33. Bölüm

25.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

Mihrimah Altun
aydaki_yazar04

Selamünaleyküm papatya okurlarım 🌼 nasılsınız, iyi misiniz ​​​​?

‼️ Dikkat bu Bölüm çokça araştırma ve bol bol emek verilerek yazılmıştır.

🌼 Buraya kitabımı okuduğunuza göre tarzıma âşina olmalısınız.

🫶🏻 Ben bölüm atmak için herhangi bir oy yorum sınırı koymuyorum Ama gerçekten okunma oranlarına göre oylar çok düşük oluyor.

 

☺️ Sizden ricam diğer bölümlere de eğer oy atmadıysanız bu ve diğer bölümleri oylarsanız ve bu güzel kitabı seveceğini düşündüğünüz kişilere önerirsiniz gerçekten çok sevinirim. Çünkü adım adım finale giderken büyümeyi ve daha çok kişiye ulaşmayı hedefliyorum.

🤲🏻🥰

Destekleriniz için çok teşekkür ederim hepinizden

Allah razı olsun🫂

Bu bölümü yazarken çokça dinlediğim bir neşidi sizlere paylaşıyorum ve anlamını Türkçe'ye çevirdim gerçekten anlamı daha kendisi de çok güzel.

🎧🎵

şimdi bölüme geçelim🫴🏻

 

---

 

---

 

🌿 Oh My Lord – H. Ahmed (Türkçe Anlamı)

 

[Kıta 1]

Ey ruhumun gecedeki nuru,

Ey umudum, ey sırrım.

Dualarım sana yükseliyor,

Kalbim yalnız sende huzur buluyor.

 

[Ön-Nakarat]

Korkularımı yalnız sana şikâyet ederim,

Secdemde gözyaşlarımla ağlarım.

Sen gözyaşını da, umudu da duyarsın,

Ve varlığımın her zerresine dokunursun.

 

[Nakarat]

Ne zaman “Ya Rabbî!” diye çağırırsam,

Kalbimi görür, bana yol gösterirsin.

Sessizliğimde gecemi aydınlatırsın,

Beni yüceltir, yeniden diriltirsin.

 

( Nakarat tekrarlanır )

 

[Kıta 2]

Dünya bana dar geldiğinde,

Yollar barınaksız kaldığında,

Senin sıcak zikrine dönerim,

Kalbim huzur bulur, sükûna erer.

 

[Köprü]

Rahmet eden Allah ne yücedir!

Karanlıkta bile sesleri işitir.

Günahlarımız artsa da,

Merhametiyle yine düşmeyiz umutsuzluğa.

 

( Ön-nakarat ve nakarat tekrar )

 

 

---

 

> “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir.”

 

---

 

– Tarık’tan

 

Düğüm

 

İplerle oluşan ve açılmayan yumaklardır ya da ip kenetlenmeleri...

Yolunu bulamayan iplerin birbirine girmesine, belki de zihnimde dönüp duran iplerin birbirine karışmasına benzetiyorum.

Hepsi iç içe geçmiş, hiçbiri çözülmüyor.

Bu düğümün içinde çırpınıyorum.

 

Öğle yönetim kurulu toplantısından çıktıktan sonra satış departmanını ziyaret edip mecburi ziyaretlerimi tamamlar tamamlamaz, daha fazla vakit kaybetmeden asansöre binip en üst kattaki odama çıktım.

Kapıyı açtığımda beni her zamanki temizlik kokusu karşıladı. Temizlik konusunda hassas olduğumu bildikleri için, gerçekten titiz ve işinde iyi olan bir görevli çalışıyordu. Ben olmadığım zaman işini bitirip çıkardı.

 

Odanın içini aydınlatan lekesiz büyük camlar, güneş ışığını içeriye dolduruyordu. İlk girişte karşılıklı yerleştirilmiş antrasit koltuklar sizi karşılardı. Ortalarındaki sehpa, üzerindeki araç ve motor ürünlerimizin tanıtım dergilerini sergilemek için oradaydı.

 

Camların önüne konumlandırılmış uzun siyah masama yöneldim.

Sırtıma dayadığım yer gereksiz uzun olsa da, rahat deri koltuğu çekip oturdum.

Sırtım geniş camlara dönüktü; gözlerim, tüm odaya hakimdi.

 

Her gün beni ziyaret eden bu migren ağrısı yine gelip başıma kurulmuştu.

Sanki zihnimdeki düğümlerden oluşan bir ağrıydı; çatlatıyordu şakaklarımı.

Her gün ilaç alarak ayakta durabiliyordum. Psikolojik ilaçlar için ise hâlâ direniyordum, ne kadar Kian almam için ısrar etse de istemiyordum.

 

Sekreterim düzenlemiş olsa da, masamın üzerinde dosyalardan oluşan minik kuleler vardı.

Hepsi imzalarımı bekliyordu.

Onlara baktıkça iç çekip sinirli bir şekilde “of”ladım.

Şu an yapmak istediğim en son şey bu işlerle ilgilenmekti.

 

Üzerime tam oturan siyah takım elbisem sanki bana ait değilmiş gibiydi; her yeri yakıyordu.

O kadar sıkılmıştım ki...

Her gün bu elbiseyi giyip aynı dosyalarla bakışmaktan.

Ama aslında asıl sorunum bunlar değildi.

 

Benim hayatımın güneşi yoktu yanımda.

Ümidim sönmüştü.

Bu yüzden gördüğüm her şeye bir mazeret buluyor, bana söylenen her şeyi bir yük gibi hissediyordum.

Hatta nefes almak bile artık istemeyerek yaptığım bir eylem olmuştu.

 

Bacaklarımı açarak oturduğum sandalyede kendimi masaya yaklaştırdım, dirseklerimi dayayıp başımı ellerimin arasına aldım.

Gözlerimi kapattım.

 

 

---

 

Heyecanlıydım.

Koşuyordum.

Çok mutluydum.

Neredeydim ben?

Bir dakika… Ellerimde papatyalar vardı.

Etraf yeşillikti.

Karşımda biri vardı.

 

Sanki biraz daha yaklaşıyorum…

Ah, bu Mihri!

Bu, güneşim… papatyam.

 

Koşuyorum ona doğru.

“Ben!” diyorum papatyaları uzatırken, “Seni… seni sevi—”

Devamını getiremiyorum.

 

Bir anda Mihri’nin yanına Cengiz geliyor, elinden tutuyor.

Mihri ona gülümsüyor ve bana bakarak,

“Ben onu seviyorum,” diyor.

 

Bir an dona kalıyorum.

Dizlerimin üzerine çöküyorum.

Mihri arkasına bile dönüp bakmadan Cengiz’e gülümsüyor.

Elimi uzatıyorum: “Hayır! Hayır gitme, papatya gitme!”

 

Ellerimdeki papatyalar yerlere saçılmış.

Hepsi solmuş.

Her yer toz, toprak, karanlık…

Nefes alamıyorum.

 

---

 

Çığlık atarak uyandım.

Hemen elim boynumdaki kravata gitti.

Kravatı hızla çözüp gömleğimin düğmelerini açarak nefes almaya çalıştım.

Gömleğim terden sırılsıklamdı.

 

Masamın üzerindeki su şişesine uzanıp başıma diktim.

Büyük yudumlar alsam da bir türlü kendime gelemiyordum.

Bu bir kabustu…

O günden sonra gördüğüm kaçıncı kabustu kim bilir?

 

Ondan ayrı kaldığım ikinci ay bitiyordu.

Neredeyse iki ay…

Ama ben hâlâ hiçbir şey yapamıyordum.

 

Sabah yedide kalkıyor, gece yarısına kadar Kian ve sekreterlerin desteğiyle o toplantıdan diğerine geçiyordum.

Distribütörlerle konferanslar, showroom denetimleri…

Sadece bir robot gibi işliyordum.

 

Tek yaptığım şey, her gün gidip dedemin başında durmak, onunla konuşmak, durumunu sormaktı.

Sanki başka hiçbir şey yapamıyordum.

 

İçimde sürekli konuşan bir ses vardı:

“Ne olmasını bekliyordun? Seni sevecek miydi sanıyorsun? Geçmişini unutma.”

 

Bir yanda mecbur bırakıldığım sorumluluklar, diğer yanda dedemin gün geçtikçe kötüleşen durumu…

Ve beni en çok yıkan: Mihri’nin beni sevmemesi.

 

Bir yanım, tüm bunların yalan olmasını ve gördüğüm her şeyin aksine dönmesini istiyordu.

Ama diğer yanım, bu gerçekliğe her gün biraz daha teslim oluyordu.

Ya da belki teslim olmak istemesem de… ne yapacağımı bilmiyordum.

Çaresizdim.

Sırılsıklam çaresizdim.

 

 

---

 

Tarık’tan

 

Babam öldükten iki hafta sonra

 

Babamla yaşadığımız eve ancak iki hafta sonra girebilmiştim.

Bu sürede Kian’da kalmıştım.

O eve giremiyordum; onunla geçirdiğimiz güzel anıları hatırlamak istemiyordum.

Çünkü hepsi artık bana acı veriyordu.

O ölmüştü.

 

Evet, kabul etmek istemesem de, istediğim kadar inkâr etsem de gitmişti.

Bir daha da geri gelmeyecekti.

Ben babamı çok geç bulmuştum ve daha onunla çok az vakit geçirmiştim ki gitmişti.

Bir daha gelmemek üzere…

 

Adımlarım beni mutfağa yönlendirdi.

Evin sessizliğinde tek çıkan ses, adımlarım ve eşyalara dokunduğumda çıkan küçük tıkırtılardı.

Bu evin kendine has bir havası vardı.

Her yer babam gibi kokuyordu.

 

Mutfağa girdiğimde masaya baktım.

Gözlerim doldu.

Burada ne güzel yemekler yapardı.

Kahkahalar atardı.

Ben çok neşeli olmasam da, o bir şekilde beni güldürmeyi başarırdı.

 

Gözlerimdeki yaşları kolumla silerken, sessizliği bölen telefonum çaldı.

Açmak zorundaydım.

 

> “Şirkete gel. BMW bayisi yetkilileri burada, seninle konuşmak istiyorlar.”

Arayan Kian’dı.

 

 

 

> “Geliyorum,” dedim sadece.

 

 

 

Başka seçeneğim yoktu.

Onların geleceğini biliyordum.

İki hafta beklemeleri bile iyi bir şeydi.

 

Şirkete vardığımda hızlıca en üst kata çıktım.

Yönetim kurulunun toplantı yaptığı konferans odasında beni bekliyorlardı.

İçeri girdiğimde ayağa kalktılar.

Hepsiyle tokalaştım.

“Hoş geldiniz,” dedim ciddi bir şekilde.

 

> “Tarık Bey, babanızı kaybetmenize üzüldük,” dedi içlerinden biri.

Herkes yerine oturdu.

Ben de onların tam karşısındaki sandalyeye oturdum.

Kian hemen yanımdaydı.

 

 

 

Yaşça en büyük olan görevli devam etti:

 

> “Babanız gerçekten dürüst, işinin ehli ve dost canlısı biriydi.”

 

 

 

Babamı saygıyla anmaları, içimde hem gurur hem acı uyandırdı.

 

Yaşlı görevlinin sağındaki kişi konuştu:

 

> “Ama biliyorsunuz ki işlerin bir ilerleme düzeni var. Buna sadık kalmak zorundayız.”

 

 

 

Zaten bunu bekliyordum.

Sıkıcı ama kaçınılmaz bir konuşmanın sonunda mecburen şartlarını kabul ettim.

 

> “Evet,” dedim. “Biz BMW’nin Premium Grunewald distribütörü olarak devam etmeye karar verdik. Bu yetkiyi ben devralıyorum.”

 

 

 

Bu kararı istemesem de vermemin en büyük nedeni, babamın anısına duyduğum saygı ve dedemin bu yöndeki isteğiydi.

Yoksa gerçekten bu işi devam ettirmek istemiyordum.

Ben buraya ait değildim.

 

Bu yanıtımdan önce Kian, benim bu pozisyona yetkili olduğumu kanıtlayan diploma ve eğitim belgelerimi onlara sunmuştu.

 

 

---

 

Günümüz — Tarık’tan

 

Yüzüme çarptığım soğuk sular biraz daha kendime gelmemi sağlamıştı. Gördüğüm kâbus hâlâ gözlerimin önündeydi; sanki gerçek gibiydi.

Bir yanım biliyordu, Mihri böyle biri değildi.

Eğer beni sevmiyor olsaydı bile, bu kadar kısa bir şey yazıp bir anda irtibatı koparmazdı. Söylerdi bana, yüzüme söylerdi.

Gerçi belki o gün, buluşmaya gittiğimizde söyleyecekti. Ama söyleyemedi. Çünkü ben o gün gidemedim.

 

Bir yanım, deli gibi Mihri’nin beni sevdiğini söylüyordu. Belki sadece bu benim sanrımdı ama inanmak istiyordum — delicesine.

İçimdeki ufacık bir ümide tutunmak istiyordum. Fakat geçmişin gölgeleri peşimi bırakmıyordu.

“Seni annen bile sevmemişken…” diyordu bir ses, içimde yankılanarak.

 

Karşımdaki aynada yansımanı izlerken sanki kendimi tanıyamadım.

Gözlerimin feri gitmişti. Annemin hep nefret ettiği o gözler...

Beni annem bile sevmezken, kim sevecekti ki?

İçimdeki bu hissi atamıyordum.

Çocukken beni o kadar değersizleştirmiş, o kadar küçümsemişti ki; bana vurduğu her sefer ruhumda da bir darbe bırakmıştı.

 

Ve ben bu yaralı, kırık dökük hâlimle Mihri’nin huzur verici sesini sevdim.

Kelimesiyle bana dokunmasını sevdim.

O masum gülüşünü sevdim.

Beni sevsin istedim… beni sevsin.

 

Başımı önüme eğdim.

Yüzümden akan damlalar, lavabonun fayanslarına düşüyordu.

Burası bana özel olduğu için kimse yoktu; ıssız, sessizdi.

 

En büyük korkum bir gün birine âşık olmak ve onun beni sevmemesiydi.

Çünkü içten içe, sevilesi bir insan olduğuma hiç inanmıyordum.

Kim beni sevebilir ki? Kim gerçekten yüreğini bana açar, benimle bir ömür yürür ki?

Ve şimdi, en büyük korkum gerçeğe dönüştü.

Sanki bir şeyden ne kadar korkarsak, o kadar çok başımıza geliyordu.

O korku bizi uzaklaştırmak yerine kendine çekiyordu.

 

Derin bir nefes verdim.

Bulunduğum yerden doğrulup yan taraftaki otomattan bir havlu kâğıt aldım. Yüzümü silerken kendi kendime mırıldandım:

“Korkak… korkaktım.”

Çünkü o kadar gün burnumun dibinde olan Mihri’ye gerçeği söyleyememiştim.

 

Banyodan çıkıp tekrar ofise geçtim.

Niye söyleyememiştim?

Hep reddedilirim korkusuyla mı? “Biraz daha zaman tanıyayım” derken şimdi ne olmuştu?

Şimdi ne haldeydik?

O neredeydi?

Nerede olduğunu bile bilmiyordum.

Belki de o, adını bile anmak istemediğim Cengiz’leydi. Sonuçta nişanlısı değil miydi?

Belki elini tutuyordur…

 

Zihnime dolan bu düşünceyle bir anda sıktım yumruğumu ve yanımdaki banyonun cam kapısına geçirdim.

Cam paramparça olup yerlere saçıldı.

Kulaklarım kırık cam sesleriyle doldu.

Ne yaptığımı o an fark ettim.

Elimi kaldırdığımda kanlar içindeydi; üzerinde ufak cam parçaları vardı.

Ama işin tuhaf yanı, hiç canım acımıyordu.

İçim öyle yanıyordu ki vücudum hiçbir şey hissetmiyordu.

 

Birkaç dakika sonra çıkan sesi duyan görevlilere temizlik personelini çağırmalarını söyledim.

 

Gelen personel bana şaşkın bir ifade ile bakıp, eliyle biraz önce yumruk attığım elimi işaret etmeseydi, elimin üzerinde oluşan çiziklerden yere damlayan kanları fark etmeyecektim.

 

Ayağa kalkıp odadaki ilk yardım kutusunu yerinden çıkardım.

 

"Bari revire gidin Tarık bey" diyen personele bakmadan çıkardım bandajla elimi sarmakla meşguldüm "gerek yok"

 

Ofis temizlenirken dışarı çıkıp, aynı katta bulunan ve daha önce babamın bana tahsis ettiği eski odaya girdim.

Kapıyı araladığımda karanlık bir hava karşıladı beni. Perdeler kapalıydı.

Prizi açıp ışığı yaktığımda etrafın biraz tozlu ama düzenli olduğunu gördüm.

 

Hemen sağ taraftaki koliyi açtım ve arkamdan kapıyı kapattım.

Bu koli, Kuşadası’nda bıraktığım eşyalarım ve Mihri’nin mektuplarıyla doluydu.

 

Buraya geldikten birkaç hafta sonra işler biraz düzene girmişti.

O vakit, bir adam gönderip eşyalarımı aldırmıştım.

Mihri’nin anneannesine uğrayıp Mihri’yi sormasını, hatta mümkünse bir telefon numarası bulmasını da istemiştim.

Gelen cevap şaşırtmıştı:

Evde kimse oturmuyormuş, kapıyı defalarca çalmış ama kimse gelmemiş.

Sadece bu koliyle geri dönmüştü.

 

Koli bantlarını söktüm.

İçinde özenle paketlenmiş papatyamın mektupları vardı.

Ne çok özlemiştim…

 

Bulunduğum yere çöktüm.

Paketi açtım, kokladım.

Mektuplar papatya kokuyordu — mis gibi, taze koparılmış gibi.

Özlem içimi yakıyordu.

Gözlerim satırlarda gezdi.

Her bir kelime, her bir satır bana dokundu.

 

Birkaçını tekrar okudum ve biraz olsun sakinleştiğimi hissettim.

Artık yumruk attığım elim sızlıyordu.

Başımın ağrısı da yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı.

 

Fark ettiğim bir diğer şey, Mihri’nin her mektubunda kelimeleri ne kadar özenle seçtiğiydi.

Uzun, derin cümlelerle yazardı hep.

Oysa o gün gelen mesaj çok kısaydı… sanki aceleyle yazılmış gibiydi.

 

Bunu aklımın bir köşesine not ettim.

Mektupları özenle toplayıp odadan çıktım.

 

Bu defa kendime kızmadım.

Daha mantıklı düşündüm.

Elimdeki mektuplar çok şeyin kanıtıydı.

Bu kadar sayfalarca yazı, bu kadar kelime boşuna yazılmamıştı.

 

Evet, bir süre Mihri benim kim olduğumu bilmiyordu.

Ama öğrendikten sonra da yazmayı kesmemişti.

Hatta dedemin gelmesini kabul etmişti evlerine.

Eğer istemeseydi reddederdi, değil mi?

 

Bence bu bile, Mihri hakkında böyle düşünmem için büyük bir delil.

Bir şekilde bu işin peşini bırakmayacaktım.

Kendime söz verdim:

Ne olursa olsun.

 

Biraz daha toparlanmış hâlde, mektupları ofisimdeki çekmecelerden birine bıraktım.

Sekreterin bilgilendirmesiyle, yeni modelin lansmanı için yapılacak basın toplantısına hazırlanmak üzere ayağa kalktım.

 

Üzerimi değiştirirken yüzüme bir maske taktım.

Ciddi, güçlü, duygularını belli etmeyen bir maskeydi bu.

Kimse göremezdi — sadece ben biliyordum.

 

Aklıma Mihri’nin maskeler hakkında söyledikleri geldi.

O, bir gün maskelerini yırtacağını söylemişti.

Ben de bir gün yırtacaktım.

Bir gün, papatyam kadar güçlü olacaktım.

 

 

---

 

Ofise girdiğimde kendimi ilk girişteki koltuklardan birine düşer gibi bıraktım. Öyle yorulmuştum ki... ofladım. Bütün gün bu maskeyi takmaktan çok sıkılmış, çok bunalmıştım. Artık fırlatıp atabilirdim. Yerlere çarpıp kırabilirdim. Şu an istediğim gibi olabilirdim.

 

Akşam yemeğini satış departmanı ile yaptığımız görüşmede toplu olarak yemiştik; yani yemek zorunda kalmıştım. Dedemin durumu hakkında telefon görüşmesi yaptım ve yine hiçbir gelişme yoktu. Ağzıma küfürler geldi... bazen çok sinirlendiğimde olurdu ama hepsini yuttum. Sevmiyordum bu tarz lafları etmeyi, sevmiyordum işte.

 

Ayağa kalkıp masanın arkasındaki, tavandan yere kadar uzanan büyük camların önüne yürüdüm yavaş ve düşünceli adımlarla. Bir an canım inanılmaz sigara çekti. Krize girmiş gibiydim ama yanımda sigara yoktu. Hatta elim istemsizce arka cebime bile gitti, ama orada da yoktu.

 

Mihrim sevmiyordu. Ben onun sevmediği bir şey kokmak istemiyordum. O günden beri etrafımdan uzaklaştırmıştım sigarayı. İçmemek için, kendime verdiğim bir söz gibiydi bu. Şu an istesem bile yanımda yoktu ve içmeyecektim. Çünkü ben onunla tekrar buluşacaktım... ve içmeyecektim. İçemezdim.

 

Gözlerimin önündeki manzara görülmeye değerdi. Yer yer gökdelenlerin uzandığı gecenin karanlığına inat yanan ışıklar, evlerden ve bazı fabrikalardan geliyordu. Aşağı baktığımda şirketin hemen önünden geçen ana yolda çokça araç sıkışmış, trafiğin açılmasını bekliyordu. Öyle kasvetliydi ki... bu manzara bile beni daha da darlıyordu.

 

Çaresizce masama oturdum. Elimin tersiyle yine yapmam için bırakılan işleri kenara itip, papatyamın mektuplarını çıkardım. Öğlen koyduğum yerden, içlerinde bir şeyleri arar gibi gezinmeye başladım. Sonra yazdığı bir mektubun sonunda bana önerdiği bir kitaptan bahsettiğini gördüm.

 

Evet, hatırlıyorum. Hatta bu kitabı Bartu’nun çalıştığı kitap kafeden de almıştım. İsimleri Risale-i Nur diye geçen set olarak yazılmış, kırmızı kırmızı kitaplardı... Evet, hatırlıyorum.

 

Bir an kafamda bir ampul yanmış gibi hissettim. Şu an yanımda papatyam yoktu, dedem yoktu, babam uzun zamandır yoktu ve ben bir çıkışa çok ihtiyaç duyuyordum. Muhtaçtım... boğuluyordum. Bir kurtuluş istiyordum. “Ne kaybedebilirim ki en fazla?” diyerek laptopumu açıp kitabı arattım.

 

Önüme çıkan internet sitelerinde bu bahsettiği kitap hakkında pek çok bilgi vardı. Neredeyse her sitede aynı cümleyle karşılaştım:

 

> “Bu eser, insanların iki dünyasını da kurtarmayı hedefleyen, iman hakikatlerini anlatan bir eserdir.”

 

 

 

Bazılarını anlayamadım ama “iki dünyayı kurtarmak” kavramı dikkatimi çekmişti.

Hatta bu kitap üzerine kurulmuş özel siteler bile buldum. Birine girip rastgele bir yeri okumaya başladım.

 

İlk başta çok farklı geldi. Bu hissiyatı Kuşadası’nda aldığım küçük kitabı okurken hissetmiştim; sanki bambaşka bir dilde yazılmış, efsunlu bir kitaptı. Okudukça beni içine çektiğini hissettim. Biraz daha okudum, biraz daha...

 

İçerikteki kelimeleri araştırdığımda çokça Arapça ve Farsça kelimeler içerdiğini fark ettim. Türkçe kısımlar beni zorlamasa da diğerleri alışık olmadığım şeylerdi. Anlayamadığım yerleri defalarca kez okudum, bilmediğim kelimeleri aratıp anlamını öğrenerek tekrar okudum.

 

Öyle bambaşka bir havası vardı ki... Daha önce zorla okuduğum kilisedeki İncil metinlerine ya da papazın samimiyetsizce anlattığı vaazlara hiç mi hiç benzemiyordu.

 

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Kafamı laptop’tan kaldırdığımda, etrafımdaki camlardan karanlığın giderek azaldığını ve günün doğduğunu fark ettim. Sabaha kadar bu kitapları okumuşum.

Toplasan belki birkaç sayfa anlamıştım ama bana öyle iyi gelmişti ki... Kutularca ilacın veremeyeceği bir şifayı vermişti.

 

Rahatlamıştım. Anlamlandıramadığım iyi bir his içimi kaplamıştı.

Sanki Mihri ile konuşmuş gibiydim.

 

Merak edip kitabın yazarını araştırdım:

 

> Bediüzzaman Said Nursî, 1878 yılında Bitlis’in Hizan kazasına bağlı Nurs köyünde doğmuş bir İslam âlimi ve yazardır. Gerçek adı Molla Said olan Nursî, parlak zekâsı ve güçlü hafızasıyla dikkat çekmiş, klasik medrese eğitimini üç aya sığdırmıştır. “Zamanın benzersizi” anlamına gelen Bediüzzaman lakabını kazanmıştır.

 

Esaret, sürgünler, zindanlar, defalarca mahkemeler… ama her defasında beraat.

Bugün ise onun eserleri artık kaziyye-i muhkemme, yani devlete göre dahi sorgulanamaz, yasal bir eserdir.

 

 

 

Her bir ayrıntı beni ayrı bir hayrete düşürüyordu. Belki de bu kitabı okurken Mihri ile konuşuyormuş gibi hissetmemin nedeni, onun da bu kitaplardan aldığı ışığı bana yansıtmasıydı.

 

Sabaha kadar bir dakika uyumamıştım ama kendimi yorgun hissetmiyordum.

Aksine, yıllardır dönüp durduğum uykusuz gecelerden çok daha dinç, çok daha huzurluydum.

 

Banyoya geçip soğuk bir duş aldım.

Bugün beni bekleyen yapılacaklar listesine, bu defa başka bir kalple hazırlandım.

 

 

---

Sabahki toplantıdan çıktıktan sonra Kian yanıma geldi.

“Bakıyorum, biraz daha toparlamış gibisin. Geçen masanda bıraktığım ilaç mı iyi geldi, yoksa?” derken yüzündeki gülümseme, durumuma sevindiğini ortaya koyuyordu.

 

Dudağımın kenarı hafifçe kıvrılırken yüzümde manalı bir tebessüm oluştu. Aklıma sabaha kadar okuduklarım geldi. Adımlarım asansöre yönelirken en üst kattaki odama çıktım ve getirilen yemekten birkaç kaşık yedim.

 

Satış personellerini denetlemeye gittiğimde, normalde hiç kulak asmadığım dedikodulardan biri bu sefer dikkatimi çekti. Fısıltıyla konuşuyorlardı ama ben hepsini duyuyordum. Genellikle bu tür şeylere kulak asmazdım, duymamış gibi yapardım ama bu seferki ilgimi çekti.

 

Erkek çalışanlarımdan biri, diğer kadın personele doğru fısıltıyla,

“Gördün mü? CEO gülümseyebiliyormuş.” diyordu.

 

Kadın ise şaşkınlıkla,

“Gerçekten mi? Daha önce hiç güldüğünü görmedim. O kadar sert, taş gibi duruyor ki duygularının olmadığını düşünüyorum bazen.” dedi.

 

Bir yandan kontrol ettiğim evrakları karıştırırken, diğer yandan bu sözler beni derinden sarstı. Çünkü anlatılan kişi ben değildim.

Ben böyle biri değildim... Hele papatyamın yanında hiç değildim.

 

O girseydi içeri, ben de gülerdim. O yanımda olsaydı, şimdi güneş doğardı bana. Etrafta çiçekler açardı. Ama benim güneşim gitmişti; o yüzden her yer kapkaranlıktı bana.

 

İşler yine üstüme üstüme gelirken, ikindiye kadar yapmam gereken bazı işleri ertesi güne erteleyebilmek için asistanımla konuştum.

“Biraz zor olur ama galiba yapabiliriz, Tarık Bey.” dedi.

 

Artık daha fazla bu ortamda durmaya dayanamadığım için hemen üst kata çıkıp üzerimi değiştirdim. Asansöre atladım ve en alt kata inmek için beşi tuşladım. Aynada kendime baktığımda bu görüntümü ne kadar özlediğimi fark ettim.

 

Üzerimde profesyonel motor ekipmanlarım vardı. Kaskımı taktığım için kimse beni tanıyamazdı. Motorumu da çok özlemiştim. Onu, Kuşadası’na gönderdiğim bir personel sayesinde buraya getirtmiştim.

 

Benim için motor, sadece bir araç değildi… o benim yoldaşımdı.

 

Asansörden gelen uyarı sesiyle geldiğimi fark ettim. Kapılar açıldığında normalde kapkaranlık olan koridor, cebimdeki özel kumandaya basmamla aydınlandı. Özel garajıma adımladım.

 

Siyah canavarımı görünce içimde çocukça bir sevinç doğdu. Yanına adımlarken kalbimin hızlı attığını hissettim. Ne zamandır dokunmamıştım ona. Selisini şefkatle okşadım, göstergelerini kontrol ettim. Anahtarımı takıp motoru ateşledim.

 

Üzerine çevik bir hareketle kolayca bindim ve gazı kökledim.

 

 

---

 

Güneş, son kızıllıklarını ufukta bırakırken yavaş yavaş gökyüzünden siliniyordu. Oturduğum bankın hemen yanına park ettiğim motoruma baktım, sonra etrafa göz gezdirdim.

 

Bulunduğum yer, daha önce hiç gelmediğim bir parkın en tepe noktasıydı. Buradan tüm parkı görebiliyordum. Kimi sevgililer el ele gezerken, bazı çocuklar bisiklet sürüyor; bazı aileler bebek arabalarıyla yürüyüş yapıyordu.

 

Nedense her mutlu aileyi gördüğümde aklıma Mihri geliyordu. İçim biraz daha sızlıyordu.

Şu sıralar ona o kadar ihtiyacım var ki…

 

Özellikle dedemin komaya girmesi beni iyice yıktı. Öyle bir hale geldim ki düşünemiyor, yapabileceğim şeyleri bile yapamaz oluyorum.

 

O gece, Mihri’nin nişan fotoğrafını gönderen numaraya defalarca mesaj attım.

Hiçbir yanıt gelmedi. Anlaşılan numara kapatılmıştı.

Birine araştırmasını rica ettim ama doğru düzgün hiçbir sonuç gelmedi.

“Bulamadık.” dediler.

Zaten üzerine düşecek hâlim de yoktu.

 

Her şey gözümün önündeydi ama ben kör olmuş gibiydim.

Ve artık bir çıkış yoluna çok ihtiyacım vardı.

 

Gözlerimi tekrar ufuk çizgisine diktiğimde, güneşin tamamen yok olduğunu gördüm.

Güneş bile bana seni hatırlatıyor, Mihri...

Öyle özledim ki seni. Öyle yakıyor ki aşkın kalbimi.

 

Her şeyin yalan olduğunu düşünüyorum.

O mesaj gerçek değil. Cengiz’in söyledikleri gerçek olamaz.

Olmamalı!

 

Eğer gerçekse bile...

Yumruğumu sıktım, ayağa kalktım.

Gerçekse bile yüzüme söyle. Gerçekten beni sevmediğini haykır!

Yoksa inanmayacağım.

Ve bu olayın peşini bırakmayacağım.

Ta ki sen, gözlerimin içine baka baka “seni sevmedim” diyene kadar.

 

Daha fazla orada oturmak istemedim. Kaskımı elime aldım, başıma geçirdim, eldivenlerimi taktım ve motoruma atladığım gibi gaza bastım.

 

---

Orijinal cami

---

 

Hemen şirkete dönmek istememiştim. Zaten zor bela çıkmıştım.

Biraz da çevrede turlamak istedim.

 

Burası daha önce pek gelmediğim bir bölgeydi, çok hâkim değildim.

Yerleşim daha sakindi, sokaklarda Türk simalarına daha sık rastlanıyordu.

 

Biraz daha ilerledim… Sonra bir ses geldi kulağıma.

Bir ses… öyle tanıdık ama bir o kadar uzak.

 

Motoru yavaşlattım, durdum, kaskımı çıkarıp kucağıma aldım.

Yüzüme vuran hafif meltemle birlikte kulaklarım, içime işleyen o ilahi çağrıyı duydu.

 

Ezan sesi.

 

Dedem anlatmıştı, ama Kuşadası’nda yaşadığımız yerde pek duyulmazdı.

Almanya’da da, ne oturduğum bölgede ne de şirket çevresinde hiç bu kadar yakından duymamıştım.

 

Ama şimdi...

Bu ses öyle yakından, öyle yankılı, öyle coşkulu geliyordu ki…

Sanki beni kendine çağırıyordu.

 

“Gel,” diyordu.

 

Ben de o davete uydum. Motoru hareket ettirmeden önce kaskımı arka kısımdaki kancaya bağladım.

Ve sadece o sese doğru sürdüm.

 

Birkaç sokak döndüm. Etrafta artık sadece sokak lambaları yanıyordu.

Son bir ara sokağa girdiğimde karşımda kocaman bir cami belirdi.

 

Motoru uygun bir yere park ettim, kaskı kilitledim.

Camiye doğru yürüyen kalabalığın arasına karıştım.

Sanki ayaklarım kendiliğinden gidiyordu; çağrılmış gibiydim.

 

Avlusu genişti. Sağ tarafta küçük bir kahvehane vardı. Herkes gibi ben de merdivenlere yöneldim.

Etrafımdakileri izliyor, onların hareketlerini sessizce taklit ediyordum.

Ayakkabılarımı çıkardım, diğerlerinin koyduğu gibi ahşap rafa yerleştirdim.

 

İçeri girer girmez, insanın içini ferahlatan bir koku sardı etrafı.

Az önce dışarıda duyduğum ses burada yankılanıyordu.

 

Bir anda, ana kapının yanındaki küçük ahşap kapı açıldı.

İçeri, bembeyaz bir cübbe giymiş, başında beyaz sarığıyla kendinden emin adımlarla yürüyen bir adam girdi.

 

Yüzü güleçti. 30–35 yaşlarında olmalıydı.

Onu gören herkes tebessüm etti, yol verdi.

O da en öne geçti.

 

Bir anda, ezana benzer ama farklı bir ses yankılandı camide.

O beyaz giysili adam, belli ki görevliydi.

Herkese bir işaret verdi, insanlar muntazam bir şekilde sıraya girdiler.

 

Ben de onları izliyordum…

Eğiliyorlar, kalkıyorlar, yeniden eğiliyorlardı.

Caminin içi, o sesle doluydu.

Sadece oturmak bile içimi rahatlatmıştı.

 

O an, zihnimde çok eski bir hatıra canlandı.

Çok küçüktüm…

Dedemle bir kere gelmiştik böyle bir yere.

Ama başka hiçbir deneyimim olmamıştı.

 

İçimde garip bir huzur vardı.

Ve zamanın nasıl geçtiğini anlamadan, cemaat dağılmaya başladı.

Bazıları dua için oturdu.

 

İmam, dua edenlere dönüp ellerini kaldırdı.

Ben de taklit ettim, doğru mu yapıyorum bilmiyordum.

Ama utanarak da olsa ellerimi kaldırdım.

 

Dışarıdan gören biri belki garipserdi, ama bilmiyordum… ve öğrenmek istiyordum.

 

Sonra beyaz giysili o adam yanıma doğru geldi.

Bana gülümseyerek Almanca konuştu:

“Hoş geldiniz.”

 

Başımı eğerek selamını aldım.

“Hoş buldum.” dedim.

 

“Bir çay içelim, vaktiniz var mı?” diye sordu.

“Olur.” dedim.

 

Siması Türklere çok benziyordu, sormadan edemedim:

“Türk müsünüz?”

Gülümsedi.

“Evet, nereden bildiniz?”

“Babam Türktü.” dedim.

 

“Aa, öyle mi? Maşallah.” dedi ve bir anda Türkçeye geçti.

“Hiç tahmin etmezdim.” dedi.

“Evet, yüzüm çok benzemiyor ama demek ki hemşeriyiz.”

 

“Bir çay içelim o zaman.”

 

 

---

 

 

Peşine takıldığım bu beyaz cübbeli adamın arkasından giderken, o kadar teslim olmuş hissediyordum ki… Neden onun peşine takıldığımı ve bu daveti hiç sorgulamadan kabul ettiğimi bile düşünmedim. O kadar sıcaktı ki, reddedemedim.

 

Bir yandan elimi cebime atıp telefonumu sessize aldım. Şu an kimse tarafından rahatsız edilmek istemiyordum; sadece bu ortamın büyüsüne kendimi kaptırmak istiyordum.

 

Beni odasına buyur ederken, “Zahmet vermeyeyim,” dedim. Kapıdan adımımı attığımda hemen bana doğru dönüp:

— “Olur mu öyle şey, estağfurullah. Zahmet ne demek?” dedi.

 

Konuşurken bir yandan da girdiğimiz odada, eski bir kanepenin önündeki ayaklı okuma sehpasının üzerindeki dağılmış kitapları topluyordu. Gözlerim kitaplara takıldı; her zaman ilgimi çekerdi. Aralarından bir tanesinin kırmızı ciltte olmasıyla, tekrar Risalelerle karşılaştığımı anladım. Kaderdi bu... başka bir açıklaması olamazdı.

Çekiliyordum o kırmızı kitaba.

 

Oda küçük ve kare şeklindeydi. Yerde geleneksel desenleri olan bir halı vardı. Köşede L şeklinde bir kanepe döşenmişti; duvara asılı rafların üzeri kitaplarla doluydu.

 

Bir köşede su ısıtıcısı, birkaç pet bardak, yanında birkaç mikrofon ve ufak bir ahşap dolap vardı. Galiba imam efendi burada dersler kaydediyordu. Okuma sehpasını biraz kenara çekip bana doğru döndü:

— “Buyurun, geçin.”

 

Başını sallayarak gösterdiği yere oturdum. O da tam karşıma, koltuğun diğer tarafına geçti. Sehpa sol tarafında kalmıştı. Gözüm, bıyıklarına takıldı. Karakterli ama yumuşak bir yüz ifadesi vardı.

 

— “İsmini sormadım kardeşim, kusura bakma.”

— “Tarık,” dedim.

— “Ben de Mehmet. Çok memnun oldum kardeşim.”

 

Uzattığım elimi sıkarken bile birkaç kez salladı. Çok dostaneydi. Sanki kırk yıldır tanışıyorduk ya da öz kardeşimdi. O kadar candandı ki hayret etmekten kendimi alamadım.

 

Sol tarafında kalan kitapların olduğu sehpayı göstererek sordum:

— “O kırmızı olan kitap… nedir o?”

Kitabı aldı, bana doğru uzattı:

— “Risale-i Nur. Kur’an tefsiridir.”

 

— “Evet, biraz araştırdım. Fakat bazı yerlerini anlayamadım.”

 

Gülümsedi.

— “Sor, lütfen çekinme. İstediğin her türlü soruyu sorabilirsin.”

 

Bunu öyle büyük bir rahatlıkla söyledi ki, bir süre şaşkın şaşkın yüzüne baktım. Bana uzattığı kitaba bakarken düşündüm: Bu kadar özgüven… bu kadar emin bir hâl… gerçekten her soruya cevap verebileceğini mi düşünüyor?

 

 

--

 

( Yazar notu; Lütfen sizde Risale-i Nurları mutlaka okuyun araştırın.

O kadar güzeller ki, hepinizin içinde kendini bulacağına, sorularının cevaplarını alacağına inanıyorum

Sormak istediğiniz bir şey olursa bana yazmaktan çekinmeyin. )

 

 

--

 

O sırada kettle’ın sesi geldi. Kettle’ı çalıştırmıştı. Birkaç dakika sonra bana uzattığı çaydan buhar yükseliyordu. Sohbet ederken zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Her cümlesi içime dokunuyordu.

 

İlk defa çayı bu kadar severek içmiştim.

 

Bir ara dayanamayıp sordum:

— “Tanrının varlığını bana ispat edebilir misin?”

 

Hiç zorlanmadan, sanki içinden taşan bir huzurla konuştu:

 

> “Kardeşim, bir iğne ustasız olmaz. Bir bina ustasız yapılmaz. Şu kâinat da kendi kendine olamaz. Her sanat, sanatkârını gösterir. Sen motor üreticisiydin değil mi? Eğer bir motorda en ufak bir parça eksik olsa, çalışmaz. Bu mükemmel düzenin de bir Ustası var — Allah’tır o.”

(Kaynak: 23. Söz)

 

 

 

Sözleri içime işledi. Sessiz kaldım.

 

Bir süre sonra kendi inancımdan bahsettim.

— “Ben Hristiyanlığı hiç anlayamadım. Özellikle Hz. İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğuna dair inanış bana hep çok garip gelmiştir.”

 

Başını hafifçe eğdi.

 

> “Elbette. Çünkü Allah birdir, doğmamış ve doğurmamıştır. Hz. İsa, O’nun sevgili bir peygamberidir. Bir mucizedir, evet; ama O’nun oğlu değildir. Güneşin ışığıyla aydınlanan ay gibidir, ışık ondan değil, Güneş’tendir.”

(Kaynak: İşaratü’l-İ’caz tefsirinden ilhamla)

 

 

 

Yutkundum. O kadar netti ki söyledikleri, hiçbirine karşı koyamıyordum.

Devam etti:

 

> “Senin kalbin, gerçeği zaten biliyor Tarık. Çünkü insanın fıtratına iman tohumu yazılmıştır. Tıpkı bir çekirdeğin içinde koca bir ağacın gizlenmesi gibi. Fırsat bulduğunda o tohum filiz verir.”

(Kaynak: 24. Söz)

 

 

 

O an, içimde bir şey kıpırdadı.

Yıllardır görmezden geldiğim bir sessizlik, şimdi yankı yapıyordu içimde.

 

Ben sadece dinlemek zorunda kaldığım kiliselerde hep soğuk duvarlara çarpmıştım. Ama burada, bu sade odada, sıcak çay kokusunun içinde ilk defa kalbim konuşuyordu.

Ve ben, sadece dinliyordum…

 

 

---

 

— Mihri’den

 

Öğretilmiş Çaresizlik

 

Bir de bu çaresizlik size çocukluğunuz itibarıyla itinayla öğretilmişse, işte o zaman işiniz daha zordur.

Bu çaresizliği yıkıp aşmak için çok büyük bir cesaret gerekir.

 

Hani anlatılan ufak bir örnek vardır ya; Afrika’daki küçücük çocukların, güçsüz bir ip ile dev gibi filleri nasıl kontrol ettiği...

O filler, çok küçük yaşta boyunlarına takılan kalın zincirlerle öğrenmişlerdir bu çaresizliği.

Küçükken öğrendikleri için, o zincirler onların zihninde kalıcı olmuştur.

 

Herkesin imtihanı başkadır bu hayatta.

Yanmadığın bir ateşin acısını bilemezsin.

Herkesin yandığı ateş, çektiği acı farklıdır.

 

Ben böyle bir ailede doğdum, böyle bir evde büyüdüm:

Birey olmanın, sınır çizmenin saygısızlık sayıldığı,

Tercihlerimin önemsenmediği,

Ve İslam’da asla yeri olmamasına rağmen kadına kötü davranılan bir evde.

 

Evet, bu İslam’da yoktu.

Bu, İslam’ı anlamayan insanlarda olan dar görüşlülüktü — “dindar” değil, “dini dar” insanların görüşüydü.

 

 

---

 

Peki ben böyle bir ortamda ne yapabilirdim ki?

Yeni yeni farkındalıklar kazanmışken…

Mesleğim yoktu, kendi hayatımı bir anda kuracak birikimim, param yoktu.

Hadi kapıyı çekip herkesi terk ettim diyelim — sokakta mı kalacaktım?

Gidip güvenebileceğim, yanında kalabileceğim kimse yoktu.

 

Böyle bir durumda insan bazen isyana sürüklenebiliyor.

Zaman zaman hepimizde olmuştur.

Ama unutmayalım ki; cennet ucuz değil, cehennem lüzumsuz değil.

Burası imtihan dünyası.

Dünyanın en zengininden en fakirine, kadından çocuğa, herkes bir şeylerle imtihan olunuyor.

 

Bu dünya rahat yeri değil; sefa sürmek için gönderilmedik.

Biz buraya Rabbimizi tanımak, farklı imtihanlardan geçerek O’nun isimlerini kendi üzerimizde okumak için geldik.

 

Evet, ne kadar bu hakikatleri bilsem de ve kendimi bu çerçevede geliştirmeye çalışsam da, ben de insanım.

İnsan bazen dayanamayacak gibi hissediyor.

Ama şu an… içimdeki alevler biraz da olsa söndü.

 

 

---

 

Bu, hastanede geçirdiğim üçüncü gecemdi.

Gece vaktiydi; herkes gitmişti.

 

Evet, “Neden yanında refakatçi yok?” diye sorabilirsiniz.

Ben istememiştim.

Kendi başıma kalmak istedim — zaten kimse de pek ısrar etmemişti.

 

O gün yine Cengiz’le çok da uzun olmayan bir konuşma geçmişti aramızda.

Başımı sağa çevirip, hemen yanımdaki komodinin üzerindeki su dolu vazonun içine konmuş gül buketine baktım.

 

Gülleri severdim.

Bana Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i hatırlatırlardı.

Sağ olsun, Cengiz sayesinde onlardan bile soğumuştum.

 

Güllere hitaben konuştum:

“Sizin bir suçunuz yok, biliyorum. Koparıldığınızda öldünüz.

Ve şu an içinde bulunduğunuz bu su dolu vazo, size lütuf değil.

Ne kadar güzel kokup gülüyor gibi gözükseniz de, içten içe gün geçtikçe daha da solup ölüyorsunuz.”

 

Komodinin üzerinde bir de gece lambası vardı; odada loş bir ışık hâkimdi.

Rahatsızca kıpırdandım; aynı yerde uzun süre uzanmaktan vücudum ağrıyordu.

İlaçlarımı yarım saat önce gelen hemşirenin getirmesiyle almıştım.

Yattığım yerden doğruldum, üzerimdeki pikeyi kaldırdım.

 

Tekrar güllere baktım:

“Ben sizin gibi koparılsam da, gülümseyerek hiçbir şey olmamış gibi durmak istemiyorum.

Beni koparmaya çalışıyorlar; var güçleriyle incecik dallarıma asılıp köklerimi topraktan ayırmaya çalışıyorlar.

Ama ben Allah’ın izniyle kopmayacağım.

Rabbimin yoluna sımsıkı tutunacağım; ondan umacağım, ondan isteyeceğim ve elimden ne geliyorsa yapmaya devam edeceğim.”

 

 

---

 

Evet, biliyordum; bu aile bir günde değişmezdi.

Belki hiç değişmeyeceklerdi.

Onların kendine göre bir düzeni, bir ahlakı vardı ve oturmuştu.

Benim onların değişmesini beklemem gereksizdi.

Kendimi değiştirmem gerekiyordu.

 

Öncelikle oyunu kurallarına göre oynamaya karar verdim.

 

Hazır annemler bana daha yumuşak davranıyorken,

Babam bile biraz sakinleşmişken, bu fırsatı değerlendirmeliydim.

 

Ayağa kalktım, yavaşça pencerenin önüne doğru yürüdüm.

Büyük pencere yalnızca üst kısmından, minik bir aralıkla açılıyordu.

Diğer taraflar kilitliydi; malum, bazıları bu pencerelerden atlayabilir diye.

 

Onlara karşı iyi davranmaya,

Tam da benden bekledikleri gibi, hiçbir şey olmamış gibi görünmeye karar verdim.

Hatta Cengiz’e bile artık daha yumuşak yaklaşacaktım.

Sert çıkmayacak, herkese yumuşak karşılık verecek ama alttan alttan üniversite eğitimime devam edecektim.

 

Çok net fark etmiştim:

Ben sesimi yükselttikçe onlar daha da sertleşiyor,

Ve bu çatışma yalnızca beni tüketiyordu.

 

 

---

 

Gözlerim, lacivertin en koyu tonundaki gökyüzünde bir yıldız aradı —

Benim yıldızımı.

 

Özlemiyle her gün dua ettiğim, Rabbimden hidayeti ve kavuşmayı dilediğim o yıldızı…

Bir süre baktım.

 

Ama yoktu.

Hiç dikkat çekici bir yıldız göremedim.

Belki hastane camındandı, belki etraftaki ışıklı binalardandı.

Ya da belki… yıldızım o gün papatya tarlasına gelmeyip, beni öksüz bırakmıştı.

 

Yatağımın yanında duran valizimin içine eğildim.

Hüma’dan getirmesini rica ettiğim defterimi aradım.

 

Oh, çok şükür koymuştu.

Bazı kitaplarım da yanımdaydı; elhamdülillah.

Onlar yanımda olunca kendimi daha güvende hissediyordum.

 

Defterin boş bir sayfasını açtım.

Gözlerim yine gökyüzüne kaydı.

Ve içimden geldiği gibi, o çok özlediğim yeşilin en koyu tonundaki gözlerin sahibine hitaben yazmaya başladım.

 

O gözlerde milyarlarca yıldız vardı.

O gözlerde ruhumu saran bir şeyler vardı.

Öyle anlamlı, öyle derin bakıyordu ki…

Tek bir bakışına dizelerce şiir sığdırabiliyordum.

Bir de gülümserse… yıldızların arasından bir ay yükseliyordu.

 

 

---

 

Yıldız

 

> Uzatsam hep soğuk ellerimi, tutup götürür müsün beni Yıldız?

Açsam kollarımı ardına kadar umutla, sarıp sarmalar mısın Yıldız?

Gecelerim karardı; başımı göğe kaldırdığımda siyahlıktan başka bir şey göremez oldum.

Ama sen hep oradasın, biliyorum Yıldız.

 

Özgürlük nedir? Sen özgür müsün Yıldız?

Bir gün ben de özgür olabilecek miyim?

 

İmkânsız olana mı âşık olunur, yoksa aşk mı imkânsızdır Yıldız?

 

Odamın penceresinden her gece bana göz kırpıyorsun ya…

Ah, kalbimi nasıl hızlandırıyorsun bir bilsen!

 

Halimi soracak olursan; tüm sevdiklerim giderken, ben korkularımla baş başa kaldım.

Üstüme falan ağırlıklardan çok bir hitap düştü.

Yoruldum Yıldız… yorgunum.

Omzuna başımı koyabilir miyim?

 

Özlemle, hasretle, umutla, hayallerle seni bekliyorum Yıldız.

 

Güçlü olmak nedir?

Herkesin kaldıramadığı ağırlıkları kaldırmak mı?

 

Ben güçsüz müyüm, Yıldız?

Güçlü nasıl olunur ki?

Ayrıca ben güçlü olmak zorunda mıyım?

 

Rabbim beni aciz ve fakir olarak yaratmadı mı zaten?

O değil mi güçlü ve kudretli olan?

Ben bu aciz hâlimle O’ndan istemeyecek miyim?

 

Bismillah diyerek, incecik çiçek kökleri taşları delip aralarından çıkmıyor mu?

Ben de bismillah deyip bu güçsüz hâlimle o taşları deleceğim, Yıldız.

 

Senin yokluğunda solmaya durmuş ama hâlâ umutla toprağa tutunmaya çalışan papatyam…

 

 

---

Ve bu gece bol bol Kur’an okudum, elhamdülillah.

Gerçekten Kur’an, maddi manevi bir şifaydı.

 

Tahmin ettiğim gibi, ertesi gün yine Cengiz’in geleceğini haber vermişti bana o güler yüzlü, ilgili hemşire. Gerçekten iyi biriydi; arada ufak bir muhabbet bile etmiştik. Güllerle geldiği gün, değerlerim daha kötüydü. Sağ olsun doktor hanım da “Hastamızı yormayalım,” diyerek çok fazla yanımda bulunmalarına müsaade etmemişti. Stres seviyemi yükseltip kalp atışlarımı hızlandıracak hiçbir şeye müsait değildim — bu da açıkçası işime gelmişti.

 

Ama biliyordum ki, benimle böyle birebir konuşma fırsatını Cengiz kaçırmazdı.

Bir de onların ayarladığı o özel VIP hastane odasında kalırken, hayatta kaçırmazdı.

Yalnız şunu bilmiyordu: Artık karşısında eskisi gibi bir Mihri bulamayacaktı.

 

Sabah gelen kahvaltıyı kendime zorla yedirdikten sonra aklıma Bükrâ’nın yaptığı elmalı kek geldi.

O zamanlar yediğim her şey ne kadar lezzetli geliyordu bana... Afiyetle yiyordum, iştahlıydım.

Şimdi o kavram benden ne kadar uzak…

Bir de onu Osmanlıca kursuna ben başlatmıştım.

Evet, kendim doğru düzgün katılamadığım kursa.

Bir yanım çok mahcuptu ama ne yapabilirdim? Elimde olmayan sebeplerle böyle olmuştu.

 

Sevde Dur ablamı daha çok özlemiştim.

Şu beni darlayan baskı çemberinden bir kurtulayım, ilk onun yanına gidecektim.

 

Sabah pijamalarımı değiştirip temiz kıyafetler giydim, eşarbımı da genişçe bağladım.

Tam o sırada kapım tıklatıldı.

 

— “Girin.”

 

İçeriye Cengiz girdi. Krem takım elbisesiyle, samimiyetten alabildiğine uzak yapmacık mimikleriyle odaya adım attı.

Daha girer girmez ağır parfümü odanın havasını boğdu.

İçimden “Ya sabır,” deyip Allah’a sığındım.

 

Aramızdaki sessizlik uzadıkça o rahatsız oldu.

Sonunda konuştu:

 

— “Nasılsın bakalım, nasıl oldun?”

 

Kesinlikle ona bakmıyordum.

— “Elhamdülillah, Allah’ın izniyle daha iyi olacağım.”

 

— “Hastane nasıl?”

Etrafa bakarken, ‘Burayı biz sana ayarladık’ demeye çalışıyordu.

 

— “Gayet iyi.” dedim kestirip atarak.

“Allah razı olsun… babandan.”

(Bilerek babası vurgusunu yaptım.)

 

Aklınca bana teşekkür ettirmek istiyordu.

Çok beklerdi.

 

— “Ne zaman taburcu olacaksın?”

— “Bunu doktoruma sorabilirsin.”

 

Bir an durdu.

— “Hep böyle mi olacaksın Mihri?”

 

— “Nasılım?”

— “Soğuk.”

— “Senin konumundaki birine nasıl olmamı bekliyorsun? Bana haram olan bir kişisin.”

 

— “Tarık’a da böyle miydin?” dedi.

 

Bir anda gözlerim çakmak çakmak kesilip onu buldu.

Dişlerimi sıktım.

Amacı belliydi: beni kızdırmak… ve bundan zevk almak.

 

— “Biliyorsun ki biz artık nişanlıyız.”

 

— “Böyle bir şeyi kabul ettiğimi hatırlamıyorum.”

 

— “Yani yakında resmen tekrar olacağız.”

 

— “Böyle bir şeyi de kabul etmedim.”

 

— “Neden?”

 

— “Şimdi uzun uzun bunu anlatmamı beklemiyorsun herhalde.”

— “Beklemiyorum.”

 

Cengiz’in sesi bu kez daha ciddiydi:

— “Bak Mihri…”

Sesi yumuşadı ama altındaki öfke hâlâ hissediliyordu.

“Gerçekten ben ciddi düşünüyorum. Niye bana inanmıyorsun?”

 

Sesi yükseldi.

“Yani inanman için ne yapmam lazım?”

 

— “Bir şey yapmana gerek yok.”

(Çünkü havada ters parende de atsa inanmayacaktım.)

 

— “Hayır, var. Ben ispatlamak istiyorum. Gerçekten duygularım değişti sana karşı.”

 

Camdan dışarıya, gökyüzüne baktım.

Keşke şu an bir kuş olup uçabilsem…

 

— “Bak gerçekten, yüzüme bak. Yüzüme bak Mihri… Gerçekten.”

— “Bak, gerçekten özür dilerim.”

Sesi bu kez tuhaf biçimde üzgün geliyordu ama yine de yüzüne bakmadım.

 

— “Seni o gün orada bırakıp gitmem… affedilir bir şey değil. Özür dilerim.

İstersen yanına gelip diz çökerek söyleyeyim, daha etkili olacaksa…”

 

Gözlerimi çevirdim, dudaklarımdan ufak bir nefes bıraktım.

Sabrımın sınırlarını zorluyordu.

 

— “Tamam,” dedim. “Tamam, daha fazla uzatma.”

 

— “Affettin mi beni?”

 

— “Benim affedip affetmem önemli değil.

Ne de olsa benimle alakalı kararları sen ve babam aranızda veriyorsunuz.

Yani benim söylediğim şeyin sizin için bir önemi yok.”

 

Cengiz’in sesi sertleşti:

— “Öyle değil! Gerçekten öyle değil.

Senin de ne düşündüğün önemli, tamam mı? Bana kızgınsın, haklısın da.

Ama bak, ilk seferdeki durumum farklıydı.

Bu olaylara başlarken ben de istememiştim ama babam…”

 

Sinirle “of” deyip kalktı.

Bir tur döndü, elleri belindeydi, öfkeyle adımlar atıyordu.

 

Sonra bana dönerek ellerini kaldırdı:

— “Babam, şirketin başına geçmek istiyorsan bu evliliği yapmam gerektiğini söyledi.

Anladın mı? Yani bana güvenmiyor.

Ancak evlenip barklanırsan oturaklı birisi olursun diyor!”

 

Bir an sustu.

— “Bak, bunları da anlatıyorum sana.”

 

Yüzüne baktım.

Gerçekten terlemiş, çaresiz duruyordu.

İlk girdiğindeki halinden çok farklıydı.

 

Ne demeliydim şimdi?

Kendi kendime söz vermiştim; kartlarımı kapalı oynayacaktım.

Ama şu an… ne yapabilirdim ki?

Açıkça reddetsem de bir etkisi olmuyordu.

Çünkü bildiklerini okumaya devam ediyorlardı.

 

Cengiz birden yüzünü elleriyle kapattı.

Sonra elini çekip, dik bir sesle konuştu:

 

— “Bak Mihri… Sana şöyle bir teklifim var.

Anlaşmalı evlenelim.”

 

 

---

– Tarık’tan

 

İmam Mehmet Bey’le sohbetimiz o kadar keyifli ilerlemişti ki, zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım.

Ezan sesi yeniden etrafta yankılanmaya başlayınca artık ayrılmamızın vakti gelmişti. Elimi sıkarken,

“Yarın cuma namazı var, mutlaka gel kardeşim,” diye sıkı sıkı tembihledi.

Ben de elini sıktım, bu güzel sohbet için teşekkür ettim ve motorumun yanına döndüm.

 

Sanki buradan hiç ayrılmak istemiyordum.

Burada öyle güçlü bir enerji vardı ki, tıpkı Mihri’nin yanında bulduğum o huzurun küçük bir yankısını hissettim.

 

Şirkete döndüğümde Kian’ı ofisimin kapısında beni beklerken buldum.

Oldukça kızgın görünüyordu; nerede olduğuma dair beni güzelce azarladı.

Çok da haksız sayılmazdı — çünkü ona hiçbir şey söylememiştim.

Ama o da beni biraz anlamalıydı; çok bunalmıştım.

 

Bu tarz konuları ona anlatmayı düşünmüyordum. Çünkü onda o maneviyatı, o sıcaklığı bulamıyorum.

Sonunda kendimce bir savunma geliştirip onu başımdan göndermeyi başardım.

Giderken yalnızca şunu söyledi:

“Sana önemli bir arama geldi. Müsait olduğunda geri dön. Babanın eski bir arkadaşı, Kenjiro Sato. Seni merak etmiş. Mutlaka dönüş yap,” diye tembih etti.

 

Üzerimdeki motor kıyafetlerinden kurtulup kendimi soğuk duşun altına attım.

Gün boyunca yaşadıklarımı düşündüm.

Sanki her şey bir film gibiydi…

Gerçek ama aynı zamanda gerçek dışı.

 

Mehmet Hoca’nın anlattıklarını tekrar tekrar zihnimde canlandırırken içimde hafif bir rahatlama doğdu.

Cebimden çıkardığım telefonu ofisin girişindeki kanepeye fırlattım.

Bazen o kanepede uyuduğum geceler oluyordu.

 

Üzerimi giydikten sonra, başımdaki havluyla saçlarımı kuruturken kanepeye oturdum.

Telefonumu elime aldım, ekran kilidini açtım.

Bir sürü cevapsız arama ve e-posta arasında, WhatsApp’tan gelen bilinmeyen bir numara dikkatimi çekti.

Numara Türkiye’den görünüyordu.

Bir sesli mesajdı.

 

Açtım.

İlk birkaç saniye boyunca yalnızca nefes sesleri duyuluyordu.

Sonra o ses…

Hiç de yabancı değildi.

 

Funda’ydı.

 

Sesi ağlamaklıydı.

“Özür dilerim… özür dilerim… gerçekten çok pişmanım Tarık Bey…” diyordu.

 

Ardından anlattıklarıyla içime bir taş oturdu.

Dedemle kaldığımız Kuşadası’ndaki evde, en son gün…

Dedemin ilaçlarından birini, para karşılığı anlaştığı kişilerin verdiği başka bir ilaçla değiştirdiğini itiraf ediyordu.

 

Sesi titriyordu.

Sesli mesajın tamamını donmuş halde dinledim.

Kaskatı kesilmiştim.

Neler oluyordu böyle?

 

Tekrar dinledim.

Ve tekrar.

Her seferinde üzerimdeki taş biraz daha çözülüyor, ama içimdeki fırtına büyüyordu.

 

Hemen Kian’ı çağırdım, ona da ses kaydını dinlettim.

Beni şaşırtan şey sadece Funda’nın söyledikleri değildi.

Kaydın sonunda, onu bu itirafa zorlayan kişinin adını söylüyordu.

Ve o isim…

Uzun zamandır duymadığım ama bir zamanlar her gün işittiğim bir isimdi.

 

Kian da şaşırmıştı.

Gözleri kocaman açılmış, yüzünde öfke ve şaşkınlık karışımı bir ifade vardı.

İkimiz de üzerimizdeki şaşkınlığı atmaya çalışarak hemen dedemin doktoruyla iletişime geçtik.

Durumu anlattık, ses kaydını ilettik.

 

Doktor da kaydı dinledikten sonra ciddileşti:

“Bu bilgi gerçekten çok önemli.

Doğru teşhis ve tedavi artık mümkün olabilir.

Ufak da olsa bir umut var,” dedi.

 

O an içimde bir sevinç yükseldi.

Bugün camiye attığım o adımın ardından, böylesi bir gelişme…

Beni tarifsiz bir mutluluğa boğmuştu.

 

 

---

 

Motorun üzerindeyim.

Başımda kask yok.

Ilık esen rüzgar saçlarımın arasından geçiyor, kollarıma dokunuyor.

İki tarafı da yemyeşil bir yolun ortasındayım.

Gidiyorum… gidiyorum…

 

Bir anda sağ tarafa dönüyorum.

Papatyaların içinde, çiçek gibi zarif bir kız…

Sesi kulaklarıma doluyor: huzur, sükûnet, dinginlik.

 

Yavaşlıyorum.

Duruyorum.

Önce motor, sonra kalbim duruyor.

 

Ve bana doğru koşuyor…

Çiçeğim.

Gülüyor.

 

Koşa koşa yanıma geliyor,

“— Söyle, Tarık… söyle!” diyor.

“Ne söyleyeyim?” diyorum gülümseyerek.

Elindeki Kur’an’ı gösteriyor.

“— Söyle…” diyor tekrar.

“Ne söyleyeyim?” diye ısrar ediyorum.

 

Gözlerinin içine bakıyor, gülümsüyor.

“La ilahe illallah, Muhammeden Resûlullah,” dediği anda…

Uyandım.

 

Ama bu öyle güzel bir rüyaydı ki…

Hani bazı rüyalar vardır, uyanmak istemezsin.

Devam etsin istersin, gözlerini tekrar kaparsın.

İşte öyle bir rüyaydı.

 

Ofisin girişindeki kanepeden doğruldum.

Etrafa baktığımda günün doğduğunu fark ettim.

Uyku zaten tutmazdı artık.

 

Hazırlandım.

Asistanımdan önce programımı kontrol ettim.

Mehmet İmam’ın davetini hatırladım; mutlaka gitmeliydim.

İşlerimi toparlayıp erkenden bitirmeye çalıştım.

 

Ama içim kıpır kıpırdı.

Yerimde duramıyordum.

Neyi bekliyordum ki?

Neden gitmiyordum?

 

İmam’ın yanına gitmeliydim.

Mihri rüyamda bana söylememiş miydi zaten?

İhtiyacım olanı…

 

Neyi erteliyordum?

Yoksa korkuyor muydum?

Müslüman olmaktan, “yapamam” diye mi?

Belki yaşayamam, ağır gelir diye mi?

 

Ama niye ağır gelsin ki?

Niye?..

 

 

---

 

---

 

Artık yerimde daha fazla duramadığım için namaz vaktinden önce camiye gelmiştim.

Avluya girdiğimde, şadırvanda abdest alan sarışın bir çocuk dikkatimi çekti. Bir yerlerden tanıdıktı sanki. Adımlarım yavaşlarken bir yandan da ona dikkat kesilmiştim. Yaklaştıkça yüzü daha da tanıdık gelmeye başladı. Ve bir anda başını çevirdi... Bu Bartu’ydu.

 

Yanına yaklaşıp arkadan hafifçe ensesine vurdum.

“Kim o, bana vuran?” diye sinirli olduğum tarafa baktığında,

“Aaaaaa, vay be! Burada senle mi karşılaşacaktık!” diye hemen kalktı.

Islak yüzü ve kollarıyla bana sarıldı. “Özlettin kendini ya!” dedi.

“Sen de,” diye yanıtladım.

 

“Ne işin var, hayırdır buralarda?” derken yine her zamanki gibi yayık yayık gülümsüyordu.

Ben dedim, heyecandan kalbim küt küt atıyordu.

Bir an, ağzımdan çıkacak sözcükleri zihnimde tarttım. Sonra tek nefeste söyledim:

“Müslüman olmaya geldim.”

 

Gülümsemesi dondu. Şaşkınlığı gözlerinden okunuyordu. Bir anda “Allah!” diye haykırdı ve bana tekrar sarıldı.

Sıkı sıkı... Tekrar, tekrar, en az beş kere sarıldı.

Ben de karşılık verdim.

“Hadi, hadi gidelim o zaman içeriye,” dedim. Başımı salladım.

 

Birlikte caminin kapısına yürüdük.

İçeriye, yine aynı heyecanla girdim — hatta daha da fazlasıyla.

Dün misafir olduğum odanın kapısını tıklattım.

Göz ucuyla yanımdaki Bartu’ya bakınca, dışarıdan benden daha heyecanlı görünüyordu.

 

Birkaç dakika sonra, yine güler yüzüyle Mehmet imam kapıyı açtı.

“Oo, hoş gelmişsin Tarık kardeşim,” diye elimi sıktı.

“Yanında misafir de mi getirdin?” dedi. Tam Almanca konuşacaktı ki Bartu atladı:

“Hemen kelime-i şehadet getirtin hocam!”

 

Mehmet hoca bir bana, bir Bartu’ya baktı. Sonra,

“Yoksa...?” derken yüzü daha da aydınlandı.

“Evet,” dedim başımı sallayarak. “Müslüman olmaya karar verdim.”

“Maşallah!” derken sesi gerçekten çok içtendi, hatta yüksek çıkmıştı.

 

“Buyur, buyur geç,” diyerek kenara çekildi.

Bartu’yla içeri geçtik.

Mehmet hoca tam karşımıza oturdu.

 

“Öncelikle şunu söylemek istiyorum Tarık kardeşim,” dedi.

“İslam bir yaşam biçimi değil, İslam yaşamın ta kendisidir.

Evet, İslam’a girdiğinde belli kurallar olacak; bazı yasaklar, bazı özgürlükler var.

Ama hiçbir kısıtlama boşuna değil.

Hepsi bizim iyiliğimiz, hem maddi hem manevi hayatımız için.

Emin ol, hiçbirisi öyle yapılmayacak zorlukta şeyler değil.”

 

Onu dikkatle dinlerken başımla tasdik ediyordum.

 

“Peki,” dedi, “kim bu kadar net karar vermene sebep oldu?”

Tebessüm ettim.

Anlamlı anlamlı güldü. “Kim bu nasipli hanım kızımız?”

Nereden anlamıştı ki?

 

Tekrar Mehmet hocaya baktım. “Yüzünden okunuyor,” dedi içimi duymuş gibi.

“Ben de kızın abisiyim,” diye dahil oldu muhabbete Bartu.

“Hmm... Rızan var mı senin?” derken Mehmet hoca takılıyordu.

“Yani elim ensesinde hocam, ilk ters hareketinde patlatacağım.”

Mehmet hoca güldü.

 

“Seviyorsun belli ki,” derken bana döndü.

“Sevmek güzel… Hele de Resûlullah gibi sevmek.

Ne buyuruyor Hz. Âişe validemize? ‘Beni seviyor musun?’ diye sorduğunda,

‘Kördüğüm gibi… ilk gündeki gibi,’ diyor.

Onu örnek alsak, değil mi Tarık kardeşim, ne kadar güzel olur.

İnanıyorum ki böyle güzel bir hayra vesile olan hanım da güzel bir insan.

İnşallah ikinizin de çok hayırlı bir evliliği olur.”

 

Bu cümleleri dinlerken biraz duygulandım.

Olur, olur da... değil mi, olacaktı! Olacaktı ya!

Bak, ben Müslüman da oluyordum. Biz birlikte olacaktık.

Yalan da, onlar yalandı artık.

Daha da inanıyordum, çözülecekti tüm düğümler… çözülecekti!

 

Kendi içimde tekrarladığım bu fısıltıları dışarıya söylemedim.

Başımı salladım.

“Ama,” dedim, “benim ilk gayem ve niyetim kendi Yaratıcımı bulmak.

Ve O’nunla doğru bir ilişki kurmak.

Ben yolumu arıyorum… ve dinimi.

Ama buldum derken, buldum!”

 

Gülümsüyordum. İçim içime sığmıyordu.

Küçücük bir çocuk gibi mutluydum.

 

“O zaman benimle beraber tekrar et,” dedi Mehmet hoca.

“Allah’ım, çok duygusalım,” derken Bartu’nun sesi titriyordu.

“Tamam,” dedim.

 

Büyük bir ciddiyetle gece rüyamda Mihrinur’un bana söylediği kelimeleri hatırladım.

Karşımdaki Mehmet hoca değil de sanki oydu.

Ruhen o söylüyordu bana.

Tıpkı rüyada söylediği gibi...

Ve ben de tüm kalbimle tekrar ettim:

 

Eşhedü en lâ ilâhe illallah, ve eşhedü enne Muhammeden resûlullah.

 

Bu iki tılsımlı cümleyi kurduğum anda gönlümün etrafındaki paslı zincirler açıldı.

Sırtımdaki ağırlıklar kalktı.

Ayaklarımı dolayan ipler çözüldü.

Gözlerim doldu, yanaklarımdan süzülen ince su şeritleriyle ağladım.

İçimden... içindi bu gözyaşları.

 

“Maşallah kardeşim, mübarek olsun!” derken heyecanla ayağa kalktım.

Mehmet hoca da kalktı, beni coşkuyla sıkı sıkıya kucakladı.

“Artık tam kardeş olduk,” dedi.

“İslam kardeşiyiz artık. Sen tüm Müslümanlarla kardeşsin; dünyanın dört bir yanındaki müminlerle din kardeşisin.”

 

“Allâh’ım...” dedim.

“Allâh’ım... Allâh’ım... Allâh’ım...”

 

Evet, artık ben de “Allâh’ım” diyordum.

Sana böyle sesleniyorum, Yaratanım.

 

“Tutma kardeşim kendini, tutma,” derken Mehmet hocanın da ağladığını fark ettim.

“Ağla kardeşim, mutluluktan ağla.

Sen kurtuldun Allah’ın izniyle.

Rabbim sana hidayet nasip etti.

Bugün senin yeniden doğuşun.

Şükret kardeşim, Elhamdülillah de.”

 

“Elhamdülillah,” dedim.

“Elhamdülillah...”

 

Yanımda bekleyen Bartu salya sümük olmuştu.

Mehmet hocanın uzattığı peçetelerle burnunu sildikten sonra bana tekrar sarıldı.

“Tebrik ederim... İnan, o kadar sevindim ki...”

Ağlıyordu. Gözyaşları tişörtümü ıslatmıştı.

 

Ben de ağlıyordum.

Artık kendimi tutamıyordum.

Hıçkırıklarımdan utanmıyordum.

 

Tebrikleri aldıktan sonra odadan çıktım ve yürümeye başladım.

Kıbleye doğru yürümeye, Rabbime doğru yürümeye...

Adım adım, Ona koşmaya...

 

Adımlarım hızlandı. Koştum.

Ve en ön safta, dün izlediğim o diğer kişiler gibi secdeye kapandım.

Ağladım.

Şükürden ağladım.

Yeniden doğuşumun mutluluğundan ağladım.

 

 

---

Nasıl buldunuz?

Ağladınız mı?

Çünkü ben ağladım çok duygusalım bugün ya elhamdülillah sanki yeniden Müslüman olmuş yeniden doğmuş kadar mutluyum 🥹

Sizlerden ricam lütfen aynı bu bölümdeki gibi siz de sanki ilk defa camiye gidiyormuş gibi ilk fırsatta bir camiye gidin.

İlk defa namaz kılıyormuş gibi tefekkürlü heyecanla bir namaz kılın ve ellerinizi açık dua edin 🥺🤲🏻🌼

Bölüm : 06.11.2025 23:41 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...