
Selamünaleyküm Papatyalar 🌼
Hepinizin afiyette olması duası ile...🤲🏻✨
Size bugün kullanmaya başladığımız WhatsApp kanalımızın açıldığı müjdesini vermek istiyorum 🥳🥳🥳
Ben bu konuda çok mutlu ve heyecanlıyım. 😍
Katılmak isterseniz hepinizi beklerim. ☺️
Katılmak isteyenler bana özelden yazabilir ya da Instagram'dan ulaşabilir💌
ŞİMDİ BÖLÜME GEÇELİM 🫴🏻🫣
---
> “Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır.”
(Bakara Suresi, 216)
---
Mihri’den
Beklemek.
Sadece üç hece, sekiz harf değil.
Sanki kelime olarak da yarım kalmış hissi veren bir kelime.
Beklemek…
Geleceğine kesin olarak inandığın bir şey için güzeldir belki. Ama nedense şu an, benim içinde bulunduğum beklemek hiç de böyle hissettirmiyor.
Bekliyorum.
Saniyesi bana çok ağır gelen dakikalar geçiyor, bitmeyen saatler devriliyor.
Gözlerim onun geleceği yolda, bazen ufukta bekliyorum.
Ağır ağır yükselen güneşin sıcaklığı yüzüme vuruyor, vücudumu ısıtıyor. Ama ben, sıcacık bir ısınmanın aksine, güneş yükseldikçe onun gelmeyişiyle kavruluyorum.
Bekliyorum. Gelecek.
Biliyorum, gelir. Tarık her zaman gelmez miydi?
Hatta ben onu çağırmadan gelirdi.
Ne zaman dara düşsem bir anda ortaya çıkmamış mıydı?
Çıkardı. O gelirdi. Gelecekti ya… başka bir ihtimal bile olamazdı.
Bunlar, dakikalar birbirini kovaladıkça kendimi ikna etmek için kurduğum cümlelerdi.
Belki de içten içe kendimi inandırmak için yalanlar bile söylüyordum.
Ama güneş her yükseldiğinde, gözlerimin önündeki papatya tarlası biraz daha aydınlandıkça, onun hâlâ ortalarda görünmemesi içimdeki o umut filizlerini bir bir öldürüyordu.
Bu bekleyiş bana aylar önce, bordo cübbeli nikah memuru ile bakışarak nikah için yapayalnız beklediğim o masayı hatırlattı.
Tüm davetlilerin önünde, Cengiz’in gelmediği o günü…
O zamanlar hissettiklerim, bugüne kıyasla çok daha farklıydı. Cengiz’in kişiliğinin nasıl biri olduğunu, nişan işimiz bozulduktan sonra çok daha iyi anlamıştım.
Duygularımdan emin değildim ona karşı; ama çok ince bir his de olsa, belki de onunla güzel anlaşabileceğimizi düşünmüştüm.
Ya da belki de…
Birini sevmenin, birbirini anlamanın nasıl bir bağ olduğunu daha önce hiç tatmadığım için, her şeyin böyle başlayacağını varsaymıştım.
Ama şimdi biliyorum…
Bu, öyle bir şey değildi.
Birbirini sevmek, değer vermek — böyle bir şey olmamalıydı.
O zamana kıyasla şu an beklerken geçirdiğim dakikalar çok daha yakıcı, çok daha ezici benim için.
O zaman da çok üzülmüştüm, evet… Çünkü herkesin gözleri üzerimdeydi. İçimde, sanki böyle olması benim suçummuş gibi bir mahcubiyet vardı.
Ne kadar kendi aralarında fısır fısır konuştuklarını, benim duymadığımı sansalar da...
Bazı kişilerin hakkımda yaptıkları dedikodular bu duygumu pekiştirmişti.
-"Aaa gördün mü gelini...hmm tek başına kalmış!."
-"Damat niye gelmemiş ki!"
-"Kız geçen gün altın günündeki dedikodu doğru muydu ki!.."
Bir ihtimal, belki nikâhtan sonra Cengiz’le daha yakın olup güzel bir sevgi bağı kurabileceğimize inanmıştım.
Ama şimdi geriye dönüp baktığımda, o zamanki duygularımı tam olarak anlayamıyorum.
Ozamanki beni anlayamıyorum.
Peki şu an, tüm bu yaşadıklarımdan sonra içime baktığımda ne görüyorum?
Her şeyi anladığımı söyleyemem.
Ama bir şeyden çok eminim:
Bu hayatta benim kaderim Cengiz değil.
Ve ben bir daha ona asla ikinci bir şans vermeyeceğim.
Çünkü bunu hak etmiyor.
Bulunduğum yerden hafifçe doğruldum.
Ayağa kalktım.
Düşüncelerimin içinde öyle kaybolmuştum ki, ne kadar süredir aynı pozisyonda oturduğumu fark etmemiştim.
Eteğimi havalandırdım, bulunduğum yerde bir sağa bir sola baktım.
Papatya tarlasının hemen sağ tarafında kalan asfalt yoldan bir araç hariç kimse geçmemişti.
Hatta bir yaya bile uğramamıştı.
“Belki,” dedim, “uyuyakalmıştır. Gece geç yatmış olabilirdi. Ya da başka bir ekstrem durumla karşılaşmıştır.”
Ama gelirdi mutlaka.
En azından şu an konuşamayacağını söylemek için bir dakikalığına uğrayabilirdi.
Bir yandan da onu gördüğümde neler söyleyeceğimi düşünüyordum.
Keşke hiçbir şey söylemek zorunda olmasaydım…
Sadece koşup kollarına atlayabilseydim.
Sıkı sıkıya sarılsam, sanki ona sarıldığımda bütün dertlerim bitecek, onun kollarına sığındığımda içimdeki bu kasvet geçecekmiş gibi.
Keşke...
Dün, küçücük bir an da olsa beni korumak için kendine doğru çektiğinde, soluduğum o ferah kokusu hâlâ burnumda.
O an sadece göz ucuyla fark ettiğim şeyi o daha net görmüş olmalıydı.
Cengiz’in arabasını son sürat bize doğru sürdüğünü…
Beni korumak adına böyle yapmıştı.
O anlatmasa da, neden yaptığını yeniden anlayabiliyordum.
Ama tabii ki babam bu durumu asla böyle yorumlamamıştı.
O sadece gördüğüyle hükmetmişti, her zaman yaptığı gibi.
Anlamak istediği gibi anlamıştı — çoğu insan gibi.
Keşke babam o çoğu kişi gibi olmasaydı…
O beni hep anlasaydı.
Ve ben yanlış bir şey yapmış olsam bile, keşke beni şefkatle, merhametle kucaklasaydı.
Aslında hayatta en çok babamın beni kucaklamasına ihtiyacım vardı.
Ama bu kadar imkânsız ki artık…
Bir yerden sonra bu isteğin içimden uçup gittiğini çok net fark ettim.
Artık ondan ufacık bir merhamet, bir şefkat istemiyordum.
Beklemiyordum.
Çünkü hayal kırıklığına o kadar çok uğramıştım ki, daha fazla kendimi yıpratmak istemedim.
Gözlerime batan güneşe arkamı döndüm.
Sıcaklığı sırtımdaydı.
Ve ben papatya tarlasında yavaş yavaş adımlar atarak dolanıyordum; zaman kazanmaya çalışıyordum.
Dakikalar, birbirlerini kovalamaya devam ediyordu.
“Acaba,” dedim içimden, “gelmiş de beni görememiş olabilir mi?”
Bu mümkün değildi. En az iki saattir buradaydım.
Daha erken gelmiş olamazdı.
Gelse bile beklerdi o beni.
Bir de evdeki durumlar vardı.
Şu an herkes beni çatı katında uyuyor sanıyor ama ben buradayım.
Ve onlar bu durumu anladıklarında hesap vereceğim.
Ya babam odama çıkıp benim olmadığımı görürse?
Ne diyeceğim?
İşler daha da berbatlaşabilir.
Ben buraya babam dayak yemeği bile göze alıp geldim.
Ama, o neden gelmiyor...
Neden...
Neden..
Neden...
“Allah’ım, sen bana yardım et,” dedim. “Ne yapacağım, ne yapmalıyım?”
Çaresizlik, içimdeki umut fidanlarını iyiden iyiye çürütürken el mecbur, yavaş yavaş geldiğim yola doğru yöneldim.
Adımlarım sanki gitmemek istediğimi anlamış gibi ağırdı, son derece yavaştı.
Ama ters yöne yürüyordum işte…
Adımlamak zorundaydım.
Daha da geç kalırsam, iyice kötü bir duruma sürüklenecektim.
Oysa hiç mi hiç gitmek istemiyordum buradan.
Gelecekti, şimdi gelirdi ya…
Belki de ben gittiğim gibi o da gelecekti.
Yine de çok yavaş bir şekilde yürümeye devam ettim.
Adımlarım, hayatımdaki mecburen yaptığım diğer şeylerin devamı gibiydi.
Ayaklarım sürünse de devam ediyordu.
Arkama bir kez daha dönüp baktım ama kuş cıvıltılarından başka hiçbir ses yoktu.
Uzaktan görünen denizin görüntüsü de bugün çok sakindi, sanki masmavi bir çarşaf gibiydi.
Tekrar önüme döndüm.
Artık papatyaların arasından geçmiş, asfalt yolun kenarına gelmiştim.
Sırtıma vuran güneş yükseldikçe içimi acıtıyordu;
çünkü her yükselişinde dakikaların benim aleyhime ilerlediğini,
onun gelmeyişininse daha da netleştiğini hissediyordum.
Gelmemişti.
Neden gelmemişti acaba?
Dün Cengiz bir şey mi yapmıştı?
Dün bana o notu yazıp aynı şekilde paravanın altına koyduğuna göre evdeydi
ve onu yazacak kadar da sağlıklıydı.
Ben zaten bir şekilde onun, Cengiz’in arabalar dolusu adamına yenilmeyeceğini biliyordum.
Yani, bilmek istiyordum.
Yenilmemeliydi o.
Ama belki de onlarca adama yenilmeyen Tarık,
Cengiz’in “benim nişanlım” lafına yenilmişti.
Tarık’ı mektuplarından tanıdığım kadar,
başkasının sevdiğine, nişanlısına yan gözle bakacak birine benzemiyordu.
Ben onu anlamıştım, iyi kötü ahlakını çözmüştüm — ya da öyle sanıyordum.
Dürüst, güvenilir ve içten geliyordu bana karşı.
Ya da ben mi onu öyle görmek istiyordum, bilemiyorum.
İlerlediğim yola baktığımda, gittikçe papatya tarlasına uzaklaştığımı gördüm.
Tekrar arkama baktım…
ve bunu, anneannemin evinin önüne gelene kadar sürdürdüm.
Artık eve kimseye görünmeden nasıl gireceğimi planlamam gerekiyordu.
Aklımda bir şeyler vardı tabii.
Yine evden çıktığım gibi, bahçenin arka kapısından sessizce girdim.
Kapının demiri paslandığı için uğultulu bir gıcırdama yükseldi.
Olduğum yerde durup kulak kabarttım.
Anneannemin Alp ile konuşmasından başka pek bir ses gelmiyordu.
Usulca kapıyı açıp içeri süzüldüm.
Bahçede kimse yoktu.
Evin önündeki bahçe masasında anneannem, Alp’e iplerle düğüm atmayı gösteriyordu.
Ah, nasıl da unutmuştum!
Yüzümdeki ifadeyi toparlamalıydım.
Usul usul adım atarken “Keşke görünmez olsam da beni görmeseler,” diye geçirdim içimden.
Ayakkabılarımı girişte çıkarıp, evin girişindeki Amerikan mutfağına doğru ilerlerken
bir anda anneannem,
“İşte böyle yapacaksın çocuğum…” derken cümlesini yarıda kesip bana döndü.
— “Mihri, sen dışarıda mıydın?”
İşte yakalanmıştım.
Sanki ne zaman bir şeyden korksam, burnumun dibinde bitiyordu.
“Şey…” dedim yüzümdeki yalancı bir gülümsemeyle,
“Bir hava alıp geldim.”
Yalan söylemek de istemiyordum.
Olanı da tamamen ifade etmek istemediğim için “cerbeze”yi seçtim.
Cerbeze; olmayan bir şeyi söylememek ama var olan şeyi de açıkça ifade etmemekti.
Beni baştan aşağı birkaç kere süzdü.
Gözlüğünün üstünden bakıyordu.
Sonra, “He öyle mi?” deyip tekrar Alp’e döndü:
“Yapabildin mi çocuğum?” diyerek elindeki ipe baktı.
Ben de daha fazla konuyu uzatmadan hızlıca içeri geçtim.
Neyse ki kimseye görünmemiştim.
Mutfakta da hiç ses yoktu.
Babamın gece yattığı çekyat tamamen düzeltilmiş,
kullandığı nevresim ve yastığı katlı bir şekilde üzerine bırakılmıştı.
“Herhalde kalktı, üst katta,” diye düşündüm.
Hızlıca merdivenleri çıktım ama yine de onunla yüz yüze gelmek istemiyordum.
Tam kendi kaldığım katın merdivenine adım atmıştım ki,
arkamdan teyzem seslendi:
— “Fıstığım! Ben de tam sana seslenecektim.
Hemen üstüne başıma bir baktı.
"Aaa sen çoktan kalkmış, üstünü başını değiştirmişsin. Hadi aşağı in de bize güzel bir kahvaltı hazırla. Bugün yola çıkıyormuşsunuz, en son senin ellerinden güzel bir kahvaltı yiyelim.”
Yüzümdeki ifadeyi bozulmaması için zorla tutmaya çalıştım.
Zaten buraya geldiğimden beri ev işlerinin, yemeklerin çoğunu hep ben yapmıştım.
Ben uğraşmıştım.
Çok da yorulmuştum aslında.
Ben buraya biraz kafa dinlemeye, İstanbul’daki o karmaşık kaostan uzaklaşmaya gelmiştim.
Anneannemin yanında rahat ederim, biraz kafa dağıtırım diye düşünmüştüm.
Hem anneannem, hem teyzem — “Benim canım, kanım,” demiştim.
Ama burada yaşadığım süre boyunca anladım ki,
en acı şeylerden biri şuydu:
Onlar beni sanki bir ev hizmetçisi, yemekleri yapan bir görevli kadınmış gibi görüyorlardı.
Ayağımın kırılmasıyla birlikte bana karşı tavırları o kadar çabuk değişmişti ki!
Anneannem tavırlarını pek saklayamayan biriydi,
o yüzden onunkileri çabuk çözmüştüm — ve kırılmıştım da.
Sadece tavırları değil…
Beni, annemi şikâyet etmesi de şüphelerimin kanıtıydı.
Ama teyzem için böyle düşünmemiştim.
O hep nazikti, benim iyiliğim için çabalıyordu.
Bunları inkâr etmiyorum,
ama bir yandan da beni pek önemsemediğini fark ediyordum.
Beni üzgün gördüğünde bile,
sanki sokaktaki biriymişim gibi uzaktan “İyi misin?” deyip yapmacık tavırlar sergiliyordu.
Tamam, ona yaşadıklarımı anlatmıyordum,
daha doğrusu anlatamıyordum.
Bir yandan babam, annem vardı;
diğer yandan da onlara tam olarak güvenemiyordum.
İşte bu duyguların üzerine bir de,
hiç yorulmazmışım gibi davranılmak...
Artık beni çok yormuştu.
Çok yıpratmıştı.
Buradan gideceğime, bu muameleden kurtulacağım için sevinirken;
İstanbul’da beni nelerin beklediğini düşündükçe,
oradan da ayrı bir ürküyordum.
Burada beni mutlu eden tek şey,
Bartu, Bükra ve Tarık’tı.
Onlarla yaşadığım anlar…
Tarık’ın mektupları…
Onun gözlerine bakmak bile,
bütün gün çektiğim sıkıntıyı alıyordu.
İçimdeki, benim bile fark etmediğim sızıları dindiriyordu.
Ama bugün o da gelmemişti.
Artık yanımda o da yoktu.
Olmayacak mıydı?
Hayır! Hayır, kendine gel Mihri! dedim.
Öyle bir şey yoktu.
Tabii ki olacaktı.
Olacaktı… değil mi?
Boğazımda düğümlenen umutla,
biraz başımı öne eğip çıktım merdivenin tam ters yönüne döndüm.
Kalbim, ellerim kadar yorgundu artık.
Teyzem beni kolumdan dürtüp,
“Hadi hadi kız, neye daldın öyle? Aşağı koş, koş!”
deyip ardından itici bir gülümsemeyle gözlerime baktı.
"Peki" diyebildim.
Dudaklarının arasına her zaman içtiği o ince, uzun model sigarasını sıkıştırdı.
Ben aşağı katın merdivenleri inerken o da peşimden geldi.
Maalesef…
Teyzem biraz da böyle bir insandı.
Biz çocukluğumuzda onunla hep yaz tatillerinde,
kısa süreli görüşmelerde bir araya gelirdik.
Hiç bu kadar uzun yaşamamıştık.
Belki çocukken bazı şeyleri anlamıyordum,
ama şimdi gayet net anlıyordum:
Birilerinin beni kullandığını —
ve maalesef bu kişilerin başını babamın çektiğini fark etmiştim.
Artık bu yaşımda, bütün bunlar beni hiç olmadığı kadar tüketip yoruyordu.
Bitap düşen ruhuma, acılarla kıvranan kalbime inat…
Mecburen mutfağa geçip, isteksiz de olsa önce çayı koyup sonra kahvaltılıkları hazırlamaya başladım.
Dolaba bir göz gezdirip kalan yufkalardan hızlıca bir tava böreği yapmaya karar verdim.
Beni yoran ev işleri değildi; yapardım, çalışmayı severdim ben.
Tembel biri değildim.
Lakin anneannem ve teyzemin de yapabilecek olmasına karşın,
sadece benim yapmam…
Beni acıtan, yoran, kullanıldığımı hissettiren şey buydu.
İlk geldiğim de böyle değildi.
Lakin, artık gözüme soka soka yapılır olmuştu.
Bir yandan böreği ocağa koyarken, içimden sessizce mırıldandım:
> “Rabbim… bana sabır ver.
Beni anlamayanların arasında kaybolmadan, kendimi koruyabilmem için sabır ver.”
Çayı demliyordum. Bir yandan içten bir
"Hasbünallahu Ve Ni’mel Vekîl"
çektim.
Şu an gerçekten benim için en güzel vekil Rabbimden başkası değildi. O ne güzel vekildi, O bana yeterdi. Benim ondan başka hiç kimseye ihtiyacım yok.
Mutfakta bir o yana bir bu yana koşturup sofrayı hazırlamaya çalışırken bir de dün geceden kalan bulaşıkları yıkıyordum.
Genelde hep böyle olurdu. Geç saatlerde Alp ve teyzem acıkır, bir şeyler yerlerdi ve o bulaşıklar sabah burada beni bekler olurdu. Onu bile makineye koymazlardı.
Yani bu bence çok basit bir şeydi ve bunu bile yapmamaları, aslında ne kadar düşüncesiz davrandıklarının diğer bir örneğiydi.
Şunu da fark ediyordum ki aslında ben bu detayları hep görüyordum; göz ardı ediyordum ya da fark ettiğimde bile üstünü örtüyordum.
Ama şu an bir şeyin farkına varıp ipuçlarını birleştirdiğimde, gerçeğin en başından beri apaçık gözümün önünde olduğunu daha iyi fark ediyordum.
Babamı da hâlâ sabahtan beri görmemiştim, sesini de duymamıştım. İlk başta ikinci kattaki banyoda olabileceğini düşündüm ama ne zamandır sesi bile gelmemişti.
Acaba ben işlere ve kafamdaki düşüncelere çok dalıp onu fark etmemiş miydim?
Bu düşüncelerden, anneannemin “Mihriiiii” demesiyle sıyrılıp kirli ellerimi yıkayıp hemen bahçeye, yanlarına koştum. Teyzem, benim geldiğimi görünce anneanneme dönüp gülümseyerek,
“Yine bize kahvaltı hazırlıyor,” dedi.
Anneannem sigarasını küllüğe birkaç kez vurduktan sonra gözlüklerinin üstünden bana baktı.
“Ellerine sağlık çocuğum… Çok uğraşmışsındır.”
Sadece gülümsedim. “Afiyet olsun,” dedim ve aklımdaki soruyu yönelttim:
“Babam nerede? Onu göremedim etrafta.”
Anneannem de teyzem de bahçenin ilk girişinde, sigara içtikleri sandalyelerde karşılıklı oturuyorlardı. Anneannem sigarasını küllüğe bastırdıktan sonra,
“O sabah erken çıktı. Arabada bir sıkıntı olmuş galiba. Dün gece de ondan ötürü yola çıkamadınız ya… Onu sanayiye göstermeye gitti,” dedi.
Bir anda kafamdaki jeton düştü. Ben bunu tamamen unutmuştum. Bu sıralar gerçekten çok fazla şey unutuyordum. Galiba üst üste gelen üzüntüler ve peş peşe maruz kaldığım durumlar beynimde böyle bir duruma sebep olmuştu.
Ansızın unutuveriyordum.
“Hımm, tamam,” diyerek başımı salladım, anladığımı belli ettim. Anneannem bahçedeki semizotlarını gösterip,
“Olgunlaşmış onlar, onlardan da topla, kahvaltı sofrasına koyuver,” derken gülümsüyordu.
Çok güzel olurdu, tabii… Ama niye ben yapıyordum ki?
İşte onu soramıyorsun… çünkü niye ayıp olur. Ayıp oluyordu.
Ama bana bir sürü şey yapılıyor, söyleniyor, düşüncesizce davranılıyordu… O ayıp olmuyor muydu acaba?
Ayıp sadece büyüklerin davranışlarına verdiğimiz tepkilerde mi geçerli bir kavramdı? İşte bu da cevap bulamadığım sorulardan biriydi.
Artık istesem de istemesem de, gidiyorum.
“Ya Sabır…” diyerek mutfaktan aldığım bir leğenin içine bahçedeki semizleri toplamaya başladım. Genelde semizler arka bahçedeydi, o yüzden orada toplamaya devam ettim.
Semiz toplamayı ve yemeyi çok seviyorum, bunu söylemiştim. Leğeni ağzına kadar doldurup içeri girdim. Mutfakta hemen yıkayıp süzülmesi için kenara koydum. Kahvaltı neredeyse hazırdı.
Göz ucuyla bahçedeki anneannemle teyzeme baktım. Koyu bir sohbetin içindeydiler.
“Şu an ortadan kaybolsam, kimse fark etmez,” diye düşündüm.
Hemen ellerimi yıkayıp önümdeki havluya kuruladım, hızlı adımlarla üst kata çıktım. Ah, şu merdivenler… Şu an gerçekten beni nefessiz bırakmıştı. Derin derin soluklar alırken odamın kapısını hızlıca açıp içeri girdiğimde gördüm onu.
Teras balkon kapısının hemen önünde, arkası dönük, elleri ceplerinde manzaraya bakan babamdan başkası değildi. Onu görür görmez panikle,
“Hiiiii!”
diye bir şaşırma nidası döküldü dudaklarımdan.
O da verdiğim tepkiye karşı arkasına dönüp bana baktı. Yüzünde kızgın bir ifade vardı, kaşları her zamanki gibi çatıktı. O kaşların normal durduğunu gördüğüm an sayılıdır hayatımda.
“Niye böyle nefessiz kaldın?” dedi sorgulayıcı bir sesle.
Bakışlarını üzerimde gezdirirken, bir yandan nefesimi kontrol altına almaya çalıştım.
“Hiç,” diye yanıtladım.
Kafasını manalı manalı salladı.
“Hadi aşağı inelim. Daha fazla burada durmak istemiyorum.Kahvaltı yaptığımız gibi yola çıkıyoruz.”
“Sen sanayiye gitmemiş miydin?” diye sordum. “Anneannem öyle demişti az önce.”
“Biraz önce geldim,” derken odadan çıkıyordu. Kolumdan çekti "önüme düş doğru aşağıya"
Kolumu hızlıca çektim.
"Geliyorum"
Hemen gözlerindeki ifade alevlendi.
Bu konuşmayı uzatmamak için hemen önden merdivenleri adımladım.
Anlaşılan ben bahçede semiz toplarken gelmişti; ben duymamıştım.
Bu sıralar ansızın dalıp gitmek gibi bir duruma çok sık giriyordum.
Sandalyeme pek oturamadığım, her zamanki gibi hizmet ettiğim; herkesin ricasına koştuğum bir kahvaltıydı. Zaten bir şey yiyip içtiğim de yoktu. Tarık’ın hayatının benim yüzümden tehlikede olduğunu o notta okuduktan sonra, sık sık midem bulanmaya başlamıştı.
Oturup iki dakika ağzıma bir şeyler atayım demiştim ki, babam —anneanneme teyzem olduğu için sesini kibar tutmaya çalışarak— “Hadi Mihriciğim, bavulunu topla, gel bir an evvel.” dedi. Başımı kaldırıp gözlerine baktığımda, o kibar sesin ardında “çabuk ol” diye bağıran bir bakış vardı.
Bir parça ekmek koparıp elime aldım, ama hemen bıraktım.
“Tamam, hemen toparlıyorum.” dedim ve masadan kalktığım gibi merdivenleri çıktım.
O kadar yorgun ve ne yapacağını bilmez hissediyordum ki… Ne yapmalıyım, doğru olan ne, şu an etrafımda neler oluyor bilmiyorum. Ve bundan o kadar eminim ki… Çevremde pek çok şey dönüyor ama ben hiçbirini bilmiyorum, hiçbir şey yapamıyorum.
Zaten çok da dağınık bir insan olmadığım için etrafta fazla eşyam yoktu. Dolaba astığım birkaç elbisemi çıkarıp odanın sol tarafındaki bavuluma koydum. Kimse gelmeden, burada kaldığım süre boyunca kullandığım ahşap çalışma masasının çekmecesindeki mektupları ve notları da alıp bavulun en altına yerleştirdim. Üstlerini kıyafetlerimle örttüm.
Ne olur ne olmaz diye, o mektuplardan bile endişeleniyordum. Çünkü o mektuplardan biri bile bulunsa, başıma türlü türlü şeyler gelebilirdi. Belki de en hafifi dayak yemek olurdu.
Üzerimi hızlıca değiştirdim, sabahki kıyafetlerimi çıkardım. Terlemiştim. Aşağı kata inip abdest aldım. Normalde abdest alınca biraz da olsa rahatlarım, ama şu anda abdest bile içimi ferahlatmadı. İçimde öyle bir kasvet vardı ki, bütün âlemim sanki karanlık sis bulutlarıyla kaplıydı.
Tam banyodan çıkmıştım ki, babamın bağırışı yine kulaklarımı doldurdu:
“Mihrî, hadi! Arabayı çalıştırdım!”
Tekrar üst kata çıktım. Eşyalarımı toplamıştım. Son kez terasa adımladım. Burada ne güzel akşamlar geçirmiştim… Çünkü o vardı. Hemen yanımdaki paravanın ardında, onun kelimeleri vardı —benim için yazılmış olan.
Ama şu an hiçbir şey kalmamıştı. Sanki o da bırakıp gitmişti. Galiba beni…
İçten içe bulana kadar inkâr etmeye çalışsam da, başıma gelen her şey bunu gösteriyordu. Gelmemişti. Buluşup konuşabileceğimiz yere gelmemişti.
Acaba bugün buradan gideceğimi biliyor muydu?..
Bu düşünceyle birden içeri koştum, çalışma masasının önüne geçtim. Sandalyeye bile oturmadım. Hızla bir kâğıt bulup bir cümle yazdım:
“Ben geldim fakat sen yoktun.”
Küçük kâğıdı bu kez paravanın altına değil, sağ tarafına sıkıştırdım. Uçmasın diye iyice bastırdım. Tam o sırada teyzem odamın kapısını açtı:
“Hazır mısın, fıstığım?”
Başımı ona çevirdim. Bana bakıyordu.
Hazırdım. Abdestten sonra başörtümü de yapmıştım.
Köşedeki papatya saksısına yöneldim.
“Ah, az kalsın bunu unutuyordum.” dedim.
Hemen saksımı aldım, bir elimle de bavulumu yüklendim. Teyzem kibarlık olsun diye bile “yardım edeyim mi?” demedi. Ama ben beklemedim.
Allah’ım, bana bir güç kuvvet ver…
Ben bu yükleri taşıdığım gibi, imtihanlarımı da taşırdım. Taşımak zorundaydım zaten.
Arabaya elimdekileri yerleştiriyordum ki, ön tarafta camları temizleyen babam yanıma gelip “O saksı papatya ne alaka?” diye çıkıştı.
“Hediye bu, o yüzden aldım.” dedim.
Bir şey demedi.
Vedalaşmak için anneannemin yanına gittim. Sarıldım, ama nedense bu sarılma çok soğuktu. Belki de benim kalbim ve hislerim onlara karşı soğuduğu içindi. Bilemiyorum.
Elime, giderken biraz harçlık sıkıştırdı. Bir de iki poşet tutuşturdu: içlerinde zeytin, zeytinyağı, incir ve birkaç konserve vardı. “Annenlere götür.” dedi. Ama pek de umurumda değildi artık.
Teyzem de gelmişti. Elimdekileri arabaya koyduktan sonra ona da sarıldım.
Gerçekten şu an o kadar hissizleşmiş durumdayım ki… hiçbir şey hissedemiyorum.
Tek üzüntüm, bugün Tarık tarafından da yalnız bırakılmış olmaktı. Ona ulaşmak, ona kavuşmak istedikçe sanki önüme art arda engeller çıkıyordu. Bizi bir zamanlar buluşturan kader ağları, şimdi ayrılmamız için tek tek örülüyordu.
Teyzeme sarıldıktan sonra tam ayrılıyordum ki, kulağıma eğilip fısıldadı:
“Ha, tam unutuyordum. Bartu ve Bükra o gün senin için bir hediye getirmişler. Sen dışarı çıkınca, Bükra bavulunun iç bölmesine koymuş. Oradan alırsın.”
Başımla onayladım .
"Bükra'ya acele gitmem gerektiğini söyler misin?"
Şu an ondan bunu bile, istemek istemiyordum
Fakat bunu başka rica edecek kimsem de yoktu.
Keşke kendimi bulabilseydim ama telefonum yok.
O da başını salladı.
Bükra ve Bartu'nun benim için birşeyler düşünmesine bile sevinemedim.
Dediğim gibi, artık hiçbir şey hissetmiyordum.
Biraz önce teyzemin yanına gelmiş ve beni geçirmek için sıraya giren Alp'e döndüm bu sefer ona bakınca gülümsedim.
Ne de olsa yaşanılanlarda onun bir suçu yoktu pek de anlamıyordu zaten.
Eğilip sıkıca sarıldım ona ayrılırken gözlerinin içine bakıp
"Allah'a emanet ol gitmeliyim"dedim.
Bana merakla bakan gözleri soru doluydu
"Neden gidiyorsun Mihri abla"
Bu seferki tebessümüm acı doluydu.
"Gitmem gerekiyor."
Çoktan arabayı çalıştırmış olan babam arkamdan seslendi
"Hadi Mihri trafiğe kalacağız."
Her zamanki gibi bir yere giderken acele ettiriyordu.
"Geliyorum."
Babam da onlarla uzaktan vedalaştı.
Anneannem, arabanın arkasından su döktü.
Teyzem ve Alp el salladılar.
Ve biz yola çıktık.
Araba hareket ederken arkama baktım.
İçim… öyle sızılar ile dolu, öyle kırgındı ki…
Hissettiklerimi anlatacak bir kelime aradım, ama bulamadım.
---
Mihri’den
Gözlerimi arabanın arka sağ camına çevirdim. Arabanın çok hızlı gitmesiyle birlikte, yol kenarındaki ağaçlar gözlerimin önünden öyle hızlı geçiyordu ki bazılarını tek tek seçemiyordum bile. Ağaçların hemen ardında, kocaman ve ihtişamlı, yine üzeri ağaçlarla kaplı bir dağ vardı.
Manisa civarında idik.
Hava, içimi daha da sıkarcasına bulutlarla kaplanmıştı. Sabahki güneş ortalarda görünmüyordu artık. Gözlerimi hep aynı noktaya dikmiş, bazen dalıp gidiyor, bazen de camdaki manzaraya bakıyordum.
Arabaya bindiğimizden beri tek kelime etmeyen babam, radyodan açtığı haberleri dinliyordu. Arada camları açsa bile, içeriye doğru üflediği sigara dumanı cabasıydı. Rahat nefes almak için penceremi sık sık açsam da, arabada uzun süredir içilen sigaranın kokusu geçmiyor, midemi bulandırıyordu.
Normal halimde olsam yazılar yazacağım,muhabbetler edeceğim ve pek çok farklı neşid dinleyeceğim yolda konuşmaya bile mecâlim yoktu.
Hatta düşünmeye bile... Kafamın içi bomboş gibiydi. Götürülüyordum bir yere doğru — nereye gittiğimi bile bilmeden.
Bir diğer korkum, İstanbul’a varana kadar babamın başımı şişirmesi, beni azarlayıp sorgulamasıydı. Çok şükür, bunlar olmadı. Rabbimin bana bir merhametiydi bu.
Namaz vakitlerinde ya da ihtiyaç molalarında benzinliklerde durma haricinde, aralıksız olarak yol aldık. Çok fazla trafik olmasa da, Bursa yoluna girdiğimizde bütün gün karşılaşmadığımız bir araba yığınıyla karşılaştık. Trafik sanki düğüm olmuş gibiydi; bir milim bile ilerlemiyordu.
Akşam namazı vakti gittikçe daralıyordu. Arabanın içinde hareketsiz oturmak, başımı daha da ağrıtıyordu. Çok şükür ki vakit çıkmadan bir benzinliğe girmeyi başardık.
Babamla sadece mecburi birkaç kelime dışında bir şey konuşmadık. Zaten konuşmak da istemiyordum. Şu an hiçbir şey yapacak hâlim yoktu. Tabii bunda, bütün gün hiçbir şey yememiş olmamın da etkisi büyüktü.
Akşam namazımızı kıldıktan sonra yeniden yola koyulduk. Aslında çok yolumuz kalmamıştı; önümüzde sadece Kocaeli, Gebze ve sonra İstanbul vardı.
Kocaeli’ye girdikten sonra babam, bütün gün koruduğu sessizliğin aksine konuştu:
“Körfez Parkı’nda bir arkadaşımın oğlu evleniyor. Oradaki düğüne katılacağız.”
Ne demeliydim?
“Benim hâlim yok baba, gitmeyelim.”
Ya da
“Şu an oraya gidecek gücüm yok.”
Zaten bana fikrimi sormuyordu ki… Sadece çok büyük bir lütufmuş gibi, gideceğimiz yeri söylüyordu. Ses çıkarmadım.
Körfez Parkı’na doğru arabanın direksiyonunu kırdı. Yaklaştıkça parkın ne kadar kalabalık olduğunu fark ettim. Hava karardığı için parkın her bir metresinde yükselen ışıklandırmalı lambalar ortalığı aydınlatıyordu.
Bazı noktalarda görünen mekanlardan hem ışıklar hem de gürültüler yükseliyordu. Parka yaklaştıkça araçların yoğunluğu da arttı. Neredeyse parkın tüm çevresi, park etmiş arabalarla kaplıydı.
Park yeri bulmak zordu ama sonunda bir yer bulduk. Arabadan indiğimde, hızlıca yürümeye başlayan babamın peşine takıldım. O her zamanki gibi büyük adımlarla ilerliyordu, beni beklemiyordu. Ben ise halsiz ve yorgun adımlarımla ona yetişmeye çalışıyordum.
Yaklaştıkça yükselen müzik sesiyle, nereye gittiğimizi artık anlamıştım. Parkın girişinin hemen sağ tarafında, büyük ve gösterişli bir düğün salonu vardı.
Neyse ki en son durduğumuz benzinlikte başörtümü, elimi yüzümü düzeltmiştim. Ama çöken gözaltlarıma, yaşadıklarımdan ötürü solgunlaşan tenime, rengi giden gözlerime yapacak hiçbir şeyim yoktu.
Her adımımızda, içeriden gelen kahkaha ve konuşma sesleri biraz daha yüksek bir şekilde kulağıma gelmeye başladı.
Bugün ben baştan aşağı simsiyahım. Üzerime siyah, bol elbise feracemi giymiştim ve siyah şalımı takmıştım. Ben de simsiyahım çünkü üzerimi dikkat etmeden, öylesine seçmiştim. Şu an bir düğüne gideceğimi öğrendiğimde, biraz üzerime bakıp fark ettim bunu. O kadar kafam karışıktı ki, farkında bile değildim.
Babamın üzerinde de sıradan bir gömlek ve kumaş pantolon vardı. Neredeyse düğün salonunun önüne gelmiştik. Sadece dışı bile oldukça süslü ve ihtişamlı yapılmıştı. Beyaz bir girişi, geniş merdivenleri vardı. Babam o merdivenlerden büyük adımlarla çıkarken, ben de ardı sıra onu takip ettim.
Bizi uzun, büyük tavanlı, devasa bir salon karşıladı. İçeri girdiğimizde ilk dikkatimi çeken, tavandaki beyaz kumaşlardan oluşan dekorasyon ve aralarına serpiştirilmiş yemyeşil bitkilerin, misafirlerin üzerine doğru sarkmasıydı. Aralarındaki yüksek voltajlı gün ışığı ampulleri salonu fazlasıyla aydınlatıyordu.
Babamın peşinden ilerlerken, içerideki ferah koku hemen burnuma çarptı. Arabada uzun süre sigara kokusuna maruz kalınca, bu koku bana ilaç gibi gelmişti.
Masalara göz gezdirdim. Tavandaki kumaşın aynısı tüm masalara da serilmişti. Masaların ortasında pembeli çiçekler vardı; çiçeklerin vazo etrafını saran kristal bardaklar ve beyaz porselenler, ortamı daha da göz kamaştırıcı hâle getiriyordu.
İçeride hafif bir kalabalık olsa da, boş masalar da epey çoktu. Pek kimsenin yüzüne dikkat etmiyordum.
Biraz daha içeri ilerlediğimizde, babamın adımları yavaşladı ve bana döndü. Gözlerinde, “önüme çıkma” der gibi anlamsız bir ifade vardı. Sanki ben buraya isteyerek gelmişim gibi…
“Benim birkaç kişiyle görüşmem lazım. Sen buradan ayrılma, işim bitince gelirim.” dedi ve yanımdan ayrıldı.
Nereye gidiyordu?
Biz kimin düğününe gelmiştik?
Ne kadar sonra dönecekti?
Hiçbir fikrim yoktu. Anlaşılan, yol boyunca yemek yemek için hiçbir yerde durmamasının nedeni de burada düğün yemeğine katılacak olmamızdı.
Etrafa şöyle bir göz gezdirip, sağ tarafta en sonda kalan bir masaya doğru ilerledim. Pek dikkat çekmeyeceğimi düşündüğüm bir yere oturdum ve arkamı mekanın duvarına yasladım.
İçeride, misafirlere eşlik eden çok hafif bir piyano melodisi çalıyordu. Derin bir iç çektim.
“Allah’ım,” dedim,
“Bugün içim o kadar daraldı ki... Sen artık bu daralmaktan yorulan gönlüme bir inşirah ver.”
Kendim duyacak bir ses tonunda İnşirah Suresi’ni okumaya başladım.
Buraya oturduğumdan beri etrafı seyretmekten ve gelen bazı misafirleri izlemekten başka bir şey yapmamıştım. Artık iyice neye canım sıkıldığını bile bilmiyordum. Kaç saat bekleyeceğim belli olmayan bu tanımadığım yerde daha fazla durmak istemiyordum.
Önce etrafa bir göz atıp, babamın beni görüp göremeyeceğini kontrol ettim. Görünürlerde yoktu.
Yavaşça oturduğum yerden kalktım. Dikkat çekmemeye çalışarak masaların arkasından dolanıp girdiğimiz kapıya doğru ilerledim. Tam kapıya varmıştım ki, önünde toplanmış kadınlı erkekli, şık giyimli bir grup işimi biraz zorlaştıracak gibi duruyordu.
Ama şu an hiç kimseyi takacak durumda değildim.
Hepsinin ortasından, kimsenin yüzüne bakmadan, hızlı ve seri adımlarla geçerek...
Bu istemeden getirildiğim, fazla ışıklı salondan çıktım.
---
Mihri'den
En az otuz, kırk dakikadır oturduğum masada dikkatimi çeken tek şey; tüm kadınların şık topuklular ya da parlak babetler giymiş olmasıydı. Ben insanların yüzlerine bakmayı pek sevmediğim için gözlerim genelde yerlerde geziniyordu. Herhâlde bu düğün salonuna spor ayakkabıyla gelen tek kişi bendim.
Üzerimin simsiyah oluşunun aksine, ayağımda buraya gelirken giydiğim beyaz spor ayakkabılarım vardı. Bu bana annemden kalan bir alışkanlıktı. O hep spor ayakkabısı giyerdi; bir tane bile topuklu ayakkabısı yoktu. “Rahat olmalı,” derdi hep. Biz de öyle alıştık.
Ben de çocuktum; annem ne derse onu kabul ederdim. Pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da “annem böyle diyorsa en doğrusu budur” diye düşünmüştüm. Ama şu an fark ediyorum ki, içimden bir ses fısıldıyor: “Keşke benim de şöyle şık bir ayakkabım olsaydı.”
Özel günlerde giymek için, arada bir farklılık olsun diye... Güzel ve hoş durabilirdi.
Zihnimi biraz farklı şeylere yönlendirmeye çalışıyordum çünkü hayatta bazen bir şeyi çözmek için ne kadar düşünürseniz düşünün, o işin içine daha çok batıyorsunuz. O işin içinden çıkamıyorsunuz maalesef. Bazı şeyleri çok düşünmek onları çözmüyor; aksine daha da karmaşıklaştırıyor.
Bu yüzden insan, elinden geleni yaptıktan sonra olanı da olmayanı da Allah’a bırakmalı.
Bunları düşünürken adımlarımı Körfez Parkı’nın yürüyüş yoluna doğru atıyordum. Burası pek karanlık değildi ama içerideki abartılı ışıklara kıyasla çok daha hoş görünüyordu.
Çocuk arabasında bebekleriyle gelen mutlu çiftler, ellerinden tuttukları çocuklarla yürüyen aileler... Gözlerimin önündeydiler. Yürürken ister istemez çocukların seslerinden ötürü gözlerim onlara kayıyordu.
Ne zaman böyle mutlu, cıvıl cıvıl aileler görsem, kendi ailem aklıma geliyor ve içim burkuluyordu. “Acaba bir gün ben de böyle bir tablo içinde yer alabilir miyim? Böyle cıvıl cıvıl bir ailenin parçası olabilir miyim?” diye düşündüm.
Bir yanım buna inanmak istese de, diğer yanım hayal kırıklıklarına bir kez daha maruz kalmamak için o hayali bile kurmayı bana çok görüyordu.
Düğün salonundan epey uzaklaşmıştım ki, ileride, Körfez manzarasına karşı küçük bir sosyal tesis — belki bir kafe — dikkatimi çekti.
Cebimde anneannemin verdiği harçlık vardı. “En azından bir kahve içeyim,” diye düşündüm. Boş mideye ne güzel giderdi… Gerçi benim gibi kahve sever birine göre, kahvenin her türlüsü giderdi zaten.
Üzgünken, sıkkınken, yorgunken, mutluyken... Her zaman kahve içebilirim. Sadece bazen kahvenin duygusal durumuma göre şekli, tadı ya da boyutu değişir.
İçeriye adım attığımda gayet nezih bir mekânla karşılaştım. Yalnız, içerisi tıklım tıklım doluydu. Bir an, bir tane bile boş masa olmadığını düşündüm.
Gözlerim dikkatle masalar arasında gezinirken, garsonların gidip geldiği masalardan sürekli ayrı ayrı sipariş sesleri yükseliyordu. Gerçekten görünürde hiç boş masa yoktu.
Kapının önünü kapatmamak için biraz sağ taraftaki kenar kısma geçtim. Gerçekten burası da hiç sakin değildi. Lakin en azından bu kez kendi isteğimle gelmiştim. O yüzden ne kadar kalabalık olursa olsun, az önceki sıkıcı düğün salonundan çok daha iyi gelmişti.
Tam çıkmaya karar vermiştim ki, bir anda en sondaki deniz manzaralı iki kişilik masadaki çift kalkmak için hareketlendi. Ben de hemen o tarafa yöneldim.
Masaya vardığımda çift ayrılmıştı. Karşılıklı iki sandalyeden birinin sırtı dükkanın duvarına gelirken, diğeri onun hemen karşısındaydı. Başka kimseyi görmek istemediğim için bu sefer sırtımı duvara vermek yerine hemen karşısına oturdum.
Çünkü bu şekilde sadece bakış açımda sağ taraftaki dükkanın ışıklarıyla üzerinde hafif ışık dalgaları oluşan simsiyah deniz ve karşımda duran boş sandalye olacaktı.
Oturduğumda önümdeki masada biraz önce kalkmış müşterilerin sipariş bulaşıkları hâlâ duruyordu. Şu an en son umursayacağım şey buydu. Birazdan garsonların geleceğini umarak dirseklerimi masanın üzerine dayadım ve bir avucumu yanağımın altına yerleştirip camın ardındaki koyu lacivert gökyüzüyle karışmış olan simsiyah denize baktım.
Dükkanın ışıkları camlara yansıdığı için gökyüzündeki hiçbir yıldız gözükmüyordu.
Yıldızlar yoktu.
Gökyüzü öksüzdü.
Benim de yıldızım yoktu. Ben de öksüzdüm.
Yine içimi bir karamsarlık kaplarken kulağıma hüzünlü bir fon çalındı. Bu, mekânın arka fon şarkısı mıydı, yoksa kalbimin kırıklarından kopup kulaklarıma ulaşan bir tını mıydı, ayırt edemedim.
Tek fark edebildiğim, ondan uzaklaştıkça karanlıklara gömüldüğümdü.
“Bana umut saçıyorsun.” diyen adam, şu an beni görse tanıyamayacak kadar kapkaranlık olduğumu anlardı.
Bir zamanlar ona yazdığım mektup satırlarında da söylemiştim:
“Ben kendini bile aydınlatamayan, kapkaranlık bir güneşim.”
Her zaman böyle değildim elbette, ama bazen de böyleydim işte…
Ya da belki gerçekten gece olmuştu.
Benim hâlimde gece olunca, güneş başka bir yere gider ya, o zaman yıldızlar çıkar.
Belki de benim yıldızım başka bir yerdeydi.
Ama ben, güneş gibi farklı bir yeri aydınlatmaya gitmek yerine tamamen geceye teslim olmuş, karanlıklar içinde kaybolmuştum.
İçimdeki ses hiç boş durmadı:
“Peki şimdi sen geceye teslim olduysan, içlerinden yıldızın çıkıp seni bulamaz mı?”
Keşke bulabilseydi…
Gerçi bu sabah onun gelmemesi neye işarettir, hâlâ anlamlandıramadım.
Lakin keşke şu an, karşımda duran boş koltuğu, koyu yeşil gözlü, gülünce daha da yakışıklı olan kumral saçlı o beyefendi doldursaydı.
İçimden geçen cümlelerin arasından bir anda karşıma oturan bir kişinin olduğunu fark ettiğim gibi, sıyrılıp gerçek dünyaya çıktım.
Karşımda, içlerinde kaybolmak isteyeceğim kadar güzel ve her zaman beni anlayacak gibi bakan o koyu yeşil gözleri görmek yerine, bana anlamlandıramadığım sinsi tevessümlerle bakan bir çift kahverengi göz görünce irkildim.
Karşımdaki, siyah takım elbisesinin içine beyaz gömlek giymiş, yakasında da bir broş vardı.
Cengiz’di.
Şu an onu karşımda görmek hiç beklemediğim bir şeydi.
Gerçek anlamda ağzım açık kalmıştı.
Bir an, gözlerimi birkaç kere kırpıp karşımda gördüğüm kişiden emin olmak istedim.
Yoksa üzüntüden halüsinasyon mu görmeye başlamıştım?
Gözlerimi kırpıp açtım.
Karşımdaki kişinin gülüşü genişlerken, hâlâ orada duruyordu.
Birkaç derin nefes alıp başımı denize çevirdim. Kalbim hızlı hızlı atmaya başlamıştı.
“Hayır.” dedim kendi kendime.
“Hayır, şimdi olmaz. Şu an güçlü olmalıyım. Eğer gerçekten karşımdaki kişi Cengiz’se, ona asla zayıf görünmemeliyim.”
Derin nefesler alırken gözlerimi yumdum, tekrar açtığımda Cengiz’in ifadesi ciddileşmişti.
Biraz önceki şaşkınlığımın yerini öfke alırken, ağzımdan patladı:
— Senin ne işin var burada?
— Düğünden öyle aceleyle çıktığını görünce peşinden geldim.
Yüzümdeki ifade ona “Ne alaka?” der gibiydi.
Gerçekten de, ne alakaydı yani?
Bir dakika… Cengiz de mi bu düğüne gelmişti?
Ben bir şey demeden, elini masaya koyup, “Düğün sahibi babanın arkadaşı.” diye ekledi.
Dudaklarımdan sinirli bir nefes bıraktım.
— Nereden geldiyse oraya geri dön.
Yüzüne istemsizce baktım. Şaşırdığım şey, normalde bu tarz tepkilerime karşı hep yüzünde beliren o alaycı gülümsemenin bu kez olmamasıydı. Ciddiydi.
Gözleri yüzümde gezinirken sinirle başımı başka yöne çevirdim.
Ya Rabbi, bir de bu çıkmıştı başıma. İki dakika kafamı dinleyemeyecek miydim?
— Bak, kalk git. Yoksa ben gideceğim.
Hazır güzel bir masa bulmuşken bir de bu gelip konmuştu buraya!
Cengiz, dirseğini masaya koyup yumruğunu çenesine dayadı, yüzüme biraz daha yaklaştı.
— Senin yanağında kızarıklık mı var?
Aynı anda yüzümü ona döndüm. Gözlerimi sinirle patlatıp dişlerimi sıktım.
Kendimi istemsizce sandalyede geriye doğru itip ondan uzaklaştım.
— Bundan sana ne! — diye bağırdım.
Sesim biraz yüksek çıkmış olmalı ki, yan masadakiler bize bakıyordu.
— Bana ne mi?
— Tabii ki sana ne! — dedim dişlerimi sıkarak. Sesimi olabildiğince sert tuttum. — Defol, gider misin artık Cengiz? Daha fazla dayanamıyorum. Buraya ben geldim, sadece rahatça oturmak istiyorum.
— Baban mı vurdu?
Offf ya Rabbi…
Elimi alnıma götürdüm. Şakaklarım çatlayacak gibiydi.
Hahh güleyim de boşa gitmesin.
O kadar şeyi sanki o yapmamış gibi şimdi oynadığı masum ayaklara bak.
Bir yandan da bu adamı gözümün önünde görmek istemiyordum.
Birkaç kere şakaklarımı ovdum, başımı masaya eğdim.
Ahh keşke! şu an bana bunu söyleyen Tarık olsaydı bu şahsın yerine.
Derin bir nefes bırakıp gözlerimi devirerek yüzüne baktım.
— Bak, son kez söylüyorum. Kalk ve burayı terk et. Yoksa ben şu an gidiyorum.
Anladın mı? Seninle konuşacak bir kelimem yok. Yüzünü bile görmek istemiyorum.
Beni şaşırtan şey, gözlerinin gerçekten üzgün bakmasıydı.
Yüzünde her zamanki o dalga geçen, itici mimiklerden eser yoktu.
— Peki… beni görmek istemeyebilirsin ama, sen iyi misin?
— Sen gelene kadar öyleydim.
Sinirden gülecektim.
Hâlâ aynı şeyleri tekrarlıyordu.
Ellerini masadan çekip teslim oluyormuş gibi kaldırdı.
— Tamam, tamam. Daha fazla aynı şeyleri söyleme.
Sesi sakin ve düz çıkmıştı.
— İstanbul’da olan bazı şeylerle ilgili bilmek isteyeceğin bilgiler var elimde.
Ve tahmin ediyorum ki bunları ailenden öğrenemeyeceksin.
Şaşırmıştım.
Bu tarz bir yaklaşım, beni afallatmıştı.
Ellerini dizlerine indirip geriye yaslandı.
Ceketinin bir kenarını arkaya itip bir elini cebine soktu.
— Ben senin yerinde olsaydım, karşımda böyle bir fırsat varken değerlendirirdim. Ayrıca, babana senin yanımda olduğunu, buraya ilk geldiğim anda Korkut’a haber verdim.
O an göz ucuyla oturduğumuz kafenin girişine baktım.
Korkut, elleri önünde bağlı şekilde bekliyordu.
— Hmmm, desene… — dedim dişlerimin arasından sinirle.
Gözlerimi devirdim, kollarımı önüme bağladım.
Anlaşılan işin içinde babam da vardı.
Hatta büyük ihtimalle bizim bu düğünde karşılaşacağımızı biliyordu.
Belki de özellikle karşılaşalım diye beni buraya getirmişti.
Şu an hepsi birer varsayımdı ama… yaptıkları gerçekten bunu gösteriyordu.
Ben sessiz kalınca, Cengiz hemen elini kaldırıp garsonu çağırdı.
— Bir bakar mısınız?
— Ben oturacağımı söylemedim burada! — dedim çıkışarak.
— Ama kalkıp gitmeden de…
Yüzünde hâlâ aynı ifade vardı. Bu, elimdeki bilgileri merak ettiğimi gösteriyordu.
Evet, bunu inkâr edemezdim. Çünkü sürekli arkamdan bir şeyler dönüyordu.
Babamlar bunu bana söylemiyordu.
Kendi aralarında konuşuyor, duyduklarına inanıyor, bana inanmıyorlardı.
Bunu farklı birinin ağzından duymak, şu an daha mantıklıydı.
Eminim, İstanbul’a döndüğümde bir süre ev hapsi yiyecektim.
Garson geldiğinde, Cengiz “İki Türk kahvesi.” dedi.
Hemen araya girdim:
— Ben çay istiyorum.
Cengiz’in soru dolu bakışları bana döndü.
Sonra garsona çevirdi başını.
— Aynısından kardeşim.
Ne kadar şu an anlatacaklarını merak etsem de…
Bu herifle kahve içmezdim.
Kahve benim için anlamlıydı.
Eskilerin dediği gibi, “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” derler ya,
ben de buna inanırdım.
Ama böyle bir insanın, bende kırk yıl hatırı olmamalıydı.
Garson masadan ayrıldı, gözlerim hâlâ sağ taraftaki denizdeydi.
Ben yine neyin içine düşmüştüm? O kadar çok söylemek isteyeceğim şey vardı ki… bu kadar çok hesabını sormak istediğim.
Şu an karşımda oturan o kişinin yakasına yapışıp hıncımı çıkarıncaya kadar hırpalamak, ağzını yüzünü kan revan içinde bırakmak istiyordum.
Kaşlarımı kaldırıp, sinirle verdiğim o derin nefeslerden birini daha verdim.
Ama bunu yapacak ne gücüm vardı ne de hâlim.
Bir iktidarım yoktu…
Ama benim Rabbim vardı.
Her şeye gücü yeten, intikamımı alacak olan; bütün haksızlıkları gören, mazlumların yanında olan bir Rabbim vardı benim.
“Yâ Rabbi, sen yardım et…”
Bugün ne kadar çok bu duayı etmiştim.
> “O adamın hayatıyla seni tehdit ettim diye mi böyle davranıyorsun?”
Arkasına yaslanmış halde duran Cengiz, tıpkı benim gibi cama bakıyordu.
Ellerini cebine koymuş, rahat bir şekilde oturuyordu — fazla umursamaz.
Önüme döndüm.
“Bak, şimdi… o sadece o mu? Ben şurada saymaya başlasam, sabaha kadar bitiremem!”
“Ya senin yaptıklarını, ettiklerini, saçma sapan hareketlerini… hangisini anlatayım!”
Bir yandan da elim kolumla istemsizce hareketler yapıyordum çünkü sinirlerimi artık kontrol edemiyordum.
Ortamın gürültüsünden dolayı sadece yanımızdaki birkaç masa bize arada bakıp sonra kafalarını çeviriyordu.
Fazla bunaltıcı ve sıcak mı olmuştu, yoksa beni mi stresten ter basmıştı, bilemedim.
Hiçbir karşılık beklemiyordum.
Yüzüme baktı, gözleri sanki boşlukta yüzüyordu.
> “Haklısın,” dedi.
“Ne?”
O kadar ağzına yakışmayan bir kelimeydi ki… ilk defa ondan böyle bir şey duydum.
“Haklısın,” dedi bana.
Şaşkınca oturduğum yere yerleşirken, acaba yanlış mı duydum diye düşündüm.
> “O gün seni o adamla sarılırken gördükten sonra mı vurdu baban?” diye sordu.
Yine çıkıştım.
Ben bu adamla sakin konuşamıyordum.
Sürekli bağırmak, çağırmak geliyordu içimden çünkü beni delirtiyordu.
“Biz sarılmıyorduk, tamam mı! Bizi çarpacak gibi arabayı sürdüğüm için beni korumaya çalıştı.
Hemen sana niye açıklama yapıyorsam… sana ne!”
> “Kıskandım!”
Bunu söylerken sandalyede toparlandı.
Masaya koyduğu eli yumruk şeklindeydi.
Sesi, gözleri, dişlerini sıkışı… hepsi samimiydi, hepsi öfke doluydu.
> “Tekrarlayayım mı? Kıskandım, tamam mı! O adamla seni öyle görünce delirdim ben. Delirdim, anlıyor musun Mihri? Delirdim!”
Gözlerimi birkaç kere kırpıştırdım, kaşlarımı çattım, kaldırdım.
Ağzım yine açık kalmıştı.
Bugün yaşadığım kaçıncı şoktu bu…
“Ya sabır,” dedim içimden.
Sandalyede geriye doğru yaslandım.
“Sen kıskandın mı dedin? Sen kimi kimden kıskanıyorsun ya? Pardon da sen benim neyim olduğunu zannediyorsun?”
Bunu söylerken artık sinirden gülüyordum.
> “Hiçbir şeyinim Mihri, tamam mı? Hiçbir şey.
Yine de seni öyle görmek beni çıldırtıyor, anladın mı?”
Başımı ellerimin arasına aldım.
“Hayır,” dedim, “anlamıyorum seni.”
> “Baban da eğer sert bir tepki verdiyse, İstanbul’da bizim nişanımız bozulduktan sonra senin hakkında gizli gizli kafelerde, orada burada başka adamlarla buluşuyor diye laf çıkmıştı. Ondan kızmıştır.”
Bunu söylerken hem kızgın hem de sinirliydi.
“Ne? Bir dakika, bir dakika! Sen ne diyorsun? Kim benim lafımı ediyor böyle?”
Sessiz kaldı. Dudaklarının arasında bir sigara vardı.
Son anda fark ettim.
“Yakma! Yakma onu. Şu an onun dumanına sabredemeyeceğim.”
Bana yandan bir bakış atıp usulca sigarayı yere attı, siyah parıldayan ayakkabısıyla ezdi.
> “Hıh, oldu mu Mihri Hanım? Bak, artık sen ne desen onu yapıyorum.”
“Hıh hıh,” dedim ben de, onun inadına taklit ederek.
“Oldu. Çok güzel oldu.”
“Allah Allah ya… Ben hâlâ benim hakkımda böyle saçma sapan dedikoduları kim çıkardığını düşünüyordum.”
> “Nişanımız da bu laflar yüzünden bozuldu zaten,”
diye ağzının içine geveledi Cengiz.
Tam o anda gelen çaylarımız aramızdaki masada yerini aldı.
“Yani sen de bu laflara inandın ve o gün beni herkesin önünde o yüzden tek başıma bırakıp rezil ettin, öyle mi diyorsun?”
Birkaç dakika sonra onun lafını devam ettirdim.
> “Yani… tam olarak öyle değil de—”
“Ne o zaman, ne?”
Yanaklarını şişirip üfledi.
> “Bir şeyler oldu işte.
Benim sana söyleyeceğim şey ise… senin yokluğunda ailelerimiz görüştü.
Bizimkilerin ortamlarını da biliyorsun.
Şu an gezen laf şu…”
Kaşlarım çatık, söyleyeceği şeye pür dikkat kesilmiştim.
> “Biz tekrar birleşeceğiz.”
---
Yazardan
Genç adam, tüm yorgunluğuna ve bitkinliğine inat, gözlerini birkaç kez daha kırpıştırıp açık tutmaya çalıştı.
Başının arkası zonkluyor, ayakları onu güçlükle taşıyor, bedeni artık dinlenmesi gerektiğini acı acı hatırlatıyordu.
Özellikle de henüz iyileşmemiş olan kolundaki yara ve kaşının kenarındaki yarık… her nabız atışında yeniden sızlıyordu.
Dudaklarından derin bir nefes kaçıp giderken, başını duvara yasladı.
Beklediği kapının hemen sağında, ondan biraz daha uzun boylu, gözlüklü, aynı zamanda yorgun ve endişeli bir adam duruyordu.
“Elinden bir şey gelmez, Tarık. Gel, şurada otur biraz,” dedi.
Genç adam itiraz edecek hâlde değildi.
Saatlerdir uyumamıştı; uçak yolculuğu, aktarmalar, ardından koşarak geldiği bu hastane...
Yüreğini kaplayan endişe, şimdi yerini ağır bir yorgunluğa bırakıyordu.
Koridorun soğuk led ışıkları altında, bekleme koltuklarından birine çöktü.
Dizlerini genişçe açtı, dirseklerini bacaklarına yaslayıp ellerini avuçlarının arasına aldı.
Bir süre sadece nefes aldı — hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şeye tutunmadan.
Çok yorulmuştu.
Ama hâlâ onu bu hayata bağlayan bir güneşi vardı… ya da var olduğunu umuyordu.
Bir süre sonra başını kaldırıp cebine uzandı.
Telefonunu çıkardığında ekranında titrek ışıklarla yanıp sönen onlarca bildirim gördü.
Gözleri yorgundu, ama o bildirimlerden biri dikkatini çekti.
Bilinmeyen bir numara.
Mesajı açtı.
Bir fotoğraf ve altında kısa bir cümle.
Başına ne geleceğini bilmeden, fotoğrafı indirdi.
Ekran aydınlandı.
Gülüyordu…
O.
Hayatının güneşi dediği, sesini duyunca içi huzurla dolan, rüyalarında bile eksik etmediği o kız…
Ama bu kez o gülüş, ona değil, bir başkasına dönüktü.
Ve o başkası, ne yazık ki, onun tanıdığı biriydi — Cengiz.
Yüreği, sanki biri elini içine sokup usulca sıkıyormuş gibi sızladı.
Nefesi kesildi.
Fotoğrafa bir süre baktı, sonra alttaki mesaja geçti:
> “Gerçekten özür dilerim.
Eğer sana yanlış bir izlenim verdiysem çok üzgünüm.
Ben nişanlıyım.
Sadece aramızda küçük bir kavga olmuştu… ama ben onu seviyorum.”
Gözlerinin önündeki görüntü bulanıklaşmaya başladı.
Artık ekranı net göremiyordu.
Sonra baktı, baktı… ama artık görmek de istemedi.
Başını bacaklarının arasına eğdi; elindeki telefon dizlerinden kayıp yere düştü.
Ama kırılan telefon değil, onun kalbiydi.
Gözlerinden süzülen yaşlar, yanaklarının çizgilerini bulup usulca kayarken,
başını biraz daha eğdi — kimse görmesin diye.
Ve ilk defa, içinden bir ses fısıldadı:
> “Güneş battı.”
---
> 💬 “Bir insan sevdiğinin yüzündeki o gülüşü başka birine ait gördüğünde ne kadar güçlü kalabilir ?
> 💬 “Bir fotoğraf bazen bir ömürlük umudu bitirir… Sizce Tarık’ın içindeki fırtına diner mi, yoksa bu sadece başlangıç mı?”
“Bir kalp, bir fotoğraf, bir veda… Sizce Tarık hâlâ affedebilir mi?”
> 💬 “Bu satırları yazarken benim bile içim sızladı… Siz olsaydınız, o fotoğrafı görseydiniz ne hissederdiniz? Yorumlarda buluşalım mı?”

Düğünde Mihri
---

Cengiz Borsan
---

Düğün Salonu
---

Tarık
---
Emin olun siz ne kadar bölümleri heyecanla bekliyorsanız.
Ben de geri dönüşleriniz yorumlarınızı mesajlarınızı o kadar çok bekliyorum.
---
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 20.08k Okunma |
3.52k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |