34. Bölüm

26.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

Mihrimah Altun
aydaki_yazar04

Selamünaleyküm papatyalar 🌼

Evet yeni bölüm ile sizlerleyim.

Hepiniz güzel dualarına talibim 🥰🤲🏻🫂

WhatsApp kanalımız açıldı 🥳

Eğer henüz katılamadı iseniz Instagram'dan benimle iletişime geçebilirsiniz.

--

@aydaki_yazar04

 

--

 

Bu bölümün ruhuna uygun olduğunu düşündüğüm bir Nasheed bırakıyorum. 🎧

---

 

---

 

 

Mihri’den

 

Hani bazen hiç beklemediğiniz bir durumla karşı karşıya kalırsınız ya… Ne diyeceğinizi bilemezsiniz. En mantıklısını söylemeye çalışırsınız, en zekicesini söylemeye… Ama aklınıza hiçbir şey gelmez.

 

İşte ben şu anda, karşımda bana gerçekten daha önce onda hiç görmediğim kadar mahcup, bir o kadar da yardım etmek ister gibi bakan Cengiz ile karşı karşıyayım.

Ve bana söylediği şey şu: “Anlaşmalı evlenelim.”

 

Ben ne diyecektim? Karşımdaki ne diyordu?

Ben ısrarla istemediğimi söyledikçe o da bir o kadar ısrarla — hatta daha çok, takıntılı denilebilecek bir şekilde — bu konuda inat ediyordu.

 

Ama az önce söylediği bir cümleyi ilk defa duydum:

“Babam, eğer seninle evlenmezsem oturaklı bir adam olduğuma inanmadığı için bana şirketi vermiyor.”

 

Yani aslında Cengiz, bir noktada babası yüzünden bu duruma sürüklenmişti.

Ama bunu şimdiye kadar bana ne böyle izah etmişti ne de hissettirmişti.

En başında sanki benimle eğleniyormuş gibi davranırken, nikâh günü nikâha gelmemesi…

Hatta gelmeme nedenini tenezzül edip iki aileye de, bana da söylememesi cabasıydı.

 

Kaldı ki babamın o aileye karşı aşırı affediciliği, müsamahası da işin tuzu biberi olmuştu.

Aslında derdimiz, onlarla aile bağı kurup servetlerinden faydalanmaktı.

Ama babam öyle bir affedicilik maskesi takmıştı ki, tekrar birleşmemiz için elinden ne gelirse ardına koymuyordu.

 

Daha Kuşadası’ndan eve gelirken bile, o düğünde Cengiz’le karşılaşacağımı biliyordu.

Ve bu karşılaşmaları kasıtlı olarak denk getiriyordu.

Onlara göre, Cengiz’le evlenmediğim sürece daimi bir utanç kaynağıydım.

Sanki neden terk edildiğim değil de, niye terk edildiğim bile leke sayılıyordu.

Sanki onu ben terk etmiştim, suç bendeydi.

 

Ama tabii ki mantıksız insanlara mantıklı bir şey anlatmak, mantığa yazık etmek gibidir.

 

> “Haksızlığı hak zanneden adamlara karşı hak dava etmek, hakka bir nevi haksızlıktır.”

Mektubat, 48. Mektup

 

 

 

İşte şu an yaşadığım durum tam da bu.

 

Babamın, beni hastaneye kaldırırken bile hemen Cengiz’i ve onun babasını aramasından ne yapmaya çalıştığı çok belliydi.

Her fırsatta aramızı yapmaya uğraşıyor, benim yokluğumda da çevremizle yeniden birleşeceğimiz hakkında konuşarak kötü dedikoduları gidermeye ve “olumlu” bir ortam oluşturmaya çalışıyorlardı.

 

Yani onların istediği gibi bir yerden bakarsam, her şey “iyi” gidiyordu!

 

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım.

Bir an farklı bir ortamda olduğumu hayal ettim.

Çünkü şu an Cengiz’e bakmak bile istemiyordum.

 

Onu gördükçe moralim iyice bozuluyor; vücudum, sinirle ve stresle öyle bir kasılıyordu ki doğru düşünemez hale geliyordum.

Eğer şimdi tekrar, aynı şekilde “Hayır, istemiyorum! Asla seninle evlenmeyeceğim!” dersem, Cengiz yine vazgeçmeyecekti.

 

Yani bunun adı ne olursa olsun — takıntı mı, hırs mı, yoksa sadece şirket sevdası mı — o bu durumdan vazgeçmeyecekti, bu çok belliydi.

Aralıklı aralıklı gelip benimle konuşacak, beni ikna etmeye çalışacak, belki de zorlayacaktı.

 

Bir de kabul etmediğimi birkaç gün sonra, taburcu olduğumda ailem de öğrenecekti.

Ya bana soracaklardı ya da Cengiz’den duyacaklardı.

O zaman da babam, “büyük çabayla hazırladığı bu güzel ortamı” bozduğum için kim bilir bana neler çektirirdi…

 

En mantıklısı şu an sessizce, onların istediğini yapmaya ikna olmuş gibi davranmaktı.

 

Gözlerimi açtım.

“Yâ Rabbi, sen bana yardım et…” diye mırıldandım.

 

Artık volta atmaktan sıkılmış, tekrar koltuğa oturmuştum.

Cengiz ise öne doğru eğilmiş, dirseklerini dizlerine dayamış, ellerini birbirine kenetlemiş bir şekilde bana bakıyordu.

 

Ona döndüm.

“Peki,” dedim. “Ama şartlarım var.”

 

Bir anda yüzü aydınlandı.

Güldü… ama nasıl tarif edebilirim ki?

Sevinçle, coşkuyla değil.

Sanki “Bak, seni de ele geçirdim. Nasıl da kabul ettirdim kendimi sana,” der gibi…

Çirkin, kulaklarımı kanatırcasına bir gülüştü bu.

 

“Söyle Mihri Hanım,” dedi.

“Tüm şartlarını kabul ediyorum.”

 

Şu gülüşü bile, benim anlatamadığım pek çok kelimeyi özetliyordu.

Nasıl da keyiflenmişti… Biraz önce özür dileyen kendisi değilmiş gibi, mazlum gibi gözükmeye çalışan o değilmiş gibi. Çünkü biliyordum, rol yapıyordu. Amacı sadece beni elde etmekti. Bunu istiyordu.

 

Şu kelimeleri dudaklarımın arasından söylemek bana ne kadar ağır bilemezsiniz… O kadar ağır ki, yüreğim ezildi altlarında.

Ben istemediğim biriyle, sevmediğim bir yürekle evlenmeyecektim.

Hele de karşımda, dakikalar içinde maskeler değiştirmekte usta olmuş, takıntılı bir psikopat varken…

Hayatımı onunla geçirmeyecektim. Yakmayacaktım gençliğimi.

İstemiyordum.

 

Direnmiştim.

Bu inancım için uğraşmıştım, kaçmıştım.

İşte kader dönüp dolaşıp yine aynı yere gelmiş gibi hissetsem de, öyle değildi.

Biliyordum, aynı yerde değildim.

Ve şu anda aynı kişi değildim.

 

Artık aynı durumu yaşamayacaktım Allah’ın izniyle.

Ben Rabbime dayanıyorum ve yalnız O’na güveniyorum.

 

Yüzümü duvar kadar tepkisiz tutarak, buz gibi bir sesle konuştum:

 

> “Şartım, bana yaklaşmayacaksın.

Beni bunaltmayacaksın, asla rahatsız etmeyeceksin.

Hiçbir şey istemiyor ve beklemiyorum.

Sadece ikimizin de ailesine aramızın olumlu yönde olduğunu, nişanlı olarak devam edebileceğimizi söyle ve o hissiyatı oluştur.”

 

 

 

Amacım biraz olsun babamın ve ailemin bana oluşturduğu dikenli telleri aşmaktı.

Biraz olsun o baskıyı yumuşatmak…

Ve onların artık ‘Mihri ikna oldu, dediğimizi yapıyor’ diyerek beni serbest bırakmalarını sağlamaktı.

 

Eğer biraz olsun özgür kalabilirsem, bir şeyler yapabilirdim.

Teyzeme ulaşabilirdim, Bartu abime ulaşabilirdim…

Bir şekilde bu işin içinden kurtulmak için bir plan yapabilirdim.

 

Ama şu an biraz da olsa alana ihtiyacım vardı.

Özgür bırakıldığım bir alana.

Bunu da ancak, onların istediği gibi birine bürünmüş gibi yaparak sağlayabilirdim.

 

Ama derken, Cengiz ifadesini toplayarak daha ciddi bir şekilde bana döndü.

 

> “Birlikte katılmamız gereken etkinlikler olabilir.

Neticede sen alelade birinin nişanlısı olmayacaksın.”

 

 

 

Derken, takım elbisesinin ceketini düzeltti.

 

> “Borsanların müstakbel gelini olacaksın.”

 

 

 

“Biliyorum.” dedim. “Gerekli durumlarda ben de gelir, rolümü oynarım. Ama o kadar.”

 

> “Sana özel bir ev, araç ve şoför ayarlayabilirim.

O evden kat kat rahat edersin.”

 

 

 

Bunu söylerken dudağının bir kenarı alayla yukarı kıvrıldı.

Güya bana acıyordu, bana yardım elini uzatıyordu.

Yüreğinin iyi olduğunu bana inandırmak istiyordu.

Biliyordu evde baskı gördüğümü, bu hallere boşuna düşmediğimi…

 

Akılsız değildi Cengiz; sadece ona verilen zeka nimetini kötü kullanmayı seçmiş biriydi.

 

“Kalsın.” dedim sert bir şekilde.

“Senden hiçbir şey istemiyorum.”

 

Dudak büker gibi baktı.

 

> “Neden? Nişanlınım ben. Bir nişanlı olarak bu kadarını yapabilmeliyim.”

 

 

 

Tam cevap verecektim ki, bir anda içeriye:

 

> “Mihriiiiiii! Nasıl oldun bakalım şekerim?”

 

 

 

diye cıvıldayarak giren Derya’yı görmemle sustum.

 

Bacaklarına saran siyah, ten rengi ince çorabın üzerine giydiği diz kapaklarında biten kırmızı elbisesi, kalın askılarıyla vücuduna tam oturmuştu.

Sağ omzuna astığı parlak çantasıyla içeri girdiğinde bir eliyle saçlarını arkaya savurdu.

 

Burnu havada bir tavırla beni baştan aşağı süzüp:

 

> “Vah vah, pek kötü gözüküyorsun.”

 

 

 

“Elhamdülillah, gayet iyiyim.” dedim net bir şekilde.

Sinirlerimi kontrol etmeye çalışıyordum.

 

Hayır yani… Şimdi bu niye gelmişti, ne alaka?

Bir de içeri girişini görseniz…

Sanki kırk yıllık samimi dostum!

Şu hiç samimi olmadığını halde gereksiz samimiyet gösteren insanlardan ayrı bir sinir kapıyorum.

 

Hemen içerideki refakatçi koltuğunda oturan Cengiz’e döndü.

Bir anda ifadesi gözle görülür şekilde değişti.

Kendini sevecen yapar gibi, yapmacık bir şekilde kahkaha attı:

 

> “Aaaa, sen de mi buradasın Cengiz! Ne tesadüf!”

 

 

“Nişanlımız ziyarete gelmez miyim?” derken Cengiz’in gözü benden bir saniye bile ayrılmamıştı.

Sanki şu an evlenmişiz gibi davranıyordu.

Ya Rabbim, sen bana sabır ver… Gerçekten daraldım burada.

 

Yüreğimi alıp, sanki birisi eliyle sıkıyor, sıkıyor…

 

Derya’nın gözü ise Cengiz’i gördükten sonra başka bir şey görmüyordu.

“Ah, dışarı çıkarken de hiç aynaya bakmadım, nasıl olmuş üstüm?” derken, etrafında bir tur dönüp Cengiz’in onu beğenip iltifat etmesini bekliyordu.

 

Ve en iğrenci, biraz daha sağ tarafına kusacaktım…

Önümdeki manzarayı izlerken içimden söylendim.

 

Derya, bildim bileli Cengiz’den hoşlanıyordu çocukluğumuzdan beri — ama bunu asla söyleyemedi. Hatta hâlâ inkâr ediyordu.

Bir kere söylemişti ama çok küçüktük o zaman.

Sonra bizim nişan işleri olunca, ben ona istemediğimi, Cengiz’i sevmediğimi söyledim.

Yani onun yoluna çıkmak gibi bir derdim yoktu.

 

Ama o aksine, “Hayır, tabii ki yok öyle bir şey,” diyerek sürekli inkâr etti.

Oysa bütün davranışları zaten gerçeği ortaya koymaya yetiyordu.

 

“Benim biraz dinlenmem gerekiyor, kalbim rahatsızlandı.” diyerek hemen yanımda bulunan hemşireyi çağırma butonuna bastım.

Şu an ancak bu ortamdan böyle çıkabileceğimi düşündüm.

 

İçeriye giren, tatlı gülümsemeli hemşire durumu anlamış gibiydi.

“Hastamızı biraz yalnız bırakalım, dinlenmesi lazım. Kontrollerini yapacağım.” diyerek Cengiz ve Derya’yı dışarı çıkardı.

 

Ona bakıp gülümseyip göz kırptım, o da aynı şekilde göz kırptı.

İşte bazı insanlar var; ufacık bir hareketinizden bile sizi anlarlar.

Bazılarıysa yüzüne haykırsanız bile anlamazlar — ya da anlamak istemezler.

 

 

---

 

Birkaç gün sonra

 

Taburcu olduktan sonra evde beni kısmen daha sıcak bir ortam karşıladı.

Artık annem benimle daha çok ilgiliydi, kardeşlerim daha mutluydu.

Onlar zaten en ufak şeye mutlu oluyorlardı da, babam çok fazla benimle muhatap olmuyordu.

Bu bile bana yetiyordu.

 

Sofralarda birlikte otursak da ya açılan bir video, ya da farklı bir ses yüzünden kimse birbiriyle konuşmak zorunda kalmıyordu.

Tabii bu dönemin “rahat geçtiğini” söylemek zor…

 

Hastaneye kaldırıldığımda kafam rahattı; en azından tek kişilik bir odadaydım.

Şimdi ise benim hastaneye kaldırıldığımı duyan komşular, tanıdıklar, annemle babamın çevresi ve sık sık da Cengiz’in ailesi bizi ziyarete geliyordu.

Günde üç ayrı posta misafir ağırladığımız oluyordu.

 

Bir bulaşık bitiyor, diğeri başlıyordu.

Bulaşıkların içinde yüzmekten odama bile doğru düzgün uğrayamıyordum.

Elhamdülillah, namazlarımı kılıyordum.

Bir de her fırsatta bol bol dua ediyordum.

 

Bulaşık yıkamak şu yönden iyiydi:

Ağladığımda kimse görmüyordu.

Sessiz sessiz yaşlar gözlerimden akıyor, koluma damlayan su damlacıklarıyla birlikte siliniyordu.

 

 

---

 

Ben fark etmeden Ağustos’un sonlarına gelmiştik bile.

Normalde yaz; neşe, sevinç, coşku ayıdır ya…

Benim için sadece sıcaklığın, yüreğimdeki hasretle birleşip daha da kavurduğu aylar oldu.

 

Artık yavaş yavaş sonbahara kavuşurken, biraz olsun benim için yeni bir kapı açılmasını istedim.

Ve gece teheccüde kalkıp namazımı kıldım.

 

Sonra herkes uyuduğu için, özümü görecek içimde biriken gözyaşlarını serbest bıraktım.

Sessiz sessiz ağlıyordum içime içime.

Sadece gözlerimden, içimde biriken acının ızdırabı damlıyordu avuçlarıma.

 

“Rabbim,” dedim,

“Ben onu çok özledim.

Sen kavuştur.

Sen onun gönlüne önce Senin aşkını, sonra da benimkini yaz.

Sen bizleri buluştur, kavuştur.

Yalnız Sen yaparsın.

Senin gücün her şeye yeter.

Senden umuyorum Ya Rabbi.

 

Sen ‘Kulumun zannı üzereyim’ buyuruyorsun ya,

Ben de bizi kavuşturacağını zannediyorum Allah’ım…”

 

Dua uzayıp giderken göz kapaklarımın uykusuzluğa dayanamayarak kapanmaya başladığını hissettim.

Avuçlarımı yüzüme sürüp seccademi toplayarak kalktım.

Seccademi katlayıp her zaman koyduğum sehpanın üzerine yerleştirirken gözüm masaya ilişti.

 

Çekmeceden o benim vefadar defterimi çıkarttım.

Ve bu sefer satırlara döktüm içimi.

Kalemle konuştum, kâğıtlara akıttım bir bir…

 

Şiir desem, tam şiir değil…

Şiir denemesidir belki.

Ya da bu, benim tarzım: Mihrice şiirler.

 

 

---

 

Mihrice Şiir 🌙

 

Yüreği cayır cayır yanmayan,

Hiç “özledim” demesin.

Özledim Allah’ım, çok özledim.

 

Geceleri karanlık çökünce,

Gözlerimi diker karanlığın içine arar dururum.

Nerede benim yıldızım?

 

Özledim, özledim…

Yolları gözler dururum.

Nerede benim sevdiğim?

 

Yokluğunda ellerim gibi yüreğim de buz kesti.

Kalbim atmayı bırakıyordu.

Neredesin yarim, özledim…

 

Elimden bir tek dua geliyor — Rabbim’den istemek seni.

Başka ne yapabilirim ki, bu tutsak hâlimle?

Ama en büyük tutsaklık,

Yüreğinin yarımına olan tutsaklıkmış…

 

Gözlerin, gözlerimin önünden hiç gitmiyor ama

Onlara özgürce, doya doya bakabilmeyi ne de çok isterdim.

 

Sen gülüyorsun ya,

Geceme ay doğuyor sevgilim.

Gel…

Milyarlarca yıldızın arasından tanı beni.

Gökyüzüne uzanan elimi tut,

Çek beni bu yalnızlığın ortasından.

Çıkar, kurtar, götür beni yıldızım…

Özledim, özledim.

 

 

---

 

Özlemek nedir diye sorsalardı bana, bilmezdim.

Şimdi özlemin alevlerinde yanarken, hasretin burnumda tüter.

Hatıralarımız ufak nefesler olur yorgun yüreğime,

Gayrısı tüketir ruhumu.

 

Kavuşuruz değil mi, sevdiğim?

Sen gecenin karanlığında milyarlarca yıldızın içinde,

Ben ise yeryüzünde milyarlarca insanın içinde…

 

Bu hasretin vuslatı ne zaman gelir sevdiğim?

Alevler içinde kavrulurken, dudaklarımdan tek kelime dökülmez.

İçimden tekrarlarım:

Sabır… sabır… sabır…

 

Gel de bitsin artık bu hasret.

Dinsin içimdeki özlem.

Gel, vuslatım ol.

Gel, sevdiğim.

Özledim… özledim… özledim.

 

 

---

Ertesi gün, rutinimiz aynen devam ediyordu.

Ama içimde bir farklılık vardı; hayat yeniden küçük adımlarla düzene giriyordu. Her sabahın kendine has bir umudu vardı artık.

 

Hümanın öğretmeni anneme bir mesaj çekmişti. Hüma ortaokula gidiyor ve okul çıkışı Kur’an kursunda onlara yönelik bir eğitim verilecekti. Küçük bir şey, yalnızca 2,5 saatlik. Annem de isterse kayıt yaptırabileceği bilgisini paylaşmıştı.

 

Bana değişiklik olurdu en azından; her gün dışarı çıkabilirdim.

Ertesi gün ortaokuldan Hüma’yı alıp, hafızlık kursumun yolunu tuttum. Çok uzak değildi ama evdekiler biraz evhamlıydı; Hüma’yı mutlaka annem veya benimle göndermek istiyorlardı. Tek başına gidemezdi.

 

Kursun önüne geldiğimizde, bir duygusallık çöktü üzerime.

Burası… kimi sabahlar yorgun ve isteksiz de olsa sabrederek yürüdüğüm, kimi sabahlar ise aşkla, şevkle geldiğim yerdi.

Elhamdülillah, azimle yürümüş ve gelmiştim.

Ve artık bir gün, burada hafız olarak son dersimi vermek nasip olmuştu.

 

Kapıdan içeri girdiğimde, iki katlı, çok da büyük olmayan kurs binasının sıcaklığına kapıldım. Üst katta benim okuduğum yerde iki hafızlık sınıfı ve hocaların odası, aşağı katta ise üç sınıf ve idare bölümü vardı.

 

Hüma’yı giriş kattaki hazırlık sınıfına götürüp hocayla konuştum. Eskiden tanıdığım bir hocaydı. O da Hüma’yı güzel karşıladı; kısa bir konuşmadan sonra ben “Ablacığım, ben gidiyorum,” diyerek el salladım. Hüma, gülümseyerek sıralardan birine yerleşmişti bile.

 

Sınıfın yanından geçip çıkışta ayakkabılarımı giyecektim ki… idare odasının kapısı açıldı ve hocam karşımdaydı.

Sevinçle: “Mihri, nasılsın? Seni görmek ne güzel, elhamdülillah canım,” dedi.

Ben de aynı şekilde karşılık verdim. Salavatlaşıp sarıldık.

İçeri geçtik ve oturduk.

 

Hocam, dirseklerini masaya yaslayıp gözlerimin içine bakarak konuştu:

“Seni görmek çok güzel. Son zamanlarda şöyle bir sıkıntımız var… Öğleden sonra hafızların sayfalarını dinleyen hocalarımız bir süreliğine işlerini ara verdiler. Şu an kadrolu hocalar olarak çok zorlanıyoruz. Senden ricamız, öğleden sonra çıkış yapana kadar hafızların sayfalarını dinlemeye gelir misin? Tabii belli bir ücret de vereceğiz.”

 

İçim kıpır kıpır oldu. Çok sevinmiştim; ama babamın asla izin vermeyeceğini düşünerek üzülmeden edemedim.

Ailem biraz katıydı, bunu hocam da biliyordu.

 

“Evet hocam,” dedim. “Belli ki izin vermezler ama yine de soracağım. Teklifiniz için çok teşekkür ederim. Bu bile beni çok mutlu etti.”

 

Bir süre daha muhabbet ettik, eski günleri andık ve vedalaşıp çıktım.

 

İçim hâlâ kıpır kıpırdı. Sadece böyle bir teklifin gelmesi, hocalarımın bana ne kadar güvendiğinin bir kanıtıydı.

Henüz mezun olalı bir yıl bile dolmamıştı; ve hoca olarak kabul ediliyordum. İçimden Rabbime şükrettim.

 

Tabii Hüma’nın kursu bitince onu alıp birlikte eve geldik. İçim içimi kemiriyor, anneme nasıl söyleyeceğimi düşünüp duruyordum.

En sonunda, yatmaya yakın, annem işlerini bitirmiş ve telefonunu kurcalıyordu.

 

“Anne,” dedim.

Başını kaldırıp bana baktı göz ucuyla. Hocamın anlattıklarını olduğu gibi ilettim.

Beklemediğim bir şekilde:

“Olur bence, güzel olur. Senin için değişiklik olur,” dedi.

 

Ama… babamı düşünmek zorundaydım.

Yıllarca izin vermeyeceğini söylemişti; ne kadar ümit bağlamam gerektiğini ve hayal kırıklığına hazırlanmam gerektiğini biliyordum.

 

Ertesi sabah, dualar edip babamın moralinin yüksek olduğu bir anı kolladım.

Yemek yedikten sonra, yatak odasında eşyalarını karıştırırken yanına gittim.

Tatlı ve yumuşak bir şekilde durumu anlattım.

 

Baba, yüzüme bakmadan:

“Hım… demek öyle. Peki, olur mu? Sana bırakıyorum, git, bir bak. Ben para veremem ama izin de vermemeyeceğim anlamına gelmez.”

 

O an, havalara uçmamak için kendimi dizginledim.

Sevincimi bile dizginliyordum; fazla sevinmem, izin alamamamı getirebilirdi.

 

Hemen anneme gidip durumu söyledim, o da sevinmiş gibiydi.

Ardından kursa gittiğimde hocama söyledim; o da şaşırdı ama adıma sevindi.

 

Ertesi gün, hemen başlayabileceğimi öğrendiğimde…

Havada bir kuş gibi uçuyordum. Çok mutluydum, heyecanlıydım.

Hâlâ inanamıyordum.

 

Rabbim, hiç ummadığım yerden beni öyle bir rızıklandırmıştı ki…

Kim gidip hocalık yapacak, hem de kendi kursumda?

Ve böyle kötü günler geçirmişken…

Aklıma Tarık’ın bana yazdığı o mektuptaki satırlar geldi.

“Allah’ın izniyle her şey çok daha güzel olacaktı.”

 

Evet… yapacaktım.

 

 

---

Ve o gün gelmişti...

Ben bu kez kendi kursuma, öğrenci olarak değil; oradaki talebelerin sayfalarını dinleyecek bir hafızlık hocası olarak gidiyordum. Üzerime siyah, bol bir elbise —feracemi— giyip, şalımı da klasik bir şekilde bağladım. Omuzlarımı örtmesine dikkat ettim.

 

Kol çantamı aldım; içinde mutlaka olan defter, kalem ve bir tane de Risale... Kitap almadan dışarı çıkamıyorum. Sanki kitap olmadan çıktığımda kendimi güvende değilmişim gibi hissediyorum. Böyle bir bağımlılık benimkisi.

 

Kursa vardığımda tam ders saatiydi. Yönetici hocamı gördüm, bana kendi sınıfına geçmemi söyledi. Bu sınıf, kursun en sonda kalan hafızlık sınıfıydı; biraz diğer sınıflardan bağımsız ve uzak kalıyordu.

 

Tabii, itiraz etmeden girdim ve oturdum. Ama nasıl anlatabilirim ki size… Bir yanım mutlu, bir yanım garip hissediyordu kendini. Çünkü bunun eğitimini almamıştım. “Öğretmenlik nasıl yapılır? Bir hoca olmak için ne gerekir?” bilmiyordum. Ama şunu çok iyi biliyordum: Neler yapmamam gerektiğini…

Nasıl olmamam gerektiğini… Çünkü kötü öğretmenler etrafımda fazlasıyla boldu.

 

Kızlara derslerine başlamaları gerektiğini hatırlattım. Herkes yerine oturdu. Onları izlerken bir yandan da hocamın bana tembihlediği şekilde defteri doldurmaya başladım. Bütün kızların ismini not aldım; her talebenin bana dinlettiği sayfayı kaydetmem gerekiyordu. Bu şekilde onların durumunu da kayıt altında tutacaklardı.

 

Zaman su gibi akıp geçiyordu.

Tabii ben buraya Hümâ’dan önce geldiğim için onu annem getirip kursa bırakıyordu. Sağ olsun, buna razı olmuştu. Dönüşte birlikte dönecektik.

 

Ders arasında Hümâ’yı da gördüm. Beni görünce koşup boynuma sarıldı. Benim adıma çok mutluydu.

 

Son ders bitiyordu. Kızlar artık son dakikalarda yorgun ve bıkmış oldukları için ilk fırsatta konuşup dersten kaçmaya çalışıyorlardı. Elimden geldiğince güzel bir şekilde uyarıp bir denge kurmaya çalıştım. Böylece ilk günü bu şekilde tamamladık.

 

Hümâ’yla eve döndüğümüzde, evde yine manasız bir gerginlik vardı. Annemle babam tartışmışlardı. Sormadım, çok da merak etmedim sebebini. Yine havadan sudan şeylerdendir büyük ihtimalle.

Çünkü bu evde yaşıyorsanız, bağırışa çağrışa alışmak zorunda kalıyorsunuz.

 

Ama ben biraz daha iyiydim, hem maddi hem manevi olarak. Bu durum bana çok iyi gelmişti. Tabii ne kadar süreceğini bilmiyordum. Bir haftada da bitebilirdi, aylarca da sürebilirdi. Belli bir zaman için sözleşme imzalamamıştık, sadece paramı aylık olarak vereceklerini söylemişlerdi.

 

Günler birbirini kovalarken ben de her gün kendimi hocalık konusunda biraz daha geliştiriyor, kızlar hakkında farklı şeyler öğreniyordum.

Bir hafta geçtikten sonra öğrendiğim şeyse şuydu: Bu sınıf bana göre değildi.

 

Çünkü gerçekten hiç beni dinlemiyorlardı, ders çalışmıyorlardı. Kızsam bile, hiçbir şekilde ciddiye almıyorlardı.

Bu durum beni biraz üzdü, hırpaladı. Zaten tahmin etmiştim. Neticede bazılarıyla yaşlarımız yakındı ama bazılarından en az 9–10 yaş büyüktüm.

 

Sınıflar 10 yaşından 20 yaşına kadar olan hafızlarla doluydu.

İkinci hafta kendi sınıfımda hocalık yapmam gerekiyordu. Bu şekilde her hafta farklı bir sınıfta görevlendireceklerini söylediler.

 

Bu bir yandan iyi bir şeydi; çünkü sürekli aynı kızlarla muhatap olmak beni daha çok yorardı.

 

Bu sırada, benim gibi öğleden sonra hafızların sayfalarını dinleyen bir başka hoca daha geldi. Ama kendisiyle tanışma fırsatımız olmamıştı. Çünkü ben çekindiğim için hocalar odasına gitmiyordum. Onun yerine, öğle aralarında kursun hemen yanındaki caminin hanımlar bölümünde vakit geçiriyordum.

 

Zaten öğle arası yarım saatti, çok da uzun bir vakit değildi.

Risalemi okuyordum, bazen dışarı çıkıp biraz hava alıyor, sonra yeniden kursa dönüyordum.

 

 

---

İkinci haftaya başlarken idareci hocamızla görüştüm ve sınıfımla ilgili ona bilgi verdim. Bu konuşmayı cuma günü çıkmadan önce idare odasında yapmıştım.

 

Sınıfımın beni dinlemediğini, çalışmadıklarını detaylıca ve dürüstçe anlattım. Ne onları kötülemek için, ne de şikayet için… Sadece durumu izah etmek istedim. O da farkında olduğunu söyledi, öğrencilerine bu konuda uyaracağını ekledi.

 

Ayrıca artık benim de burada bir öğretmen olduğumu ve hocalar odasını onlar gibi kullanmam gerektiğini; bunun beni öğrenciler gözünde daha saygın kılacağını belirtti.

 

Ardından bütün öğretmenlerle yapılan görüşmede, artık tüm öğrencilerin bana “hocam” demesi zorunlu hale getirildi.

 

Pazartesi günü bismillah diyerek kursa gittim, dualar ettim ve kendi sınıfımda derse girdim.

Sınıfımda beni seven eski sınıf arkadaşlarım yerlerinde bekliyordu; beni sevmeyen, kıskanan ve onlara hiçbir kötülüğüm olmadığı hâlde beni dışlayan kişiler ise geç kalmıştı.

 

İlerleyen günlerde fark ettim ki bu geç kalmak aslında kasıtlıydı; beni küçük düşürmek için yapılan bir durumdu. Çok da zor olmadı.

 

Bir diğer durum şuydu: Eskiden iyi davrandığım hâlde, sebepsiz yere benimle konuşmayanlar, şu an tuvalete gitmek için bile benden izin almak zorundaydılar. İşte Rabbimin adaleti… Ne kadar değişik bir cilvesi vardı.

 

O zaman çok üzülmüştüm onların yaptıklarına, çünkü onlarla sadece normal bir sınıf arkadaşı olmak istemiştim. Ne yaptıklarımla böbürlenmiş, ne de başarılarımla onları küçümsemiş değildim. Ama onlar kendi içlerinde yetersizlikle beni dışlamışlardı.

 

Rabbimin adaleti öyle tıkır tıkır işliyor ki, elbet bir gün bana da, başka hiç suçu olmayan mazlum insanlara yapılan zulümlerin cezasını verecek.

 

Sınıfta ne kadar benden hoşlanmayanlar olsa da, onlara gözlerimi yumdum. Beni seven ve değer veren kişilerle dersimi en güzel şekilde işlemeye devam ettim.

 

Tüm kızlarla tek tek konuşup derslerinin durumunu öğrendim, onlara kendi deneyimlerimden yola çıkarak tavsiyelerde bulundum. Dinlediğim tüm sayfalarda pür dikkat oldum.

 

Çünkü bir sayfayı yanlış dinlemenin, o hafızın yaptığı hatayı söylememenin ne kadar vebal olduğunu biliyorum. İşin ne olursa olsun hakkıyla yapılması gerektiğine inanıyorum ve buna yürekten bağlıyım.

 

 

---

 

 

---

 

Tarık’tan

 

İslâm…

Ve bu dini kabul edene verilen isim: Müslüman.

 

Evet, artık benim adım da Müslümandı.

Ben İslâm’ı kabul etmiştim; iman etmiştim Allah’a.

 

Artık benim de bir Allah’ım vardı.

Ellerimi açtığımda sığınabileceğim bir Rab…

Sorularımın cevabı, içimdeki huzursuzluğun ilacı, yaralarımın merhemi vardı.

 

Artık benim de Rabbim vardı.

Ve bu yolda, O, karşıma Mihri’yi çıkarmıştı.

 

O öyle yaşıyordu ki İslâm’ı…

Sözleriyle değil, hâliyle, duruşuyla, tebessümüyle…

Bana gösterdiği şey şuydu:

İslâm yalnızca bir din değil, bir yaşam biçimiydi.

Hatta yaşamın ta kendisiydi.

 

O kadar rahattı ki inancından, öyle huzur doluydu ki…

Ben ona imreniyordum.

O huzurdan bana da bulaşmıştı sanki.

Gözlerimiz buluştuğunda, o gözlerdeki nur bana da akmıştı.

 

Sonra bir gün, Rabbim beni ezanla çağırdı.

Ezan… İlahi bir davetti.

Ve ben hiç düşünmeden koştum camiye.

 

Orada Mehmet Hoca’yla tanıştım —

Kalbi yumuşak, sözü şefkatli bir adamdı.

Ne güzel şeyler öğretti bana…

Bir de tevafuk, yani Rabbimin ince planı… Bartu oradaydı.

Onun da Müslüman oluşuma şahit olması beni ayrıca mutlu etti.

 

Ah, bir de papatyam olsaydı yanımda…

Elimi tutsa, gözlerimin içine baksa…

O an dünyalar benim olurdu.

Belki de ağlardım o gün, hem de çocuklar gibi.

 

O odadan Müslüman olarak çıkıp secdeye kapandığımda,

Ne kadar süre ağladığımı bilmiyorum.

 

Namaz vakti gelince cemaat saf tuttu.

Ben ise kendimi farkında olmadan arka köşeye attım.

Çünkü bilmiyordum —

Henüz gusül nedir, abdest nasıl alınır, namaz nasıl kılınır…

Bilmiyordum.

Yalnızca izledim.

Yalnızca dinledim.

Ve içimden dedim ki:

“Bir gün ben de onların arasına gireceğim.”

 

Bartu saflarda yerini almış, huşu içinde namazını kılmıştı.

Ben ise onları seyrettim… Kalbimle kıldım.

 

Sonra bir anda Mehmet Hoca kürsüye çıktı.

Yüzünde tanıdık bir gülümseme vardı.

Ve cemaatin önünde, adımı söyledi.

Eliyle beni işaret etti:

 

“Bugün aramıza yeni bir kardeşimiz katıldı,” dedi.

 

Bir anda herkes dönüp bana baktı.

O an, kendimi hiç olmadığım kadar başka hissettim.

Sanki dünya üzerimden geçti,

Ve ben yeniden doğdum.

 

Namaz bitip cemaat ayağa kalktığında,

İlk iş olarak yanıma geldiler.

Birer birer…

Hepsi bana sarıldı, o kadar içten, o kadar sıkı ki…

Uzun zamandır kimseye bu kadar yaklaşmamıştım.

 

“Artık sen de bizim kardeşimizsin.”

“Maşallah, bârekallah Müslüman kardeşim!”

diyerek bağırlarına bastılar beni.

 

En son Bartu geldi, sırtıma hafifçe vurdu.

“Helal olsun ya,” dedi.

 

Mehmet Hoca tebessüm etti.

“Tekrar mübarek olsun,” dedi.

“Haydi, gelin peşime…”

 

Ve o an içimden bir ses yükseldi:

“Artık yalnız değilsin, Tarık. Artık senin de Rabbin var.”

 

Çıkışta yanıma geldi.

İkimiz de Mehmet Hoca ile görüştük.

 

Mehmet Hoca bu sefer ikimizi de caminin avlusundaki minik çay ocağına götürdü. İçeriye girdiğinde yüksek sesle selam verdi.

Şu an onun her hareketini ezberliyordum, dikkat ediyordum; bana örnek oluyordu. “Demek bir Müslüman böyle davranıyor” diye düşünüyordum. Selamı da öğrenmeliydim.

 

Bizi köşede, boş duran üç tabureli kısa boylu bir masaya oturtturdu. Önümüze gelen çayların dumanı yüzümüze vurdu. Ağustos ayındaydık, fakat dedemden biliyorum, Türkler yaz kış fark etmeksizin her zaman ve her yerde çay içiyorlar.

 

Çayların eşliğinde koyu bir muhabbete daldık. Mehmet Hoca’nın iki çocuğu varmış, biri dört, biri yedi yaşında. Camiye de eşiyle birlikte dini faaliyetler üzerine çalışmak için Türkiye’den gelmişler. Bartu da arada olaya dahil olup muhabbete karışıyordu; tabii bazen de kenardan dikkatlice bizi izliyordu.

Mehmet Hoca, İslamiyet ile ilgili bana farklı bilgiler de anlattı.

İslam’ın beş şartından bahsederken:

“İlkini yaptın,” dedi. Ardından diğerlerini de detaylıca anlattı.

Ama şu an hemen öğrenmem gerekenin namaz olduğunu vurguladı.

 

“Namaz çok önemlidir. Namaz, dinimizin direğidir,” derken, namaz üzerinde epey durdu.

Sonra yüzü sevinçle aydınlanarak,

“Bir de bizim kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’dir,” dedi.

 

Onu dikkatle dinliyordum.

“Kur’an-ı Kerim, Arapça olarak bize gönderildi ama okuması çok kolaydır. Çünkü o bir mucizedir ve kendine has bir okuma kolaylığı vardır,” dedi.

 

Bir an sustu, sonra gözlerimin içine bakarak ekledi:

“İstersen buraya gelir gidersin. Ben sana öğretirim, çok da memnun olurum.”

 

Onun samimiyetine karşılık gülümsedim.

“Çok isterim. Fırsat olursa, neden olmasın,” diye yanıtladım.

 

Bartu çayını bitirmişti.

Heyecanla bana dönüp,

“İşte bizim kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim. Bizde şöyle bir şey var; Kur’an-ı Kerim’i muhafaza etmek için onu oturup ezberleyen kişiler olur. Bu kişiler özel, yani seçilmiş kimselerdir. Onlara biz hafız deriz,” dedi.

 

Sözlerinin sonunda anlamlı bir gülümseme belirdi yüzünde.

Önce neden böyle gülümsediğini anlayamadım.

 

Mehmet Hoca çayından büyükçe bir yudum alırken bizi izliyordu.

Bartu, gülümsemesini gizleyemedi. Sonra bana dönüp,

“Mihri hafız,” dedi.

 

Bu kelimeler bir anlık sessizlikte yankılandı içimde.

Bunu ilk defa duymuştum.

Gerçekten... benim Papatyam, Müslümanların kutsal kitabını mı ezberlemişti?

 

Bartu, şaşkın bakışlarla bize bakan Mehmet Hoca’ya dönüp,

“Gelin kızımız oluyor, Mihri,” diye açıkladı.

 

Mehmet Hoca’nın yüzüne hayranlık ve şaşkınlık karışımı bir ifade yerleşti.

“Maşallah, maşallah... Belli, böyle güzel bir hâle vesile olan kişi öyle alelade biri değildir,” dedi.

 

Ben hâlâ olayın şaşkınlığındaydım.

Sanki kalbim bir başka yöne akıyordu artık.

 

Biraz daha İslam üzerine sohbet ettikten sonra, Mehmet Hoca çay ocağından çıkarken elime Almanca ve Türkçe İslamiyet ile alakalı bazı kaynak kitaplar verdi.

Ayrıca Risale okumaya devam etmemi tembihledi.

 

“Onlar sana manevi güç olur. Onları okudukça İslam’ı daha güzel yaşarsın,” dedi.

 

El sıkıştığımızda, sık sık gelmemi de rica etti.

Ve biz ayrıldık.

 

Biraz önce oturduğum çay ocağındaki ortama kıyasla, çok daha göz alıcı, modern ve lüks bir mekândaydık.

Ama Bartu’nun samimiyeti hariç hiçbir sıcaklık yoktu.

Aksine, konuşmak için oturduğumuz bu kafe rahatsız edici bir atmosfere sahipti.

 

Bartu, önüne gelen latte art’tan bir yudum aldıktan sonra yüzünü buruşturdu.

“Çözünebilir kahve bu... Buna mı o kadar para verdik ya? Değmez be,” deyip fincanı tabağına geri bıraktı.

 

Ben de önümde duran latteden bir yudum aldım.

Üzerindeki desenin güzelliğine karşın, tadı vasatın altındaydı.

Kaliteli kahveden anlayan biri olarak bunu hemen fark ettim.

 

“O günden sonra görüşemedik, evet,” dedim, başımı sallayarak.

“Öyle oldu.”

 

“Aslında bizim, yani Bükra’yla biraz olaylar karıştı da...”

Derin bir nefes aldı.

“Ben de ne zamandır pek kendimde değildim. Yani çok iyi değildim.”

Sesi, alışık olmadığım kadar düz ve soğuktu.

 

“Ben de bu sıralar kolay dönemlerden geçmiyorum,” dedim.

“Ama Müslüman olmak bana çok iyi geldi. O dakikadan itibaren kendimi farklı hissediyorum.”

 

Gülümsedi.

“Gerçekten çok sevindim kardeşim. Artık hem din kardeşimiz, hem de eniştemsin,” derken yine manalı manalı sırıttı.

 

“Enişte” demesi şaşırttı, afalladım.

Bartu’nun söyledikleri ve yüzündeki ifade, yaşından hiçbir şey bilmediğini açıkça gösteriyordu.

 

“O gün, yani ben ve dedem Mihrinur’un anneannesine gelmiştik,” dedim.

“Sonra Mihri’yle görüştünüz mü?”

 

Çünkü görüştülerse, bu durumda her şeyi bilmemesi imkânsızdı.

Ama şu anki tutumu, görüşmediklerini ve Bartu’nun hiçbir şeyden haberi olmadığını gösteriyordu.

 

“O günün hemen arkasında birkaç gün görüşmedik,” dedi.

“Sonra ben anneannesine uğradım. Mihri yoktu. Nerede olduğunu sorduğumda, babasının geldiğini ve birlikte İstanbul’a dönmeleri gerektiğini söylediler. Sorduğuma da şaşırmış gibiydi... Senin haberin yok muydu?”

 

“Hayır,” dedim, “ben böyle olduğunu bilmiyordum.”

 

Defalarca beynimde dönüp duran o mesaj şimdi dilimin ucundaydı.

Söyleyecektim ama sanki söylemek, nefes almak kadar ağır geliyordu.

 

“Önce o gün bana kahve ikram ettikten sonra, Mihri’nin dışarı çıkmasının ardından ben de onun peşinden çıktım...”

Derin bir nefes aldım.

“Yaşananları sana anlatayım dedim,” dedim.

 

Bartu oldukça yüksek tepkiler vererek dinledi. Ağzı açık kalmıştı.

“Sonrasında,” diye sürdürdüm, “ertesi gün biz buluşmak için sözleştik. Ama...”

Sol elimi sinirle saçlarımın arasından geçirdim.

“Ben gidemedim. Çünkü o gece dedem, tanıyorsun Şeref Bey... kalp krizi geçirdi. İlk uçakla acilen buraya geldim.”

 

“Allaaah yaa...” dedi Bartu, şaşkınlıktan açık kalan ağzını bir eliyle kapatmaya çalışarak.

“Gerçekten çok, çok olmuştu.”

 

“Ve o gece Mihri’den bir mesaj aldım,” dedim.

“Bana nişanlı olduğunu... nişanlısıyla kavga edip buraya geldiğini... ve onu hâlâ sevdiğini söyledi.”

 

Bu cümleleri kurarken sesimin titrediğini fark ettim.

Son kelimemde boğazımdaki düğüm çözülmeden yankılandı sesim.

 

Bartu ellerini kaldırdı,

“Ne? Neee? Allah’ım, bu kulaklarım daha neler duyacak!” dedi.

“Birazcık müsaade... Şuraya bayılmadan önce bir yudum daha şu kahveden içeyim!”

 

Kahvesinden birkaç yudum aldı, ardından yanındaki suyu başına dikti.

Sanırım olayların hiçbirini bilmediği için, hepsini tek seferde anlatmak ona biraz ağır gelmişti.

 

“Mihri’nin nişanlı olduğunu bilmiyor muydun?” dedim, sorgularcasına.

 

“Hayır!” dedi yüksek bir sesle.

“Hiç böyle bir şey söylemedi bana. Ailesinden de duymadım.”

Durdu, derin bir nefes verdi.

“Yani biz aslında küçükken yakındık. Sonra yollarımız ayrıldı. Aramızdaki bağ biraz koptu. Uzun süre birbirimize her şeyi söyleyecek kadar yakın olmadık.”

 

Cümlelerini kurarken duraksadı.

“Yani bu yaz onunla tekrar görüşmek beni çok mutlu etmişti. Biraz olsun onun için bir abi gibi olabileceğimi hissetmiştim. Ama böyle bir durumun olup da bana söylememesi... gerçekten tuhaf geldi.”

 

Kendi kendine konuşur gibiydi.

Gözleri, kafenin sağ tarafındaki camdan dışarıya dalmıştı.

 

“Mihri biraz utangaçtır bu konularda,” dedi.

“Yani, sevdiğim biri var mı diye sorduğumda bana direkt inkâr etmedi. Ama açık açık itiraf da etmedi. Ben de oradan seni sevdiğini çıkardım.”

 

Gözleri benimkileri buldu.

“Yani, sizin aranızda bir şeyler var gibiydi. Ben de seni sevdiğini varsaydım ve oradan sizi destekledim.”

 

Onu sakin sakin dinlerken, ben de düşüncelere daldım.

“Evet,” dedim sadece.

 

İkimiz de derin bir nefes bıraktık.

Gerçekten olay iyice sarpa sarmıştı.

Nereden tutsak elimizde kalıyordu, işin içinden çıkamıyorduk.

 

Ve en kötü yanı…

Bir türlü Mihri’ye ulaşamıyor olmamızdı.

 

 

---

 

 

Bartu’yla konuştuktan sonra şirkete döndüğümde, işler yine üstüme yığılmıştı.

Dosyalar, aramalar, toplantılar… Hepsi birbiriyle yarışıyordu sanki.

Ne kadar ciddi olmaya çalışsam da, zihnim sürekli Bartu’yla yaptığımız o konuşmaya kayıyordu.

 

Anladığım kadarıyla o da benim gibi zorluklar yaşamıştı.

O da huzuru sonunda Yaratıcısına yönelmekte bulmuştu.

Camiye gelmiş, arayışına cevap bulmuştu.

Onunla karşılaşmak, bana da iyi gelmişti.

 

Üzerimi değiştirip ofisime geçtiğimde gece çoktan düşmüştü.

Masamın üzeri, gündüzden kalma kağıtlar, notlar, çözülememiş meselelerle doluydu.

Anlaşmazlık yaşayanlar, işten çıkarılması gerekenler, yeni ürünlerin testleri, showroom hazırlıkları…

Sanki beynim kaynıyordu.

 

Birden gözlerim boşluğa daldı.

“Papatyam…” dedim, kendi kendime.

Ne yapıyordu acaba?

Seninle ilgili gerçek neydi? Neden hâlâ sana ulaşamıyordum?

 

İçimde büyüyen o şüphe yine beni sarmıştı.

Bartu’nun, onun nişanlı olduğunu bilmemesi kafamı karıştırmıştı.

Eğer gerçekten nişanlıysa neden söylememişti?

Mutluysa, insan bunu paylaşmaz mıydı?

Yoksa utanmış mıydı?

Ama… söylemez miydi?

 

Bir de bugün öğrendim ki, onun telefonu yokmuş.

İşte bu, beni iyice düşüncelere sürükledi.

Nasıl olurdu?

O yaşta bir genç kızın telefonu olmaz mıydı?

Peki o zaman… bana mesajı kim çekmişti?

Ne kadar düşündüysem, beynim o kadar yanmaya başladı.

 

Tam o sırada dedemle ilgili bir gelişme olmuştu.

İlk günden beri ilgilenen doktor yerine artık yaşlı ve tecrübeli bir profesör devralacaktı süreci.

Yeni veriler, Funda’nın gönderdiği ses kaydı…

Tüm bunlara bakarak, profesör zayıf da olsa bir ihtimalin varlığından söz etti.

 

İşte o an içimde bir ferahlık hissettim.

Sanki Rabbim bana, Müslüman oluşumun ardından bir müjde göndermişti.

Bir umut, bir ışık…

Dedemin ellerini tuttum, yüzüne baktım.

Ah, keşke o da gözlerini açsa, babamın aynısı olan gözleriyle bana ne yapmam gerektiğini söylese…

 

Funda’nın ses kaydında bahsettiği kişi, benim ikiz kardeşimdi.

Evden ayrıldıktan sonra hiç görüşmemiştik.

Şimdi, yıllar sonra böyle bir durumda adının geçmesi beni derinden sarsmıştı.

Hemen aradım ama telefonu açmadı.

 

Derin bir nefes verip masamdan kalktım.

Ofisteki kanepelerden birine oturdum.

Yine burada geceleyecektim.

Bir görevliye, Mehmet Hoca’nın bugün bana verdiği İslâmî kitapları orta sehpaya bırakmasını istemiştim.

Uzandım, içlerinden birini aldım.

 

Kitap ilk andan itibaren içtendi, samimiydi.

Söyleyişi sade, dili netti.

Dolandırmadan anlatıyordu.

 

İlk olarak, Mehmet Hoca’nın da sıkça üzerinde durduğu namaz konusunu okudum.

Hareketleri defalarca inceledim.

Namazda okunacak duaların yazılı olduğu bir sayfa vardı.

Hepsini ezberlemem gerektiğini anladım.

 

Ve bir cümle…

Kalbimin tam ortasına saplandı:

“Namaz hiçbir durumda terk edilmez.”

 

Ne olursa olsun, bir kolaylık mutlaka sağlanırmış;

ama asla bırakılmazmış.

 

Bugün bunu öğrenmiştim.

Ve birden fark ettim…

Şu an, yatsı vaktiydi.

 

Kalbim hızla çarpmaya başladı.

Etraf sessizdi.

“Keşke papatyam yanımda olsaydı,” dedim fısıltıyla.

Bana gösterseydi, anlatsaydı, sabırla öğretseydi.

Ona söylemiştim ya, “İlk öğrencin olmak istiyorum,” diye…

Ah, keşke şimdi öğretmenim olsaydı.

 

Odadaki banyoya geçtim.

Kitapçığı lavabonun yanına koydum, ıslanmayacak şekilde.

Adım adım ilerledim.

Ellerimi yıkadım, ağzıma üç kez su verdim, lavaboya tükürdüm.

Her şeyi dikkatle yaptım.

 

Dışarıdan biri görseydi belki gülerdi,

ama ben ilk defa yapıyordum.

Ve bu hâliyle bile bana en doğru, en sade yol gibi gelmişti.

 

İşimi bitirip ıslak hâlde ofise döndüm.

Kitapta kurulanmaktan bahsedilmemişti,

demek ki böyle olması gerekiyordu, diye düşündüm.

 

Namaz kılınacak yerin temiz olması şarttı.

Temiz bir bez bulup yere serdim.

Kıble yönünü telefondan buldum.

 

Fiziksel olarak hazırdım artık.

Ama kalbim…

Kalbim hiç bu kadar hızlı atmamıştı.

 

Namazın nasıl kılındığıyla ilgili bölümü üç kere daha okudum.

Duaların yazılı olduğu sayfayı önüme koydum.

Ve camide gördüğüm şekilde, ellerimi kulaklarıma kaldırıp niyet ettim.

 

Ellerimi karnımın üzerinde birleştirdiğimde

kalbimden taşan heyecan gözlerime doldu.

Bir damla, sonra bir damla daha…

Yanaklarımda süzüldü.

 

Ben ilk defa bir Müslüman olarak,

Rabbimin huzurundaydım.

O’nun önünde el bağlamıştım.

İlk defa sadece O’na ibadet ediyordum.

 

Gözümdeki satırlar bulanıklaştı.

Ne kadarını okuyabildim bilmiyorum.

Sadece hareketleri taklit ettim.

 

Ve sonunda, sağ omzuma, sonra sol omzuma dönüp selam verdim.

 

Sessiz bir mutluluk çöktü üzerime.

Yaşlar hâlâ yanaklarımdaydı.

Ama içimde bir ses fısıldıyordu:

 

> “Artık sen O’nun kulusun, Tarık.”

 

 

 

 

---

 

O gece, ilk namazımı kıldıktan sonra ellerimi açtım ve içimden gelen sesi bastıramadan dua ettim:

 

> “Yâ Rabbim, beni kulluğuna kabul ettiğin için sana sonsuz şükürler olsun.

Ben sonunda seni buldum. Çok mutluyum Allah’ım…”

 

 

 

Derken sesim yine titredi.

“Mihri adında hafız bir kulun var,” dedim kendi kendime.

“Yüreğimi titreten gülüşü, kahve karası parıltılı gözleri… Gülüşü, güneşi bile gölgede bırakır.

Sesi öyle bir huzur verir ki; senin kitabını okurken gördüm onu, işte o anda vuruldum.

O andan beri kalbim onun meskeni oldu.”

 

Ama…

Onun başka birini sevdiğini duymak yüreğimi dağladı.

İçimde hâlâ o sızı vardı.

Ne kadar dua etsem de onu bulamıyordum, sesini duyamıyordum.

 

> “Sen kavuştur bizi Allah’ım…

Yollarımızı aç, içimizdeki düğümleri çöz.

Eğer hayırsa, kalplerimizi birbirine yaklaştır.”

 

 

 

Bu duadan sonra geçen iki haftada, beni sevindiren tek haber dedemle ilgiliydi.

Duama devam ediyordum.

Durumu iyileşmeye başlamış, her an gözlerini açabileceği söylenmişti.

Şirket işleri bütün yoğunluğuyla devam ederken, Mihri’den gelen mesajı araştırması için görevlendirdiğim kişiden olumsuz dönüş almıştım.

Ne GPS sinyali, ne bir konum izine rastlanmıştı.

Adeta yer yarılmış da içine girmişti.

 

Bu karmaşanın içinde ruhumu dinlendiren tek şey, fırsat buldukça namazlarımı Mehmet Hoca’nın arkasında kılmak ve ardından çay ocağında onunla, bazen de Bartu’yla oturup sohbet etmekti.

Bartu sık gelemiyordu, üniversitedeydi.

Ama cami cemaati artık beni tanımaya başlamıştı; gördüklerinde “Selamün aleyküm, kardeşim” diyorlardı.

Her defasında içimde bir sıcaklık hissediyordum.

 

Mihri’ye ulaşamıyordum.

Bazen, belki de beni hiç sevmemiş olma ihtimali boğazıma düğümleniyor, nefes almakta zorlanıyordum.

Ama her namaz vakti seccademi alıp Rabbimin huzuruna koşmak,

ellerimi açıp O’na sığınmak,

bir nebze de olsa içimi hafifletiyordu.

 

Ne kadar çabalasam da bir türlü ilerleme kaydedememek canımı yakıyordu.

Sabahki işlerimi bitirip öğle arasında ofisime döndüğümde yeniden Elsa’yı aradım.

 

Telefon birkaç kez çaldıktan sonra tanıdık bir ses duyuldu:

 

— “Kimsiniz?”

Her zamanki gibi soğuk ve sertti.

 

— “Tarık Grunewald,” dedim.

“Ben de ne zamandır sana ulaşmak istiyordum."

 

"Şirkete gel, yüz yüze konuşalım.”

 

Akşam yemeği saatinde şirketteydi.

Sekreterden geldiğini öğrenince, VIP misafirlerimiz için kullandığımız odalardan birine geçtim.

Sekretere de, ikimiz için akşam yemeği servisi hazırlanmasını söyledim.

 

Kapı açıldığında odaya adımımı attım.

Sol tarafta, ikinci sandalyede oturan, vişne rengine boyanmış kısa saçlı genç kadın başını bana çevirdi.

Göz göze geldik.

 

Ayaklandı, bana doğru bir adım attı.

Boylarımız neredeyse eşitti.

Elini uzattı — isteksizce tuttum.

 

Kahverengi gözlerini benden kaçırarak,

“Benimle iletişime geçmeni beklemiyordum,” dedi.

Soğuktu, tıpkı geçmişteki gibi.

 

Ben de artık şaşırmıyordum.

Çünkü son zamanlarda yaptığım şeylerin hiçbiri “eski Tarık’a” yakışmıyordu.

Birkaç ay önceki hâlime sorsan,

“Bir daha asla o dosyayı açmam,” derdim.

 

Ama işte buradaydım.

Elsa benim için, annemle birlikte kapanmış bir defterdi.

Bir daha yüzlerini görmek istemediğim insanlardı.

Annemin yanında hep o olurdu.

Yemek yerken, yatmadan önce, hep onunla vakit geçirirdi.

Elsa’ya bağırırdı ama asla el kaldırmazdı.

O da söz dinlerdi.

 

Bana göre Elsa, annemin bir kopyasıydı.

Ben ne kadar babama benziyorsam, o da o kadar annemin aynısıydı.

Belki de o yüzden, ona bakmak bile içimdeki geçmişi yeniden uyandırıyordu.

 

 

---

 

Aramızdaki soğuk ve ürpertici sessizlik uzayıp giderken, önümüze gelen yemek servisini yapan görevli bile aramıza girmekten çekinircesine tabakları hızlıca bırakıp gerisin geri çıkıp bizi tekrar yalnız bıraktı.

 

“Funda’ya nasıl ulaştın?” diye sordum.

Bir yerden konuya girmem gerekiyordu. Şu an bu konuşma ne kadar beni boğup rahatsız etse de bunu yapmak zorundaydım.

 

“Şüphelendim,” dedi. “Ne kadar senin kadar derin bir bağım olmasa da… önce babamın ardından, daha bir yıl bile olmadan dedenin bu hale gelmesi bana hiç normal gelmedi.”

 

Gözlerime baktı. Ben de gözlerine diktim.

Bakışlarımı ondan ayırmadan dinliyordum.

 

“Bu işin üzerine gitmemin asıl sebebi ise…” dedi. Sesi titredi, duraksadı.

İki dudağının arasından çıkacak sözcüklere odaklanmıştım. Zaman ağırlaşmıştı.

 

“Seninle tekrar bağlantı kurmak istememdi…”

 

Dudaklarımı ıslatıp bakışlarımı önümdeki yemeğe düşürdüm. Sıkıntılı bir nefes bırakırken devam etti:

 

“Biliyorum geçmişimizi. Bana kızgın olduğunu biliyorum. Belki hakkın vardır ama lütfen, bir kere de olsun… sadece bir kerelik bile olsa beni hiç tanımadığın biriymiş gibi dinle. Geçmişimizi yok sayarak dinle. Lütfen beni gerçekten dinle.”

 

Yemeğimin yanındaki kadeh, tüm sinirimi üzerine çekmeyi başarmıştı. Üzerine bir de ondan duyduklarım yetmezmiş gibi, öfkem kabarıyordu. İçimde volkanlar patlıyordu ama dışımda bir mimik bile oynamadı.

 

Bir anda yerimden kalktım, sandalyeyi geri itip ayağa fırladım. Kadehteki şarabı elimin tersiyle fırlatıp bağırdım:

“Şu lanet şeyi gözümün önüne getirmeyin artık!”

 

Elsa korkuyla yerinden kalktı.

“Ne oldu? Niye öyle yaptın?” diye sordu endişeyle.

 

Sesi duyan görevliler içeri girdi. Etrafa dökülenleri temizlemeye başladılar. Ben ise odadan çıkıp o katta genelde sigara içmek için kullanılan balkon kısmına geçtim. Kapıyı açar açmaz ciğerlerime dolan hava bana ilaç gibi geldi.

 

Hayır… ben bunları duymak istemiyordum. Onunla böyle konuşmak istemiyordum.

Sadece iki yabancı gibi konuşup işimizi halledip ayrılacaktık.

Neden yine geçmişimizi gözümün önüne getiriyordu?

 

Hatırlamak istemiyorum.

 

Burnuma bir sigara kokusu geldi. Canım çektiği için mi gelmişti, yoksa gerçekten mi duyuyordum emin olamadım. Havanın soğukluğuna karışan sıcak nefesim çaresizdi. Şu an canım deli gibi sigara yakmak istiyordu.

 

Geçmişime, ezildiklerime, kırıldıklarıma, değersizleştirilmelerime öyle doluydum ki… boğazıma dikenli teller sarılmış gibi boğuluyordum.

İşte bu yüzden onunla karşılaşmak, konuşmak benim için çok zordu.

 

Biraz nefeslendim, gözlerimi kapattım. En son ezberlediğim İnşirah Suresini okumaya başladım. Artık namazlarda kitapçığa bakmadan kılabilecek kadar ezberlemiştim sureleri.

Bu surenin anlamını okuduğumda çok etkilenmiştim:

“Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.”

 

Ne kadar da büyük bir müjdeydi aslında.

Birkaç kere daha okudum. Kendimi biraz daha sakinleşmiş hissettiğimde “sabır” çekip tekrar onu bıraktığım odaya döndüm.

 

İçeri girdiğimde etraf temizlenmişti.

Elsa birkaç yudum aldığı kadehini masaya bırakırken gözleri beni buldu. Yüzü üzgün görünüyordu, ifadesi düşmüştü.

 

İlk geldiğine nazaran daha kırılgandı.

Tekrar karşısına oturdum.

 

“Geçmişi hatırlattığım için özür dilerim. Gerçekten kötü bir niyetim yoktu.”

Bu cümleleri kurarken sesi oldukça kısık ve ondan daha önce hiç duymadığım kadar kırıktı.

 

Cevap vermemeyi seçtim.

Çünkü ne özrünü kabul edebiliyordum, ne de reddedecek bir şey söylemek içimden geliyordu.

 

“Neden şarabı devirdin biraz önce?” diye sordu.

“Bu sefer içmiyorum,” dedim. “Artık Müslümanım. Bana yasak.”

 

Bir anda gözleri büyüdü, ifadesi dondu.

“Müslüman mı oldun?” diye tekrarladı.

“Evet,” dedim. “Elhamdülillah, Müslüman oldum.”

 

Başını anlamlı anlamlı birkaç kez salladı.

“Anlıyorum… Sadece sana söylemek istediğim şu: biliyorsun, küçükken o zor zamanlarda ben de çocuktum. Ben de küçüktüm. Senin yaşadığın durumların elbette bir özrü olamaz ama şunu unutma; orada seni kurtaracak kişi ben değildim. Buna gücüm de yoktu zaten. O yüzden lütfen benden nefret etme. Bana kızabilirsin ama benden nefret etme.”

 

Bir ayağım yerde ritim tutarken, sinirimi sanki ayağımdaki o ritimden çıkarmaya çalışıyordum. Diğer elim masadaydı; parmak uçlarım masada ritim tutuyordu. Gözlerim elimdeydi, onu dinliyor ama doğrudan yüzüne bakmıyordum.

 

Derin bir nefes aldım. Bir müddet sonra yüzümü ona dönüp:

“Bunu düşüneceğim,” dedim düz bir sesle.

 

“Asıl mevzuya gelirsek, dedemin olayıyla Funda’yı nasıl bağdaştırdın?” diye sordum.

 

“Aslında çok zor olmadı,” dedi. “Biliyorsun, şirketle tüm bağım kopmuş değil. Kian’dan zaman zaman bilgiler alıyorum. Dedenin kalp krizi geçirdiğini duyunca ben de onu ziyaret ettim. Ardından bunun nasıl olduğunu sordum. Hiçbir şeyi olmayan bir adamın bir anda nasıl bu hale geldiğini anlayamamıştım.”

 

Bir yudum su aldı.

“Sonra bana, Almanya’da en son onunla ilgilenen bakıcı kızla birlikte geldiğini söyledi. Ama bakıcı kız buraya geldikten hemen sonra bu işi yapmaya devam etmeyeceğini söyleyip ayrılmış. Üstelik buraya da diğer bayilerle aramızı düzeltmek için gelmişti. Babamdan sonra, bizim için ve şirket için çok önemli bir insandı. Hem babam, hem dedem bu şekilde olunca... Sence de şirketin hedef alındığı açık değil mi?”

 

Dikkatli bir şekilde onu dinliyordum. Söyledikleri gerçekten mantıklıydı. Başımı hafifçe salladım, önümdeki biftekten bir parça kesip ağzıma attım.

 

Elsa devam etti:

“Ben de bu bağlamda ilerledim. Biliyorsun, bilgisayar alanında eğitim aldım. Üniversitedeki bir hocamla ‘hackerlık’ üzerine de çalışmıştık. Yani tam bir hacker sayılmam ama bu konuda belli bir aşamaya geldim. Bu yüzden araştırarak o kızın telefon numarasını, yaşadığı yeri, ailesini tespit ettim. Ulaştım. Zaten çok zor olmadı.”

 

“Birkaç konuşmam ve ufak bir tehdidimden sonra doğrudan itiraf etti. Ben de bu itirafı sana yapması gerektiğini söyledim. Çünkü doğrudan ben seni arayıp bunu söyleseydim, büyük ihtimalle bu şekilde burada oturuyor olamazdık.”

 

Lokmamı yutmuştum.

“Evet,” dedim. “Doğru bir noktadan ilerlemişsin.”

 

Önündeki yemeği yerken, çatalı elinde titriyordu. Yemeğini çekingen hareketlerle yiyordu.

 

 

---

Ama benim asıl merak ettiğim şey, diye söze başladı Elsa.

Lokmasını yuttuktan sonra sözlerini sürdürdü:

 

“Evet, Funda’yı bulup itiraf ettirdim ve dedenin durumu artık elimizde olumlu bir hâl aldı.

Peki… neden benimle iletişime geçtin? Geçmeyebilirdin.”

 

İşte, asıl noktaya geliyorduk.

Boğazımdaki yumruyu yutmak istercesine birkaç kez yutkundum ve gözlerinin içine baktım.

Onunla iletişime geçmemin asıl nedeni, sahip olduğu becerilerden yardım istemekti.

Çünkü Mihriden gelen o mesajı çözümlemek, Mihrinin nerede ve ne durumda olduğunu tam olarak tespit edebilmek… ve artık bu ayrılığa bir son vermek istiyordum.

 

“Evet, haklısın,” dedim. “Tam da buraya gelmeni bekliyordum.

O zaman sana neden sana ulaştığımı açıkça söyleyeyim.”

 

Mehri’yle aramızda yaşananları, hiçbir ayrıntıya girmeden ama içten bir şekilde anlattım.

Ardından cebimden telefonu çıkarıp ona o mesajı gösterdim.

 

“Bu mesajın nereden geldiğini öğrenebilir misin?

Çünkü şu an biliyorum ki Mihrinin telefonu artık yok.

Üstelik bu mesaj, onunla son kez ayrıldığımız o akşam geldi.

Bu ipuçlarından nereye varabiliriz sence?”

 

Elsa, ekrandaki mesaja uzun uzun baktı.

Parmak uçlarıyla düşünceli düşünceli dokunuyordu.

Bir eliyle önüne düşen saçlarını arkaya atarken, gözlerini kısmış bir hâlde sordu:

 

“Başka, işime yarayacak herhangi bir ayrıntı var mı?

Bildiğin, paylaşabileceğin başka bir şey?”

 

Bir anda aklıma gelen gerçekle sinirlerim yeniden bozuldu.

Sesinde gerginlik vardı, fark etti.

 

“Bu bahsettiğim mesajdan birkaç gün önce,” dedim. “Cengiz Borsan—hatırlarsın, babamın eski Türkiye bayiliğinde çalışan arkadaşı—işte onunla alakalı bir durum oldu.

Ve o… Mihri’ye benim nişanlım dedi.”

 

“Hiii!” diye bir tepki verdi Elsa,

biraz geriye çekilip kaşlarını kaldırdı.

Bunu duymak onun için yeni bir ufuk açmış gibiydi.

Bakışlarından, içinde yeni şüphelerin doğduğunu anlamıştım.

 

Yemeğimiz zaten bitmişti.

Kalkarken bana bu mesajı araştıracağını,

ve ona verdiğim bilgiler doğrultusunda ilerleme kaydettiğinde bana ulaşacağını söyledi.

 

Ufak da olsa içimde bir umut ışığı doğmuştu.

Çünkü ben, onun kadar bu konularda iyi değildim.

Belki, dedim kendi kendime… belki onun bir faydası olur.

Ve belki artık… ben papatyama kavuşurum.

 

 

---

 

Ekim ayına girmiştik.

Havalar gittikçe soğuyor,

ama içimdeki özlem ateşi gittikçe harlanıyordu.

 

Mehmet Hoca’nın yanına her gittiğimde anlattıkları,

ve her seferinde ısmarladığı o ince belli çay,

biraz olsun yüreğime iyi geliyordu.

 

Bartu ile artık sık sık görüşemiyorduk.

Telefonlarımı açmıyor, bana pek dönmüyordu.

Elsa’dan da hâlâ bir haber gelmemişti.

 

İkindi namazını henüz kılmıştım.

İçimde bugün güzel bir şey olacağına dair tuhaf bir his vardı.

 

Ve o anda,

masanın üzerinde çalan telefonun sesiyle irkildim.

Acaba bu his… şu an karşılığını mı buluyordu?

 

Koşarak masaya yöneldim.

Telefonu alıp heyecanla kulağıma götürdüm.

 

---

 

Elsa Grunewald

---

 

Grunewald kardeşlerin küçüklüküçüklüğü.

 

---

 

Nasıl buldunuz?

 

Elsa Grunewald karakterini beğendiniz mi?

 

Acaba Tarık ne haberi aldı?

 

Bölüm : 13.11.2025 14:38 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...