
Selamünaleyküm papatyalar 🌼
Hayatınız nasıl gidiyor?
Umarım iyisinizdir ve herşey yolundadır.
Bu bölümü bugün size ulaştırabilmek için gerçekten çok uğraştım.
Elhamdülillah bitti
Bu bölümü okurken lütfen Mihri ve onun yaşadıkları hakkında kötü ve empatiden uzak yorumlar yapmayın.
Çünkü bu yazdıklarım gerçek hayattan esinlenerek yazdıklarımdır.
Ve kötü yorumlar gerçekten hevesimi kırıyor 😞
---
"Kadere iman eden, gam ve hüzünden emin olur."
(Risale-i Nur Külliyatı - Sözler, Yirmi Altıncı Söz'den)
--
Mihri'den
Mecburiyet.
Evet... Bu kelimenin ifade ettiği durumu, her insan hayatında en azından bir kere de olsa yaşamıştır.
Mecburiyet.
Senin isteğin dışında, ilahî kader ile kendini içerisinde bulduğun durum, kişi, olaylar zinciri...
Ve çoğu zaman bizi bunaltan, sıkan şeyler için kullanırız. Yani hoşnut olmadığınız durumlar için bu kelimeyi tercih ederiz.
Evet bende bir şekilde bu kelimenin ifade ettiği durumu yaşıyorum.
Kaderin içindeydim, ama sanki kaderle boğuşuyordum.
Sevdenur ablamın bana Risale-i Nur’dan okudukları, kulağımda yankılanıyordu;
aklım kabul ediyordu belki ama kalbim hâlâ “neden ben” diye fısıldıyordu.
Evet, kader Allah’ın takdiridir. O, her şeyi adaletle belirler.
Ama insan bazen, o adaletin içindeki hikmeti hemen göremiyor.
Ben de göremiyordum.
Hâlâ göremediğim çok şey vardı.
Sadece inanmak, bazen nefes almak kadar zordu.
--
Zihnimde uçuşan bu düşünceler arasında, babamın kullandığı arabamızın arka koltuğunda oturuyordum.
Gözlerim, camdaki İstanbul’un ışıklı gece görüntüsüne dalmıştı.
Cengiz karşımda otururken, o koca kafe bana dar gelmişti.
Sanki çıkan her konuşma sesi, herhangi bir çay bardağına değen çay kaşığı bile kulaklarımı tırmalıyordu.
Ama en çok, kulaklarımı kanatan Cengiz’in sesiydi.
Gerçekten hayretle söylüyorum; hareketlerinde, mimiklerinde, hatta ses tonunda bile inanılmaz bir değişim vardı.
Çok daha sakin, ağır başlı tavırlar sergiliyordu.
Belki benim için havada ters takla atsa bir önemi yoktu ama... yine de şaşırmıştım.
Önüme gelen çayıma dokunmadığımı görünce garsonu çağırıp şeker istemişti.
Ters bir bakış atıp, “Şekersiz içiyorum,” dedim.
“Hım,” derken, kendi çayına attığı şekerleri kaşığın ucuyla karıştırıyordu.
Bunu çok kısık bir sesle söylemişti ama ben duymuştum.
Ben de aynı sessizlikle karşılık verdim.
“Zaten benim hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun.”
Bu sefer kararlı bir tonda yükseldi sesi,
"Öğrenirim"
İçmedim o çayı. İçemedim.
Cengiz ağır ağır yudumlayıp bana döndü.
Artık öyle dik dik bakmıyordu.
Konuşurken bazen masanın üzerindeki ellerine, bazen de sol tarafımızdaki deniz manzarasına bakıyordu.
“Bahsedeceğim bazı şeyler var demişti,
Ama öyle şaşırtıcı şeyler değildi bunlar;
sadece, onun ağzından dedikodu tarzı sözler duymak garipti.
Bir de, ailelerimizin son zamanlarda daha sık görüşmeye başladığını,
bu durumun çevrede “barıştılar” izlenimi oluşturduğunu,
hatta artık “gençler de yeniden birleşir” şeklinde konuşmalar yapıldığını söyledi.
Zaten amaçları da oydu.
Sadece bir anda dikkatimi çeken bir şey oldu.
Cengiz, “Derya var ya o…” derken bir anda sesi yükseldi.
“Ne oldu Derya’ya?” diye sordum.
“Yok, bir şey... işte işinde gücünde,” diye geçiştirdi.
Ben de üstelemedim.
Umrumda da değildi.
Birleşmemizle alakalı ikimizin de faydalanacağı şeylerden bahsediyordu ki,
babamın oturduğumuz masaya gelmesiyle bir anda toparlandı.
Saygıyla kalkıp babamın elini sıktı.
Babam da ona karşılık şefkatli, babacan bir tavırla davrandı.
Ben ise sanki bulunduğum sandalyeye taş kesilmiş gibiydim.
Babam da gelince artık daha fazla bu rahatsız edici ortamda kalmak istemedim.
Ayağa kalktım.
Babam bana bakıp başıyla işaret etti:
“Sen arabaya geç.”
Zaten gidecektim; o söylemese de olurdu.
Arabanın anahtarını Korkut’a verdim.
Kafenin girişinde, babamın hemen arkasından Korkut’un yanımıza geldiğini gördüm.
Bir şey demeden çıkışa yöneldim.
Korkut da peşimden geldi.
Arabaya yaklaştığımızda Korkut, uzaktan anahtarla kapıyı açtı.
Arka koltuğa geçmek üzereydim ki, benden önce davranıp kapımı ciddi bir şekilde açtı.
Bunu beklemiyordum.
Tam oturmak üzereyken, bana düz bir sesle konuştu:
> “Mihri Hanım, belki söylediklerime inanmayacaksınız, siz bilirsiniz.
Fakat bunları söylemek durumundayım.
Cengiz Bey sahiden değişti.
Sizin gitmenizden sonra hiç kendi değildi.
Şu an geçmişte hatırladığınız kişi değil.
Lütfen bunu göz önünde bulundurun ve onun davranışlarına önyargısız bakmaya çalışın.”
Cevap vermemi beklemedi.
“Tabi yinede siz bilirsiniz… saygılar, iyi akşamlar dilerim Mihri Hanım,” diyerek kapımı kapattı.
---
Neden sürekli, ısrarla hem Cengiz hem Korkut, Cengiz’in birkaç ay öncesine göre çok farklı bir insan olduğunu iddia ediyorlardı?
Bunun nedeninin hiçbir şekilde masum olmayacağından çok eminim. Hiçbir insan öyle pat diye değişmez. Evet, herkes değişebilir; bir yerde herkesin bir dönüm noktası olabilir ama bu kadar kısa sürede pek mümkün olacağını düşünmüyorum.
Aslında herkesin içinde belli bir öz var, ve bunu ne kadar maskelerle, farklı statülerle, unvanlarla gizlemek isterse istesin... bir şekilde o öz, kendini ele veriyor.
Arada başımı uzatıp ön koltuktaki babama baktığımda, geçtiğimiz caddenin ışıklarının direksiyona vurduğunu gördüm. Babam, biraz önce Cengiz’le konuşurken gösterdiği hoşgörü ve sıcaklıktan tamamen uzak, ciddi ve donuk bir şekilde arabayı kullanıyordu. Bu sessizlik beni bir yerde ürkütüyordu çünkü onu tanıyordum. O böyle biri değildi. Sadece şu anki sessizliği, çok yakın bir zamanda patlayacağının habercisiydi.
“Fırtına öncesi sessizlik.”
Evet, doğru bir tabirdi.
Araba oturduğumuz mahallenin sokağına girdiğinde, içimde annem ve kardeşlerimle aylar sonra görüşeceğim için ufak mutluluk kırıntıları olsa da, genel olarak dalgın bir hal içindeydim. Hem Tarık’tan ayrılışım, hem onu bir daha görüp görememe ihtimali... hem de Bartu’ya, Bükrâ’ya hiçbir şey söylemeden ayrılmak... Bütün bunlar üzerime çökmüştü.
Elbette buraya tekrar geleceğimi biliyordum ama böyle geleceğimi hiç düşünmemiştim.
İşte bilemiyoruz bazen başımıza gelecek şeyleri; imtihanlara karşı her zaman hazırlıksız yakalanıyoruz.
Eve yaklaştıkça içimde büyüyen kasvet biraz daha arttı. Babam arabayı evin önüne park ettiğinde sessizce kapıyı açıp indim. Bagajdan bavulumu ve papatya saksımı alıp apartman girişine yöneldim. Babamın taşımasını ya da yardım etmesini beklemiyordum. Etmezdi zaten. Bu tarz şeyleri ben kendim yapmaya alışıktım.
Evin kapısından annem, Hüma ve Enes beni gülümseyerek karşıladılar. Onları görünce ben de gülümsedim. Sarıldık. Özlemiştim, özellikle de kardeşlerimi. Annemin varlığı da yüreğimde bir sızıydı tabii. Şimdi yanımdaydı ama birazdan kapıyı çalarak arkamdan gelen babam, tüm mutluluğumun uçmasına yetti.
Üzerimi değiştirip odamda namazımı kıldım.
Annem benim yokluğumda odada bazı değişiklikler yapmıştı.
Halılar artık yerlerini kilimlere bırakmıştı.
Namazımı kılıp seccadeyi yerine koydum. Odamı özlemiştim.
Yatağıma baktım; nevresimleri yeni değiştirilmiş ve ütülüydü. Derin bir nefes bıraktım.
Ama tetikteydim. Çünkü babam her an ailenin bütün fertlerini toplayıp beni onların içinde azarlayabilirdi.
Evet, bunu daha önce de yapardı. Hele ki böyle olaylardan sonra yapmaması imkânsız gibiydi.
O sırada içeri Hüma girdi.
“Ablacığım!” deyip koşarak bana sarıldı. “Çok özledim seni ya! Biliyor musun, sana anlatacak çok şey biriktirdim senin yokluğunda!”
Öyle tatlı tatlı konuşuyordu ki...
“Canımmm,” dedim gülümseyerek, “ben de seni çok özledim. Ve inan, anlatacağın her şeyi heyecanla dinleyeceğim.”
Enes’in uykusu vardı; bana sarıldıktan sonra Hüma’yla birlikte kaldıkları odaya gidip uyumuş. Yarın kursu varmış, yaz kursuna başlamış bizim minik.
Yatağıma oturdum. Hüma da hemen yanıma geçti, ardından annem geldi.
“Özledik seni Mihri, yerin çok belli oldu,” derken yanıma oturdu.
Aramızda koyu bir muhabbet başladı, saat ilerledikçe gece derinleşti. Babamdan hâlâ ses yoktu.
“Artık yat, geç oldu,” dedi annem. Hüma’yı da odadan çıkardı.
Başımı salladım. “Hayırlı geceler.”
Onlar çıktıktan sonra abdest tazelemek için banyoya yöneldim. Banyo evin en sonunda kalıyordu. Koridorda babamla karşılaştık. Onu görür görmez mimiklerime hâkim olamadım; yüzüme istemsizce sinirli bir ifade oturdu.
Tam yanından geçmişti ki, birkaç adım sonra arkasına dönüp bana seslendi.
“Ne o tavırlar? Hayırdır?”
Sesi, sokakta hesap soran bir yol kesici gibiydi.
“Bir şey yok baba,” derken yoluma devam edecektim ki...
“Yok yok, ne varsa içinde söyle bakalım. Dök dök!” diye arkamdan geldi.
Ben de ona doğru döndüm.
“Bir şey yok baba,” dedim yine, ama sesi giderek yükseliyordu.
“Sen geç bakayım odaya. Senin derdin var, anlaşılan.”
Seslerimiz yükselince annem geldi. “Hayırdır, ne oluyor gece gece?”
“Kızım dertli belli ki. Odaya geçsin de bakalım neymiş derdi!”
Annem, “Gece gece yapmayın,” dese de hiçbir şey kar etmedi.
Zaten genelde böyle olurdu. Annem ne kadar aramıza girmeye çalışsa da, bizi savunması bile babam tarafından suç olarak görülürdü. Onun gözünde annemin bu tutumu, egosuna ve evdeki itibarına bir tehdit gibi gelirdi.
Yine öyle oldu.
Beni salondaki koltuklardan birine itti; mecburen oturdum. Derin bir nefes aldım. İçimden Ayetel Kürsî okumaya başladım. Bu işin daha da kötü yerlere gitmemesi için dua ediyordum.
Tam karşıma oturdu. Annem de yanıma geçti.
“Ne o tavırların? Anlat!”
Cevap vermedim.
“Anlat dedim! Ne senin derdin?”
Gözlerime dikildi. “Bana bak,” dedi. Gözlerim halının desenlerindeydi.
Daha sert bir sesle bağırdı:
“Yüzüme bak dedim! Benimle konuşurken yüzüme bakacaksın, anladın mı beni?”
“Söyle bakalım, ne söyledin Cengiz’e, ha? Söyle Mihri, ne dedin ona? Zaten bizi rezil edeceksin, ettiğin yetmezmiş gibi!”
Ses tonu, benden iğrenir gibiydi. Gözleri öyle kötü bakıyordu ki... içinde bir canavar vardı sanki, her an çıkıp beni parçalamaya hazır bir canavar.
“Ben ona bir şey söylemedim,” dedim kısık sesle.
Ne dediğini bile anlayamıyordum.
“İnkâr etme boş yere! Ne söyledin, çabuk dökül!”
“Bilmiyorum,” dedim, ellerimi iki yana açarak. Çaresizdim.
“Yeter!” diyerek elini sertçe kanepeye vurdu. “Bıktım senin bu bitmez tükenmez yalanlarından!”
Annem hemen araya girdi.
“Komşuları da uyandırdın, herkese rezil oluyoruz!” diyordu, çünkü babamın en hassas noktası buydu: çevre.
Evi kana bulasa da, asıl önem verdiği şey çevrede ne duyulacağıydı.
Ama benim sabrım da tükenmişti.
“Ben yalan falan söylemiyorum! Asıl senin ne sorduğunu anlamıyorum!” diye bağırdım.
“Şimdi bir de inkâr et! Ben seni gözümle gördüm, gidip elin oğlanına sarılıyordun tarlada! Ona da yalan diyecektin de gözümle gördüm!”
“Öyle bir şey yok! Yanlış anladın diyorum!” Sesim titriyordu, kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Terliyordum stresten.
“Sus! Sesini yükseltme bana!”
Bağırıyordu. Duvarlar inliyordu.
“Bir de hafız olacaksın, ha! Bir de ‘hafızım’ diye gezeceksin etrafta! Böyle mi olur? Ben seni böyle mi yetiştirdim? Benden mi, annenden mi gördün böyle hareketleri ha? Ne ara bu hallere geldin sen!”
Bağırıp çağırmaktan başka bir şey yapmıyordu.
Kulakları sağırdı, gözleri ise avına kilitlenmişti. Zerre merhamet yoktu.
Çıkan seslerden korkan Hüma ve Enes de kapıya gelmişlerdi.
“Bir de hâlâ inkâr ediyorsun tabii! Tabii hiçbir şey söylemedin Cengiz’e, o yüzden bana ‘Mihri’ye karşı daha iyi davranın, onu çok çökmüş gördüm,’ diyor! Ne söyledin çabuk itiraf et!”
“Ya ben bir şey söylemedim diyorum, niye anlamıyorsun! Ayrıca o gördüğün şey sadece... oradaki kişi bana araba çarpacağından korktuğu için refleksle yaptı! Başka da bir şey yok!”
Bağırıyordum, avazım çıktığı kadar bağırıyordum.
Normalde sesi yüksek biri değilimdir ama şu an ses tellerimi yırtmak istercesine bağırıyordum.
Kimse umurumda değildi artık.
Bıkmıştım, tükenmiştim.
Anlaşılmamaktan, iftiraya uğramaktan, güvenilmemekten çok yorulmuştum.
“Bağırma bana! Bağırma!” diye haykırdı ve öfkeyle kalktığı gibi yüzüme tokat attı.
Tokadın etkisiyle yüzüm savruldu.
Kulaklarımda annemin ve kardeşlerimin çığlıkları, gözlüklerimin parke zemine düşme sesi yankılandı.
Bir anda elleri boğazıma kelepçelendi, boğazımı sıkıyordu.
“Bağırma dedim sana! Bağırma! Sen ne cüretle bana bağırırsın, ha? Baba hakkından haberin var mı senin!”
Nefessiz kalmıştım.
Elleri gittikçe sıkıyordu.
Annem ve kardeşlerim araya girmeselerdi...
“Yeter!” diye bağırıyordu Hüma. “Ablamı öldüreceksin!”
Sesi kulaklarımda yankılandı: Ablamı öldüreceksin...
İçimden bir ses fısıldadı:
“Öldürsün... öldürsün de kurtulsun artık. Ben de kurtulayım.”
Babam birkaç hakaret daha savurup annemin öfkeyle onu itmesiyle odadan çıktı.
Nefes alıyordum ama yetmiyordu.
Ciğerlerim daralıyordu.
Boğazım yanıyordu.
Ama ağlamadım.
Taş gibiydim.
Duygularım, kalbim, her şeyim taş gibiydi.
Olaylardan sonra çaresizce kendimi yatağıma bıraktım.
Uykum yoktu.
Zerre kadar his, duygu, acı... hepsi birbirine karışmıştı.
Ne hissedeceğimi bile bilmiyordum.
Gözlerimden akan yaşların yanaklarımda kuruyup kaldığını şimdi fark ettim.
Odamda, sadece saatten gelen tik tak sesleri yankılanıyordu.
Ama içimde, sessiz çığlıklarla kopan fırtınalar vardı.
Kendimi o kadar çaresiz, o kadar kimsesiz ve değersiz hissediyordum ki...
Bunu yaşamayan birine anlatmak mümkün değildi.
Ellerimi açtım.
Rabbime sığındım.
Dua ettim...
Ve gözlerimi kapadım.
Şu an elimden başka hiçbir şey gelmiyordu.
Sadece dua.
Sadece sessizlik.


--
Mihri ve Tarık'ın ertesi gün buluşmak için sözleştikleri gece yarısı
---
Tarık’tan
Vücudum yorgunluğa karşı isyan ederken, isteksizce uzandığım yatakta yarı baygın, yarı uykusuz bir haldeydim. Tam gözlerim kapanmak üzereydi ki, telefonun ani sesi karanlığı yardı. Bir an irkildim. Bu saatte gelen arama içime bir korku düşürmüştü. Ekranda Kian’ın adını gördüğümde kalbim göğsümde hızla çarpmaya başladı.
Açtım.
“Tarık, birazdan gönderdiğim adam kapında olacak. Panik yapma. Evet, acil bir durum var. Onunla birlikte havalimanına gidiyorsun. İzmir’den buraya, ilk uçağa yer ayırttım. Hemen gel.”
Sesi titriyordu. Nefes nefeseydi. Daha önce hiç bu kadar paniklediğini hatırlamıyordum.
“Bir dakika, sakin ol. Ne oldu Kian? Söylesene!”
“Şu an anlatmam hepimiz için iyi olmaz,” dedi, kelimeleri birbirine karışarak. “Sadece hemen gel. Derhal. Şaka değil.”
Kalbim hızla sıkıştı.
“Ne demek istiyorsun? Dedeme bir şey mi oldu?”
Kısa bir sessizlik… Sonra, o beklediğim ama duymak istemediğim ses:
“Evet, Tarık… O iyi değil. Hemen gel. Yanında olmalısın. Şimdi!”
Daha fazla bir şey sormadım. Telefona sarıldığım gibi aşağı indim. Kapının önünde siyah bir araç durmuştu — bizi almak için gönderilmişti. Şu an düşünecek, sorgulayacak hâlim yoktu. Tek bildiğim şey, dedeme ulaşmam gerektiğiydi. Ellerim ter içinde, kalbim boğazıma tırmanmış halde ön koltuğa oturdum.
Şoför, babamın korumalarından biriydi. Tanıyordum. Defalarca sormama rağmen hiçbir şey söylemedi. “Bilmiyorum Tarık Bey,” diyordu sadece. “Ama artık Almanya’ya gelmelisiniz. Her şey kontrolden çıktı. Sizin varlığınız şart.”
Havalimanına nasıl vardık, hangi saatte bindim, nasıl uçtum… Hatırlamıyorum. Zihnim karmaşa içindeydi. Uçağın camında yansıyan suretim bile yabancı geliyordu bana.
Hastaneye vardığımda, koridorun sonunda Kian’ı gördüm. Yüzü solgundu.
“O nasıl?” diye sordum nefes bile almadan.
Kian, beni sakinleştirmeye çalışarak kolumdan tuttu. “Dedeni toplantıya çağırmışlardı,” dedi. “Bayilerle bir araya gelmiş. Her şey iyi gidiyordu ama sonrasında odasına çekilmiş. Dosyaları incelerken yardımcı sekreter içeri girdiğinde… Albert Bey masanın üstüne yığılmış haldeymiş. Hemen hastaneye getirdik, müdahale edildi. Kalp krizi, Tarık.”
Bir anlık sessizlikte kalbim bir tokmak gibi göğsüme indi.
“Durumu nasıl?”
“Şimdilik kritik.”
Beynim zonkluyordu. Kian’ın uzattığı suyu elime aldım ama içemedim — parmaklarımın arasından süzülüp yere döküldü. Boğazımdan çıkan tek cümle, “Ona bir şey olursa…” oldu. Devamını getiremedim. Çünkü cümlelerim ağzımda boğuluyordu.
Saatler geçti. Doktor, durumun şimdilik stabil olduğunu söyleyip odadan çıktı. Ama içimdeki kasırga dinmedi. Koridorun sonunda bir sandalyeye oturdum, başımı duvarın soğuk yüzeyine yasladım.
Cebimden telefonu çıkarırken, parmaklarım titriyordu. Gelen onlarca mesajın arasında bir tanesi dikkatimi çekti: Bilinmeyen bir numara.
Tıkladım.
Ekranda bir fotoğraf belirdi — beyaz tüllerin arasında, zarif bir elbiseyle Mihri gülümsüyordu. Yanında ise takım elbiseli Cengiz, sırıtarak ona bakıyordu. Kalbim göğsümden çekilip alınmış gibiydi.
Saat kaçtı, bilmiyorum. Sadece onunla buluşacaktım. O gün, ona her şeyi söyleyecektim.
Ama ben buradaydım.
Mecburdum.
Hayati bir durum vardı…
Fotoğrafa yeniden baktım. Mihri’ydi bu. Başkasına benzemezdi. Elbisesi ona çok yakışmıştı ama yanındaki adamın bakışları… o kadar kirliydi ki, içim daraldı. Gözlerim doldu. Görselden çıktım. Altındaki mesajı gördüğümdeyse her şey sustu içimde:
> “Gerçekten özür dilerim.
Eğer sana yanlış bir izlenim verdiysem çok üzgünüm.
Ben nişanlıyım.
Sadece aramızda küçük bir kavga olmuştu… ama ben onu seviyorum.”
Bir an beynim dondu.
Cengiz’in o gün bana söylediği sözler yankılandı zihnimde: “O, benim nişanlım.”
Demek… doğruydu.
Belki de Mihri’nin dediği gibi, sadece bir kavga etmişlerdi. Belki ara vermişlerdi. Ama hâlâ onu seviyordu. Beni değil…
Başımı eğdim.
Gözyaşlarım sessizce kucağıma aktı.
> “Güneş battı.”
Bugün ikinci kez yıkıldım. Ama bu kez, sadece bedenim değil, kalbim de paramparça oldu.
Ve anladım: bazen insan, aynı gün iki defa kaybedebilirmiş — hem tek ailesini hem umudunu.

Tarık'a gelen fotoğraf
(Temsili)
---
– Mihri’den
Olayın üzerinden bir hafta geçmişti.
Özetleyecek olursam, o gece kalbim öyle hızlı çarpmıştı ki… korkudan mı, üzüntüden mi, bilemiyordum. Sınır ihlalleri, güvensizlik, bastırılmış öfke derken boğazıma kadar dolmuştu her şey. Gerçekten, kalbim bir kuş misali çırpınıyordu göğsümde. Bu yorgunluk beni hem bedenen hem ruhen tüketmişti.
Annem, “Geçer, ciddi bir şey değildir,” dediğinde, Kuşadası’nda yaşadığım kazadan sonra doktorun teyzeme söyledikleri geldi aklıma. “Umarım daha kötü bir şey olmaz,” diye ekledi. “Eğer şiddetlenirse hastaneye gideriz.”
O geceden sonra aynısı tekrarlanmadı belki, ama en ufak bir panik hissettiğimde —hatta odamın kapısı kapalıyken bile babamın sesini duyduğumda— kalbim yeniden hızla çarpmaya başlıyordu. O günden sonra adeta kendimi odamda hapse mahkûm ettim. Özellikle de babam evdeyken…
Bir de annemin odama gelip beni sorguya çekişi vardı.
Babama neden böyle şeyler söylediğimi, neden o şekilde davrandığımı… Sesimi yükseltmemiş olsaymışım, bağırmasaymışım, her şey bu kadar büyümezmiş. O babamdı sonuçta, ben susmalıymışım.
Anlattım, dilim döndüğünce, ama nafile…
Bir süre sonra ismimi bile anmadım, konuyu hiç açmadım.
Benim sevgiye, şefkate ihtiyacım varken, bana sundukları yalnızca suçlamalardı. “Evin huzurunu kaçırdın,” dediler. “Kendini bu duruma sen soktun.”
Kardeşlerim arada uğrayıp beni güldürmeye çalışıyorlardı ama içimdeki karanlık buna izin vermiyordu. Annem birkaç gün sonra sakinleştiğinde yine aynı cümleyi söyledi:
“Babanla aranı düzelt. Git, özür dile.”
Zaten hep böyle olurdu. Ne yaşanırsa yaşansın, sonunda hep ben haksızdım. Babam her zaman haklıydı —ne yaparsa yapsın, mutlaka bir bahanesi olurdu. Bize bağırdığında bile, bu da bizim yüzümüzdenmiş.
Ben ise, içimden bağıra bağıra ‘haklıyım’ demek istiyordum. Ama bu evde haklı olmanın bir anlamı yoktu. Burada geçerli olan tek şey, “yazılı olmayan kurallardı.”
Eğer bu evde yaşıyorsan, o kurallara boyun eğecektin.
Ben istemiyordum… ama benim isteğimin bir önemi yoktu.
Ve evet, birkaç gün önce gidip özür diledim.
Tabii, odasından beni kovdu. Ama bu, sadece başlangıçtı.
Özür dilemeye devam ettim.
Ve o beni kovdu.
Yaklaşık on beş kez kapısına gittim, affetmesi için yalvardım. Sonunda affetti.
Onu Allah'a havale etmekten başka bir şey yapamadım.
Yapamıyordum.
Evet, haklıydım… ama haklı olmanın bedeli çok ağırdı.
Bu evde biraz olsun nefes almak istiyorsam, bunu yapmak zorundaydım. Annem de öyle söylüyordu zaten.
Evet, belki “Annen neden güvenlik güçlerine haber vermiyor?” ya da “Aile içi şiddet hattını neden aramıyor?” gibi şeyler düşünebilirsiniz.
Evet, bunlar sağlıklı bir bireyin belki yapabileceği şeylerdir.
Ama burada kimse sağlıklı değil…
Annem, yıllardır babamın bu düzenine boyun eğmiş ve kabullenmiş durumda.
Evlenirken ailesi izin vermeyip kaçarak evlendiği için anneannemin evine geri dönemez — ya da en azından o öyle düşünüyor.
“Asla dönmeyeceğim.” diyor.
“Burada ne işim varsa o işim, burası benim evim. Burası bana daha iyi.”
Evet, belki o böyle düşünebilir. Çünkü o seçmiş bu evliliği, babamı da o seçmiş.
Ama ben seçmedim. Bu, benim seçimim değildi.
Fakat kaderin hükmüyle, Rabbimin öyle uygun görmesiyle bu evde doğdum, büyüdüm… Bir şekilde.
Ama artık daha fazla katlanamıyorum.
Çok ağır geliyor.
Psikolojimin ne kadar bozulduğunu size anlatamam.
Ne kadar zorlandığımı, bazı gecelerin ne kadar ağır geçtiğini ifade edecek kelimem tükendi.
Artık eve gelişimin üzerinden bir aydan da olmuştu.
Hâlâ “yaşıyor” sayılıyordum ama içimdeki her şey ölmüştü.
Biraz toparlanmaya çalışıyordum —sadece “çalışıyordum”.
Artık sofraya oturmama izin veriliyordu, ama istemiyordum.
Yine de oturmazsam, “ailenin huzurunu bozuyorsun” derlerdi.
Günler içinde çok nadir dışarı çıktım.
Birkaç kez markete gittim, bir diğerinde de annemin ısrarıyla komşuya oturmaya gitmiştik.
Hiç istememiştim, hiç konuşmadım.
Öyle, heykel gibi durdum.
Konuşacak halim yoktu.
İşte işin daha kötü tarafı da buydu; gerçekten çok yoğun bir depresyonun içindeydim.
Ve çıkmak istemiyordum.
İyileşmek bile istemiyordum.
Sanki iyileşecek hâlim yoktu…
Günler akıp geçti.
Valizime hâlâ dokunmamıştım; geldiğim günkü gibi duruyordu.
Dün bir gayretle abdest aldım, masanın başına geçip Kur’an okudum.
Ama onu bile açarken ellerim titredi.
O kadar yorgundum ki… yaşama hevesimi yitirmiştim.
Ara sıra onu düşünüyordum —neden o gün gelmedi?
Bazen içimde bir ses fısıldıyordu:
“Bir daha hiç gelmeyecek.”
Belki de haklıydı o ses. Belki hata bendeydi.
Onun gözlerine bakma hakkını bana kim vermişti?
Belki sadece bir anlık tesadüftü, belki ben kendi sanrılarımı ona yüklemiştim.
Ama sonra içimde daha zayıf, daha umutlu bir ses yükseldi:
“Ya sadece acil bir şey yüzünden gelemediyse?”
Olabilir miydi? Elbette olabilirdi.
Ama artık nasıl buluşurduk, nasıl karşılaşırdık bilmiyordum.
Belki de o zamana kadar ben hayatta bile olmayacaktım.
Hava gittikçe ısınıyordu, yaz tam anlamıyla bastırmıştı.
Ama benim ellerim hâlâ buz gibiydi.
Kalbimdeki soğuk, bütün vücuduma yayılmıştı.
O korkunç geceden sonra kendim için yaptığım iyi şeylerden biri, Tarık’ın bana hediye ettiği papatya saksısını odamın penceresinin hemen önüne koymaktı.
Yatağım pencerenin karşısında olduğu için, her sol tarafıma döndüğümde papatyayı görebiliyordum.
Bazı günler yataktan hiç çıkmak istemesem de onu sulamak için çıkıyordum.
Ona iyi bakmalıydım.
O papatyalar dökülmemeliydi, o çiçek solmamalıydı.
Zaten ben yeterince solmuştum…
Ona iyi bakmaya çalışıyordum; çünkü o, bana Tarık’ı hatırlatan nadir şeylerden biriydi.
Tabii bana doğum günümde hediye ettiği papatyalı bilekliği de unutmam.
Omuz çantamda olduğu için onu çıkarıp koluma takmıştım.
Geceleri bazen uyuyamadığımda, usulca bilekliği okşuyordum.
Sanki Tarık’ın varlığını hissetmek, onun bana yıldız olmasını istiyordum.
Bu buhranlı ve hapis gibi geçen günlerde kendim hakkında öğrendiğim en açık ve net gerçek şuydu:
Ben çoktan gönlümü Tarık’a kaptırmıştım.
O, benim için o kadar büyük bir yer edinmişti ki…
Ben aptallık edip bunu hemen yanımdayken anlayamadım.
Onun mektuplarını heyecanla beklerken kendi duygularımın farkına varamadım.
İçimdeki güvensizlikler, kötü düşünceli sesler o kadar yoğundu ki; onun yanındayken bunların hiçbirini hissedemedim.
Ama şimdi çok daha net anlıyorum:
Evet… ben ona âşık olmuştum.
Ama o beni seviyor muydu?
Hiçbir şey bilmiyorum.
Hiçbir fikrim yok.
Belki çoktan benden vazgeçmişti.
Belki de dedesinin evinde can sıkıntısından yazdığı mektuplarına fazla anlam yüklemiştim.
Onun hakkında hiçbir şey bilmiyorum.
Bugün yine onu düşündüm.
Gerçekten hakkında bildiğim şeyler o kadar sınırlıydı ki…
Onu tanımak için neler vermezdim.
Geçmişini öğrenmek, neleri sevip sevmediğini sormak isterdim.
Kahve sever miydi?
Bilmiyorum.
Zaten ilk aklıma gelen hep kahveyle ilgili sorular oluyor.
En sevdiği yemek neydi, hayattaki amacı neydi, bilmek isterdim.
Mektuplarından “Tanrı” dediği için başka bir dine mensup olduğunu fark etmiştim.
Ya da — Allah muhafaza — en kötüsü, hiçbir dine inanmamış olması…
Ama ben öyle düşünmüyorum.
Çünkü en son mektuplarında şöyle demişti:
“Artık senin vesilenle Tanrı’nın varlığına daha çok inanıyorum.”
O an içimden “Allah’ım…” dedim,
“Ne olur onun kalbine en güzel şekilde hidayet nasip et.
Onun kalbine önce İslamiyet’in, senin kutlu yolunun aşkını,
sonra da benim aşkımı ver… Âmin.”
Bu bahsettiğim dua, bir teheccüd vaktinde gözyaşlarımla ettiğim bir duaydı.
--
Yavaş yavaş, her gün Kur’an okudukça, Risale’lerden birkaç sayfa çevirdikçe, içimde ufak bir kıpırtı hissetmeye başladım.
O gün, nihayet valizimi açmaya karar verdim.
Sanki o valiz, geçmişin son iziymiş gibi…
Onu açmak, her şeyi kabullenmekti.
Orayı açarsam, Kuşadası’ndaki anılar, o günler, o papatyalar, hepsi zihnimden silinecekmiş gibi korkuyordum.
Ama yine de fermuarı yavaşça açtım.
Önce içimdeki karışık eşyalarımı halının üzerine boşalttım.
Sonra altlarında sakladığım kutunun içindeki Tarık'ın mektuplarını açtım.
Tüm mektuplar şu an ellerimin arasındaydı.
Hepsini heyecanla okudum. Bana farklı duygular hissettiren bu kelimeleri gönderdiği zarfların üzerindeki papatyaları okşadım, mektupları kokladım.
Kokusu huzur verdi bana…
Eski günleri hatırlattı. Çok geçmemiş olsa da üzerinden, benim için sanki asırlar geçmişti.
Hepsini tek tek karıştırırken, sanki bana yeni yazmıştı bu satırları.
Öyle sevinmiştim ki…
Günlerdir ilk defa gülümsedim, ilk defa kalbim sıcacık oldu.
Ve hemen gözlerim, özlemle o satırları buldu.
Ben yine aptallık edip ertelemiştim bu mektuplara bakmayı.
Tıpkı Tarık'a duygularımı söylemeyi ertelediğim gibi, bunları da ertelemiştim.
Korkuyordum işte…
İçimden bir ses hep bunu söylüyordu.
O zaman da çekilmiştim bir şekilde. Emin olamamıştım.
Güvenim o kadar sarsılmıştı ki…
“Bana hayatta babama güvenemezken kime güvenebilirim ki?” diye düşünmüştüm.
Gerçekten, güven öyle hassas bir duygu ki…
Bir kere kaybedince tekrar bulunmuyor.
Ama şimdi, onun satırlarını okuduğumda — bana söylediği şeyler o kadar güzelmiş ki…
Dudaklarımın titremeye başladığını fark ettim.
Ve birazdan gözlerimden yaşlar, sicim sicim boşalmaya başladı yanaklarıma doğru.
O hep bana dememiş miydi;
“Papatya, güçlü ol.”
“Sakın sert esen rüzgârlara boyun eğme.”
“Zorluklara karşı pes etme.”
Hep söylemişti… Hep güçlü olmamı fısıldamıştı kelimeleriyle bana, mektuplarında.
Peki ben niye bu kadar kolay pes ediyordum?
Neden bu kadar kolay umutsuzluğa kapılıyordum?
---
Zümer Suresi, 53. Ayet:
> “De ki: ‘Ey günah işleyerek kendilerine yazık eden kullarım!
Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.
Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar.
Çünkü O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.’”
---
Ben kim oluyordum da Rabbimden ümidimi kesiyordum?
Onun gücü her şeye yetmez miydi?
Ne kadar şu an çıkmaz sokaklarda dolaşıyor gibi hissetsem de, Rabbim bana bir çıkar yol bahşetmez miydi?
O değil miydi yoktan var eden…
Sonbaharda kuru dallara dönen ağaçlara baharda yeniden hayat veren, yemyeşil çiçekler açtıran…
O değil miydi kalplere hidayet bahşeden, pamuk gibi bulutlardan rahmet yağmurları indiren?
Elbette oydu.
Ve bir şey daha hatırladım bunları tefekkür ederken:
Müsebbibü’l-esbâb, yani sebeplerin asıl yaratıcısı Allah’tır.
Biz hayatta o kadar sebeplere takılıyoruz ki…
Bir şeyin olması için uygun sebeplere bakıyoruz.
Eğer sebep yoksa, “Olmaz.” diye düşünüyoruz.
Kendimizce imkânsız tahayyül ediyoruz.
Halbuki Rabbim bir şeyi dilediğinde, onun sebebini de yaratır.
Sebebiyle gönderir sana.
Sen niye endişe duyuyorsun ki?..
---
Yüzümü mektupların içine gömdüm.
Bu sayfalar bana o kadar iyi gelmişti ki…
Hepsini özenle sıraladım.
Tarık’ın mektuplarını, valizde sakladığım yerden çıkarıp yatağımın altındaki çekmecenin en kuytusuna gizledim.
Valizi neredeyse tamamen boşaltmıştım ki aklıma gizli bölmesi geldi.
En son orası kalmıştı. Fermuarı dikkatle açtım.
İçinden küçük, dikdörtgen bir paket çıktı.
Üzeri sevimli bir hediye kâğıdıyla sarılıydı.
Bantlarını dikkatle söktüm, yırtmamaya özen gösterdim.
Ve o an…
İçinden çıkan şeye inanamadım.
Bu, sıfır bir telefondu.
Son modeldi!

“Aaa, inanamıyorum!” diye ağzımdan kaçan mutluluk nidasına hemen elimle engel oldum.
Çünkü şu an bütün ev halkını başıma toplamak istemiyordum.
Hemen yatağımın ve dolabımın arasındaki odaya, biri girdiğinde beni hemen göremeyeceği kuytu yere geçtim.
Hediye paketinin üzerindeki notu okudum.
Bu paket, ben tam arabaya binerken teyzemin bana verdiği, Bartu ve Bükra’nın hazırladığı hediyeydi.
Üst üste çok duygulanmıştım.
Ne kadar da ince düşünmüşlerdi…
Üzerindeki notu okudum:
> “Mihriciğim, seni ikimiz de çok seviyoruz.
Teyzen bize buraya gelirken telefonunla alakalı durumu anlatmıştı.
Biz de maaşlarımızı birleştirip sana böyle ufak bir sürpriz yapmak istedik.
Umarım beğenirsin ve çok çok mutlu olursun.
Seni çok seviyorum. — Bükra”
Bartu da, Bükra’nın notunun altına birkaç satır eklemişti:
> “Bu arada senin ve Tarık’ın arasında olanlardan haberim var.
Bu konuda Tarık’ın kulağını çektim.
Eğer seni ufacık bir üzerse bana söylüyorsun, ona haddini bildiririm.
Tamam mı Mihri? — Abin Bartu”
Yiaaaa…
Kahkaha attım!
Günler sonra ilk defa o kadar mutluydum, o kadar coşkuluydum ki size anlatamam canlarım ya…
Serkan dedesinin ve Tarık’ın bize tanışmaya geldikleri gün onlar da elleri boş gelmemişti, meğer böyle bir şey düşünmüşler.
Kutuyu açtım; içindeki telefon gerçekten gıcır gıcırcaydı.
Elime aldığım gibi başlatma tuşuna bastım, açtım.
Açılması biraz sürdü tabii.
Fakat bir problem vardı…
İçinde hattım yoktu.
---
---
Gerçekten çok ama çok sevinmiştim. Tam da Rabbimin ümit ile alakalı ayeti hatırıma geldiğinde böyle bir olayla karşılaşmam hiçbir şekilde tesadüf değildi. Tam anlamıyla tevafuktu. Rabbim sanki bana, “Senin ummadığın yerden seni nasıl da rızıklandırırım, bak gör,” demişti.
Çok sevinsem de telefonu iyice saklayıp odadan çıktığımda yüzüm, bir aydır takındığım ifadeyle aynıydı. Şu an kimseye bir şey çaktırmak istemiyordum; hem telefonumun hem de kendi iyiliğim için.
Birkaç gün daha benzer şekillerle geçti. Telefonu kurcalasam da evimizde internet olmadığı için pek bir şey yapamadım. Hattım olsaydı belki teyzeme ulaşabilirdim... ya da bilemiyorum, Bartu’ya, anneanneme, Bükra’ya... Ama yoktu. Annemin telefonu da her zaman şifreliydi. O yüzden şu anlık işler biraz ağır ilerliyordu.
Telefonu anneme söyleyip söylememe konusunda gitgeller yaşıyordum. Hüma’ya söylemiştim. Çok da sevinmişti. Bu sırrı iyi bir şekilde saklayacağını söylemişti bana. Küçük meleğim… sır ortağımdı.
Enes, yaşadığım bu durumlara çok üzüldüğü için her dışarı çıkıp harçlığı olduğunda bana çikolata alıp geliyordu. Getirdiği çikolataların bana iyi geleceğini söylüyordu. Geliyordu da... ama maalesef Enes’in benim çikolatadan fazlasına ihtiyacım olduğunu anlaması için daha önünde uzun yıllar vardı.
O akşam, yatmadan önce telefonu biraz kurcalayayım diye elime aldım. Bu modeli ilk defa görüyordum. Tabii benim mutlu olduğum şey telefonun modelinden çok, onu her elime aldığımda önemsendiğimi, değerli olduğumu, düşünüldüğümü hissetmekti. Bu hediye o yüzden benim için çok anlamlıydı.
Saat 00.30 olmuştu. Benim hâlâ hiç uykum yoktu. Babam evin en sonundaki odadaydı; yarın hafta sonu olduğu için geç yatardı.
Telefonu elimde tutarken bir anda içim geçmiş, telefon elimden düşmeden öylece uyumuşum.
“O telefon nereden çıktı öyle!” diye bağırarak kapıyı açıp içeri giren babamı görmemle, olduğum yerde sıçradım.
Odam karanlıktı. Koridordan gelen ışık, babamın sırtından vuruyor, yüzünü tamamen karanlıkta bırakıyordu. Gözleri görünmüyordu ama o hâli… o kadar korkunçtu ki, bir anda tüm bedenim titremeye başladı.
Elimde telefon olduğunu hatırlayınca hemen pikenin altına saklamaya çalıştım. Tabii nafileydi… çoktan görmüştü.
“Sen... sen nereden buldun o telefonu! Hayır, dur, saklama! Ne saklıyorsun?” derken yanıma geldiği gibi üzerimdeki pikeyi açtı.
Ağzım, dilim dolanmıştı. Hiçbir şey çıkmıyordu. Dilimi yutmuş gibiydim.
Az önceki bağırışıyla zaten kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu. Kalp atışlarım kulaklarımdaydı. Ağzımı açarak derin derin nefes almaya çalıştım, ama babamın umurunda değildi. Sadece bağırıp çağırıyordu.
Sesine annem de geldi. Babam ona dönüp, “Hani bu kızın telefonu kırılmıştı! Ben gördüm, elinde telefon tutuyordu! Nereden çıktı bu, söyle!” diye bağırırken, ben nefes almakta güçlük çekiyordum.
Gözlerim dönüyor, başım zonkluyor, inanılmaz bir ağrı hissediyordum. Bulunduğum yatak sallanıyor gibiydi… ve bir anda gözlerim kapandı. Her şey karanlığa gömüldü.
---
---
Huzurlu bir esintiyle papatyaların içindeydim. Üzerimdeki elbise ve şalım, esen rüzgârla hafifçe uçuşuyordu. Kendimi geriye bırakıp papatyaların arasına uzandım. Öyle huzurlu bir histi ki... papatyalar hem bedenimi hem içimi gıdıklıyordu.
Gözlerim masmavi gökyüzünde, uçuşan pamuk beyaz bulutlardaydı. İçim huzurla doluydu… ta ki bir anda burnumun dibinde duran beyaz bir aracın farları gözlerimi alana kadar.
İçinden çıkan kişi Cengiz babamdı. Bileğimden tutmuş, beni zorla götürüyordu.
“Hayır!” diyordum, “Bırak!”
Direniyordum ama nafile…
Bir anda etrafa kan sıçradı. Gökyüzü bordo kırmızısına dönüştü. Papatyalar soldu. Sanki her yer toz, duman, kıyametti.
Sonra... her şey kapkaranlık oldu.
Öyle bir karanlıktı ki, bir anda o karanlığı perde gibi yırtıp karanlık gökyüzüne uzandım.
Ellerim bir yıldıza değdi.
Yıldız bir anda Tarık’a dönüştü.
Beni görür görmez gözlerinin içi güldü. Ben de güldüm.
Hasretle, özlemle kollarını açtı bana. Ardına kadar koşmaya başladım.
Koştum, koştum...
Ama her adımımda aramızdaki mesafe biraz daha büyüdü.
Ne kadar koşsam da yetişemedim.
Tarık’ın yüzüne baktım — ağlıyordu.
Ayaklarıma baktım — yürüdüğüm yol kayıyordu.
Ve bir anda düştüm...
Düştüm.
---
Gözlerimi, yattığım hastane yatağının sağ tarafındaki pencereden içeri süzülen yoğun ve bunaltıcı güneş ışıklarıyla açtım.
İçerisi epey sıcaktı, havasızdı.
Gözlerimi kırpıştırarak kendime gelmeye çalıştım. Vücudumda inanılmaz bir yorgunluk, halsizlik vardı. Parmağımı kaldıracak halim yoktu.
Birkaç kez daha gözlerimi kırpıştırdım.
Evet... ben bir hastane odasındaydım.
Tek kişilik bir odaydı.
Kollarıma baktım; bir elimde kelebek, diğerinde serum takılıydı. Başımı kaldırdığımda, hemen üzerimde — sanki beynimin içinde yankılanarak — damlayan serum damlalarını gördüm.
Bulunduğum durum o kadar ani gelmişti ki, hatırlamak için gözlerimi kapatıp zihnimi zorladım.
Ben neden buradaydım?
Bu bir rüya mıydı?
En son neredeydim? Ne olmuştu?
Evet… hatırladım.
Gece vaktiydi.
Arkasından ışık vuran simsiyah bir siluetle babam gelmişti. Elimden telefonumu almıştı.
Kalbim çarpıyordu.
Şimdi yine göğüs kafesimi dövmeye başlayan kalbime baktım — üzerinde kelebek takılı olan elim titriyordu.
Nefes nefeseydim.
Ben o gece bayılmıştım… ve şu an buradaydım.
---
Kapı açıldı. İçeriye bir hemşire girdi.
“Uyanmışsınız. Kendinizi nasıl hissediyorsunuz, Mihri Hanım?”.
Bir yandan serumumu, bir yandan yanımda duran — ismini bile bilmediğim — cihazları kontrol etti.
Benim boylarımda, siyah başörtülü, yumuşak sesli, güler yüzlü biriydi.
Sesi, kalbime dokunan bir merhem gibiydi.
“Evet, biraz daha değerleriniz yükselmiş.”
Kibar bir gülümsemeyle bana baktı.
Şaşkın şaşkın ne olduğunu anlamaya çalışıyordum.
“Affedersiniz,” dedim, “bana ne oldu acaba? Neden buradayım?”
“Hatırlamıyor musunuz?”
“Bulanık… çok net değil.”
“Buraya yüksek kalp çarpıntısından ötürü bayıldığınız için getirildiniz.”
Tahmin etmiştim bayıldığımı ama... daha önce de kalp çarpıntısı geçirmiştim, hiç böyle olmamıştı. Ara ara kalbim hızlanırdı ama bu seferki bambaşkaydı.
Hemşire nazikçe ekledi:
“Bu seferki durumunuz epey kritik. Doktorunuzu çağırayım.”
Anlamlı bir gülümsemeyle başını salladı ve odadan çıktı.
---
“Allah’ım... sen bana yardım et.”
Derin bir nefes bıraktım.
Kim bilir dün akşam neler yaşamıştım… Artık bedenim bu korkulara, bu bağırışlara daha fazla dayanamamıştı.
Vücudum hâlâ titriyordu; her kasımda bir ağırlık vardı.
Birden aklıma geldi:
Telefon.
Evet, telefonum!
Doğru ya… Dün gece elimdeydi. Şimdi biraz daha netleşiyordu zihnimdeki görüntüler.
Babam o yüzden bağırmıştı bana.
Şimdi o telefona da el koymuştur, Allah bilir…
“Ya Rabbim, sen izin verme,” dedim içimden.
---
Etrafıma bakındım.
Tek kişilik, temiz bir odaydı. Sağ tarafımdaki pencereyle aramda bir ziyaretçi koltuğu vardı.
Yatağımın sol tarafı tamamen duvara yapışıktı. Başımı kaldırınca, duvarda asılı bir televizyonu fark ettim.
Odanın şekli dikdörtgendi; yatağımın ayak ucundan dümdüz ilerlediğinizde kapı, onun hemen karşısında ise — tahminimce — tuvalet vardı.
Her şey sakin, düzenliydi ama içimde öyle bir fırtına kopuyordu ki... Sessizlik, kalbimin sesini bastıramıyordu.
---
Birkaç dakika sonra, odanın kapısı hızla açıldı.
İçeriye annem ve kardeşlerim koşarak girdi.
Annem gözleri dolu dolu, nefes nefese yanıma geldi.
Ellerimden tutarken sesi titriyordu:
“Mihri… kızım… çok korkuttun bizi!”
Kardeşlerim sessizdi. Enes gözyaşlarını silerken Hüma bana sarılmak için uzandı, ama üzerimdeki serumları görünce durakladı.
O an... içimde hem bir huzur, hem de tarifsiz bir utanç vardı.
Sanki onların gözlerinde hem sevgi hem kırgınlık, hem de korkunun yankısı vardı.
Mihriiii! Yavrum, canım kızım, iyi misin? Çok korkuttun bizi gerçekten…
Annem telaşla yanıma koştu. Diğer yanımdan Hüma, “Ablaaa!” diye seslenip serumuma ve koluma takılı kablolara zarar vermemeye dikkat ederek sarıldı.
Hemen arkasından Enes geldi:
“Abla, bir daha bayılma tamam mı? Bak, çok ağladım ben, çok dua ettim…”
Onların bu hâlini görünce içim yumuşacık oldu.
Benim miniklerim… kardeşlerim.
Hiç kıyamıyorum onlara, çok seviyorum.
Ama anneme içten içe kırgınım.
Yüzümde gülümseme olsa da içim buruk. Çünkü ben ona söylemiştim; kalbimin iyi olmadığını, son zamanlarda yaşananların beni daha da hassaslaştırdığını…
Ama pek dikkate almamıştı.
Şimdi olayın ciddiyetini benden değil, doktorun ağzından duyacak olmaları içime biraz olsun su serpmişti.
Belki de bu olayın hayır yönü buydu.
Artık annemle babam bana daha fazla dikkat ederlerdi.
Bunun için içten içe biraz sevinmiştim.
Çünkü biz ruhen ne kadar yaralansak, darbeler alsak da… Yaralarımız görünmüyorsa, sanki her şey yolundaymış gibi davranıyorlar.
Normal yiyip içiyor, ayakta duruyor görünüyorsak “iyileşti” sanıyorlar.
Oysa onların ağzından çıkan her kırıcı söz, benim göğsüme saplanan bir ok gibi…
Ve bu sadece bir iki kez değil. Sayamayacağım kadar çok.
Ben çok yaralandım.
Çok kan kaybettim.
Ama inanıyorum ki Rabbim başıma bunları bir sebeple getirdi; bunda da bir hayır vardır.
Şu an, bu hastane odası bana evden çok daha ferah, çok daha iç açıcı geliyor.
Annem dün gece olanları hızlıca anlattı.
Tahmin ettiğim gibiydi — bayılmışım.
Ama bilmediğim şey şuymuş: Babam beni kucağına alıp arabaya bindirirken bir yandan da Cengiz’i ve babasını arayıp haber vermiş.
Tabii ki onlar da özel bir hastanede benim için tek kişilik bir oda ayarlamışlar.
Önce ilçemizdeki devlet hastanesine götürülmüşüm; ilk müdahaleler yapıldıktan sonra buraya, özel hastaneye nakledilmişim.
Annemin gözlerinde gerçekten benim için endişelendiğini, korktuğunu görebiliyordum.
Ses tonu, hareketleri… hepsi bunu gösteriyordu.
Şu an beni kaybetme korkusunu yaşamıştı.
Bu durum içimi biraz ısıttı ama…
Yine de sanki artık bazı şeyler için çok geçti.
O sırada, hastane kapısı tıklatıldı.
İçeri bir doktor hanım girdi; yanında az önce beni kontrol eden hemşire vardı.
Hemen ardından babam da göründü.
Bir anda hepimiz konuşmayı kestik, dikkat kesildik.
Doktor hanım yavaş adımlarla yanıma geldi.
Gözlüklerinin arkasında sakladığı ciddi ama şefkatli bir bakış vardı.
Yanı başıma oturdu, dosyayı dizlerinin üzerine koydu ve göz ucuyla bana baktı.
“Mihrim Hanım,” dedi, sesi hem yumuşak hem de temkinliydi.
“Kalbiniz dün gece olağanın çok üzerinde bir hızla çarpmış. Nabzınız yüz ellinin üstüne çıkmış ve kısa süreli bir bayılma yaşamışsınız. Neyse ki zamanında müdahale edildi.”
Kelimeler boğazımda bir yumruya dönüştü.
Sadece başımı sallayabildim.
“Yani… kalbim?” diyebildim titrek bir sesle.
Doktor, dosyayı kapatıp bana biraz daha yaklaştı.
“Bakın,” dedi, gözlerinin derinliğiyle sanki yüreğime dokunuyordu.
“Kalbiniz zaten bir süredir zayıf çalışıyor. Önceden de bu çarpıntılar olmuş ama bu kez kalp ritminiz tehlikeli seviyeye ulaşmış. Sizi kaybetme riski o kadar yüksekti ki birkaç dakika geç müdahale edilse sonuç çok farklı olabilirdi.”
Sözleri odanın içinde yankılandı.
“Sizi kaybetme riski…”
Ne tuhaf bir cümleydi bu.
Babama baktım göz ucuyla doktoru dinliyordu.
Sonra anneme ağladı ağlayacak gibi duruyordu.
Bir insanın kendi ölümüyle yüzleşmesi, aynaya bakmak gibiydi ama aynada kendi gözlerini tanıyamamak gibi.
“Bu tür çarpıntılar, güçlü bir korku, panik ya da duygusal stresle tetiklenebilir,” diye devam etti.
“Vücudunuz artık küçük sarsıntılarda bile alarm veriyor. Bir daha böyle bir atak geçirirseniz kalbiniz bu yükü kaldırmayabilir. Mutlaka dinlenmeli, ağır stres ortamlarından uzak durmalısınız.”
“Stres…” dedim içimden.
Acı bir gülümseme geldi bana hatta nerdeyse histerik bir kahkaha atacaktım.
Kendimi tuttum.
Sanki bu kelime benim hayatımın özeti gibiydi.
Evdeki gerginlik, babamın öfkesine alışmış kalbim, annemin sessizliği, kardeşlerimin gözündeki korku…
Hangisinden uzak durabilirdim ki?
Doktor ayağa kalktı, dosyayı eline aldı.
“Sizi birkaç gün daha gözlem altında tutacağız. Kalbinizi korumanız gerekiyor. Bundan sonra her şeye ‘dayanmak’ değil, ‘yaşamak’ için bakın olur mu?”
Gülümsemeye çalıştım ama dudaklarımda yarım kaldı o gülüş.
Sadece kısık bir sesle, “Elimden geleni yapacağım,” diyebildim.
Doktor çıktıktan sonra odada bir sessizlik kaldı.
Annemle babam birbirlerine baktılar, ama konuşmadılar.
Ben ise tavana bakarken, kalbimin atışlarını yeniden duydum.
Her bir atış, “Buradayım,” diyordu.
Ama ne kadar daha?
Bilmiyordum.
---
Tarık'tan
Masamın başından kalkıp arkamdaki koltuğa oturdum. Derin bir nefes alıp sandalye tekerlerini ittim; geniş odanın içinde yankılanan sessizlik içime kadar işliyordu.
Bu sıralar kasvetli geçmeyen bir günümü hatırlamıyorum. Her gün, bir diğerinin neredeyse aynısıydı; ufak tefek farklılıklar dışında hiçbir şey değişmiyordu.
Sabahları çoğu kez kahvaltı bile etmeden dedemin yanına gidiyor, doktorlardan durumu hakkında bilgi alıyordum.
Pek bir değişiklik olmadığını, hâlinin “stabil” olduğunu, dinlenmesi ve ilaç tedavisine devam edildiğini söylüyorlardı.
Zaman geçtikçe konuşmaları daha umutsuzlaşırken, ben umutsuzluğa boyun eğmeyi reddediyordum.
Sanki duygusuz bir robota dönüşmüştüm.
Telefonuma gelen o fotoğraf…
Ve bilinmeyen bir numaradan, Mihri’nin ağzından yazılmış o mesaj...
Defalarca beynimin içinde dönüp durdu.
O fotoğrafa kaç kere baktığımı hatırlamıyorum bile; her baktığımda biraz daha öfkelendim, biraz daha inatlaştım.
İnanmak istemedim.
Bir yanım o mesajın gerçek olduğuna direnirken, diğer yanım bunun ihtimalini gözlerimin içine sokuyordu.
İçimi her gün biraz daha kemiren bir kurt gibiydi bu düşünce; kalbimi yiyerek büyüyen, beni içten içe tüketen bir kurt.
Yorulmuştum.
Hiç olmadığım kadar tükenmiş hissediyordum.
Geçen bir buçuk ay beni yaşlandırmış gibiydi.
Kian’ın ısrarlarıyla bazen bir şeyler yemeye çalışsam da, çoğu zaman doğru düzgün lokma bile geçmiyordu boğazımdan.
Zaten şirketin işlerinden başımı kaldıramıyordum.
Yokluğumda yerime göz koyanlara, arkamdan iş çevirenlere nefes aldırmıyordum.
Yapılan en ufak hatayı bile affetmiyor, pek çok kişiyi işten çıkarıyordum.
Yerlerine kendi seçtiğim, güvenilir adamlardan bir ekip kurmuştum.
Gece yarılarına kadar bu ofiste, dört duvar arasında yaşıyordum.
Başımı geriye yasladım, önümdeki koltuğa baktım.
Bir elimle boynumu saran kravatı gevşettim, gömleğimin birkaç düğmesini açtım.
Nefes alamıyordum… Her şey, her şey beni boğuyordu.
Papatyam gittiğinden beri hayat, beni hiç olmadığı kadar boğuyordu.
O benim güneşim olmuştu.
Onu gördüğümde, içimdeki karanlık aydınlanıyordu.
Ama şimdi… o başkalarına gülümserken, ben karanlığın içinde gömülüyordum.
O mesajı hâlâ hazmedemiyordum.
Ne demekti “ Gerçekten özür dilerim.
Eğer sana yanlış bir izlenim verdiysem çok üzgünüm.
Ben nişanlıyım.
Sadece aramızda küçük bir kavga olmuştu… ama ben onu seviyorum.”
Biz o kadar sayfalarca mektuplaşmıştık…
Bir insan, onca kelimenin sonunda böyle mi veda ederdi?
Hayır, Mihri bunu söyleyemezdi.
Ben bunu kabul etmiyorum, etmeyeceğim!
Bir şu bayiliğin meselelerini netliğe kavuşturayım…
Belki o zaman her şeyin ardındaki gerçeği görebilirim.
Şakaklarımı iki elimle sıvazladım.
“Dedem… ah bir uyansan.”
O uyansa, bana ne güzel rehberlik ederdi.
Takıldığım her şeyi ona sorardım.
Ama şimdi o da yoktu.
Uyanmalıydı…
Onun uyanmama ihtimali bile beni çıldırma noktasına getiriyordu.
"Yanında iken sevdiğinin kıymetini bil" demiştin.
Bilemedim dede.
Korktum!
Korkağım!
Beni reddetmesinden onu kaybetmekten korktum ve tam da onu yaşıyorum.
Beni uyarmana rağmen kaybettim onu!"
Cebimden telefonumu çıkarıp galeriye girdim.
Çok fazla fotoğraf çeken biri değildim ama…
Mihri’nin, Bartu ve Bükra’yla birlikte kafede otururken gülümsediği o kareyi çekmiştim.
Onu net görebileceğim bir yere oturmuştum.
O kadar tatlı gülüyordu ki…
O anı ölümsüzleştirmek, arada bir bakıp nefes almak istemiştim.
Fotoğrafı açtım.
Ve yüreğim bir kez daha sızladı.
Çok özlemiştim… Parmaklarım titredi.
“Ah bir kavuşabilsem sana…” dedim içimden.
“Bir kere dokunabilsem, bir kere…”
Papatyam.
Benim papatyam.
Yoksa sen… hiç benim olmadın mı?
Kalbi başkasına ait bir kadını mı sevdim ben?
---
Mihri'den
---
Okuduğum kitabın kapağını kapatıp, hemen yanı başımdaki komodinin üzerindeki diğer kitapların yanına koydum. Annemle babam, doktorun açıklamasından sonra sessiz kalmışlardı. Ben de bu sessizliği bozmadım. Zaten onlara söyleyecek bir şeyim yoktu; anlamak istiyorlarsa, yaşananlar benim halimi anlatmaya fazlasıyla yeterdi.
Artık pek bir şey beklemiyordum. Sadece biraz onlardan ve o evden uzak kalmak, kendi içimde sessizce iyileşmek istiyordum. Hem kafamı dinlemek hem de ruhumu toparlamak için biraz zamana ihtiyacım vardı.
Gitmeye karar verip, kalkmaya doğru hareketlendiklerinde, Hüma’yı yanıma çağırdım.
kulağına fısıldadım:
“Odada sakladığım kitaplarımı ve defter kalemimi getirir misin?”
Hüma göz kırptı, “Merak etme abla, o iş bende,” dedi. Herkes odadan çıktı. Nasıl getirdiğini tam bilemiyorum ama Cengiz’in babası Hüma’yı çok severdi; galiba özel şoförüne rica etmiş, bizim evden aldırıp buraya kadar getirtmiş.
“Sağ ol tatlı kardeşim,” diye fısıldadım kendi kendime. Hem sır ortağım, hem küçük yardımcım…
Birkaç saat sonra hava kararmış, akşam yemeği saati gelmişti. Hemşirelerin getirdiği yemek tepsisi özenle hazırlanmıştı; sunumu da bir hastaneye göre şaşırtıcı derecede güzeldi. Daha önce hiçbir hastanede böyle bir yemek görmemiştim, biri bana anlatsa inanmazdım. Tadlarına baktım; hepsi hasta yemeğine göre gayet lezzetliydi.
Ufak ufak yedim. Zorladım biraz kendimi, çünkü yemem gerektiğini biliyordum. Yemeğimi bitirdikten sonra abdest aldım, namazımı kıldım. Birazdan hemşire ilaçlarımı vermeye gelecekti.
Kapının açılmasıyla başımı kaldırdım. Fakat karşımdaki o güler yüzlü, tatlı hemşire değildi. Aksine, rahat gündelik kıyafetler içinde, elinde kocaman bir gül buketiyle gülümseyerek yanıma doğru yürüyen Cengiz’di.
“Nasıl oldun bakalım, hassas nişanlım?” dedi.
Sesi fazla neşeliydi, sanki ortamdaki bütün sessizliği kendi neşesiyle dağıtmak ister gibiydi.

---
“Hiç kimseye gücünün üstünde bir yük yüklemeyiz.” (Bakara, 286)
Mihri’nin yükü ağırdı, ama belki de Rabb’i tam da bu noktada kalbine bir güç indiriyordu…
Peki ya siz, en zor anınızda gelen beklenmedik birini nasıl karşılardınız? 🌸
---
Bölümü nasıl bulduğunuz yorumlarınızı okumak istiyorum.
---
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 20.03k Okunma |
3.51k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |