35. Bölüm
Mihrimah Altun / Bir Demet Papatya / 27.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

27.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

Mihrimah Altun
aydaki_yazar04

Selamünaleyküm Papatyalarım 🌼🫂

Elhamdülillah hızlı bir şekilde 27. bölümle sizlerle buluşmak nasip oldu.

Bu bölümde geçen özellikle de mihrinin yazdığı mektuptaki satırların kendi defterinden aynen buraya geçtiğini bilmenizi isterim aynı zamanda gelen hediye papatya saksısının fotoğrafını da WhatsApp kanalımızdan paylaşacağım

 

Kanalı hala katılmadıysanız buradan ya da Instagram'dan benimle iletişime geçebilirsiniz.

Kanalımı henüz yeni açıldığı için WhatsApp'ta arama yaparak ulaşamıyoruz.

 

---

Beni yaratan elbet yolumu gösterir.

Şuara -78

---

---

– Tarık’tan

 

Artık boğazıma kadar karanlığa gömüldüğümü hissediyordum. Ufacık bir ışığa bile muhtaçtım; o gri, her yanımı saran bir sis gibi boğuyordu. Ve şimdi… sanki birden o sis dağılmıştı.

Duyduğum kelimelerin gerçek olup olmadığını anlamaya çalışırken, doktorun aynı haberi birkaç kez daha söylemesiyle kalbim sarsıldı.

Gerçekti.

Dışarının keskin soğuğuna aldırmadan telefonu cebime fırlattım. Nefesim buharlaşıyor, kalbim göğsüme sığmıyordu. Asansöre koşup en alt kata indim, motorumun yanına vardığımda ellerim titriyordu. Kaskımı bile takmadan, gazı kökledim.

Rüzgâr yüzüme çarparken tek bir cümle yankılanıyordu zihnimde:

“Dedeniz uyandı, Tarık Bey. Dedeniz Şeref Albert uyandı.”

 

Hastaneye nasıl vardım bilmiyorum. Motorla uçar gibi gittim. Allah’ım korumuştu beni kazadan; yoksa gerçekten motoru hiç kontrollü kullanamıyordum o an. Kimseye bir şey söylemek içimden gelmedi. Sadece bir an önce dedeme kavuşmak istiyordum. Onu tekrar görmek, o yaşının hiç etkilemediği aydınlık yeşil gözlerini görmek… Sesini duymak, bana yine yol göstermesini istiyordum.

 

Ezbere bildiğim hastane yolunu şimdiye kadar hiç bu kadar hızlı gelmemiştim. Hastanenin önüne gelişigüzel bıraktığım motorun anahtarını çekmek son anda aklıma geldi. Nefes nefeseydim. Kalbim öyle sert atıyordu ki, sanki göğsümden dışarı fırlayacaktı — ama mutluluktandı bu.

 

Merdivenleri koşarak çıktım. Bana şaşkın gözlerle bakan hasta yakınlarının, sekreterlerin arasından hızla geçip asansöre bindim. Dedemin kaldığı kata çıktığımda, odasının kapısında doktor beni bekliyordu. Beni baştan aşağı süzdüğünde, nasıl geldiğimi anlamış gibiydi.

 

“Sakin olun, sakin olun Tarık Bey. Kendisi henüz yeni uyandı. Onu yormamamız gerekiyor. Çok kısa süre görüşebilirsiniz. Öncesinde size vereceğim steril tulumu giymeniz gerekiyor. Durumu hassas; herhangi bir mikrop kapması en son isteyeceğimiz şey.”

 

Doktoru dinledim. Derin derin nefes aldım. Arada başımı sallıyordum sadece. Verdiği tulumu hızla giydim. Nefesim biraz olsun normale dönüyordu ama ter içindeydim.

 

Allah’ım… Dualarımı kabul ettiğin için sana şükürler olsun…

 

Kapı açıldı. İçeri girdiğimde onu gördüm. Bembeyaz çarşafların içinde, açık mavi bir hastane geceliği… Kollarında serumlar, kablolar… Ağzında oksijen maskesi… Ama gözleri… Gözleri umutla bakıyordu. Dedem… Şeref…

 

Gözlerim doldu. Yukarı kaldırdım bakışlarımı. Derin bir nefes aldım. Gözyaşlarımı içime akıttım. Burada ağlayamazdım. Onu böyle görünce, sanki babamı görmüş gibi oldum. Onu kaybetme korkumun bu kadar büyük olmasının sebebi belki de buydu… Daha yeni babamı kaybetmiştim. Babamdan sonra dedem bana babalık yapmıştı. Şimdi onu da kaybetme ihtimali beni tarifsiz bir karanlığa atmıştı. Ama o karanlık şimdi aydınlanıyordu.

 

Yavaş adımlarla yanına yaklaştım. Sanki zaman ağır çekimde ilerliyordu. Derin bir nefes bıraktım. Ne söyleyeceğimi unutmuştum. İçimden tek kelime geldi ve dudaklarımdan döküldü:

 

“Elhamdülillah…”

 

O kadar içtendi ki… Bu kelime gönlümde yer etmeye başlamıştı artık. Derindi çünkü. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustu.

 

Bir adım daha attım. Aramızda bir metre ya vardı ya yoktu.

 

“Oğlum…” dedi. Sesi kulağıma geldiğinde kendimi iyice sıktım; ağlamamak için zor tuttum. Sesi yorgun, cılız ama çok tanıdıktı.

 

“Oğlum Tarık’ım… Rüyamda Nazife’mi gördüm. Tam elimden tutup götürüyordu beni… Bir anda uyandım.”

 

Dudağım titredi. Dişlerimi sıktım. Yuttum duygumu.

 

“Dedem… Dedem, uyandın ya…” diyebildim.

 

Ama o başka bir şey anlatıyordu.

 

“Nazife’mle gençliğimizdeki gibi yeşillik çimenlerde koşturduk, oynadık… O kadar güzeldi ki oğlum…”

 

“Babaannemi mi gördün?” dedim.

 

“Görmek ne kelime oğlum… Hayattaydı. Ben de yanındaydım. Her şey gerçek gibiydi. Şimdi… ben neredeyim? Ne oldu Tarık?”

 

Söylediklerini duyunca, gerçekten ölümden döndüğünü hissettim. Onu yormamak için yumuşak bir sesle konuştum:

 

“Ufak bir rahatsızlık geçirdin dedem. Ama şimdi iyisin ya… dedem… artık ben de daha iyiyim.”

 

Dokunamadım ona. Doktor izin vermemişti. Birkaç dakika sonra doktorun uyarısıyla odadan çıktım. Tulumumu çıkarıp teslim ettim.

 

Koridora çıktığım gibi Elsa ile karşılaştım.

 

“Büyükbabam uyanmış! Doğru mu?”

Nefes nefeseydi. Koşarken yüzüne yapışan saçlarını hızla arkaya attı.

 

“Evet,” dedim. “Uyandı. Ama durumu hassas, dinlenmesi gerekiyor.”

 

Göğsü hızla inip kalkıyordu. “İyi… oh… uyandı ya… çok sevindim.”

Gülümsüyordu. Ben de küçük bir tebessümle karşılık verdim.

 

Ben, Elsa’ya teşekkür edecekken arkamızdan yaklaşan Kian da bizi dinliyordu. Ona dönerek:

 

“Bu konuda senin hakkını yiyemem Elsa. Çok önemli bir durumda bizi birbirimize kavuşturdun.”

 

“Hiç önemli değil…” dedi kısık bir sesle. “Sadece… birisini daha kaybetmek istemiyorum.”

 

 

---

 

Bir hafta sonra

 

Dedemi tekrar ziyarete gidiyorduk. Bu kez yanımda Bartu da vardı. Mehmet Hoca’yla çay ocağında karşılaşmış, dedemin durumunu anlatmıştım. O da çok sevinmişti. Daha iyi olması için hayır duaları etmişti.

Bartu da bugün ziyaret etmek istemişti.

 

Ben ve Kian, arabayla onu alıp hastaneye geçtik. Dedemin durumu her gün daha iyiye gidiyordu. Bu hâli hem maddi hem manevi olarak içimi ferahlatıyordu.

 

Odaya girerken seslendim:

 

“Selamünaleyküm…”

 

Dedem bakışlarını hemen kapıya çevirdi. Birkaç saniye anlamaya çalışır gibi baktı, sonra yüzü aydınlandı:

 

“Aleykümselam oğlum!”

 

Bartu hemen arkamdaydı. Dedemin yanına yaklaşınca dedem bana dönüp:

 

“Hayırdır? Sen pek selam falan vermezdin ama…”

 

Bartu hemen atladı:

 

“Şeref dedeeem! Tarık Müslüman oldu ya! Camiden çıkmıyor!”

Bir yandan da sırtıma hafif hafif vuruyordu.

 

Hafifçe gülümsedim. Artık bu hâllerine alışmıştım.

 

Dedem bana döndü, teyit etmek ister gibi:

“Gerçekten mi oğlum?”

 

“Evet dedem,” dedim. “Elhamdülillah… Müslüman oldum.”

 

“Hay maşaAllah! Aferin oğlum! Çok güzel bir iş yapmışsın. İyi ki uyanmışım ya!”

 

“İyi ki dedemm… Sensiz olmaz…” dedi.

 

Bartu’yu gören, beni misafir; onu ise gerçek torunu sanırdı…

 

Kapının üç kez, ardı ardına ve sistematik bir şekilde çalınması hepimizin dikkatini o yöne çevirdi. Kimseden ses çıkmayınca, “Gelin!” diyerek kapıyı çalan kişiyi içeri davet ettim. Kapı açılıp gelen kişinin kim olduğunu görünce, beklediğim biri olması beni sevindirdi.

 

Jilet gibi bir takım elbise, mimiksiz bir yüz ve ince uzun çerçeveli gözlüklerle içeri giren kişi, birkaç gün önce beni aradığı hâlde benim ancak geri dönüş yapabildiğim babamın eski dostlarından Kenjiro Sato’dan başkası değildi. Hepimizi hafif baş selamlarıyla selamladı.

 

“Hoş geldin Sato-san.”

Bir adım öne çıkıp elimi uzattım. Elimi sıkarken yüzünde en ufak bir mimik bile kıpırdamadı.

 

Ben birkaç adım geri çekildiğimde, arkamdaki beyaz çarşafların içinde yatan dedemi fark etmiş olacak ki Sato-san bir anda tüm üst vücudunu eğdi; neredeyse başı yatağın hizasına geliyordu.

 

Hepimiz, bu ani hareket karşısında olduğumuz yerde donup kaldık. Gözlerimi Bartu ve Kian’a çevirdim; ikisi de şok içindeydi. Tekrar Bartu’ya baktığımda, kahkahasını salmamak için dudaklarını ısırdığını gördüm.

 

“Albert Şeref-san… Size saygılarımı sunuyorum. Bu hastalığın sizden tamamen gitmesi ve sağlıklı bir şekilde aramıza dönmeniz için en iyi dileklerimi sunuyorum.”

Sesi oldukça yüksek ve mekanikti. Sato-san her zamanki resmiyetiyle konuşuyordu.

 

(Japoncada ‘san’ saygı ekidir; genelde soyadının ardından kullanılır. O yüzden ona Sato-san diye hitap ediyorum.)

 

Kısa bir sessizlik yaşandı. Ardından dedem araya girdi:

 

“Ziyaretiniz için çok teşekkür ederim. Sizi tekrar görmek bana iyi geldi.”

 

Aralarında Almanca konuşmaya başladılar. Dedemin sözlerinden sonra Sato-san aynı hızla doğruldu.

 

“Tövbe bismillah… Adam bir anda rükûya gitti sandım!”

Bartu Türkçe konuşmaya başlamıştı; kendini tutamıyordu. Gülmesini gizlemek için Kian’ın arkasına saklanmıştı.

 

Sato-san, dedemin yanındaki ziyaretçi koltuğuna otururken ben de yavaş adımlarla Bartu’nun yanına gidip koluna hafifçe dürttüm.

 

“Adam Allah’tan Türkçe anlamıyor. Yaptığın çok ayıp,” dedim gözlerimi kocaman açarak.

 

Bartu benim gözlerimi görünce iyice gülmeye başladı:

“Ne yapayım Tarık? Yani sen de her gün böyle bir şey yaşıyormuş gibi çok normal karşılıyorsun!”

 

Dişlerimin arasından zorla gülümseyerek, “Her gün karşılaşmıyorum ama daha önce karşılaşmıştım,” dedim.

 

Kian yanımızdan uzaklaşıp dedemin yatağının diğer tarafındaki boş koltuğa geçti. Ben yine Bartu’nun kolunu dürttüm.

 

“Rica ediyorum, şu an ciddi dur. Bir de söylediklerini Sato-san’a açıklayamam.”

 

 

---

Dedemden ayrılırken, yaşlılıktan buruşmuş ve çizgilerle dolmuş elini tutup sıkıca kavradım. Şu an yavaş yavaş iyileştiği için, onunla yaşananları tüm detaylarıyla konuşmamıştım. Çünkü psikolojisinin bozulması anında sağlığını etkileyebilirdi; çok hassas bir dönemden geçiyordu. Bu yüzden yüzeysel bazı şeylerden bahsetmiş olsam da her şeyi açamamıştım.

 

Dedemin yanından çıktığımızda Sato-san, ilk fırsatta benimle baş başa konuşmak istediğini söyledi. Japonya’da ilgilenmesi gereken işler olduğu için sürekli uçakla gidip geliyor, inanılmaz yoğun bir tempoda yaşıyordu. Babam için tekrar tekrar ne kadar üzgün olduğunu dile getirdi; fakat şirketle ilgili benimle konuşması gereken bazı konular olduğunu da ekledi. Bu görüşmeyi en kısa zamanda yapmamız gerekiyordu.

 

İkindi namazının vakti yaklaştığı için oradan ayrılıp, Mehmet Hoca’nın imamlık yaptığı camiye gitmek üzere Bartu ile birlikte arabaya bindik. Yolda Bartu, bana dönüp endişeli bir ifadeyle:

 

“Tarık… hâlâ Mihri’den haber alamadım. Sende bir gelişme var mı?” dedi.

 

“Maalesef,” dedim. “Bu konu üzerinde çalışıyoruz ama hâlâ tam bir bilgi elde edemedim.”

 

Bartu sinirle elini bacağına vurdu.

“Çok endişeleniyorum ya! Normalde de sık sık görüşmezdik ama bu kadar uzun süre ulaşamamak insanı delirtiyor.”

 

“Ah… bir de bana sor,” dedim içimden.

Yüreğim onun hasretinden alev alev yanıyordu.

 

Mermer işlemeli kapıdan geçerken ezan sesleri yükseldi. Bartu sırtıma hafifçe vurup:

 

“Bugünleri de gördük ya… hâlâ inanamıyorum,” dedi gülerek.

 

Ben de gülümsedim.

“Elhamdülillah.”

 

Namazı ön saflarda yan yana kıldık. Artık elhamdülillah, rahat bir şekilde namaz kılabiliyordum. İlk zamanlarda sureleri karıştırır, bazı şeyleri unuturdum ama pes etmeden gayret ettikçe her şey yerli yerine oturmuştu. Mehmet Hoca’nın destegi de anlatılamayacak kadar büyüktü.

 

Cami çıkışında, artık uğrak noktam olan küçük çay ocağına Bartu ile birlikte yürüdük. Teklif ettiğimde bu sefer reddetmedi. Soğuyan havanın sert rüzgârı yüzüme çarpıp beni titretiyordu. Kapıyı açıp içeri adımımı attığımda sıcaklığın yüzüme vurmasıyla üşüdüğümü o an fark ettim.

 

“Selamünaleyküm!”

 

“Ve aleykümselam, hoş geldin Tarık! Bir kahve gönderiyorum,” diye seslendi çay ocağının sahibi Cemil abi.

 

İlk tanıştığımızda ona “Cemil Bey, Cemil Bey” dememden rahatsız olmuş, “Rica ediyorum, bana Cemil abi de,” diye ısrar etmişti. Ben de alışmıştım artık. Yaşı büyük olanlara “amca”, kırklı yaşlardakilere “abi” demek... Aslında bu da İslam’ın bir güzelliğiydi; hepimiz kardeş sayılırdık ve birbirimize aynı anne babanın evladıymışız gibi hitap ederdik. Arada başka bir “saygı dili” yoktu ama gönüllerde büyük bir hürmet vardı.

 

Mehmet Hoca’nın beni ilk getirdiği yer olan, girişten sağa dönünce köşede kalan küçük tabureli ahşap masaya oturdum. Hep oraya otururduk ve ben bu geleneği bozmadım. Bartu, “Ben bir menüye bakayım, belki bir şey alırım,” diye şaka yapıp Cemil abinin yanına gitti.

 

Ben oturduğum tabureden dışarı baktım; caminin avlusu önümdeydi. Ne zaman kendi kendime kalsam, hemen gözlerim sana yöneliyordu papatyam…

Seni ne çok özlediğimi bir bilsen.

 

O meşelikte düşüp kazaya uğradığın gün gözümün önüne geldi. Motorun arkasına seni oturtup, kollarını belime sardığında bir elimle motoru kullanıyor, diğer elimle ellerini belimde sabitliyordum. Ellerin çok soğuktu… Şimdi o soğuk eller benim özlemimdi.

Keşke bir dokunsaydı… yüreğimin ateşini alırdı.

Avucunu yanağıma koysa, hararetimi söndürürdü…

 

Ah ne çok özledim.

 

Her gün, her namazdan sonra rabbimden seni diliyorum. Bir yandan dualarım göğe yükselirken, diğer yandan kötü fısıltılar boş durmuyor… Sürekli konuşuyorlar:

“Seni sevmeyen bir kızı istiyorsun farkında mısın? Belki o şu an çok mutlu. Bu araştırmalar belki onun huzurunu bozacak…”

 

Sesli bir “Eûzü billahimineşşeytânirracîm” çektim.

Bu sözler şeytandandı; biliyordum.

 

Gözlerim boşluğa dalmış gitmişken, kulağıma gelen cızırtılı bir sesle irkildim:

 

“Kaç yaşındasın bakayım sen?”

 

Başımı çevirince, karşımdaki masada oturan, içeride içilmesi yasak olduğu hâlde sigarasını tüttüren yaşlı bir amcayı gördüm. Bakışları sorguluydu.

Bu ses tonu mu, elindeki o bir zamanlar benim de içtiğim sigara mı bilmiyorum… ama bir anlığına çok itildim kendisinden. Yine de o da bir Müslümandı. Hoşgörümü kaybetmeden cevap verdim:

 

“Yirmi altı.”

 

“Hmmm… öyle mi?”

Derin bir nefes çekip tüm çay ocağına zehir püskürttü.

 

“Bekâr mısın?”

 

Gözlerimi kıstım, ona bakakaldım.

 

“Hani değilsen… bizim kız var. Çok güzel, çok iyidir, çok hamarattır. Sizi evlendirelim.”

 

Karşımdaki adam sanki başka bir dil konuşuyordu; ne dediğini anlamakta zorlandım. Bu kadar absürt, yakışıksız bir teklif… şaka mıydı, ciddiydi bilmiyordum.

 

“Onun sevdiği var Cevdet amca, merak etme,” diye araya giren ses, beni kurtardı.

 

Mehmet Hoca yanımıza gelmiş, benim yerime cevap vermişti. Yanıma oturdu.

 

Bartu da kendine aldığı sütlü kahveyle yanımıza geldiğinde, üçlü masamız tamamlanmıştı.

 

Kahvesinden aldığı o sesli yudumdan sonra fincanı masaya bıraktı:

“Ohh dünya varmış… Tarık! Oh be… Gerçekten Cemil abinin kahvesi şu gittiğimiz lüks kafeden bin kat daha iyi. O neydi öyle ya!”

 

Hafifçe başımı salladım. Düşünceli halimi Mehmet hoca fark etmiş olacak ki

“Peki, sizin vuslat ne zaman?” diye sordu.

 

“Anlayamadım?” dedim.

 

“Vuslat… yani kavuşmanız.”

 

Ah keşke ben de bir bilsem…

Başımı eğip kahveme baktım, umutsuzca başımı salladım. Dudaklarımdan derin bir nefes döküldü.

 

“Vardır elbet bir zamanı, Tarık. Rabbimin bir bildiği vardır,” dedi.

Onu tasdik ederken kahvemden bir yudum daha aldım.

 

“Rabbim geciktiriyorsa güzelleştiriyordur,” diye ekledi.

Son zamanlarda bana böyle seslenirdi: Tarık’ım…

O sahiplenici ifade içimi yumuşatıyordu. Haklıydı; beklemek zordu ama eminim ki gecikiyorsa bir hikmeti vardı.

 

Sanki iç sesimi duymuş gibi yine devam etti:

 

“Sabır… Sabır deriz ama hiç de kolay değildir. Sabrın içi acıtır kimi zaman… Ağlatır. Yüreğini deler geçer ama dilinden bir isyan dökülmez. Zordur sabır, evet… Ama sabrın sonu selamettir. Emin ol.”

 

Bir eliyle sırtıma birkaç kere vurdu. Gerçekten bir abi gibiydi, kimi zaman da bir baba.

“Allah razı olsun,” dedim. Bu kelimeyi onlardan öğrenmiştim. Teşekkürün bile duaya dönüşmesiydi bu… Ne güzel bir dil, ne güzel bir hâl…

 

“Kavuşursunuz inşâAllah, kavuşursunuz,” dedi Mehmet hoca. “Güzel de bir nikâh kıyarız size. Mühim olan güzel bir yuva kurabilmek. Eşine nasıl davranman gerektiğini bilmen… Aynı şekilde onun da sende hakları var. Birbirinize saygılı olmalısınız. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu konuda bize o kadar güzel örnektir ki…”

 

Bartu ve ben büyük bir dikkatle onu dinlerken içeceklerimizi yudumluyorduk. Çırak tepsiyi masamıza bırakırken Mehmet hoca her zamanki gibi çayını almıştı.

 

İslamiyet’te beni en çok etkileyen şeylerden biri buydu:

Müslümanların Peygamberlerine olan derin bağlılıkları…

Ama nasıl olmasın ki? O, bütün insanlığa gönderilmişti. Sınırları aşan bir rehberdi.

 

Mehmet hoca sık sık anlatırdı. Rica etmem üzerine bana Peygamber Efendimiz hakkında bir kitap da almıştı. Onun anlattıklarını dinlemek bile içimde Efendimize karşı büyük bir muhabbet filizlendirmişti.

 

Çayından birkaç yudum daha aldı, o hızlı yudumlayışına hayret etmemek mümkün değildi. Sonra bize bir hadiseyi anlattı:

 

 

---

 

Hz. Aişe ile Peygamber Efendimiz’in “kördüğüm” hadisesi…

(Anlattığın hâliyle bırakıyorum, metni değiştirmedim çünkü akış çok güzel.)

 

 

---

 

Anlattığı hadise beni çok etkilemişti. Üstelik bunu sadece sözle değil, mimikleriyle, ses tonuyla, anlatışındaki o incelikle yapıyordu. Sanki sahne gözümün önünde yeniden canlanıyordu.

 

“Ya Peygamberimiz ne güzel seviyormuş…” dedi Bartu hayranlıkla.

 

( Burada peygamber efendimizi andığımız için hepimiz birer salavatı şerife getirelim mi?)

 

“Gerçekten öğrenecek çok şeyim var,” diye itiraf ettim. “Her anlattığınız hadise, her mesele… Benim cahilliğimi biraz daha yüzüme vuruyor adeta.”

 

Mehmet hoca gülümsedi.

“Estağfurullah Tarık kardeşim… Hepimiz cahiliz. Öğrenecek hiç bitmeyen bir yolumuz var. Önemli olan senin öğrenmeye bu kadar açık olman, ilme talip olman…”

 

 

 

---

 

 

Tarık'tan

 

Ofis masamın hemen yanında, kıbleye doğru serdiğim yeni aldığım seccadenin üzerinde dizlerimin üstündeydim. Namazımı kıldıktan sonra, Mehmet hoca’nın tarif ettiği gibi 33’er kere Subhanallah, Elhamdülillah, Allahu Ekber tesbihlerimi çektim.

Bu nasıl bir nimetti böyle… İnsanı nasıl da rahatlatıyordu.

 

Şu ömrümde pek çok lezzetli şey yedim, şarkılar dinledim; herkesin gidemeyeceği mekanlarda oturdum. Yatlarda, katlarda vakit geçirdim. Ama şu seccadeyi serip kıldığım namazda, ellerimi açıp Rabbime içimi dökerken aldığım o lezzeti hiçbir şeyde bulamadım.

Asıl lezzet buydu.

Asıl mutluluk bu olmalıydı; başka bir şey değil.

 

Rabbimden yine onu istedim… Papatyamı.

Onu ne kadar sevdiğimi söyledim. Hz. Âişe ile Peygamber Efendimiz gibi “kördüğüm” olmak istediğimi niyaz ettim.

Bol bol da tövbe ettim. Günahlarımı bir bir sayıp af diledim. Çok günahım vardı… Aklıma geldikçe içim kasılıyor, yüreğim daralıyor, gözlerim doluyordu.

 

“Allah’ım… Sen beni affet.”

 

Bu konuyu Mehmet hoca’ya sorduğumda, Müslüman olmamla birlikte Rabbimin bana yepyeni, bembeyaz, tertemiz bir sayfa açtığını söylemişti. Tüm günahlarımın affedildiğini, artık Müslüman olarak hayata yeniden doğduğumu anlatmıştı.

Ama ben yine de bol bol tövbe ediyordum.

 

İslamiyet o kadar muhteşemdi ki…

Ona girdiğiniz anda gerçekten nefes almaya başlıyordunuz.

Hayatı yaşamaya başlıyordunuz.

 

Hristiyanlarda olduğu gibi dininize bağlı olduğunuzda kendinizi kiliseye kapatmanıza gerek yoktu. Papaz olmak zorunda değildiniz. Ben tüm işlerime en aktif şekilde devam ediyordum ama İslam o kadar büyük bir rahmetti ki… Beş vakit namazın arasındaki zaman bile ibadet oluyormuş.

Bunu duyduğumda çok etkilenmiştim ve bir kez daha İslam’a, Rabbimin merhametine âşık olmuştum.

 

Duamı bitirip ellerimi yüzüme sürdüm. Seccademi yerden kaldırıp siyah klasik model ayakkabılarımı giydim. Birazdan Sato-san gelecek ve Kian’ın da katılımıyla bir görüşme gerçekleştirecektik.

 

Seccademi ofis masamın çekmecesine yerleştirip kapattığım anda kapım çalındı. “Gel,” dediğimde Sato-san içeri adım attı.

“İzninle,” deyip kravatını düzelterek hızlı adımlarla içeri girdi.

“Buyurun,” dedim ve masamın önündeki karşılıklı kanepeleri işaret ettim.

 

Birkaç dakika sonra Kian da bize katıldı.

 

Sato-san, “Öncelikle en içten özürlerimi sunuyorum, Tarık,” dedi. Bir süre bana “Tarık bey” diyordu ama ısrarım üzerine artık “bey” demiyordu. Almanca konuşsa bile Japonca aksanı yüzünden Almancası farklı duyulurdu ama yine de anlaşılırdı.

 

“Babanı kaybettiğini geç öğrendim ve sana ulaşmak istedim. Şirketi aradım; bir şekilde bağlantıya geçtim. Senin bir süreliğine Türkiye’ye gittiğini söyledi Kian.”

Bu sırada eliyle onu işaret etti, Kian da başını sallayarak doğruladı.

 

Derin ve üzüntülü bir nefes bıraktı Sato-san. Normalde çok değişmeyen yüz ifadesinde hafif bir kırıklık gördüm.

“Baban harika bir motorcuydu… Çok da iyi bir dosttu. İtiraf etmeliyim, ne onu ne Şeref beyi bir kere bile yarışta yenemedim. Ben de Yamaha bayisinde çalışan bir yetkiliyim, belli bir motor geçmişim var. Hatta bazı bölgesel yarışlarda birinciliğim bile oldu. Ama onlar… farklı bir seviyedeydi.”

 

Gözleri bir an boşluğa daldı; sanki geçmişi görüyordu. Sonra bana döndü:

 

“Onun ölüm sebebi olarak motor kazası denmesi… beni hayret içinde bıraktı. İlk duyduğumda inanamadım. Aklıma gelebilecek son şeydi bu.”

 

“Evet,” dedim, “Söylediklerinize birebir katılıyorum. Babam çok iyi yarışırdı ve motorun iç donanımından çok iyi anlardı.”

 

O an hepimiz bir süre sessiz kaldık.

Kian ellerini kenetlemiş, onları izliyordu.

 

Aklıma babamın eskiden kurduğu arkadaşlıklar hakkında başka bir şey biliyor mudur diye sormak geldi.

 

“Peki,” dedim, “Sato-san… Size İstanbul’daki BMW bayileri hakkında ne bildiğinizi sorsam, bana ne anlatabilirsiniz?”

 

“Hmmm…” diye düşündü bir süre.

“Orayla ilgili bizim de Yamaha olarak bazı bayilerimiz var. Ben de gidip geliyorum ara ara. BMW bayisi olarak bildiğim… şöyle… Baban laf arasında bahsetmişti. Hatta hatırladım — son konuşmamızda oradaki bir tanıdığından söz etti. Türkiye’de bir bayinin yetkilisiymiş. O kişinin babana anlattığına göre BMW S1000 AR serisine yeni bir soluk getirmek gibi bir planı varmış ve bunun için bir parça üzerinde çalıştıklarından bahsetmişti.”

 

“Bir dakika… BMW S1000 AR mı dediniz?”

 

“Evet. Model oydu, bana da göstermişti.”

 

“Bu… o gün babanın kullandığı motorun aynı modeli değil mi?” diye sordu Kian, şaşkınlık içinde.

 

“Ta kendisi,” dedim.

Normalde kullandığı motorun aksine, o gün benimle dışarı çıktığımızda bu motoru tercih etmişti.

Yıllardır kullandığı model artık eski bir sürüm olduğu için bu yeni BMW modelinden satın almıştı.

O an anlatmak bile içimi düğüm düğüm etti ama devam ettim:

 

“Yarışta onu geçip arayı açtığımda, babam arkada kaldı. Bir an gazı kesip frenlere bastım… Babam arkada yoktu. Hatta hiçbir araç yoktu. Yol çift şeritliydi, hemen geri döndüm ama…”

 

Devam edemedim.

Birkaç dakika derin nefesler alıp kendimi toparlamaya çalıştım.

 

“Ve onu gördüğümde… maalesef artık hayatta değildi.”

 

“Lütfen,” dedi Sato-san, “Kendini zorlama.”

 

“Hayır.” Başımı kaldırdım. “Zorlamalıyım. Eğer babamın ölümünün arkasında başka bir gerçek varsa, bunu ortaya çıkarmalıyım. Yoksa bu belirsizlik… onu kaybetmekten bile daha ağır.”

 

“Yoksa…” dedim, “Bu bahsettiği arkadaşının ismi… Borsan mı?”

 

“Evet, evet… Bay Borsan,” diye tasdikledi Sato-san.

 

Bir ipucu daha…

Taşlar yavaş yavaş yerine oturuyordu. Ama hâlâ eksik parçalar vardı. Hâlâ doldurmam gereken gedikler, bulmam gereken deliller…

Ve şu an daha da hırslanmıştım. Sinirliydim. En çok da kendime sinirliydim.

 

Böyle bir ihtimalin olabileceği aklıma bile gelmemişti. Babamı kaybetmenin acısına o kadar gömülmüştüm ki, ölüm sebebini araştırmak önceliğim olmamıştı.

Ya da… belki de gücüm yoktu.

 

Evet… geçmişteki kendime kızgındım, pişmandım.

Şu an karşımda olsa ağzımı burnumu kırardım, hastanelik ederdim.

Ama geçmişe dönemeyeceğim için hiçbir faydası yok.

Artık ileriye bakmak zorundayım.

 

Ve yine: Borsan.

Borsan.

Borsan.

 

Ağzıma gelen küfürleri, “Müslüman oldum,” diyerek zorla yuttum. Zor oldu ama yuttum.

Bu isim hep karşıma çıkıyordu ve bu bir tesadüf olamazdı.

Neyin peşine düşsem, sonucu neden hep bu bayiye bağlanıyordu?

 

– Mihri’den

 

Kurstan eve gelirken, bu sefer ellerimde talebelerimin bana armağan ettiği çok anlamlı bir hediye tutuyordum. Son zamanlarda yaşadıklarım… Özellikle de Cengiz’in ailesinin daveti üzerine gitmek zorunda kaldığım buluşmalar, törenler… Beni o kadar yormuş ve üzmüştü ki. Bir de o insanların yüzüne yalancı bir gülümsemeyle bakmak, yüzümde zoraki bir maske taşımak… Ruhuma ağır geliyor, kalbimi sıkıştırıyordu.

 

Adımlarımı yavaşlattım. Eve giderken hızlı yürümemeye çalışıyordum; çünkü vardığımda beni dinlenmek değil, yine farklı ev işleri bekliyordu.

 

Aklıma birkaç gün önce gitmek zorunda kaldığım düğün geldi. Normalde o tarz ortamlara girmek istemediğimi ailem bilmesine rağmen, fikrim yine önem arz etmediği için katılmak zorunda kalmıştım. Bir de üzerine Cengiz’in babasının, “Gelinimi de görmek isterim.” deyip olmayan gelinini istemesiyle tabii ki gitmiştim. Ama inadına simsiyah giyinip gitmiştim. Annemin “Kızım şık bir şeyler giy, renkli bir şey giy.” demesine rağmen dinlememiştim.

 

Ne kadar arkalarda oturup dikkat çekmemeye çalışsam da Cengiz’in annesinin beni yanına çağırmasıyla sinirlerim tavan yaptı. Yanındaki kadınlara sahte bir kahkaha attıktan sonra:

 

“İşte bu da benim gelinim… Ne kadar da güzel değil mi hanımlar?” dedi o sinir bozucu sesiyle.

 

Başka biri, “Yani düğüne simsiyah da gelinmez ama yine de çok güzelsin.” deyip durumu iyice gülünç hâle getirmişti. Derya da hemen dibimizde bitmişti. Giydiği aşırı dekolteli elbisesi, eteğinin dizinin üstünde bitmesi… Mevsime rağmen üşümüyordu bile. Açıklık uğruna üşümek umurunda değildi. Onu yargılamak bana düşmez… Ama böyle birinin benim hakkımda yorum yapması sinirimi bozuyordu.

 

Kibar bir gülümsemeyle, “Bunu tercih etmek istedim.” deyip yanlarından ayrıldım.

 

Birkaç gün sonra annemden şöyle bir ikaz geldi:

“Yok efendim ben Borsanların geliniymişim. Cengiz’in annesi, bir dahaki davetten önce onunla iletişime geçmemi istemiş. Beni kendi moda tasarımcısına götürecekmiş. Borsanların gelini olarak onları da temsil ediyormuşum.”

 

Vah vah… Ben babamı temsil etmekten yeterince yorulmuşken, şimdi bir de başkalarını temsil etmek çıkmıştı.

“Hiç kusura bakmayın, ben kimsenin temsilcisi değilim.”

Bunu sesli söylemişim. Yanımdan geçen, sırtında okul çantası olan bir kız ters ters baktı. Haklıydı da… Yolun ortasında kendi kendine konuşan biri dışarıdan pek normal gözükmüyordu.

 

Ne yapabilirdim ki? Kimseyle konuşamıyordum. İçime atmaktan o kadar yorulmuştum ki… Rabbime anlatıyordum. O’ndan başka kimsem yoktu.

 

Evin sokağına girdiğimde minik yokuşu çıkıp kapımıza vardım. İçeri girdiğimde normalin aksine bir sessizlik vardı. Hümâ bugün hasta olduğu için ne okula gidebilmişti ne de kursa… Bu yüzden tektim. Fırsattan istifade elimdeki hediyeyi hemen odama bıraktım.

 

Üzerimi çıkarıp elimi yüzümü yıkadıktan sonra evin içinde annemi aramaya başladım. Normalde beni kapıda karşılayan annem bugün yoktu. Onu oturma odasında, el işiyle uğraşırken bir telefon görüşmesinde buldum. Enes kanepede uyumuştu.

 

Mutfağa geçip etrafa baktığımda yemeğin yenip bulaşıkların yıkanmış olduğunu fark ettim. Evde babamın olmaması da içerideki huzuru pekiştirmişti.

 

İştahsızlığım devam etse de tek canımın çektiği şey, acı ve kocaman bir kupa kahveydi. Hemen pratik bir Türk kahvesi koyup cezveyi ocağa bıraktım. O pişene kadar üzerime ince bir hırka aldım, odamdan Vefa Defterimi ve kalemimi alıp döndüm. Kahvemi fincana boşaltıp balkona çıktım.

 

Balkondaki sandalyeye oturup gözlerimi ufka diktim. En sevdiğim şeylerden biri gün batımı izlemekti. Ama genelde bu saatte eve geldiğimde yeme, bulaşık ve başka sorumluluklardan buna hiç fırsat bulamıyordum. Bugün bana büyük bir nimet olmuştu.

 

Kahvemden bir yudum aldım. İçim ısındı. Keşke kahve içtiğimizde kalbimiz de tamamen ısınsa… Ama o derinlerdeki yalnızlık tamamen gitmiyordu.

 

Defterimi açıp boş bir sayfa buldum. Mektup yazmayı çok özlemiştim. Biz mektuplarla konuşuyorduk; evet kimliğini bilmediğim mektuplardı önce. Karşı tarafı tahmin etmek heyecanlı bir oyuna dönüşmüştü benim için. Ama Tarık gibi bir beyefendinin böyle güzel mektuplar yazabilecek biri olacağını asla tahmin etmemiştim.

 

Ve evet… Mektupları yazanın o olduğunu öğrendikten sonra hâlâ yazmaya devam etmek belki de hataydı. Nefsim uymuştu. Kendimi alamamıştım.

 

Kalbimden geçenleri yazmaya başladım…

 

 

---

 

Mihri’nin Mektubu

 

“Papatyaları çok seviyorum. Bunu söylemeden talebelerim fark etmiş. Nasıl mı? Bana doğum günümde hediye ettiğin papatyalı bilekliği hiç çıkarmadığımdan…

Bugün talebelerim bana kocaman bir papatya saksısı hediye ettiler. O kadar mutlu oldum ki anlatamam.

 

Hem de o kadar iyi bakmama rağmen bana hediye olarak aldığın papatya saksısının çiçekleri bir bir dökülürken böyle bir hediye gelmesi o kadar anlamlıydı ki...

 

Aklıma sen geldin… O papatya tarlasında seninle ilk karşılaştığım an… Yeşillerinle ilk defa buluştuğum o gün… Mektuplarla konuştuğumuz kelimeler… Birbirimize dokunduğumuz zamanlar…

 

Sana yazdığım son mektupta, öğretmenlikten korkuyorum demiştim. Sen ise sıcak kelimelerinle, ‘Hakkıyla yapacağına eminim.’ diye yanıtlamıştın.

Biliyor musun? Hâlâ emin değilim. Ama gayret ediyorum. Çalışıyorum. Sevgiyi aktarmaya, gönüllere dokunmaya çabalıyorum.

 

Bu papatyaları kokladıkça… Her gece bir papatya ile bıraktığım mektuplar geliyor aklıma.

 

Yine yazıyorum.

Sana yazıyorum.

Gönderemezsem de, neredesin bilmesem de…

Ben seni unutmadım. Unutamadım. Unutmak da istemedim.

Senin de beni unutmadığını hissediyorum.

 

Ben kalbimdeyim… Her papatyadayım.

Sen hasret bir şeysin; o minik papatyalara bak ve umudu hatırla.

Papatyalar umut demektir.

 

Bu sıralar içimden geçen bir cümle var:

‘Allah seni nereye diktiyse orada çiçeklen.’

Ne kadar güzel değil mi?

 

Gerçekten öyle olmalıyız. Çünkü Rabbim takdir ediyor nerede olacağımızı… Ve bizim yapmamız gereken, O’nun takdir ettiği yerde çiçeklenmek.”

 

 

---

 

Kalemi kenara koyup kahvemden bir yudum aldım. Gözlerim tekrar ufka döndü. Bugün gerçekten beklemediğim bir anda talebelerimin önüme koyduğu papatya saksısı beni hem şaşırtmış hem mutlu etmişti.

 

“Hocam bugün hiç keyfiniz yoktu, bir kere bile gülümsemediniz. Belki mutlu olursunuz diye düşündük.” demişlerdi. O kadar tatlılardı ki… Özellikle de V sınıfındaki öğrenciler. Yaşları bana daha yakındı; hatta bazılarıyla arkadaş bile olmuştum.

 

Hafızlık yaparken onlarla pek konuşma fırsatı olmuyordu. Ama konuşunca ne kadar tatlı insanlar olduklarını gördüm, elhamdülillah. Benimle iyi anlaşılınca idareci hocam da beni onların sınıfında daha çok tutmaya karar verdi.

 

İşte… İmtihan böyle bir şey. Dünya imtihan diyoruz ya; imtihan hiçbir yerde peşinizi bırakmıyor.

 

Evdeki durumlar biraz hafiflemişken, ailem Cengiz’le evleneceğimi düşündüğü için üzerime daha az gelmeye başlamışken… Bu sefer kursta farklı sıkıntılar oluyordu.

Evet, beni seven bir sınıf var. Ama diğer sınıflarla pek iyi anlaşabildiğimi söyleyemeyeceğim.

 

Elimden geldiğince güzel davranmama rağmen bana karşı saygısızlık yapıyorlar. “Hocam, hocam…” diye bastıra bastıra konuşup beni küçümseyen biri bile oldu.

Onları bir yerde anlıyorum… Önceden hepimiz aynı seviyedeydik. Arkadaştık. Şimdi ben hoca oldum, onlar talebe. Ama ne kibir yaptım ne büyüklük… Yine de anlamıyorlar.

 

Bir diğer imtihan ise benimle aynı zamanda başlayan başka bir hoca…

Kız benimle göz göze gelmiyor. Hatta kimseyle gelmiyor. Lüzumsuz olmadıkça konuşmuyor. Öğretmenler odasına girdiğimde başörtüsüyle burnunu kapatıyor. Koku hassasiyeti varmış… Ama yani ben de çöplükten gelmiyordum sonuçta.

 

Bu durum sadece beni değil, tüm kursu rahatsız etmeye başlamıştı. Galiba psikolojik bazı problemleri var. Yine de ben odaya her girdiğimde selam veriyor, çıkarken “Allah’a emanet olun.” diyordum.

Cevap verse de vermese de önemli değildi.

Çünkü önemli olan bizim yaptığımız amel.

Biz başkalarının yaptığından değil, kendi yaptığımızdan sorumluyuz.

 

O gün babam eve geldiğimde yine çok sessizdi. Bu sessizlik beni şaşırtsa da yakında nedenini öğrenebileceğimi tahmin ediyordum.

 

Ertesi gün cuma günüydü. Cuma gününü ayrı bir seviyorum; neticede müminlerin bayramı… Kalbimde başka bir sevinç uyandırıyor. Cuma günleri kursa daha erken gidiyorum ve sela ile ezan arasında talebelerimle birlikte dualar ediyoruz. İçimden, yıldızım ile yeniden buluşmak için de dua ediyordum elbette.

 

Ara ara aklıma olumsuz düşünceler gelmiyor değildi. Bir yanım, “Seninle buluşmaya gelmeyen, bunun için bir sebep bile açıklamayan birinin yolunu neden hâlâ gözlüyorsun?” diyordu. “Sence o yakışıklılıkta birinin sevgilisi olmaması mümkün mü? Belki şimdiye kadar kaç kızı sevdi… Belki seninle sadece eğlendi. Belki ona değişik geldin ve sonra sıkıldı, gitti. Belki de o mektuplar senin sandığın kadar derin duygularla yazılmadı… Nereden biliyorsun? Hem farz et ki öyle olsun, onu nerede bulacaksın? Kapılarına gidip hesap mı soracaksın? Daha telefonunu bile bilmiyorsun…”

 

İçimdeki bu umutsuzluğu fısıldayan sesin nefsimden ve şeytandan geldiğini biliyordum. Çünkü ümitsizlik bir hastalıktı; özellikle de bu asrın en keskin hastalıklarından biri.

 

Derin bir nefes aldım. “Eûzü” çekip kendimi toparladım.

Evet, belki ihtimaldi içimden gelen sözler… Ama ben o kişiyle yollarımı tekrar birleştirme gücüne sahip değildim. İlk karşılaştıran da Rabbimdi, bir daha karşılaştıracak olan da O’dur. Eğer bir kader yazdıysa bizi birleştirecek olan yine O’dur.

 

Ben elimden geleni yapıyorum. Ve tevekkül ediyorum.

 

 

---

 

Eve döndüğümde annemle babamın telaş içinde bir şeyler hazırladığını fark ettim. Çok meşguldüler, bu yüzden benimle pek ilgilenemediler. Kenardan baktığımda annemin babama minik bir bavul hazırladığını gördüm. Konuşmalarından babamın Ankara’ya gideceğini öğrendim.

 

Beni görünce kısa bir açıklama yaptı: Babaannemin kanser olduğu ortaya çıkmış. Üzüldüm elbette, fakat aramızda hiçbir zaman çok derin bir bağ olmamıştı. O yüzden herhangi bir mümin kardeşim kadar üzüldüm diyebilirim. Öğrendiğim diğer bilgi ise babamın pazar gecesine kadar evde olmayacağıydı. Buna sevindim… Çünkü onun yokluğu, evde nefes alan bir huzur demekti.

 

Hafta sonu biraz daha rahat geçti. En azından evde çaresizce boğulacağım bir baskı yoktu. Babam eve döndükten sonra öğrendik ki babaannemin durumu sebebiyle artık sık sık onların yanına gidecekmiş. Babaannemler il dışında oturuyordu, yani babam çoğu hafta sonu evde olmayacaktı.

 

 

---

 

Eve ilk geldiğim zamanlara göre annemle babam bana karşı biraz yumuşamışlardı. Evet… Ama hâlâ telefonumu geri vermemişlerdi. Ne de anneannem, teyzem ya da doğru düzgün biriyle telefonda konuşmama izin veriyorlardı. Bunun sebebi ise, telefonu verirlerse “görüştüğüm oğlanlara haber verip beni kaçırtacağım” düşüncesiydi.

 

Hatta bir keresinde babam,

“Tabii telefonu da verelim eline, o görüştüğün oğlanları çağır da seni kaçırsınlar değil mi?”

demişti.

 

Cevap vermedim.

Artık susmayı öğreniyordum.

 

Beni anlamak istemeyen insanlara kendimi açıklamaya çalışmak sadece ruhumu mahvediyordu. O yüzden kendime verdiğim sözü tuttum: Stratejik olacaktım. Sabredecektim.

 

 

---

 

Şu anki planım ise, önümüzdeki hafta sonu babam evden gider gitmez, annemden izin alıp teyzeme gitmekti. Birkaç güzel söz, biraz rica, biraz ev işlerine yardım derken annemin kalbi yumuşadı ve izni kaptım.

 

Bu beni öyle mutlu etti ki…

Hemen sırt çantama birkaç parça eşya attım.

Otobüs kartıma para yükleyip yola çıktım.

 

Beni mutlu eden diğer bir şey ise, teyzeme ulaşabilirsem Bükra’ya ve Sevdenur ablaya da ulaşabilme ihtimalimdi. Sevdenur ablam müsaitse belki yine Üsküdar’da buluşurduk… Onun yüzünü görmek bile bana iyi geliyordu. Kalbime hafiflik veren bir şey vardı onda.

 

Ve şimdi, hiç beklemediğim şekilde annemin bana izin vermiş olması…

Bana inanılmaz bir özgürlük hissi veriyordu.

 

Tabii bol bol uyarı da almıştım:

“Sakın baban anlamasın. Bak, eğer ufacık bir şeyden bile fark ederse ya da Cengiz ile alakalı bir durumda değişiklik olursa, sen kendini eve hapis olmuş bil.

 

Mihri, ne o… çok sevdiğin hocalığını yapabilirsin, bütün paranı da elinden alırız. Gerçekten çok net söylüyorum: Yaşadığın hiçbir şeyi anlatmak yok. Asla. Bu evde olan, bu evde kalacak. Duydun mu?

 

Sadece git, biraz kafanı dağıt, gel. Anladın mı? Bak, bunu da seni sevdiğim için izin verdim, yoksa… Var ya babam duysa, öldürür bizi. Tamam mı?”

Teyzemi arayıp ona gelme düşüncemi sorduğunda zaten teyzem hemen kabul etmişti.

Sakince başımı salladım.

Kapıdan çıkarken bile parmağını sallayıp beni uyarıyordu.

 

Neyse… Elhamdülillah çıkmıştım ya bir şekilde.

 

Zaten şu an planımın diğer kısımları kafamda hazır değildi. Görünürde her şey Cengiz’in, ailesinin ve maalesef ki benim ailemin istediği şekilde ilerliyordu. Ama Allah’ın izniyle bu böyle devam etmeyecekti. Bir yerde, onların planlarını tersine çevirecektim.

 

Ama nasıl? Eksik parçalar vardı. Farz edelim kaçalım… Nereye kaçacaktım? Teyzeme, anneanneme… Bir şekilde gelip beni alırlardı belki. Ama Cengiz o kadar psikopattı ki, her şeyi bekleyebilirdim: Hem benim canıma hem ailemin yanına kast edebilirdi. Ya da beni koruyan herhangi bir kişinin, şu an kendini geride tutmasının tek sebebi, beni elde ettiğini düşünmesiydi.

 

Allah’ım… Aklıma gelen düşüncelerle otobüs koltuğunda sinirle oynadım. Yumruklarımı sıktım.

 

Ara ara kursa çiçek buketleri gönderiyordu, hepsinde farklı sözler yazılı kartlar vardı. Artık bütün kursta nişanlım olduğunu öğrenmişti. Ben de gelen bütün buketleri yolda, gözümü kestirdiğim tatlı kapalı kızlara hediye ediyordum.

 

Hem onlar mutlu oluyordu hem de çiçekler çöpe gitmekten kurtuluyordu. Çünkü bu çiçekleri evimde istemiyordum. Onları görmek de istemiyordum. Ne kadar istemediğimi anneme uygun bir dille dile getirmeye çalışsam da, galiba Cengiz’in kulağına bile gitmemişti bu durum.

 

Neyse dedim kendi kendime… Şu an tatsız durumları düşünüp keyfimi kaçırmak istemiyorum.

 

At arabası tadında giden halk otobüsünün sağ en ön koltuğunda oturuyordum. Hep favorim bu koltuk olmuştu. Çünkü önü açık olduğu için otobüsün en ön büyük camından yolu dev ekran gibi izleyebiliyordun. Çok keyifliydi. Üstelik bir buçuk koltuk olduğu için yanına çantamı koyabiliyordum. Artık bu koltuk tamamen benimdi. Sadece Eminönü’ne gidene kadar benimdi belki ama öyle bir sahiplenmişim ki… Görmeniz lazımdı.

 

Yolları izleyip kendi kendime ilahiler mırıldanırken, çoktan Eminönü kantarcılara gelmiştik. Herkesin inmesiyle daldığım hülyalardan başımı kaldırıp gerçekliğe döndüm. Çantamı sırtıma vurup indim.

 

Aklıma, aylar önce yine aynı şekilde tek başıma Eminönü’de indiğim ve Sevdenur ablayla buluştuğum zamanlar geldi.

 

Eminönü her zamanki gibiydi: Yoğun, sesli, gürültülü bir trafik. Martıların sesleri kulaklarımıza karışıyor. Sağımızdan, solumuzdan geçen turistler ara ara çarpışmamaya dikkat ediyor. Bavul taşıyıcıları bir yandan dükkan vitrinlerine bakıyor.

 

Güneş çoktan batmaya başlamıştı. Hava soğuktu. Ellerim zaten daha soğuktu; soğuk elli bir kız olarak sonbahar ve kış aylarında ellerim nadiren sıcak olurdu.

 

Vapura binmeden önce kendime akşam simidi aldım, mekandaki satıcılardan. Sabah simidi yemenin tadı ayrı; ama bu akşam simidi de çok güzeldi.

 

Bir elimde simidim, diğer elimde İstanbul kartım. Vapur gişesinden geçip alt kata indim.

 

Yazın üst tarafta, rüzgarın başörtümü savurduğu ve enfes İstanbul manzarasını izlediğiniz yolculuk keyifli olsa da, sonbaharda ilk cam kenarında dalgaları izlerken, sıcak bir ortamda oturmak ayrı bir güzellik taşıyordu.

 

 

---

 

Yazardan

 

Demirle başı dövülmüş gibi uyandı. Gözlerini zar zor açtı, birkaç kere kırpıştırdı. Siyah tavandan aşağı sarkan süslü avizeleri zar zor seçebiliyordu. Anında midesi şiddetli bir şekilde bulanmaya başladı.

 

Bulantının zorlamasıyla doğruldu; yatağın sağ tarafına başını çevirdiği anda midesindeki olmayan şeyleri boşalttı. Yerdeki sıvıya bakmaya çalıştı, sadece sarı, safra benzeri sümüksü bir sıvı vardı. Ahlayıp oflayarak başını tuttu, ağzında kalan son kalıntıları da yere tükürdü.

 

Üzerinde, dün gittiği kulüp için özel olarak seçtiği kumaş pantolonu vardı. Gömleğinin düğmeleri ise yer yer yırtılmıştı. Kendini zorlayarak yataktan doğruldu, çıplak ayakları parke zemini buldu. Başı döndüğü için bir eliyle duvardan destek alarak sarsak adımlarla banyoya gitti. Midesinde olmayan şeyleri biraz daha klozete çıkarmaya çalıştı.

 

Midesi o kadar bulanıyordu ki, birazdan ağzından gelecekmiş gibi hissediyordu. Dizlerinin üzerine çöktü, beyaz banyo zeminine. Kalkıp bulanık görüşüne rağmen eliyle musluğu buldu, yüzünü yıkamaya çalıştı ama onu bile beceremedi; etraf suyla kaplandı. Ağzını çalkaladı, yüzüne çarpan birkaç sert soğuk sudan sonra birkaç kez daha gözlerini kırptı.

 

Gözlerinin önündeki aynada netleşen görüntü kendisine bile garip geldi. Göz altlarındaki sarılıklar daha belirgin, yanaklarındaki çöküntü artmıştı. Dudaklarının rengi uçmuş, gözlerinin feri sönmüştü. Üzerindeki gömleği çıkartmaya çalıştı, beceremeyince küfürler savurdu. Düğmeleri kopardığında kumaş iyice sarkmış, üst vücudundan düşüp yere bulmuştu. Kendi bedenine iğrenerek bakarken ağzına gelen küfürleri bağırarak haykırdı.

 

Evet, kendine bile küfür ediyordu; kızıyordu.

 

Beş dakikada ancak varabildiği odanın kapısını açıp, kapıda bekleyen korumaya Korkut’u çağırmasını söyledi. Korkut geldiğinde, doktorun kendisi hakkında yaptığı en son tahlillerin nasıl neticelendiğini sordu. Aldığı cevap, biraz daha kanının çekilmesine sebep oldu: Durumu sandığından kötüydü.

 

Bunu duyduğu gibi oturduğu yatak çarşaflarının içinden büyük bir coşkuyla kahkaha attı. Gülüyordu; gülüşü duvarlardan yankılanıp kendi yüzüne çarpıyordu.

 

Kendisiyle ilgilenmesi için tekrar özel doktorun çağrılmasını ve ardından yardımcılarının gelmesini istedi. Bu halde, kendi üzerini bile değiştiremeyecek durumdaydı. İlaçlarını aldıktan sonra kısmen toparlanmış olsa da, zaten kötü olan sağlığıyla dün gittiği kulüp partisi onu bu hale getirmişti. Dün kaç kadeh devirdiğini, kaç birayı kafasına diktiğini hatırlamıyordu. Orada bile aklı sadece Mihri’yi elde etmekteydi. Diğer kızlarla eskiden olduğu gibi ilgilenmiyordu çünkü onlar ulaşılabilirdi. Cengiz ise ulaşamadığını istiyordu.

 

“Artık yeter,” dedi. Yeteri kadar kendini ondan uzak tuttuğunu düşünüyordu. Hâlâ Mihri’nin tarifi sevdiğinden çok emindi ve bunu yediremiyordu.

 

Nasıl olurdu da Tarık, yine karşısına çıkar ve beklediği sevgiyi kendisinden önce kapardı? Evet, Mihri onunken Tarık elinden almaya çalışmıştı; o da sadece onun olanı elde ediyordu.

 

Aklına gelen düşünceyle sırıttı. Üzerini değiştirip, odanın penceresini tamamen kaplayan siyah, boydan boya ağır fon perdesini çektiğinde dışarının çoktan karanlık olduğunu gördü. Son zamanlarda saatlerin bile bir önemi kalmamıştı. Zaman dilimi onun için önemsiz bir kavram olmuştu. Mecbur olmadıkça şirkete bile gitmiyor, işleri uzaktan yürütmeye çalışıyordu. Zaten korkut onu işe koşuyordu.

 

Aklına gelen parlak fikir: Mihri’nin gönlünü aklınca çelmek.

 

Özenle hazırlandı, temiz bir duş aldı ve ardından… Korkut’u bile şaşırtan bir talepte bulundu:

 

“Bayiden, en kral motoru getir. 10 dakikaya kapıda istiyorum.”

 

Vapur, en tatlı ve keyifli yolculuğumda beni teyzeme götürüyordu. Üzgünlerden indikten sonra hemen namazımı kıldım ve metro durağına gittim. Tabii bu mesafeleri hep sırtımdaki çantayla kat ediyordum.

 

Metro durağı gerçekten çok kalabalık ve karışıktı; tam iş çıkış saati olduğu için inanılmaz bir trafik vardı. Bir de buradan hem Gebze’ye doğru ilerleyen hat, ekstra farklı bir kalabalık yaratıyordu. Elhamdülillah, o kalabalığın içinden mücadele edip geldikten sonra neredeyse teyzemin oturduğu sitenin önüne gelmiştim.

 

Güvenlikle konuştuktan sonra apartmana girdim ve asansörle teyzemin katına çıktım. Kapıyı açtığında sıcak bir karşılama ile beni karşıladı:

“Hoş geldin fıstığım, gel gel, nasılsın?”

 

Ayakkabılarımı çıkarırken, “Hoş buldum, hoş buldum teyzem,” diyordum. Ufak bir sarılma faslından sonra dış kıyafetlerimi çıkarttım. Teyzem, benim gelene kadar çorbayı ısıtmış, marketten aldığı köfteleri de ızgarada pişirmeye başlamıştı. Ona görünce daha derinden hissettim bu duyguyu; onu çok özlemişim.

 

Evet, biliyorum… Tanıyorum bu hisleri. Adım adım Rabbim’in beni kurtuluşa götürdüğüne inanıyorum. Beni yaratan, elbet yolumu gösterir.

 

Alp’in yokluğu çok belliydi. Neden olmadığını sorduğumda, bugün babasıyla birlikte kalacaklarını söyledi. Ayrı oldukları için bazen Alp, babasında kalıyordu.

 

Keyifli bir sohbetin ardından teyzemin bizim için demlediği filtre kahvelerimizi yudumladık. Yanımda sigara içmek isterken, bu sefer kibarca:

“Teyzecim, ben biraz rahatım, balkonda içebilir misin?” dedim.

 

“A, tabii fıstığım,” dedi. Ben rahatsız olmayacağımı söyleyince onun böyle düşünmesi beni mutlu etti. Belki de ona daha önce hiç bu kadar açık bir şekilde rahatsız olduğumu dile getirmemiştim. Balkona çıktığımızda, o dışarıya doğru sigarasını içerken ben yanında kahvemi yudumladım.

 

Geçen hastaneye kaldırılma olayından bahsettim. Epey şaşırdı. “Ben bunu annem söyledi sanıyordum,” dedim. Ama anlaşılan ziyarete gelirler durum anlaşılır diye hiç bahsetmemiş. Teyzem, o gün neden babamın habersiz geldiğini ve apar topar beni İstanbul’a getirdiğini de sordu. Ben sessiz kaldım; bir şey diyemedim. İçimde bir düğüm oluşmuş gibiydi, sanki gözlerim başka şeylerle oyalanırken sustum.

 

Teyzem, kendi yaptığı işlerden, Alp’in okulundan, ev işlerinden ve komşularıyla yaşadığı komik anılardan bahsetti. Farklı bir ortamda olmak bile güzeldi. Saat 23.08 olmuştu ki, teyzem çok uykusunun geldiğini söyleyip odasına çekildi. Ben de benim için hazırladığı kanepeye oturdum.

 

Salonun kapısı ile dış kapı çok yakındı. Yatsı namazını yeni kılmıştım; içimi bir sıkıntı bastı. Bazen içinize alışık olmadığınız, anlamlandıramadığınız bir his doğar ya, aynen öyleydi.

 

Birkaç dakika sonra dış kapıdan gelen tıklanma sesi ile ürperdim. “Yanlış duymuşumdur herhalde,” dedim. Ancak birkaç kez daha aynı sesi duyunca mecburen ayaklanıp parmak uçlarında ilerleyerek dış kapıya yöneldim.

 

Parmak uçlarımda hafifçe yükselerek gözümü kapı deliğine diktim. Karşımdaki yüz ve tür bedenimden korku dolu bir elektrik geçti; tüm tüylerim diken diken oldu. Kalbimin ritmi hızlanırken nefes alışverişim daraldı. Bu kişi, Cengiz’den başkası değildi. Ayrıca ısrarla kapıyı tıklatmaya devam ediyordu.

 

Allah’ım… ben şimdi ne yapacağım? Ya sabır, ya selamet…

Hiç gidecek gibi de durmuyordu. “Kapıyı açmam,” deyip odama çekileyim diye düşünmüştüm; neticede bu saatte bütün apartmanı ayağa dikecek hâli yoktu ya… Tam adımımı atmıştım ki sesi bu kez kulaklarımın dibine kadar geldi:

 

“Mihri, orada olduğunu biliyorum. Hatta bana baktığını da biliyorum. İki dakika… kapıyı aç.”

 

Allah’ım… sen yardım et. Gerçekten bütün apartmanı ayağa kaldıracak.

 

“Şu kapıyı bir aç!”

 

Kapının arkasından kısık bir sesle yanıtladım:

 

“Bu saatte ne işin var burada?”

 

“Aç kapıyı.”

 

“Hiç kusura bakma.”

 

“Bak Mihri, açmazsan bütün apartmanı ayağa dikerim. Gerçekten!”

 

“Sen bilirsin.”

 

“Bir şey teklif edeceğim sadece. Bak, yoksa kapıyı kırar yine girerim içeri.”

 

“O saate kadar polis çağırırım.”

 

“Tamam o zaman kapıyı kırmam… ama zile o kadar çok basarım ki teyzenle tanışmak zorunda kalırız.”

 

Ya sabır ya Allah… Bir de beni teyzemle tehdit ediyordu.

 

Mecburen üzerime dış kıyafetlerimi alıp kapıya çıktım.

 

“Bu saatte derdin ne oldu? Çok acil bir şey varsa yarın da yapılabilir.”

 

“İki dakika aşağı gel, sana göstermek istediğim bir şey var.”

 

“Gelmiyorum.”

 

“Geliyorsun.”

 

Ya sabır… Daha fazla tehdit savurmadan hızlıca merdivenlerden indim.

Dış kapıyı yavaşça çekerken kilidi cebime attım.

 

Bahçeye indiğimizde çıkıştım:

 

“Haydi söyle, ne söyleyeceksen.”

 

“Göstereceğim dedim ya. Peşimden gel.”

 

“Hiçbir yere gelmiyorum.”

 

Elimi tutmak için hamle yapınca geri çekildim.

 

“Ya geleceksin ya da elinden tutup ben götüreceğim.”

 

“Tamam!” dedim. “Tamam. Ne göstereceksen… hadi artık.”

 

Bahçe kapısını açarken göz ucuyla güvenlik kulübesindeki abiye baktım.

Bu adamı niye içeri aldı?

Ya para teklif etmişti… ya da yalan söylemişti.

 

Dış bahçe kapısından çıkar çıkmaz duvarın köşesinden sağa döndü.

Karşımda son model BMW bir motor görünce şaşırdım.

 

“Eee?” dedim. “Bu ne şimdi?”

 

“Atla arkama. Gezdiriyorum seni.”

 

“Pardon? Ne alaka?”

 

“Sen şimdi yok ‘Ben senin arkana binmem, daha nikâhımız yok’ falan dersin… ama o Tarık efendiyle nasıl biniyordun motoruna? Hı?”

Bunu derken hafifçe üzerime yürümeye başlamıştı.

 

“Hadi söyle, Mihri Hanım. Niye bindin ona? Motoru var diye hoşlanıyorsun değil mi ondan? Bak… artık benim de motorum var. O kalbin sahibi benim. Bunu unutma.”

 

Bir adım daha attı.

Sırtım tamamen bahçe duvarına yaslandı.

 

Allah’ım… ben bir an nasıl düşünmeden hareket edip bu adamın peşinden geldim?

Gerçekten bazen yaptığım şeylerin mantıksızlığını, iş işten geçtikten sonra fark ediyorum.

 

Bir adım daha…

 

“Uzak dur benden!” diye bağırdım.

Sesim sokağı inletti.

 

“Durmazsam ne yapacaksın?”

 

O ne yapardı bilmiyorum da…

 

“Ben seni anandan doğduğuna pişman edeceğim!”

 

Başımı sesin geldiği yöne çevirdiğimde karşımda, elinde beyzbol sopasıyla teyzem duruyordu.

 

 

---

 

Nasıldı ama???

 

Yorumlarınızı okumak için sabırsızlanıyorum

---

 

 

 

Bölüm : 17.11.2025 23:35 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...