

Selamünaleyküm papatyalar 🌼
Bölümü yazmak içindeki psikolojik durumlardan ötürü benim için pek kolay değildi
Umarım beğenirsiniz
Ve kalemimden kopan o hisler yüreğinize dokunur...
---
Ebû Hureyre -radıyallahu anh-'dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
«Allah, kim için hayır dilerse ona musibet verir.»
[Sahih Hadis] - [Buhârî rivayet etmiştir]
---
Mihri’den
---
Belki de insan en çok…
kendi kendisini hiç düşmek istemediği o karanlık, ümitsiz, köşeye sıkışmış hâlde bıraktığında kızıyordu. Çünkü bazen dünyada kızacak başka kimse kalmaz, insan kendi nefesinin içinde bile yalnız kalırdı.
Kalp atışlarım giderek hızlanıyor, göğüs kafesimi içeriden yumrukluyordu. Nefes alışlarım sıklaşmıştı; burnumdan çektiklerim yetmeyince dudaklarım aralanmış, hava arayan bir kuş gibi çırpınan ciğerlerimi doyurmaya çalışıyordum. Ellerim artık tamamen buz kesmişti; mermer kadar soğuk, mermer kadar hissiz.
Karanlık sokağın içinde gözlerimi kısarak baktığımda…
son model motorunun önünde, baştan ayağa siyah ekipmanlara bürünmüş, yüzünde tanıdık ama daha da sinsi bir gülümsemeyle dikilen Cengiz’i gördüm. Adımlarımı, nefesimi, hatta kalbimi bile durduran bir karşılaşmaydı.
Ben… nasıl olmuş da kendimi yeniden bu adamın karşısında bulmuştum?
Daha birkaç saat önce teyzeme gelirken içimde kıpır kıpır bir heyecan yok muydu?
Vapurun güvertesinde rüzgâr saçlarımı savururken dalgaların arasına dalıp gitmemiş miydim?
O sıcak akşam yemeği bana huzur vermemiş miydi?
Peki şimdi?
Neden yine bu karanlıkta, bu canavarın önünde duruyordum?
İçimden dua etmek istedim ama kelimeler birbirine dolandı. Boğazım düğümlendi; zihnimde sadece panik ve ürperti vardı. Kendimi buraya sürüklemiş olmanın ağırlığı, beni daha da çaresiz bırakıyordu.
Ona kapıyı açmıştım… sadece bir şey söyleyip gideceğini sanmıştım.
Ne kadar safça bir umuttu bu?
Yoksa bir anlığına… değiştiğini mi düşünmüştüm?
Eski hâline göre “daha sakin” olduğunu görünce, tekrar üzerime gelmeyeceğini mi ummuştum?
Gözlerimden ona sadece derin bir tiksinti akıyordu artık.
Ve hele söylediği o teklif…
Motoruna binip gece gezintisine çıkmakmış.
Ekim ayazı feracemin eteklerini savururken, kalbim korku yüzünden göğsümden çıkacak gibiyken…
Bir de Tarık’tan bahsetti.
Kendini onunla bir tutmaya mı çalışıyordu?
Bir an için kulaklarıma inanamadım.
Ama evet… doğru duymuştum.
O gün… bir kere Tarık’ın arkasına bindim diye hâlâ bunu bana karşı kullanmaya çalışıyordu.
Vücudum taş kesildi.
Parmak uçlarım uyuştu.
O üzerime doğru her adım attığında gözlerindeki hırs büyüyor, dudaklarındaki o zehirli sırıtma genişliyordu.
Pişmanlık, tüm bedenimi sarıyordu.
Ben nasıl bu adamın peşinden gelmiştim?
Kendimi nasıl böyle bir duvara sıkıştırmıştım?
Arkamdaki duvara tamamen yaslandığımda nefesim kesildi.
Allah’ım…
Ben şimdi ne yapacağım?
Cengiz birkaç adım daha atıp üzerime doğru eğildi. Aramızda sadece bir adımlık boşluk kalmıştı. İçimde yükselen öfkenin korkuyla karışık bir itişiyle haykırdım:
“Uzak dur benden!”
Sesi buz gibi ve alaycıydı.
“Durmazsam ne yapacaksın?”
Gözlerimi kapattım bir anlığına.
İçimdeki sesler birbirine çarpıyor, dua etmekle bağırmak arasında sıkışıyordum ki…
Bir ses, bıçak gibi aramızı yardı:
“O ne yapar bilmiyorum ama ben seni anamdan doğduğuna pişman edeceğim!”
Başımı hızla sola çevirdim.
Teyzem…
Üzerinde yatağa giderken giydiği eşofmanı, ince süveteri…
Saçları darmadağınık, nefesi kesilmiş…
Gözlerinde öyle bir öfke vardı ki geceyi bile aydınlatacak kadar kavurucuydu.
Cengiz, teyzemi görünce bir an irkildi.
Yüzündeki ifade çatladı; hazırlıksız yakalandığı çok belliydi.
Ama yine de dibimden ayrılmıyor, bana yapışık gölgesi gibi duruyordu.
Ben dişlerimin arasından tısladım:
“Hani anlaşmıştık seninle? Bana yaklaşmayacaktın.”
Gözlerini teyzemden çekip bana döndü; dudağının kenarı alayla kıvrıldı.
“Ne anlaşması? Unuttum da… bir daha hatırlatsana.”
“Çekil üstümden!” diye haykırdım.
Teyzem bir adım daha attı.
Sesi, sokağı ikiye böldü:
“Duymadın mı beni? Uzak dur yeğenimden!”
Elindeki beyzbol sopasını bir anda havaya kaldırdı.
O an zaman yavaşladı…
Havanın içinden ağır ağır süzülen bir gölge gibi sopanın kavisi gözlerimin önünden geçti…
Sonra şiddetli bir tok ses yankılandı.
Sopa Cengiz’in sağ omzuna inmişti.
Cengiz sendeledi, geriye doğru yalpaladı.
Ben de duvardan sıyrılıp hızla teyzemin yanına gittim.
Teyzem beni görünce panikle bağırdı:
“Canım! İyi misin?”
Sadece zorlukla başımı sallayabildim.
Cengiz hâlâ toparlanmaya çalışıyordu.
“Ben Mihri’nin nişanlısıyım!” diye bağırdı utanmaz bir gururla.
Teyzem öyle bir bağırdı ki sokak bile irkildi:
“Ne diyorsun sen?! Nişan mı? Kafayı mı yedin?!”
Ben kalbimi tutarak duvara yaslanmıştım.
Kalbim göğsümü dövüyordu; nefesim kesiliyordu.
Teyzem bunu görünce bir an bana baktı.
“Canım… kalbin mi?” dedi titreyen bir sesle.
Sadece başımı sallayabildim.
Ama Cengiz hâlâ konuşuyordu:
“Biz Mart’ta evleniyoruz! Onun için geldim!”
Teyzem sopayı tekrar kaldırarak haykırdı:
“Bak hâlâ konuşuyor! Sen kimsin lan?!”
Bir adımda gidip sopayı bu kez Cengiz’in kafasına geçirdi.
Cengiz sersemleyip motoruna tutundu.
Yüzü öfke ve korku arasında gidip geliyordu.
“Babasına rica ettim,” dedi nefes nefese. “Onu bana verecek!”
Teyzem öyle bir bağırdı ki bütün apartmanları uyandırdı:
“Seni burada gebertmeden… yürü git!”
Cengiz motoruna atladı ve karanlığa karışarak uzaklaştı.
Teyzem hâlâ arkasından bağırıyordu.
Öfkesi, karanlıkta yankılandı:
“Gelmiş bir de savunma yapıyor! Sen kimsin lan?!”
Yanına vardım.
Gözleri bana çevrildiğinde öfkenin buzları biraz eridi.
“Hadi teyze…” dedim titrek bir sesle.
“Eve geçelim.”
Bir an bana baktı… sonra yumuşadı.
Birlikte kapıya doğru yürüdük.
Bahçe kapısında bekçi abiyi gördük—sesleri duyup çıkmıştı.
Ama konuşacak hâlimiz yoktu.
Evin içine girdiğimizde teyzem sadece koridor ışığını yaktı.
Loş bir aydınlık salonu doldururken ben yatağa oturdum.
Teyzem ise karşımdaki kanepede…
Hâlâ elinde beyzbol sopasıyla oturuyordu.
Sopayı bırakmayışında bile ne kadar korktuğunu gördüm.
Onu böyle hiç görmemiştim.
Koridordan yansıyan ışığın aydınlattığı kadar görebiliyordum; teyzem çok üzgün duruyordu. Sağ elim tekrar kalbimin üzerine gitti. Biraz hafiflemiş olsa da çarpıntım hâlâ normalin çok üzerinde bir hızdaydı. Bu yorgunluk bedenimi tüketiyor, ellerimi buz gibi yapıyordu.
Aramızdaki sessizlik uzadıkça ellerimi kalçamın altına aldım; soğuktan uyuşmuşlardı. Zihnimde binlerce ihtimal, kaygı ve endişe birbirine giriyordu. Ne diyecektim şimdi? Ne anlatacaktım? Ne anlatabilirdim? Nasıl izah edecektim?
Her şeyi anlatırsam… Annemler beni kim bilir ne yapardı? Eve mi kapatırlardı?
Aklıma talebelerim geldi. Onları düşünür düşünmez dudaklarım titremeye başladı. Gözlerim dolmak için yer arıyordu. Yaşadıklarımdan sonra talebelerimden ayrılmak istemiyordum. Onları çok seviyordum. Böyle bir şey olursa… bilmiyorum, bana çok ağır gelirdi. Annemlerden her şeyi bekliyordum.
Ama yaşadığımız bu durum karşısında artık teyzemden de bazı şeyleri saklayamazdım. İçimdeki bir ses artık saklamak istemiyordu. Diğer yanım ise o kadar korkuyordu ki sürekli “sus, sus…” diye fısıldıyordu.
Teyzem dakikalardır tuttuğu sopayı ağır hareketlerle aramızdaki orta sehpaya bıraktı. Sonra salonun ışığını açtı ve karşıma oturdu. Gözlerindeki kızgınlığın yerini daha çok bir hüzün almıştı. Derin bir nefes verip gözlerimin içine baktı.
“Anlatmak ister misin?” diye sorduğunda sesi çok kısık ve yumuşaktı.
Onun böyle davranması dudaklarımın, çenemle birlikte daha da titremesine sebep oldu. Gözlerim ara ara bulanıyordu; yine de gözyaşlarımı tutmak için kendimi zorluyordum.
“Ben…” dedim ve öylece kaldım.
Sanki kelimeler boğazıma düğümlenmişti. Sanki bana kızmasını bekliyordum. Ve bana kızmaması beni o kadar garip hissettirmişti ki… Bana kızmalıydı, azarlamalıydı, değil mi? Hep böyle olmuyor muydu? Cengiz’in yaptıklarından azarlanmıyor muydum? Sanki ben suçluymuşum gibi… Beni dinleyen yoktu ki. Ne beni anlayan, ne de bana gerçekten güvenen…
Dayanamadı artık. Sessizce yanıma gelip oturdu ve sıkı sıkıya sarıldı.
“Özür dilerim… Özür dilerim Mihri. Yanında olamadım. Çok zor zamanlar yaşamış olmalısın…” diye fısıldadı.
Bana sarıldığı anda gözlerimdeki düğüm çözüldü. İri iri yaşlar yanaklarımdan süzülürken teyzemin sweati de ıslanıyordu. O kadar sıkı sarıldı ki içimde buz kesmiş kalbim ısındı. Elleri sıcacıktı.
Bir süre sadece sarıldık. Ne bir şey sordu, ne sorguladı, ne kızdı, ne de azarladı… Yargılamadı beni.
Benim ihtiyacım olan da buydu zaten. Ne yargılanmak, ne sorgulanmak…
Sadece birinin bana sıkı sıkıya sarılmasını istemiştim. O sıcaklığı, o sığınmayı, o yüreğime ağır gelen yükü paylaşmayı…
---
(Değerli papatya okurum… Şu an sana da sarıldığımı bil istiyorum. Hayatında neler yaşadığını bilmiyorum ama eminim ki senin de karşılaştığın zorluklar, imtihanlar var… Hepimizin olduğu gibi. Fakat bir yerlerde sana dua eden mümin kardeşlerin olduğunu bil. Sen yalnız değilsin. Allah daima yanımızda. Ne olursa olsun, hiçbirimiz sahipsiz değiliz.
Bu satırları okurken o sıcaklığı hisset… Ben sana kocaman, sımsıkı sarıldım. Seni yargılamadan, sorgulamadan… Sadece kalbini paylaştığın için.)
---
“Rahatça ağla… Hıçkıra hıçkıra ağla, gizleme. Rahatça ağla…” dedi teyzem. Sonra yavaşça benden ayrıldı. Gözlerime bakarken bir eliyle yanaklarımdan süzülen yaşları sildi.
“İçini rahatça boşalt. Bağıra bağıra bile ağlayabilirsin, hiç sorun değil.”
Onun bunu demesiyle fark ettim ki… Ben ağlarken bile sessiz ağlamayı öğrenmişim. Çünkü yüksek sesle ağlamak bile yasaktı bizde. Ağladığımda gelir, sorgular, kızardı. Önemli olan benim ağlamam değildi; çıkardığım sesti.
Ağladım. Hıçkıra hıçkıra ağladım.
Kalbimin yorgunluğunu gözlerimden akıttım. Teyzemin uzattığı havlu kâğıtlarla yüzümü silerken bana bakıp tebessüm etti.
“Burnun hemen Pinokyo’ya döndü. Tatlı yeğenim benim…” dedi.
Böyle deyince ben de gülümsedim. Artık ağlamam biraz olsun dinmişti.
“Hadi bir kahve yapalım.” dedi. Gözlerinde yalnızca şefkat parlıyordu.
Bu, “Hadi… Anneannemgilde de olayları çözelim. Tatlıya bağlayalım.” demekti.
Mutfağa geçtiğimizde teyzem ikimize de kahve koyarken ben masaya oturdum. Anlatacağım şeylerin kahvesiz gitmeyeceğini ikimiz de biliyorduk. Uykumuz zaten kaçmıştı; biraz daha kaçsa da zararı yoktu.
Normalde kansızlığım yüzünden hastaneye yattığımdan beri kahve tüketimimi azaltılmıştım.
Zorundaydım. Fakat şu an bu hiç umursayamadım.
Kan haplarımı da düzenli almıyordum.
--
( Son günlerde Mihri ile aynıyız 😅😁🤭
Kahve + kansızlık + Uykusuz= Kalp çarpıntısı Buz gibi eller + halsizlik
Halsiz ve üzgün olunca yine KAHVE 😅☕🤎)
--
Kahve makinesi çalışırken teyzem karşıma oturdu. “Ben en çok şu noktada takılıyorum.” dedi.
“O serseri kılıklı… Senin nişanlın mı gerçekten?”
Dişlerimi sıkarak acı acı gülümsedim.
“Maalesef öyle oldu…”
Teyzem benim anlatmamı beklerken ben de zihnimde yaşadıklarımı düzgün bir olay örüntüsüne oturtmakla meşguldüm. O kadar çok şey yaşamıştım ki… 21 yaş doğum günümden bu zamana dek olanlar artık bana bile ağır geliyor, bazı detayları hatırlamak bile istemiyordum. Ama şu anda beni gerçekten anlamak için dinleyen; kendi kelimelerimi toplamam için sabırla fırsat tanıyıp kahvesini yudumlayan teyzeme bunları anlatacaktım.
“Her şey 21 yaş doğum günümde başladı,” diyerek söze başladım.
O gün çok mutluydum. Hiç beklemediğim bir anda babam bu nişan meselesini açınca gerçekten hem şok olup hem de çok üzüldüm. Afallamıştım, ne tepki vereceğimi bile bilmiyordum. Ama annemle babam çok mutluydu; bunu istediklerini her hâlleriyle belli ediyorlardı. Önceleri biraz akışa bıraktım durumu. Zaten hafızlığımın son zamanlarındaydım, derslerim yoğundu, dikkatimi Kur’an ezberime vermeye çalışıyordum.
Kahvemden bir yudum alıp nefeslendim. Teyzem de kendi büyük kupasından minik bir yudum aldı. Devam ettim:
“Ufak ufak aile görüşmeleri başlamıştı. Başta işin böyle bir hâle geleceğini hiç tahmin etmemiştim. Aklıma bile gelmemişti. Bir yandan yaşadıklarımı anlatırken istemsizce ellerimi kollarımı hareket ettiriyor, duygularımı ifade etmek için beden dilimi kullanıyordum.”
‘Cengiz’ dediğimde teyzem kaşlarını kaldırıp sordu:
“Demek ismi bu?”
“Evet,” dedim. “İsmi Cengiz. İlk tanıştığımızda hiç böyle biri değildi. Ya da… daha doğrusu böyle biriydi ama bize hiç böyle göstermedi kendini. Gerçi ufak hatalarını yakalıyordum fakat onları hep görmezden geldim. Bilmiyorum… unuttum, dikkat etmedim ya da içimdeki ‘yanlış biri olabilir’ diyen sesi duymak istemedim.”
Olaylar ilerledikçe bazı görüşmelerimiz oluyordu. Aileler de katılıyordu, bazen yalnız görüyorduk birbirimizi. Hep yanımızda kız kardeşi Sare olurdu. Teyzem başını sallayarak beni dikkatle dinliyordu.
“Bazı tuhaflıklar sezsem de iyi davranışları da vardı. Yani… tam emin olamıyordum. Ama şundan çok emindim teyze,” dedim ve gözlerimi kapatıp açtım, derin bir nefes verdim.
“Ben onu hiçbir zaman sevmedim. Kalbim onu asla kabul etmedi. İçim almadı onu. Tabii daha önce hiç erkekle konuşmuşluğum olmadığı için ne normal, ne anormal… bunları ayırt etmek benim için çok zordu. Bir de annemle babamın onu aşırı övmesi, aileleriyle aralarını çok iyi tutmak istemeleri cabası…”
“Bir yerde beni öyle bir noktaya getirdiler ki… ağzımı açıp ne itiraz edebiliyordum ne de Cengiz’in fark ettiğim bir yanlışını söyleyebiliyordum. Ne zaman konuşmaya kalksam lafı ağzıma tıkıyorlardı.”
Teyzemin bakışlarında hem üzüntü hem kızgınlık vardı. Gece yarısı çoktan geçmişti ama ikimizin de gözünde uyku yoktu; aksine içimizde öfke vardı.
“Tabii bir de şu laf dolaşıyordu sürekli: ‘Mihri ve Cengiz birbirine çok uygun, tam birbirlerine göre…’ Ailelerin ortak arkadaşları, çevremiz… herkes böyle düşünüyordu. Böyle olunca insan ister istemez kendini baskı altında hissediyor. O zaman bu baskının büyüklüğünü bilmiyordum. Bir şeyler hissediyordum ama… bu kadar büyük olduğunu ancak nikâh günü terk edildikten sonra anladım.”
“Neeee? Ne? Terk edilmek mi?”
Teyzem sinirle yumruğunu sıkıp masaya hafifçe vurdu. Sonra elini ağzına kapadı.
“Şimdi ağzıma çok küfürler geliyor ama söylemeyeceğim. Sen burada küfür ettiğimi varsay. Çünkü gerçekten çok sinirliyim. Terk etmekmiş! Ne haddine? Onu sen terk edersin!”
“Şu an ben de aynı kanaatteyim.”
Onun bu hâli gülümsememe sebep oldu. Yaşadıklarım için birinin sinirlenmesi bile kalbimdeki yükü hafifletiyordu.
“Evet,” dedim. “Maalesef öyle oldu. O güne kadar büyük bir sıkıntı yaşamamıştık. Küçük küçük hissettiğim olumsuzluklar vardı ama büyütmemiştim. Annemle babama her ne kadar Cengiz’e bir türlü ısınamadığımı söylesem de onlar sürekli evlendikten sonra ısınacağımı… şu an doğal olarak uzak olduğumuz için yakınlaşamadığımızı… ama evlendikten sonra her şeyin çok güzel olacağını söylüyorlardı.”
“Ben de bir yerden sonra buna inandım. Keşke inanmasaydım. Ama şimdi ‘keşke’ demek bir şey değiştirmiyor. Ayrıca…” ellerimle tırnak işareti yaparak ekledim, “‘Kader’ deyip geçiyor insan. O zaman düşünemedim bazı şeyleri. Çevremdeki herkesin tavrı da beni bu yanlışa itti.”
Teyzem başını salladı.
“Haklısın canım… çok yalnız kalmışsın.”
Yüzündeki acı tebessüm bana da bulaştı.
“Öyleydi… ama bu yalnızlığın içinde Rabbimi buldum.”
O yüzden “Elhamdülillah, yalnız değilim,” dedim.
“E sonra?” diye sordu.
“Sonrası…” dedim. “İşte o gün bütün taşlar yerine oturdu. Nikâh günü… O gün bir gün öncesinden aileler konuşmuş, nikâh salonu ayarlanmış, davetlilere haber verilmişti. Biz salondaydık. Memur geldi. Herkes yerini aldı. Ben de pek beğenmesem de aldığım beyaz, sade elbiseyle içeri girdim. Nikâh masasında tek başıma oturuyordum. Bekledik… bekledik… gelmedi.”
Anlatırken gülümsüyordum artık.
“Dakikalar geçti. Babam koşturuyor, Cengiz’in babasıyla konuşuyor… ama yok. Hiçbir şekilde ulaşılmıyor. Herkes bana bakıyor, aralarında konuşuyor… dedikodular… duysaydın.”
Kahvemden bir yudum daha aldım. Hafifçe soğumuştu.
“Beni orada en çok üzen neydi biliyor musun teyze?”
Gözlerini gözlerime diktim.
“Annem ve babamın bakışları. Onların hayal kırıklığı… Memurun bakışından bile daha kötüydü. O an kendimi o kadar suçlu hissettim ki… her şeyin sebebi benmişim gibi.”
“Bu da yetmedi. Sonrasında da beni suçladılar. Aile, çevre… herkes Cengiz’in gelmemesini benim yaptığım bir ‘edepsizlikten’ biliyordu. Sanki evlenip boşanmış bir dul muamelesi gördüm.”
“Aaah canım…”
Teyzemin dudaklarındaki acı ifadeyle birlikte elini uzatıp soğuyan ellerimi tuttu. Gözlerimden birkaç damla yaş daha süzüldü.
“Ben… gerçekten çok üzgünüm canım.”
Sesi titriyordu. Kendi gözlerinden de yaşlar aktı.
"Daha da beni delirten peşimi bırakmamasıyd."
"Şimdi yine ağzıma küfürler geliyor geliyor yutuyorum bir de senin peşini mi bırakmadı o?"
Çaresizce başıma salladım "evet"
“Sonra,” diye devam ettim, “seni aradım. Ve hemen geldin. Birlikte anneanneme gitmemiz… orada yaşadıklarım… edindiğim arkadaşlar…”
Bu ‘arkadaşlar’ lafı dudaklarıma gelir gelmez aklım bir anda o koyu yeşil gözlü beyefendiye kaydı. Ama bunu söylemedim, utandım.
“Benim için çok kıymetli zamanlardı,” dedim. Sesim yorgundu.
Teyzem elini çekip kupasına uzandı, bir yudumda bitirdi. Ben de kendi kupamdan son yudumumu aldım.
“Sonrası?” dedi, yeniden soran bir tonda.
“Sonrası biraz daha acı gelişti maalesef…” dedim. Gözlerimi masaya indirdim.
“Neeee?”
Teyzemin kıkırtısı havayı yumuşattı.
“Eee, Tarık bu hikâyenin neresinde?”
“O…” dedim ve utangaç bir gülümseme dudaklarımda belirdi.
“Hikâyeye Kuşadası’nda katıldı.”
“Yalnızca ‘katıldı’ mı, yoksa…”
“Yani… evet katıldı ama sonra oradan ayrılırken ondan haber alamadım. Şu an nerede, ne yapıyor, ne durumda… hiçbir bilgim yok.”
“Tamam da,” dedi teyzem merakla, “aranızda ne geçti?”
“Bir tevafuk,” dedim. “Tevafuken karşılaştık. Ben meşelikten düşüp kaza geçirdiğimde beni hastaneye götürdü. Sonra yine kaybettik birbirimizi. Nerede yaşar, kimdir… bilmiyordum.”
Durakladığımı görünce teyzem gülümsedi.
“Devam et,” der gibi bakıyordu.
“Ayağım alçıdayken terasta oturmayı çok seviyordum. Hani şu paravanı biliyorsun, anneannemin yaptırdığı demir olan…” diye elimi kaldırıp tarif ettim.
“Evet, evet,” dedi.
“O paravanın altında her gün bir not kâğıdına yazılmış minik mektuplar bulmaya başladım.”
“Bak sen…”
“Ben de cevap yazdım onlara. Çünkü gerçekten çok özenli yazılmış, çok hoş satırlardı.”
Tarık’tan bahsettiğim an yüzümde beliren gülümsemeleri gizleyemiyordum. Ama bu gülümseme, içinde ince bir hüzün de taşıyordu. Gözlerim boşluğa dalarken onunla yaşadığımız tüm güzel anlar, bir film şeridi gibi gözlerimin önünden akıp geçiyordu.
“İlk başta,” dedim, “gelen mektupların kimden olduğunu bilmiyordum. Gizemli satırlardı onlar… İçimden bir ses, bu gizemin bir süre korunması gerektiğini söylüyordu. O yüzden size bahsetmedim. Kötü bir niyetim yoktu; sadece mektuplaşmanın nereye doğru akacağını merak ediyordum.”
Teyzem gülümsedi. “Peki nereye gitti?”
Gülümsemem genişledi. “Birbirimizi kelimelerle tanıyıp sevmeye gitti…”
O sırada aklıma takılan başka bir noktayı anlatma ihtiyacı duydum.
“Bu arada… Cengiz peşimi Kuşadası’nda da bırakmadı. Size söyleyemiyordum ama orada da beni takip ettirdi. Hatta peşime birini takmıştı… Yani adamlarından biri.”
Sonra anneannemi hastaneye götürdükleri gece yaşananları anlattım. Cengiz’in adamını tüm detaylarıyla anlattım ama Tarık’ın beni kurtardığı kısmı daha yüzeysel geçtim. Çünkü aramızda geçen o anlar benim için öylesine özeldi ki, tüm ayrıntıları paylaşmak için çekiniyordum. Bu, teyzeme güvensizliğimden değildi; sadece kalbimin sakladığı özel bir alan vardı.
“Cengiz,” dedim, “hatırlıyor musun? Tarık’ın dedesi Şeref Amca bize gelmişti. Bartu ve Bükra da oradaydı. O güzel anın içinde bile, benim mutlu olmama izin vermeyecek kadar takıntılı ve psikopat biri…”
Teyzem, Cengiz’e duyduğu öfkeyi gizlemeden, “Beni deli ediyor,” diyebildi. Arada bir masadaki sürahiden su doldurup kuruyan boğazını ıslatıyordu.
“O gün beni Tarık’ın hayatıyla tehdit etti. Eğer ondan uzak durmazsam onu öldüreceğini söyledi. Mesajlarını da beni takip eden adamı aracılığıyla gönderiyordu.”
Teyzem derin bir nefes aldı. “Yani sen o gün bu yüzden bir anda ‘dışarı çıkıyorum’ deyip apar topar herkesin yanından ayrıldın.”
“Evet… Maalesef.”
“O kadar bunalmıştım ki,” diye devam ettim, “biraz deniz kıyısında nefeslenmek istedim. Sonra eve dönerken Tarık’la karşılaştım.”
Teyzem’in yüzü aydınlandı. “Aaa evet! Hatırladım. O da senin arkandan çıkmıştı!”
Başımı salladım. “Karşılaştık… Ama ikimiz de bizi bekleyen o büyük sürprizden habersizdik. Yan yana yürürken bir anda üzerimize son sürat bir araba gelmeye başladı.”
Teyzem bir eliyle ağzını kapattı; gözleri fal taşı gibi açılmıştı.
“Arabayı kullanan Cengiz’di… Yanındaki de babamdı.” Sesim titredi. “Sonrası… devam edemedim.”
Sustuğumda gözyaşlarım usul usul yanaklarıma aktı. Damlayan her yaş, boynuma doğru acı acı yollar çiziyordu.
“Yani baban, Cengiz yüzünden seni apar topar yanımızdan alıp İstanbul’a getirdi,” dedi teyzem, şaşkın ve öfkeli bir sesle.
Başımı sallarken masadaki peçeteyi aldım, gözyaşlarımı sildim.
Yavaş yavaş her şey onun da zihninde yerine oturmuştu.
“Peki,” dedi, “buraya getirildikten sonra ne oldu?”
“Sonrası azarlanmak… Hem fiziksel hem psikolojik şiddet… Eve hapsedilmek…” Buruk bir gülümsemeyle derin bir nefes verdim. “Ama tüm bunlara rağmen Rabbimden şikâyetçi değilim. Her şeyde bir hayır vardır. Rabbim beni olgunlaştırmak için böyle imtihanlarla sınıyor. Evet, çok zordu, kolay olduğunu söyleyemem. Kaç gece uykusuz kaldım… Yüreğim yandı… Hatta bazen ölmek istedim. Ama beni benden daha iyi bilen bir Rabbim var. O’na güveniyorum.”
Teyzemin bakışları yumuşadı, içi dolu bir hayranlıkla bana baktı. “Gerçekten seni takdir ediyorum,” dedi. “Bu kadar zor şey yaşamış olmana rağmen böyle sağlıklı ve güzel bir bakış açısına sahip olman… muhteşem.”
"Peki nasıl geldin o zaman yanıma?"
Babamla ilgili durumu kısaca özet geçtim.
"Çok iyi olmuş canım" dedi. sesi içli ve hüzünlüydü "ilk fırsatta her zaman gel"
"Bunu ben de isterim. Şu an beni mutlu eden tek şey hocalık yapmak,” dedim.
“Talebelerimle ilgilenmek, derslerini dinlemek, Kur’an’la meşgul olmak…"
"Hepsi sana iyi geliyor. Bunu gözlerinden görebiliyorum,” diye ekledi teyzem.
Sonra gözleri hafifçe boşluğa daldı. “Ben… bütün bunlar olurken sana destek olamadığım için kendime çok kızıyorum.”
“Kızma,” dedim yumuşak bir sesle. “Kimseden aklımı okumasını beklemiyorum.”
Bunu söylerken içimde bir aydınlanma oldu. Gerçekten de bu süreçte benden başka kimseyi aralamamıştım. Korkularım, öğretilmiş çaresizliklerim, yalnızca kendime yüklediğim ağır yükler… Hepsi bir anda zihnimden geçti. Ama şimdi… dillendirdikçe o kilitlerin yavaş yavaş söküldüğünü hissetmek beni hem duygulandırdı hem de hafifletti.
Biraz nefes almak için teyzemle balkona çıktık. Ekim sonunun soğuyan havası, gece esintisiyle karışıp yüzümüze vuruyordu. Elllerim üşüse de bu serinlik içime iyi gelmişti.
Yan yana oturduğumuz taburelerde teyzem bana dönüp, “Artık yalnız değilsin. Arkanda dağ gibi teyzem var, tamam mı?” dedi.
Gülümsedim. “Tamam…”
“Önce şu senin eski nişanlı bozuntusundan bir kurtulalım,” dedi bilmiş bilmiş. “Sonra kendine yeni bir yol çizebilmen için bakarız.”
---

Mihri ve Özgü teyzesi
---
Saatler birbirini kovalarken uykumuz kaçmıştı. Teyzem, biraz da içimi dağıtmak için, kendi yaşadıklarından bahsetmeye başladı. Eniştemden ayrılmasının sebebinin ona el kaldırması olduğunu bilmiyordum. Üstelik onu hâlâ seviyorken, bu davranışı görür görmez tek bir saniye bile düşünmeden ayrılmış.
Ardından farklı farklı anılar anlattı; ikimizin de başı yastığa biraz daha hafiflemiş düşsün diye…
Sabah namazına az bir zaman kalmıştı. O odasına çekilirken ben de arkasından:
“Allah’ım, teyzeme hidayet nasip et…”
diye dua ettim. Çünkü onun gözlerimin önünde namazlarını kılmayışı beni ister istemez üzüyordu.
Oturduğum balkonda, kulaklarımı çınlatan motor sesleri ard ard sessiz sokakta yankılanıyordu.
Her motor sesi duyduğum da aklıma Tarık geliyor. İlk karşılaşmamız ilk göz göze gelişimiz.
Otobüsten ikindiyi kaçırmamak için indiğim de yine onun motorunun sesi gelmişti kulaklarıma sanki her motor onun geldiğinin habercisi idi.
Umuyordum Rabb'im'den motorun sesini tekrardan duymayı onun ile bana gelmesini...
Namaz vakti girer girmez kalkıp namazımı kıldım. Yatağıma uzandığımda hem yorgundum hem de tuhaf bir şekilde ferahlamış hissediyordum. Ağlamaktan oluşan hafif bir baş ağrısı şakaklarımda tatlı tatlı dolaşıyor, gözlerimi kapatınca huzurlu bir uykuya çekiliyordum.
---
“Alp, buraya gel… bak uyandıracaksın. Çok geç yattı diyorum sana…”
Teyzemin kısık sesiyle gözlerimi araladım.
Alp annesine dönüp kısık bir sesle,
“Ama çok özledim anne… Uyandırmıyorum ki, sadece başında bekliyorum uyanmasını…”
dedi.
Gülümseyerek:
“Hayırlı sabahlar…” dedim.
“Hayırlı sabaahlar Mihri ablaaa!” diye karşılık verdi.
Teyzem de odaya girmişti. “Gerçi bu biraz sabahtan çok öğlen gibi oldu…”
Başımı kaldırıp duvardaki saate baktığımda saat 12.30’du.
“Neyse canım,” dedi. “Ben de geç kalktım zaten. Alp de yeni geldi. Hadi hep birlikte kahvaltı yapalım.”
Ben de heyecanla ellerimi çırptım. “Hadii!”
Banyoya geçip üzerimi değiştirdim, bir güzel abdest aldım. Bence gün en güzel abdestle başlıyor… Bu arada sabah kalkınca abdest almak müstehaptır, öneririm.
---
Teyzemle Alp’in mutfakta el birliğiyle hazırladığı sofraya oturduğumda masa çeşit çeşit kahvaltılıklarla doluydu. Canım teyzem dolapta ne bulduysa çıkarmış, bir de mis gibi omlet yapmıştı. Kahvaltı boyunca dünkü ağır konuşmalardan hiç söz etmedik; sanki ikimiz de o geceyi bir süreliğine geride bırakmak istemiştik.
Sofrayı toplarken içime düşen bir düşünceyle teyzeme döndüm:
“Teyzem… Ben telefonum olmadığı için Bükra’yla ya da Bartu’yla hiç konuşamadım. Onlar apar topar ayrılmama nasıl tepki verdiler?”
“Çok sordular seni. Defalarca aradılar. Ama ben de bir şey bilmediğim için ‘aile içinde ufak bir sıkıntı var’ diyerek geçiştirdim. Yine de çok endişeliler.”
“Onlara ulaşmayı çok istedim ama… içinde bulunduğum durumda bu daha riskli olurdu. O yüzden beklemek en doğrusu gibi geldi.”
“Bugün ilk fırsatta ara onları,” dedi teyzem.
Başımı salladım.
---
Teyzem ikimize bakıp neşeyle:
“Bugün sizi nereye götüreceğim biliyor musunuz?” dedi.
Alp hemen atladı:
“Nereeye? Nereye gideceğiz anne?”
“Bugün sizi Altın Çilek Ormanına götüreceğim.”
“Gerçekten mi?” dedim şaşkınlıkla. “Hiç altın çilek yemedim ben.”
“Evet, bugün yiyeceksin.”
Öğle namazımı kıldıktan sonra hazır olduğumu söyledim. Hep birlikte arabaya binip teyzemin üyesi olduğu Altın Çilek Ormanı’na doğru yola çıktık. Burası ormanın içinde özel olarak altın çilek yetiştirilen bir sosyal tesisti. Teyzem altın çileği çok sevdiği için buraya üye olmuş; ormanda yapılan toplu yürüyüşlere bile zaman zaman katılıyormuş.
Arabayı müsait bir yere park ettikten sonra çitlerle çevrili altın çilek bölümüne doğru yürümeye başladık. Orman çam ağaçlarıyla doluydu; yer yer küçük bitkiler, hafif bulutlu ve esintili hava… O gün her şey ruhuma bir ferahlık taşıyordu.
Teyzem girişte görevliyle konuştuktan sonra ahşap bir tabelanın altından geçip kırmızı topraklı yola adım attık. Biraz ileride parmağıyla işaret ederek:
“Bakın bakın! İşte orada bir altın çilek ağacı!” dedi.
Alp ile birlikte heyecanla yanına gittik. Teyzem, altın çileklerin faydalarını anlatırken bir yandan toplamaya başlamıştık bile. Koyu kırmızılar en olgunları, hafif yeşil-turuncu olanlarsa daha mayhoştu. Tadını çok beğendim; capcanlı, ferah ve hafif bir tat…
Görevlinin verdiği hasır sepete ağaçtan bize ayrılan çilekleri doldurduk. Sonra hep birlikte ormanın içinde yürüyüşe çıktık.
O akşam, yemeğin ardından Bartu’yu defalarca aradım.
Ne kadar denediysem de telefon bir türlü çalmadı.
“Neden ulaşamıyorum?” diye düşünürken teyzeme danıştım.
“Yurtdışındaysa Türkiye hattına erişemiyor olabilir,” dedi.
Mantıklıydı… İçimdeki belirsizlik bir nebze hafifledi.
Hemen ardından Bükra’yı aradım.
Telefon ikinci çalışta açıldı; sesi, nefes nefese bir heyecanla doluydu.
“Bir haber var mı Özgü teyze?!”
Canım benim… Benden hiçbir açıklama almadan çekip gitmiş gibi görünmeme rağmen hâlâ dört gözle haber bekliyordu.
İçi nasıl da sevgi doluydu.
“Benim, benim… Mihri,” dedim aynı heyecanla.
“Mihriiiii!”
Attığı çığlık kulağımı doldurdu.
“Gerçekten sensin! Allah’ım… Çok mutlu oldum, çok özledim seni!”
“Ben de… ben de,” dedim.
Gözlerim yine dolmuştu; sanki içimde ince bir düğüm çözülüyordu.
“Neredesin? Nereye kayboldun? Çok merak ettim İyi misin!”
Heyecanla sorularını peş peşe sıralıyordu.
“Size haber veremedim… Çok üzgünüm, iyiyim” dedim kısık bir sesle.
“Önemli değil, gerçekten değil. Şu an iyisin ya… ve beni aradın ya… bu yeterli.”
“İstanbul’dayım,” dedim.
“Aaaa! İnanamıyorum, ben de!”
“Sen de mi?”
Şaşkınlığımı saklayamadım.
“Evet! Burada bir akrabam vardı, onu ziyarete geldim. İnanır mısın, gelirken içimden durmadan, ‘Belki Mihri’yle karşılaşırım… Belki ondan bir haber gelir,’ diye dua ettim. Kaç kere teyzeni aradım biliyor musun?”
“Ah canım arkadaşım…” dedim titreyen bir gülümsemeyle.
"Anlatacak o kadar çok şey var ki.."
“Görüşelim.”
“Evet, kesinlikle! Bu özlem sıkı sıkıya sarılmadan geçmez.”
“Yarın buluşalım istersen,” dedim.
“Uyar. Üsküdar bana yakın, sen gelebilir misin?”
“Gelirim tabi… bana da yakın.”
“Anlaştık o zaman Mihri… Gerçekten çok özledim seni.”
Sesi o kadar içtendi ki, kalbime dokundu.
“Ben de… ben de,” dedim.
Gözyaşlarım yanaklarıma inerken sesimi neşeli tutmaya çalıştım.
“Seni çok özledim.”
--
Tarık'tan
-
Aşk, şiddetli bir muhabbettir; fâni mahbublara müteveccih olduğu vakit ya o aşk kendi sahibini daimî bir azab ve elemde bırakır veyahut o mecazî mahbub, o şiddetli muhabbetin fiatına değmediği için bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılab eder.
Mektubat — 33
Yine pek uyku tutmayan, huzursuz ve kabuslu bir gece geçirmiştim. Daha fazla yatakta dönüp durmamak için kalkıp bir güzel abdest aldım. Artık abdestten sonra kollarımı, yüzümü kuruluyordum. Sağ olsun Bartu, birlikte abdest aldığımız zaman benimle iyi dalga geçmişti ama Müslümanların nasıl yaptığını öğrenmiş olmuştum.
Sabah namazını kıldıktan sonra seccademden kalkmadım. Bir süre Mehmet Hoca’nın bana hediye ettiği tesbihle zikir çekmeye başladım. Aklıma, dün Mehmet Hoca’nın Risale-i Nur’dan okuyup bize anlattığı yer geldi. Aşkı o kadar farklı anlatmıştı ki… Belki de bu konuyu anlatması, benim bu hallerimi görmesindendi; ara ara boşluğa düşüp dalıyor, papatyamın yanına gidiyordum hayalen de olsa.
Aşk, gerçekten Risale’de geçtiği gibi çok şiddetli bir duyguydu. Bu, anlatılmaz yaşanır denen hislerden biriydi. Ne kadar anlatsam da kelimeler onun için hep yetersizdi; anlatılacak değil, yaşandığında hissedilecek bir duyguydu. Risale’de aşkın tarifi de bu şekildeydi. Fakat aşk hakkındaki bakış açımı değiştirecek çok önemli bir bilgi daha vardı: Aşk, fani mahbublara, yani sevdiğimiz fani şeylere verildiğinde, seven kişiyi azapta bırakıyordu.
Çünkü o içimizdeki ucu bucağı olmayan derin duyguya, karşımızdaki fani şey karşılık gelemiyordu. İlk başta bunu anlayamadım. Gerçekten… Nasıl olurdu da benim Mihri’ye karşı duyduğum his böyle tarif edilirdi? Hatta önce biraz bozuldum, ters gelmişti. Sonra biraz daha düşündüm; ben de fanîydim çünkü insandım. Mihri de bir insandı sonuçta, o da fanîydi. Hem ben onu ne kadar seversem seveyim, onun beni böyle seveceğinin bir garantisi yoktu. Zorunda da değildi.
Ama içimdeki bu aşk beni azapta bırakıyordu. Çünkü onu öyle delicesine seviyordum ki… O da beni böyle sevsin istiyordum. Yüreğim bunu hissettikçe sürekli azap çekiyordu. Ve bunun nedeni aslında Risale’de çok açık bir şekilde geçiyormuş. Biraz daha sakin düşündüğümde bu durum benim için daha da berraklaştı.
Tesbihimi dibime koyduğum gibi seccademden kalktım. Onu da katlayıp dolabıma yerleştirdim. Camlardaki storları kaldırdığımda, etrafın henüz aydınlandığını, güneşin kızıllığının kalın siyah perdenin ardında kendini göstermediğini, fakat aydınlığın yavaş yavaş başladığını gördüm. İçerideki yerden ısıtma sebebiyle dışarıdaki soğuğu fark etmesem de esinti, ağaçların yapraklarının sallanmasından belliydi.
En sonunda şu geçiyordu içimden: “Bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye döner.”
Hâlâ fazlasıyla kelime eksiğim olsa da meraklı olduğum için bilmediğim kelimelerin tek tek anlamına bakıyordum ama bu son kısmı hâlâ tam anlayamamıştım.
Sağ elimi saçlarımın arasından geçirip kabaca taradım. Ağır adımlarla masamın önüne geldiğimde sandalyemi çekip oturdum. Çekmecemden çıkardığım Kur’an’ı açtım. Son zamanlarda beni içine alıp yutacakmış gibi yoran işlere başlamadan önce mutlaka Kur’an okumaya çalışıyordum; çok da iyi geliyordu.
Kısa süreleri ezberlediğim için Mehmet Hoca bana biraz daha uzunlarını ödev olarak vermişti. Evet, bu yaşımda ödev alıyordum… Ama bunu ben talep etmiştim, o yüzden hâlimden memnundum.
Kur’an’ın en arkasındaki kısa sureleri açtım, sayfaları çevirdim. Ödevim olan sayfaya geldiğimde surenin adını bir kere okudum. Şaşırdım. Belki yanlış okumuşumdur diye tekrar okudum. Çünkü ismi Arapça yazıyordu: Târık.
Evet… Evet, bu Târık Suresi’ydi.
Adımın bir sûrede yazıyor olması beni şaşırtmıştı. Dudağımın kenarı kıvrıldı. Okumaya başladım. Birkaç kere okudum. Parmaklarımla takip ederek okurken üçüncü okuyuşumda gözlerim de, parmağım da aynı noktada takıldı: Hâfız.
Bir anda Tarık Suresi’yle göz göze gelmiş gibi hissettim ve elimi kalbime götürdüm. “Hâfız” deyince bile atışı hızlanan bu deli yüreğim, Tarık Suresi’nin sol yarımının tam ortasında hafız kelimesine tevafuk etmesiyle iyice hızlandı. “Maşallah.” dedim; bu şaşırma ifadesini de sağ olsun dedemden öğrenmiştim.
Evet, Tarık Suresi altı satırdı ve ilk üç satırının sol yarısının tam ortasında “hâfız” yazıyordu. Sanki Tarık Suresi’nin kalbinde de “hâfız” kelimesi vardı.
Duygulandım. Masamdaki kalemlikten uzandığım kurşun kalemle “hâfız” kelimesinin etrafını daire içine aldım.
Ve Mihri’yi bulduğumda ona da bunu anlatmayı zihnimde bir köşeye not ettim.
--
Sato san ile yaptığımız o görüşmeden sonra dikkatimi daha da Borsanlarla ilgili tüm teknik izlere yoğunlaştırdım. Şirketin diğer operasyonları olağan akışında sürerken, Kuşadası’nda Kia’nın bana gönderdiği onayımı bekleyen evraklar arasında gördüğüm o şüpheli BMW S1000AR güç aktarma modülü dosyasını araştırmaya başladım.
Kısa sürede buldurdum. Dosyanın içinde eksik teknik şema, çıkarılmış parça kodları ve tutarsız ilerleyen bir test protokolü vardı. Sanki içinde gelen veriler özellikle ayıklanmış gibiydi. Yine de dosya bize bir zaman damgası bırakmıştı: Babamın ölümünden birkaç gün öncesi…
Parça kalite kontrolünden sorumlu departmanla temasa geçtim. Personel değiştiği için eski çalışanı bulmak günlerimi aldı. Sinirim büyürken kendimi sabırla tutmaya çalışıyor, namazlarıma ve Risale-i Nur’a sarılıyordum.
Eski çalışanla görüştüğümüzde şunu söyledi:
“Evet, o aftermarket güç modülü elimize ulaştı. Fakat babanız, modülün henüz kalibrasyon aşamasından geçmediğini, bu yüzden test bench'e alınmadan depoda ‘kilitli raf’ bölümünde tutulması gerektiğini söyledi. Kesin talimatı şuydu: ‘Ben bakmadan ve son kontrolü yapmadan herhangi bir motora monte edilmeyecek.’”
Modülün başka bir özelliğini daha öğrendim: Düşük motor hacmine sahip bir motora takıldığında tork çıkışını yapay biçimde yükseltiyor, motorun redline sınırını zorluyor, hızlanmayı ve egzoz akustik seviyesini anormal derecede arttırıyordu. Yani kontrol edilmemiş bir güç patlaması…
İzleri takip ederek babamın kaza yaptığı motorun bulunduğu depoya gitmeye karar verdim. Eski çalışan ve mevcut parça denetim mühendisliği sorumlusu da yanımdaydı. Depoya girdiğimizde motorun durumu içimi daralttı. Önden aldığı darbeyle ön şasi, çatal boruları ve fren hidroliği hattı tamamen dağılmıştı. O enkazı görmek bile beni babamı kaybettiğim ana geri sürüklüyordu… Ama duygularımı bastırmalıydım. Şimdi zayıflık gösteremezdim.
İncelemeler güç ilerliyordu; çünkü motorun ön kısmı tamamen bariyere girdiği için birçok parça kompozit kırığı, dağılmış bağlantı elemanları ve iç kısmı kapatan deformasyonlardan dolayı erişilmez hâle gelmişti.
İnceleme devam ederken, eski çalışanın tarif ettiği kargo kolisini buldurdum. Babam sayesinde motorun iç yerleşimine hâkim olduğum için parçayı tanıyordum. Birkaç personelle birlikte modülü normal bir test motoruna monte etmelerini istedim. Bu tür denemeler için kullanılan kapalı parkura çıktım.
Yavaşça gaz açtım.
50 km/s seviyesine kadar sorun yoktu.
70… 75… Hâlâ olağan bir şey yokmuş gibi görünüyordu.
Ara ara fren testi de yapıyordum.
Sonra 100 km/s değerini gördüm.
Fren koluna bastım.
Tutmadı.
Tekrar bastım.
Yine tutmadı.
Fren kolu boşluk yapıyordu; sanki hidrolik hat yanıt vermiyor, ABS pompası devreye girmiyordu. Direksiyon hâkimiyetimi toparlamaya çalışırken motorun yapay güç artışı yüzünden hızlanma eğilimi devam ediyordu. Parkur genişti ama virajlı yapısı kontrolü zorlaştırıyordu.
“Allah’ım yardım et…”
İçimden dualar yükseldi.
Ve o anda gözümün önüne papatyam geldi…
Onu görmeden ölmek istemiyordum. Bir kez olsun, yüzünü görmeden…
Son bir umutla, “Ya Allah, bismillah!” diyerek fren koluna bütün gücümle yeniden asıldım.
Tam o anda fren sistemi anlık olarak kilitlendi.
Hız bir anda düştü. Motor sert bir duvara çarpmış gibi sarsıldı. Denge bozuldu ve motorla birlikte yere savruldum. Asfaltın üzerinde yuvarlanırken kalbim hâlâ az önceki dehşetin içinde çarpıyordu.
---
Geçirdiğim ufak çaplı kazada, çok şükür herhangi bir yara almadan kurtulmuştum. Yara almak filan umurumda değildi; benim için asıl önemli olan, İstanbul’dan gelen o parçanın gerçekten ne için yapıldığını ve neye hizmet ettiğini bulmaktı. Babamın kazasının ardındaki gerçeği aydınlatmaktı.
Yorgun bir şekilde ofise döndüğümde, yine bütün gün pek bir şey yemediğimi fark ettim. Ama bu farkındalık açlıktan değildi; zira iştahla bir şey yediğimi yakın zamanlarda hiç hatırlamıyorum. Hatta papatyamdan ayrı kaldıktan sonra, pek bir şey yemek canım istemiyordu. Mecburiyetten yiyordum ya da iş gereği… Bir tek Mehmet Hoca’yla birlikte içtiğimiz çay kahve iyi geliyordu, içimi ısıtıyordu. Onun dışında her şey benim için aynı tada sahipti.
Üzerimi değiştirip zorla bir duş aldım. Namazımı da kılmıştım. Saat 01:37’ye geliyordu. Kendimi kanepeye atmadan önce masaya oturup, son defa gelen mesajları kontrol etmek için telefonumu elime aldım. Birkaç gündür telefonumu bile açmamıştım. Bu şahsi telefonumdu; bir tane de şirket telefonu vardı, onu mecburen kullanıyordum.
Telefonun şarjı bittiği için birkaç dakika açılmasını bekledim. Telefon kendine gelip interneti de açtığımda, art arda gelen bildirim mesajlarıyla şaşırdım. Mesajlar Elsa’dandı.
Bir gün önce gelmişti. Heyecanla ayağa kalktım. Acaba papatyamın izini mi bulmuştu?
WhatsApp’ı açtığımda sayamayacağım kadar çok sesli ve yazılı mesaj, arada açılmış görseller… Gerçekten gözlerimin fal taşı gibi açılmasına sebep oldu. Derin bir nefes alıp sakince parmağımla kaydırarak mesajların en başına geldim.
Elsa, öncelikle ondan rica ettiğim mesajların deşifre edilmesinin bu kadar uzun sürmesinin sebeplerini anlatıyor; hackerlık yapan öğretmeniyle iletişimde olduğunu, fakat onun da çok meşgul olduğu için ancak yeni ilgilenebildiğini söylüyordu. Ardından Funda ile alakalı ona verdiğim görevden bahsetti. Funda’nın yaptığı, düpedüz cinayete dolaylı yoldan teşebbüstü. Evet, bunun bilincinde değildi; ama yaptığı affedilir bir şey değildi. Apaçık bir suç işlemişti. Bunu ortaya çıkaran Elsa olduğu için, onun hakkındaki durumu ona bırakmıştım.
Sesli mesajlarda anlattığına göre Funda, gerçekten paraya ihtiyacı olduğu için böyle bir teklifi kabul etmişti. Annesinin çok hasta olduğunu ve onu ihbar etmememiz durumunda bizim için çalışacağını söylemiş. İşimize de şu şekilde yarayacağı konusunda vaatte bulunmuş. Anlattığına göre yaptığı işi başardığı için işverenleri onu bir şirkette sekreterlik pozisyonuna almışlar. Ve tahmin edin… Şirket, Borsan Grup.
---
Ve itiraf ettiğine göre, ona bu işi teklif edip yaptıran kişiler ile Borsan Grup çok yakın ilişkilerde imiş. Yani Funda, onlardan intikam almamız için bize cansızlık teklif ediyordu. Tabii bu durum düşünülmesi gereken bir şey; hemen kabul edilmesi çok mantık dışı.
Funda’nın attığı diğer mesaj daha da çarpıcıydı. Funda’dan aldığı bilgiler ve ardından İstanbul’a gidip onunla yüz yüze görüştüğünde telefonunu incelemesi sonucu, ona gelen bu teklif mesajını gönderen numaranın Derya Karadel’e aitmiş.
Hepsinin arasında bir bağlantı olduğunu düşündüğünü yazmış; ama hâlâ net olarak emin olmadığı noktalar olduğunu da ekledi.
Oturduğum koltukta öne doğru eğilmiş, stresli ve eğreti bir şekilde oturuyordum. Bir elimle telefondaki ses kayıtlarını dinlerken, diğer elim sıkıntılı bir şekilde şakaklarımı sıkıyordu.
Öğrendiğim her bilgi, beynimdeki karmaşayı biraz daha katlıyordu.
Mesajların adım adım sonuna gelirken duyduğum şeyle, sinirle oturduğum yerden sıçradım.
Funda: “Telefonuna gelen mesajın numarasına ve o numaranın sahibine ulaştığımızda karşımıza çıkan isim Derya Karadel oldu.”
Öfkeyle bağırdım.
“Biliyordum!”
Dişlerimin arasından konuştum.
“Biliyordum işte! O atmamıştı!”
Papatyam yazmamıştı. Ama aklıma o fotoğraf geldi…
Acaba photoshop muydu?
Neyse neydi… O atmamıştı işte.
Yerimde duramıyordum.
Hemen ses kaydını tekrar oynattım ve devamını dinledim: “Bahsettiğin kızın ismini de Borsan Grupla herhangi bir ilişkisi var mı diye arattım ve öğrendiğim bilgi şuydu…”
Nefesimi tuttum. Funda da bunu anlatırken ses kaydında sinirli bir şekilde nefes veriyordu.
“Mihri Altun gerçekten Cengiz Borsan ile nişanlanmış. Hatta bazı haberlerde var. Fakat nikâh günü Cengiz Borsan’ın gelmemesiyle ayrıldıkları söyleniyor. Haber bu. Ama haberi sadece bir kaynakta bulabildim. Bulduğum bu haberin üzerine gidip daha da arattığımda başka hiçbir kaynak bulamadım. Diğer haberlerin özel olarak silindiğini düşünüyorum.”
Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüş gibi hissettim. Masamın lambasının, oturduğum koltuğa vurmasıyla yerde titreyen gölge dikkatimi çektiğinde, ellerimin titrediğini fark ettim. Göğüs kafesimdeki kalbim öyle sıkışıyordu ki… Öfkeyle inip kalkarken midem kasılıyordu.
Nasıl… Nasıl olmuştu tüm bunlar?
Ve gerçekler neydi?
“Mihri… Mihri… Sen gerçekten kimsin? Neler yaşadın? Ben… ben neden senin hakkında hiçbir şey bilmiyorum!?”
İçimde büyüyen hiddetle önümdeki üzeri cam kaplı orta sehpayı tekmeledim.
Sehpa çatladı.
“Hayır… hayır, ben iyiden iyiye deliriyorum.”
Mihri’ye ulaşmam lazım. Bir an evvel onu görmem lazım. Dayanamıyorum artık, katlanamıyorum. Ofiste birkaç kez boşluğa baktım, nefesim sıkıştı, sonra sinirle koltuklardan birine çöktüm.
Funda’nın son ses kaydını tamamen dinlememiştim. Play tuşuna bastım.
Mihri’nin soyadını öğrendiğini anlatıyordu. Mihri Altun. Soyadından yaşadığı yeri, ikametgâhını tespit edebilmişti. Bunu nasıl yaptığını, sürecin zaman aldığını detaylı şekilde açıklıyordu.
Son gönderdiğim mesaj bir konumdu… Bu, onun konumuydu.
Evet, evet… onun konumuydu.
İstanbul’u gösteriyordu. İstanbul’da yaşıyormuş ama tam olarak nerede olduğu hâlâ muamma.
Bu bilgiye ulaştığıma göre artık kimse beni yerimde tutamazdı. Hatta ben bile…
Ayağa fırladım.
Telefondan son arananlara girip Kian’ı aradım. Açmadı.
Tekrar aradım, yine açmadı.
Dördüncü arayışımda, raporlu olduğunu ve hasta olduğu için evinde kaldığını hatırladım. Şu an aklım o kadar yerinde değildi ki, bunu bile unutmuşum.
Hemen yardımcı sekreteri aradım.
Birkaç kez çaldıktan sonra uykulu bir sesle açtı.
“İstanbul için uçak bileti al, en acilinden!” dedim, vurgulayarak.
“Peki Tarık Bey,” dedi ve kapattı.
Ama içim içime sığmıyordu. Masanın başına geçer geçmez bilgisayarı açtım, uçak biletlerine bakmaya başladım. Aksi gibi tüm yakın tarihli uçuşlar iptal edilmişti. Hava muhalefeti… Her şirkette aynı uyarı vardı.
Artık iyice çıldırıyordum.
Aklıma Bartu geldi. Aradım.
Onuncu arayışımda açtı.
“Rüyanda beni mi gördün? Allah’ım… seversen…” Sesi hâlâ uykuluydu.
“Bartuuuu! Mihri’yi buldum!”
“Ne? Ne?” İlk anda duyduğunu anlayamamış gibiydi.
“Mihri’yi diyorum! Buldum, buldum!”
Bir dakika… Telefonun diğer ucundan hışırtılar geldi.
“Gerçekten mi diyorsun? Allahhh… İnanamıyorum!”
“Yerimde duramıyorum Bartu. Hiçbir uçak bileti yok, yakın tarihli olanların hepsi iptal. Ben Mihri’nin yanına gidiyorum. Geliyor musun?”
“Bu da soru mu? Seninle her yere gelirim!”
“O zaman 15 dakikaya bizim şirketin önüne gel, gidiyoruz.”
“Tamamdır başkan,” dedi ve telefon kapandı.
Hemen ardından sekreter aradı.
“Üzgünüm Tarık Bey… Yakın tarihli hiçbir uçuş bulamadım. Maalesef yarın için bir tane vardı ama o da iptal edildi.”
“Tamam, ben o durumu hallettim. Sana göndereceğim mesajları bekle.”
Telefonu kapattım.
Düzgün düşünemiyordum. Aklımda sadece bir şey vardı: Bir an evvel İstanbul’a gitmek.
Ve bunu motorla yapacaktım. Evet… motorla.
Motorum benim bir parçamdı; yoldaşımdı.
Beni bir rüzgâr gibi papatyamın yanına götürecek en hızlı yoldu.
Onunla kasırga gibi giderdim.
Şu an başka hiçbir şeyle vakit kaybetmek istemiyordum.
Bir dakika bile burada duramazdım.
Hızla bir not yazıp durumu kısa ve öz şekilde sekretere ilettim.
Aynı mesajı Kian’a da gönderdim; uzaktan da olsa kontrol etmesini istedim.
Odamdaki dolaba yöneldim. Motor ekipmanlarımı hızla üzerime geçirdim.
Son olarak dolabın alt rafındaki kutudan çıkardığım motor ayakkabılarını ayağıma geçirdim.
Artık hazırdım.
“Bekle beni Papatyam… geliyorum.”
Ofisten çıkar çıkmaz asansöre koştum ve en alt kata, özel VPN garajıma indim.
Dedem normal odada olsa da, şu an onunla bu stresli durumu paylaşmak istemiyordum.
O yüzden ona kısa bir mesaj yazdım: Bir süre burada olamayacağımı, ufak bir işimin çıktığını… Endişelenmesini istemedim.
Telefonumdaki özel QR kodlu giriş anahtarını okutarak odayı açtım. İçerisi beyaz LED ışıklarla parlıyordu.
Sessiz odada yalnızca adımlarımın yankısı vardı…
Benim kulaklarımda ise gümbür gümbür atan kalbimin sesi.
Hızla motorumu kontrol ettim.
Zaten her kullanımda teknik aksanına baktığım için çok oyalanmadım.
Bir hamlede bacağımı üzerinden atıp motora bindim.
Cebimdeki anahtarı kontağa sokup çevirdim.
Güçlü motor sesi boş garajda yankılandı.
Telefonumdan bastığım tuşla garaj kapısı açıldı.
Gecenin karanlığı kapı aralığından içeri süzüldü.
Telefonumu önümdeki tutucuya yerleştirip navigasyondan İstanbul’u işaretledim. Harita uygulamasını başlattım.
Ayağımı yerden çekip motor pedalına koyar koymaz gazı kökledim.
“Hadi yoldaşım… güneşime gidiyoruz,” diye fısıldadım motoruma.
Şirketin önünde buluşup birlikte yola çıktığımız Bartu ile son sürat ilerliyorduk.
Sadece benzin istasyonlarında duruyor, zorunlu ihtiyaçlarımızı giderip namazlarımızı kılıyorduk.
Bartu arada “Yol çok uzun!” diye mızmızlansa da, en az benim kadar heyecanlıydı.
Ona uçak bileti bulamadığımızı söylemiştim.
Arada bluetooth kulaklıklarımızdan konuşuyorduk ama ben genel olarak sessiz ilerlemeyi tercih ettim.
Sessiz… derken, içim gürültüyle çalkalanıyordu.
Aklımda hâlâ Mehmet Hoca’nın Risale-i Nur’dan aşk üzerine okudukları dolaşıyordu.
Ama zihnimin içinde o hakikat hâlâ tam olarak yerine oturmamıştı.
Benzinliklerde verdiğimiz kısa molalarla bir günü yolda geçirdikten sonra, Bartu bir noktada direksiyon hâkimiyetini kaybedeceğini söyleyip beni uyardı. “Bir saat uyumazsam kaza yapacağım,” dediğinde gerçekten korktum.
Mecburen, benzinliğin hemen yanındaki küçük bir pansiyonda birkaç saatliğine durduk.
Uyku denirse… ben aslında bayılır gibi çökmüştüm yatağa.
Uzun süre motor üzerinde gitmenin verdiği yorgunluk…
Uykusuzluğun bünyeme işlediği halsizlik…
Ama kalbimde papatyama ulaşmanın verdiği o büyük heyecan…
Bütün bunlar üst üste binerken kalp atışlarım daha da hızlanarak yolumuza devam ettik.
İstanbul’a ulaştığımızda vaktin çıkmasına çok az kalmıştı.
İlk karşımıza çıkan caminin kenarına motorlarımızı bıraktık.
Namazlarımızı eda ettikten sonra tekrar yola koyulduk.
İçimden bir his durmadan “Üsküdar…” diyordu.
Daha önce İstanbul’a gelmiştim ve Üsküdar beni çok etkilemişti.
Neden böyle bir duyguya savrulduğumu bilmeden Bartu’ya,
“Üsküdar’a gidelim,” dedim.
O da itiraz etmedi; birlikte motorlarımızın yönünü Üsküdar’a çevirdik.
Üsküdar’a vardığımızda Bartu bana,
“Ben artık devam edemeyeceğim. En yakın pansiyonda biraz dinleneceğim,”
diyerek benden ayrıldı.
Haklıydı. Buraya kadar kazasız belasız gelmemiz bile bir mucizeydi.
İkindi ezanı okunmuş, hatta biraz geçmişti.
Motorumla ilerlerken ana yolun sol tarafında Mihrimah Sultan Camii gözüme çarptı.
Mihri… Mihrimah…
Papatyamın adının bir parçası bu camide de vardı.
Sanki kader beni çeviriyormuş gibi direksiyonu kırdım ve ana yoldan sapıp sol taraftaki camiye doğru sürdüm.
Caminin altında motoru park edebileceğim bir yer buldum.
Kaskın kilidini açıp hızlıca çıkardım.
Kaskla birlikte taktığım kask içligi da gevşedi ve saçlarımın bir kısmı anında firar etti, alnıma düştü.
Üzerimdeki son model siyah motor kıyafetleriyle yürürken etraftaki bakışlar beni rahatsız etti.
Gözlerimi yere sabitledim.
Kur’an-ı Kerim’de tesettür ayeti önce erkeklere inmemiş miydi?
Bizim tesettürümüz göz kapaklarımızdı.
Ben de o ayeti, o edebi yaşamaya çalışıyordum.
Caminin içine adımımı attığımda, o zarif tarihî doku bir anda ruhumu sardı.
Taşları bile huzur kokuyordu.
Namazımı kıldıktan sonra dizlerimin üzerinde oturdum, ellerimi açtım ve Rabbime yalvardım:
“Ya Rabbim… çok daralıyor yüreğim.
Sen güneşimle ferahlaştır beni.
Çok yoruldum… Papatyam ile dinlendir beni.
Çok özledim. Vuslata erdir bizi.
Âmin.”
Başımı kaldırıp tavan süslemelerine, çinilerdeki ince işçiliklere uzun uzun baktım.
Tam o anda kalbimin içine şu hakikat doğdu:
> “O mecazî mahbub,
o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için
bâkî bir mahbubu arattırır;
aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılab eder.”
— Mektubat 33
“İşte bu…” dedim içimden.
Aşk-ı mecazi sonunda aşk-ı hakikiye inkılap ederdi; yani tüm yollar, Sani-i Zülcelâl’e uzanan o ebedî aşka çıkardı.
Gözlerimi kapattım.
İçim huzurla doldu.
Kalbimin etrafındaki düğümlerin bir bir çözüldüğünü hissettim.
Yanıma bıraktığım kaskı elime alıp ağır adımlarla çıkışa yöneldim.
Ayakkabılarımı giydim ve caminin dışındaki merdivenlere doğru yürüdüm.
Merdivenleri indiğimde…
Gözlerim bir noktaya mıhlanıp kaldı.
Tarihî çeşmenin önünde durmuş, elleri usulca birbirine bağlıydı.
İkindi güneşi, gökyüzünde son kızıllığını bırakırken…
Koyu kahverengi feracesinin üzerine bağladığı sütlü kahve eşarbının içinde
o yuvarlak yüz…
o kahve hareler…
o pembe-beyaz yanaklar…
Bu…
bu…
bu benim güneşim…
Papatyam.
Mihri’m.

Görsel çok içime sinmedi yine de paylaşmak istedim.
---
VUSLAT VAKTİ 🫂😍🫶🏻✨🌼
Nasıl duygusal mıyız??
Yorumlarınız okumak için sabırsızlanıyorum
--
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 20.03k Okunma |
3.51k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |