
Sabah namazına Allah’tan anneannem kaldırmaya gelmişti. Daha şefkatli kaldırıyordu, yani babama göre kıyas bile edilmezdi. Namazımı kıldığım gibi üzerime elbisemi giydim. Üşümemek için bir de hırka geçirdim, şalımı yaptım.
Odamın kapısını açıp önce evi dinledim.
Hiç ses soluk yoktu.
Parmak uçlarımda adımlarken, babamın giriş kattaki çekyatta yattığını biliyordum. Usul usul tüm merdivenleri indim.
Bahçeye çıktım. Kimse uyanmamıştı. Babamın yanından geçerken duyduğum horultular, onun derin bir uykuda olduğunu gösteriyordu. Endişelenmemeliydim. Endişelenecek bir şey yoktu.
İçimden sürekli dua ede ede bahçenin arka kapısına yöneldim. Arada öten birkaç horoz, cıvıldaşarak uçan kuşlar... Etraf gecenin karanlığından yavaş yavaş sıyrılıyordu. Ufak da olsa bir esinti vardı.
Anahtarı çok yavaş bir şekilde çevirdim. Kapı açıldı. Aynı yavaşlıkla örterken, kapandığı gibi arkama bile bakmadan koşmaya başladım.
Koşar adım gidiyordum papatya tarlasına…
Artık o yolu zihnimde daha net kazımıştım.
Koşar adım giderken, sanki koşup koşup sevdiğine sarılacak, kendini kollarına atacak bir âşık gibi mutluydum.
Koştum… Koştum…
Güneş neredeyse doğmak üzereydi.
Nefes nefese papatya tarlasına vardım.
Ama bir de ne göreyim… Kimsecikler yoktu.
Her yer bomboştu.
Papatya tarlasının ortalarına doğru yürüyüp oturdum.
Bekleyecektim.
O gelirdi…
Beklemeliydim.
---
Yazar Notu✨
“Mihri’nin bu sabahki telaşını yazarken, kalbim sanki onunla birlikte papatya tarlasına koştu… Siz hiç kalbinizin götürdüğü bir yere böyle sabahın sessizliğinde gittiniz mi?
Sizce Tarık gelecek mi?.. 🌿”
---
--
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 20.08k Okunma |
3.52k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |