37. Bölüm

29.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

Mihrimah Altun
aydaki_yazar04

Selamünaleyküm papatyalarım

Elhamdülillah bu bölüm bu ay yayınladığım 5.bölüm çok mutluyum

Umarım sizde bölümlerin sıklığından ve kalitesinden memnunsunuzdur.

Bu bölümü yazarken gerçekten yazmadığım zamanlarda bile hatırlayıp gülümsedim.

Umarım sizin de yüzünüzde içten sıcak bir gülümseme oluşturur.

Bu bölümün Nasheed önerisi gerçekten çok güzel mutlaka ama mutlaka bir şans verin ve bölümü okurken dinleyin bayılacağınızı düşünüyorum.

🎧🫶🏻😍

--

 

“Sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir.”

 

Zümer Suresi, 10. Ayet

 

--

 

– Mihri’den

 

Bazı günler vardır, güneş bile o gün sizin için doğmuş gibi hissedersiniz. O günlerde gökyüzü daha bir mavidir; kuşlar daha cıvıl cıvıl ötüyordur. Kulağımıza gelen her bir tını, ruhumuzu okşayan bir musikiye döner. Gözlerimi bugüne açtığımdan beri içimde coşup taşmaya çalışan, daha ismini koyamadığım, anlamlandıramadığım bir mutluluk var.

 

Evet, Bükra ile buluşacağım için çok sevinçliyim; ona ulaştığım için inanılmaz mutluyum. Ama… nasıl desem… bu daha farklı, bir arkadaşa kavuşmaktan daha özel bir his.

 

Kahvaltımızı teyzem ve Alp ile birlikte yaparken, ara ara gülümsediğimi fark ettim. Bugün de geç kalkmıştık çünkü dün gece Alp Bey’in isteği üzerine bol bol oyun oynamıştık. Alp bana satranç öğretmişti. Uyumayı ne zaman teklif etsek reddedince, biz de onu kırmayıp gece geç saatlere kadar birlikte takılmıştık.

 

Kahvaltıdan sonra öğle namazımı kıldım ve Rabbime beni böyle güzel nimetlerle rızıklandırdığı için şükrettim. Evdeki ufak tefek işleri bitirdiğimizde, Alp’i hafta sonu gittiği futbol kursuna bırakıp teyzemle yola devam ettik. Teyzem, beni Üsküdar’a bırakacağını söylemişti fakat öncesinde ufak bir işimiz olduğunu söylemişti. Ne kadar ısrar etsem de bir türlü açıklamadı; ben de ısrar edip sürprizi bozmak istemedim.

 

Sürprizleri severim… ama güzelse. Yine kendime gülümserken buldum kendimi. Teyzeme baktım; o da bana bakıp,

“Maşallah, bugün yüzünde çiçekler açmış fıstığım.”

dedi.

 

“Evet teyzem, her şey için çok teşekkür ederim. Gerçekten benim için çok güzel günlerdi.” diye karşılık verdim. “İlk fırsatta tekrar gel,” dediğinde başımı salladım. Bizimkilerin çok gözüne batmadan her bulduğum fırsatta geleceğim, diye söz verdim.

 

Alp’in yanımızda olmadığı zamanlar teyzemle, anlattıklarım hakkında uzun uzun konuştuk. Bana, neden ona haber vermediğimi ya da neden polise ihbar etmediğimi sordu. Ben de Cengiz’le yaşadığımız her şeyi bütün detaylarıyla anlattım. Karşımızdaki kişinin gerçekten normal olmadığını, psikolojik olarak ciddi sıkıntıları bulunduğunu, ayrıca maalesef elinin kolunun uzun olduğunu; maddi güç ve itibarının oldukça yerinde olduğunu vurguladım.

 

Teyzem bana hak verdi, beni yargılamadı. Hatta, böyle bir durumla karşılaşmış biri olarak,

“Senin yerinde kim olsa öyle yapardı herhalde. Bazen yaşadığımız durumlar karşısında en doğru, en mantıklı, en kusursuz tepkiyi veremeyebiliriz. Bu çok normal, çok insani.”

dedi.

 

Onu dinlerken içimde bir şey çözüldü. Bu cümleleri duymaya ne kadar ihtiyacım olduğunu o an fark ettim.

 

Artık bugün ağlama günü değildi; bugün gülme günüydü. O yüzden sık sık yüzümde oluşan sıcak tebessüme mani olamıyordum… olmak da istemiyordum.

 

 

Teyzem, dışarıdan bile sevimliliğiyle insanın içini ısıtan tesettürlü bir butik görünce arabayı yavaşça kenara çekti. Bana bir şey dememe fırsat vermeden arabadan indi; ben de ister istemez peşinden çıktım. Her adımımda heyecanım biraz daha artıyor, içimdeki küçük kız “Galiba sürpriz bu…” diye fısıldıyordu.

 

İçeri girer girmez teyzem,

“Gönlünce ne istiyorsan al fıstığım. Hiçbir itiraz istemiyorum,”

diyerek daha ağzımı açamadan sözlerimi susturdu.

 

Biraz mahcup olsam da onun bu ince düşüncesi içimi pamuk gibi yumuşatmıştı.

 

Bizi karşılayan iri gözlü, sıcak gülümsemeli çalışan,

“Yardımcı olabilir miyim?” diye sordu.

Ben de, “Kahve tonlarındaki ürünlere bakmak istiyorum,” dedim.

“Buyurun, bu taraftan,” diyerek nezaketle yönlendirdi.

 

Orada, koyu kahverengi büyük bir abaya gördüm… ve o an vuruldum. İçimde bir ışık yandı adeta. Yine de denemek istedim. Kabinin perdesini araladığımda teyzemin gözleri heyecanla büyüdü:

 

“Vaaaoow! Prenses gibi oldun fıstığım!”

 

“Gerçekten mi?” diye sorarken kendimi çoktan kabinden dışarı atmış, çocukça bir sevinçle etrafımda dönmeye başlamıştım. Abayanın etekleri her hareketimde uçuştukça içimde bir neşe kabarıyor, sanki içimdeki en masum yanım yüzeye çıkıyordu.

 

Teyzem, gözlerimin içine bakarak kesin bir ifadeyle:

“Bunu alıyoruz,” dedi.

 

Gülüp teşekkür ettim. Ben “Bu yeterli,” desem de o ısrarla bir eşarp ya da şal almam gerektiğini söyledi. Önce gönülsüz dursam da onun hevesini kırmamak için kendi zevkime göre seçim yapmaya başladım.

 

Eşarpların arasında gezinirken bir tanesi vardı ki… o tatlı pembe tonu Bükra’yı anında aklıma düşürdü. O rengi ne kadar sevdiğini bilmek, içimde ince bir özlemi yeniden canlandırdı.

“Bunu ona almalıyım,” diye geçirdim içimden.

Uzun zamandır beklediğimiz o kavuşma, ona küçük de olsa bir hediye götürmeyi çok anlamlı kılıyordu.

 

Teyzeme gösterip arkadaşım için almak istediğimi söyledim. Başta kabul etmedi.

“Ama sen de bana kendi paranla hediye almak istiyorsun,” deyince dayanamadı; göz kırparak,

“Peki, tamam… sen kazandın,” dedi.

 

Hem kendim hem de Bükra için seçtiğim eşarpları kasaya bıraktım.

 

Görevli kız beğendiğim eşarbı paketlerken, “Üzerinizdeki…” dedi.

Bakışını takip edince, denediğim abayı çıkarmadığımı fark ettim. Utanıp gülümsedim, o kadar bol ve rahattı ki üzerimde olduğunu unutmuşum.

Tabii bunda çok heyecanlı olmamın da payı var.

Kabine dönecekken teyzem arkamdan seslendi:

 

“Böyle kal canım… Üstünde kalsın. Zaten arkadaşınla buluşmaya gideceksin, değil mi?”

 

Başımı salladım. O anda teyzemin heyecanla söylediği şu cümle içimde bir kıvılcım yaktı:

“Bu eşarp da üzerine harika olur!”

 

Teklifini reddetmedim. Haklıydı… Ayna karşısında kendi kombinime bakınca, gerçekten çok hoş duruyordu.

 

Kabinde, eski şalımı çıkarıp yeni eşarbımı bağladım. Kumaşın kalitesi öyle güzeldi ki; ütü istemiyor, kat izi yapmıyor, üzerime yapışmadan zarifçe duruyordu. Eşarbımı bağlarken omuzlarımı ve göğsümü genişçe örtmeye dikkat ettim; Rabbimin buyruğu içimde bir zarafet gibi yer eder hep.

 

Kabinden çıktığımda teyzemi hâlâ şalların önünde buldum. Elinde bir şal vardı.

“Bu da kendim için,” dedi.

Gülümsememe engel olamadım. Onun sevindiğini görmek beni kendi sevincimden bile daha mutlu ediyordu. Arada namazda yanıma gelip birkaç rekat kıldığını bilirdim… galiba bu şalı da o anlar için almıştı.

 

Teyzem koluma hafifçe dokunup kapıya yönlendirdi.

Bükra’nın eşarbını hediye paketi yaptırıp çanta poşeti elime aldım.

 

“Ben ödemeleri hallederim, sen arabaya geç,” dedi teyzem.

Israr etmedim. Ücretleri duymamı istemediğini biliyor, bu nezaketini anlayışla karşılıyordum.

 

Arabaya geçtiğimde şoför yanındaki koltuğa oturup derin bir nefes aldım.

İçimde öyle tatlı, öyle küçük bir çocuk sevinci vardı ki…

Elimdeki hediye paketine baktım. Bu rastlantı gibi görünen şeylerin aslında Rabbimin ince ince gönle dokunuşları olduğunu bir kez daha hissettim.

 

Bir anda aklıma bir fikir geldi. Çantamdan küçük not defterimi çıkarıp kısa bir not yazdım. Teyzeme duyduğum minneti, içimdeki sevinci kelimelere dökmek istedim. Notu, fark edeceği bir yere iliştirdim.

 

Az sonra teyzem geldi, üzerimdekileri koymak için aldığı poşeti bana uzattı ve direksiyona geçti. Ben hâlâ yüzümde kocaman bir tebessümle, “Çok teşekkür ederim teyzeciğim,” demeyi sürdürüyordum.

“Ne demek fıstığım,” dedi; motorun çalışmasıyla birlikte günün tatlı telaşı yeniden başladı.

 

Emniyet kemerimizi taktık. 10–15 dakika yol ilerlemiştik, hâlâ ilçe merkezinden çıkamamıştık; trafik vardı. Teyzem arabayı bir kez daha park edince şaşırdım.

“Bu sefer nereye geldik?” diye sordum.

Aramızdaki bağın kopmaması için en temel unsurlardan birini halledeceğiz,” dedi.

 

Dükkâna bakınca bir telefon mağazası olduğunu gördüm. Panikle ellerimi kaldırdım.

“Hayır, hayır teyze… Gerçekten gerek yok. Zahmet olmasın diye söylemiyorum, benim telefonum var.”

“Var mı?” diye kaşlarını kaldırdı.

“Evet,” dedim. “Hani hatırlıyor musun, Kuşadası’ndan ayrılmadan bir gün önce Bartu ve Bükra bana bir hediye getirmişti.”

“Evet, hatırlıyorum.”

“İşte o, telefonmuş.”

“Aaa gerçekten mi?”

“Evet, ikisi birlikte almışlar.”

 

“Neden şu an kullanmıyorsun?” diye sordu. Haklıydı.

“Maalesef… Babam yakaladı, elimden aldı. Zaten hattım da yoktu.”

 

“Hmmm…” diye düşündü. Sonra bir anda, “Tamam o zaman,” diyerek sessizliği böldü.

“Merak etme, teyzenin bir B planı da vardı.”

 

Ona bakarken, acaba ne olacak diye düşünüyordum. Eliyle torpido gözünü açtı ve bir telefon çıkardı.

“Şimdi, bu telefon neden burada diye sorma… Hikâyesi uzun, sonra anlatırım. Bu benim eski iş telefonumdu. İçinde hat da var. Çok yeni değil ama gayet kullanılır.”

 

“Ama… yakalanırsam?” dedim. Haklı bir çekingenlikti.

Teyzem gözlerimin içine baktı. Kararlıydı.

“Yakalanmayacaksın.”

“Neden?”

“Çünkü artık eski sen değilsin. Bu sefer daha deneyimlisin. Yakalanmayacaksın.”

 

Onun bu sözlerine inanarak başımı salladım. Bir cesaret verdi bana… Telefonu açtım. Sonra arabayı çalıştırıp yola devam ettik. Teyzem telefonun formatlı olduğunu, sıfırdan kurulmuş gibi olduğunu söyledi. İlk olarak onun numarasını kaydettim; bu kadar güzelliğin üstüne başka bir şey yapamazdım.

 

Artık ana yola çıkmıştık. Üsküdar’a gidiyorduk. Telefonu çantama yerleştirdim. Etrafı izlerken daha önce görmediğim yapıları teyzeme soruyordum, o da bir bir anlatıyordu. İstanbul’un her sokağı ayrı bir gizem gibiydi. İçimden şöyle geçiyordu: “Burada yüzyıllarca yaşasam da sanki her yerini gezemem, her gizemini çözemem, her efsanesini duyamam…”

 

Üsküdar’a iyice yaklaşmıştık. İçimden çok sözler geçiyordu ama dilim bir türlü çözülmüyordu. Cümleler ağzıma kadar geliyor, sonra kalbime geri dönüyordu. Sonunda bir yerden başladım.

“Teyzeciğim…” dedim.

Bana dönüp baktı.

“Tüm samimiyetimle söylüyorum… Yaptıklarını herkes yapmazdı. Senin yaptıklarının karşılığını ben sana veremem. Rabbim sana bunun katbekat fazlasını ahirette versin. Allah razı olsun…”

 

Teyzem bir eliyle sırtımı okşadı.

“Fıstığım… Ne güzel dua ettin. Çokça amin canım. Yaşadıklarını bana anlatmak çok cesur caydı seni tebrik ediyorum.”

Gözleri benimle gurur duyar gibi bakıyordu.

"Bu zor biliyorum ama lütfen şunu düşün Gerçekten bu hayatta ne yapmak istiyorsun? Sana dayatılmış kalıpların dışına çık! En azından bunun için uğraş ve cevabını lütfen bulduğunda bana söyle."

Başıma birkaç kere salladım.

 

Ayrılık vaktimiz gelmişti. Buralar öyle trafikti ki arabayı park edecek yer yoktu. Teyzem ufak bir boşluk bulunca dörtlüleri yakıp arabayı olduğu yerde bıraktı. İkimiz de indik. Hızlıca sarıldım; abayımın etekleri uçuştu. Onun sıcaklığını yine içimde hissettim. Gözlerimin dolması normal miydi?.. Teyzem de fark etti.

 

Bana el salladı.

“Alp’e de selamlarımı söyle,” demeyi unutmadım.

O da tekrar tekrar, ilk fırsatta gelmemi tembihledi; irtibatta kalmamız gerektiğini söyledi. Bunu söylemese bile yapardım zaten… Çünkü şu an içinde bulunduğum durumda güvenebileceğim, gerçek yardım alabileceğim nadir insanlardan biriydi o.

 

Elimde şık gözüken bir çanta poşet… Omuzumda, çantam başımda eşarbım… İçimde tarif edemediğim bir güzellik hissi vardı. Sütlü kahve tonlarındaki büyük boy eşarbım ve üzerimde ansızın Rabbimin bana hediye gibi gönderdiği, geniş etekli, içinde kendimi prensesler gibi hissettiğim bol abaya… O kadar mutluydum ki, adımlarım farkında olmadan hızlanıyordu. Teyzemin beni bıraktığı yerden Bükra’yla buluşacağımız kafeye doğru ilerliyordum.

 

Buraya daha önce geldiğim için yolu ezberlemiştim. Artık telefonum da vardı.

Evet… telefonum da vardı.

 

“Umarım bu sefer uzun soluklu olur,” diye geçirdim içimden. Çünkü gerçekten telefonsuz yaşamaya alışmıştım ama bu zamanda sevdiklerimiz her zaman yanımızda olmadığı için iletişim neredeyse zaruriydi. Ölçülü kullanıldığı zaman faydalı bile olabilirdi. Yine de, telefonsuz geçirdiğim günlerden şikâyetçi değildim; bana çok şey öğrettiğini biliyordum.

 

Adım adım kafeye yaklaşırken kalbim minik bir kuş gibi çırpınıyordu. Hatta bugün o minik kuş biraz paniklemiş olacak ki normalden çok daha hızlıydı. Ellerim sıcacıktı; güneşli günlerde bedenim ısınınca ellerim de ısınırdı zaten. Bir de mutluydum… öyle ki sanki hiç hastalığım yokmuş gibi, hiç ağlamamışım, hiç üzülmemişim gibi hissediyordum.

 

Bu da Rabbimizin ne büyük hediyesiydi:

Yaşadığımız acıların, ağladığımız günlerin, çektiğimiz kederlerin içimizde ilk günkü acıyla kalmaması…

 

Evet, izleri vardı. Ama Rabbimden geldiğini bilmek, o izlerin sızısını hafifletiyordu.

 

Taşlarla döşenmiş sokaktan geçerken zihnimde bir düşünce dönüp duruyordu:

 

“Ben başıboş değilim. Vazifedar bir yolcuyum. Ve beni buraya gönderen Zât beni görüyor, duyuyor, biliyor. Yaptıklarımı kaydediyor. Beni imtihanlarla terbiye ediyor.”

 

Bu düşünce öyle bir rahatlatıyordu ki…

Çünkü aksi hâlde, her şeyin sebepsiz olduğunu düşünmek ne kadar korkunç olurdu.

 

Düşünsene…

Hiçbir şeyin kanunu yok.

Seni sürekli gören biri yok.

Ve bu dünyada işlenen kötülüklerin çoğu cezasını bulmuyor.

 

Eğer ahiret olmazsa… mazlum nasıl huzur bulur?

Bu dünyada gerçekten kaç kişi hakkını tam olarak alabiliyor?

 

Ama ahiret var.

Haşir var.

Boynuzlu koyunun boynuzsuz koyundan hakkını alacağı bir mahkeme var.

 

Hem de hakimin de şahidin de Rabbimizin olduğu bir mahkeme.

 

“Elhamdülillah…”

Bu kelime dudaklarımdan kendiliğinden döküldü. O kadar içime ferahlık dolmuştu ki yüksek sesle söylemişim bile fark etmeden.

 

Tefekkürüm sürerken adımlarım beni Bükra’yla buluşacağımız yere getirmişti.

 

 

---

(Kafe Gerçektir.)

---

Burası, Üsküdar’daki Valide-i Cedid Camii’nin hemen yanında bulunan Rumi Cafe’ydi. Dışarıdan baktığımda çok yoğun görünmüyordu. Karşılıklı oturan birkaç kız grubu, bir çift… Kimi kahvesini yudumluyor, kimi tatlısını kesiyordu.

 

Adımlarım yavaşladı; gözlerim Bükra’yı arıyordu.

Merdivenleri çıktım, kapıdan içeri girdim.

 

Tatlıyla karışık kahve kokusu yüzüme çarpar çarpmaz gülümsemem genişledi. Kasadaki, saçlarını iki yandan örmüş, ela gözlü, gamzeli kız “Hoş geldiniz.” dedi.

 

Sesi yüzüne göre biraz kalın geliyordu ama ona çok yakışıyordu.

Başımı hafifçe eğip “Hoş bulduk.” dedim.

 

“Arkadaşımı arıyorum da… buraya uzun sarı saçlı…” diye tarif ederken elimle başımın üstünü işaret ettim.

"Biraz daha benden uzun"

Kız düşünür gibi gözlerini hafifçe kıstı.

 

“Evet evet, geldi. Hemen şu tarafa doğru ilerleyin.”

Mekânın dış kısmının en sonunda kalan masaları işaret etti.

 

“Teşekkür ederim,” dedim. Eşarbımı düzelttim.

Ve adımlarım tarif ettiği yere doğru hızlandı.

 

Heyecanım her saniye daha da artıyordu.

 

Ve onu gördüm… Saçları ışıl ışıl omuzlarına dökülüyor, üzerine giydiği pembe sweatshirt’ün üzerinde yumuşak bir perde gibi duruyordu. Başını çevirmiş, Valide-i Cedid Camii’ne bakıyordu. Dirseğini masaya dayamış, avucunu çenesinin altına almıştı.

 

Adımlarımı yavaşlattım. Uzaktan izlerken ilk karşılaştığımız gün zihnimde canlandı. Ettiğim bir duanın sonucu tanışmıştık onunla… O an, o duanın ne kadar içten olduğuna bir kez daha inandım. Samimi bir duanın nasıl güzel sonuçlar verdiğini şu an yaşıyordum.

 

Bir adım daha attım. Artık neredeyse masanın yanındaydım. O da elini çenesinin altından çekip derin bir nefes bıraktı ve bir anda benim olduğum tarafa döndü. Göz göze geldiğimiz an ikimiz de gülmeye başladık. Sadece gülüyorduk… Uzun zamandır bekleyen, birikmiş bir mutluluğun taşması gibiydi.

 

Elimdeki poşeti masanın üzerine bıraktım. O da çoktan ayağa kalkmıştı. Gülüşmelerimiz yavaşça gülümsemeye dönüştü. Karşı karşıyaydık… Daha fazla böyle durmaya dayanamadık.

 

Bükra, kollarını kocaman açıp,

“Canım arkadaşıııımmm!”

dedi, sonunu uzatarak.

 

Gülmekten yanaklarım ağrımıştı. Ben de hemen sarıldım ona. Üzerindeki hafif bol pembe sweatshirt ona çok yakışmıştı. Altında bir kot etek vardı. Uzun uzun sarıldık; hafifçe sallanarak… Sırtımı pışpışlıyordu, ben de onun sırtını okşuyordum. Çok güzel kokuyordu… Onu ne kadar özlediğimi, gözlerimin dolmasından anladım.

 

Kendimi geri çektiğimde yüzüne baktım. Onun da gözleri dolmuştu. Elimi uzatıp yanağına düşmek üzere olan yaşı sildim.

 

“Canım benim…” dedim.

“Özledim ben daha çok.”

 

“Hayır,” dedi hemen, “ben daha çok.”

 

Bu tatlı iddialaşma, sandalyelerimizi çekip masaya oturmamızla bitti. Birbirimize bakarken gülümsememek imkânsızdı.

 

Masada duran hediye paketini ona doğru uzattım.

“Ufak bir şey… Ama benden sana hatıra olsun istedim. Sana çok yakışacak.”

 

Şaşırdı.

“Yiaaa Mihri, ne gerek vardı… Daha da duygulandırıyorsun beni.”

 

“Hediyenin gereklisi olmaz,” dedim. “Hediye, gerektiği için değil; sevgini göstermek için verilir.”

 

Bekledi, sonra dudaklarını büzüp,

“Bak tamam… Ama unutma bu sözünü.”

dedi.

 

“Unutmam,” dedim gülerek. “Hem ayrıca, sen ve Bartu’nun bana verdiği hediye yanında bu çok küçük kalıyor. Çok duygulandım. Hem… çok pahalıdır o şimdi.”

 

“Ne pahalısı? Az önce hediyenin gereklisi olmaz demedin mi?” diyerek kaşlarını kaldırdı.

 

“Tamam da… bu kadar pahalısı olur mu yani?” dedim.

 

“Olur olur canım,” diye güldü. Bir yandan da hediye paketine bakıp kaçamak bakışlar atıyordu.

 

“Bir de sana teşekkür edememiştim,” dedim. Sesim mahcup ve kısıktı. “Hatta giderken bir veda bile edemedim. Bunun için hâlâ üzülüyorum.” Yüzüm düştü.

 

Hemen uzanıp elimi tuttu.

“O ne demek canım benim? Ben senin buna fırsatın olmadığını düşündüm. Ben seni tanıdım Miji… Eminim fırsatın olsaydı veda ederdin. Gerçek arkadaşlar, birbirleri hakkında en ufacık olumsuzlukta kötü düşünmez.”

 

Ben de diğer elimi onun elinin üzerine koydum. Bakışlarını kaldırdım; sarı saçlarının arasından parlayan kahverengi gözlerindeki sıcak gülümseme kalbime dokundu.

“Haklısın…” dedim. “O kadar haklısın ki…”

 

Bu duygusal anı uzatmak istemedim. O günleri hatırlamak güzel değildi; hele ki şimdi böyle mutluyken.

 

“Hadi aç artık,” dedim gözlerimi hediyeye kaydırarak.

 

“Ama şimdi fazla meraklı gibi görünmez miyim?” dedi.

 

“Kime göre, neye göre? Bence hemen aç. Ben hediye gelince asla bekleyemem,” dedim gülerek.

 

Poşeti açtı. İçinden paketi titizlikle çıkardı. Davranışlarından hediyeye ne kadar değer verdiği o kadar belliydi ki… Paketi açtığında dudaklarından ufak bir sevinç çığlığı döküldü.

 

“Ayyyy ama Mihri…”

Yüzündeki ifade her şeyiyle duygulanmıştı. Eliyle ağzını kapattı, birkaç kez burnunu çekti. Ama ben o gözlerden düşen birkaç damlayı gördüm.

 

“Kelimeler bulamıyorum…” dedi. Yerinden kalkıp yanıma geldi. Ben de ayağa kalktım. Tekrar uzun bir sarılmanın içindeydik. Aslında şal, bahaneydi… Biz birbirimizi özlemiştik.

 

Yerimize oturunca çantasından su çıkardı, içti. İkimiz de biraz sakinleşmiştik.

 

“Bu şalı…” dedi. Şalı açıp başına doladı. “Ömür boyu saklayacağım.”

 

“Her gördüğünde beni hatırlarsan çok mutlu olurum,” dedim.

 

“Elbette… Elbette öyle olacak canım,” dedi.

 

Derin bir nefes verdik ikimiz de.

 

“Kahve içelim mi?” diye sordum.

 

“Evet canım. Burası self servis. Siparişleri telefondan veriyormuşuz,” dedi ve masadaki QR kodu gösterdi. Çantasına uzanıp telefonunu çıkardı. Arada gözleri bana kayıyor, sonra tekrar telefona dönüyordu.

 

Ben de yavaşça çantama uzandım… Ve teyzenin biraz önce verdiği telefonu çıkardım. Bükra telefonu görünce ifadesi hafif değişti. Bir bana baktı, bir telefona. Açıklama yapmamı beklediğini hissediyordum.

 

Telefondan gözümü kaçırıp mahcup bir gülümsemeyle,

“Uzun hikâye…” diyebildim sadece. “Kahvelerimiz gelsin, anlatırım.”

 

Başını hafifçe salladı.

 

İnternetim olmadığı için Bükra’nın telefonundan Rumi Cafe’nin menüsüne girdik. Gerçekten pek çok çeşit vardı ama ikimiz de birbirimize göz kırpıp doğrudan tatlı kategorisine geçtik. Daha önce burada yediğim Volkan tatlısını çok sevmiştim; içinden akan sıcak çikolata gerçekten adını hak eder bir volkan gibiydi. Bükra ise gözünü, kafeyle aynı ismi taşıyan Rumi tatlısına dikti. Muzlu ve çikolatalı oluşu iştahını kabartmıştı.

 

Çantalarımızı masaya bırakıp kasaya gittik. Örgülü saçlı, yüzünde kocaman bir gamzesi olan görevliye siparişimizi verip ödememizi yaptık. Daha siparişi verirken bile birbirimize bakıp gülüyor, o anın bize verdiği coşkuyu saklamadan paylaşıyorduk.

 

Masaya döndüğümüzde, Kuşadası’ndan ayrılırken yaşadıklarımı—çok detaya girmeden—anlattım. Kötü şeyleri dile getirmek hâlâ zor. Her seferinde yüreğimde bir şey tazeleniyor. Ama Bükra, gözlerimin içine bakarak büyük bir ilgiyle dinledi; ara ara elimi sıkıp gülümseyerek doğru kişiyle konuştuğumu hissettirdi.

 

Cengiz’den ve yaşananlardan bahsetmek zorunda kaldığımda, teyzeme anlattığım kadar detaya girmedim. Cengiz’in adını duyar duymaz Bükra’nın siniri yükseldi. Onu daha önce hiç böyle görmemiştim. Bir an ayağa fırlayıp gidip onu dövecek sandım. Korkum, Cengiz için değildi elbette; Bükra’nın güzel ellerinin o mahlûka değmesini istemezdim.

 

Sonra o da benden sonra yaşadıklarını anlattı. Daha önce bahsetmediği ailevi meseleleri paylaştı. Anladığım kadarıyla o da kolay günler geçirmemiş. Ama anlattıklarında Bartu’ya dair kısımları bilerek atladığını fark ettim. Sanki Bartu hiç hayatında yokmuş gibi konuşuyordu. Bunu bilinçli yaptığını görünce üzerine gitmedim. Şu an birbirimize sığınıyorduk; anlatmak isterse zaten kendisi açardı. Herkesin içine kolay açılmadığını ben en iyi bilenlerdenim.

 

Tam sohbetimiz derinleşmişken, garsonlarımız geldi. Bana Volkan, Bükra’ya Rumi tatlısı… Tatlıların gelişi üzerimizdeki o hafif kasveti dağıttı. İkimiz de tatlısız mutlu olamayan kızlardık sonuçta. Bükra bana dönüp,

“Bu yaşadıklarımızın üstüne bu tatlıyı yiyoruz ya… sanki her şey hallolmuş gibi geliyor.”

dedi.

Gülüştük.

“Evet canım… Olan oldu. Bundan sonrası Allah’a havale. Ama ders de çıkarmalıyız,” dedim. Onayladı.

 

Kafenin içindeki hafif uğultu kulağımıza çalsa da rahatsız etmiyordu. Hatta bulunduğumuz ortama bir huzur katıyordu. Kimileri kahvesini yudumluyor, bazı kızlar bizim gibi sohbet edip gülüşüyordu.

 

Kahvelerimizi aynı anda bitirdiğimizde buna da güldük. Tatlılarımız çoktan bitmişti. Bükra bana dönüp,

“Yavaştan kalkalım mı Mihr?”

diye sorunca,

“Aynen canım,”

dedim. Çantamı boynuma taktım; o da kendi çantasını ve trençkotunu aldı, diğer eline de ona getirdiğim hediye poşetini sıkıştırdı.

 

Kafeden çıkıp Valideyi Cedit Camii’nin önüne geldiğimizde birden aklıma dank etti:

“Aaaa! Biz ikindiyi kılmadık!”

 

Benim şaşkınlığım Bükra’ya da bulaştı.

“Evet canım… Muhabbete o kadar daldık ki, ezanı bile duymadık herhalde.”

dedi. Gülüştük. Birbirimizi ne kadar özlediğimiz o kadar belliydi ki, sohbetin bizi içine çekmesi kaçınılmazdı. Ama ikimize de iyi gelmişti.

 

“Ben seninle kılmak istiyorum,” dedim.

Kıkırdadı, yanımda yürürken elimi tuttu.

“Aynen canım… İlk tanışmamız geldi aklıma.”

“Evet… hatta yanına gelirken benim de geldi,” dedim.

 

Aklıma düşen bir soruyla ona döndüm:

“Sevda Nur Hoca ile hâlâ görüşüyor musunuz? Ben Osmanlıca derslerinin sonuna katılamadım ama sen tamamladın mı? Nasıldı?”

Başını heyecanla salladı.

“Evet, katıldım. Hâlâ da görüşüyoruz. Aklıma takılan bir şey olduğunda hiç yanıtsız bırakmıyor.”

“Öyle mi?” dedim; içten içe sevindim.

“İnanır mısın Mihri… Osmanlıcayı bu kurdan ve Sevda Nur Hocadan sonra daha çok sevdim.”

 

Abartısına güldüm; tatlı bir abartıydı.

“Ben de çok seviyorum,” dedim. “Bunca kötü örneklerin içinde birbirimizi bulmak ne büyük nimet…”

 

O an durdu. Gözlerimin içine baktı.

“Elhamdülillah.”

 

Söylediği o tek kelime, yüreğinden kopup yüzüme çarpan bir içtenlikle döküldü. Etkilenmemek mümkün değildi.

 

Güneş kızıl bir gökyüzüne yayılırken martıların sesleri havayı dolduruyordu. Hafif bir esinti vardı. Bana sorsanız bugün bir Kasım mı diye, inan asla ihtimal vermezdim; bir yaz günü kadar sıcak bir Kasım günüydü.

 

 

--- 

Mihrimah Sultan Camii’ne gitsek olur mu, diye sordum. Cevabını tahmin ediyordum ama yine de merakla bekledim. “Tabii tabii,” dedi, “ben orayı ayrı bir seviyorum.”

Ben de içimden ekledim; bilmem, o camiyi kendime hep yakın hissetmişimdir. Belki de adında Mihrimah geçmesindendir… O, ay ve güneş demekti; ben ise yalnızca güneş… Ayıma kavuşamamıştım daha. Onu öyle çok özlüyordum ki; üzgünken aklımdan hiç gitmiyor, mutlu olduğumda bile beni yalnız bırakmıyordu. Gözlerinin içime işleyen o bakışlara nasıl da hasrettim…

 

Yan yana yürürken ellerimizi bırakmamıştık. Hatta arada hafifçe sallayarak yürüyorduk. Kimin ne düşündüğü umrumuzda değildi; mutluyduk.

Telefonla ilgili durumu anlattığımda Bükra üzgün ama inanmış bir tebessümle baktı bana. Gözlerinde güven vardı. “Hiç değilse şu an iletişime geçebileceğimiz bir telefonun var,” dedi. “İnşallah en kısa zamanda sana aldığımız telefonu kullanırsın.”

Düşündüm; ben olsam, böyle bir durumda bu kadar anlayışlı olabilir miydim? Bana milyonlarca para verip telefon hediye etmişler, o ise beni bunu kullanmıyor hâlde görmüştü. Ama yine de inanıyordu… Bu güven, içime güç gibi doldu.

 

Neşemizden bir şey kaybetmeden Mihrimah Sultan Camii’nin önüne varmıştık bile. Camiye gelmeden hemen önce, III. Ahmet tarafından yaptırılan tarihi çeşmenin yanından geçerken adımlarımı yavaşlattım. Bükra da bana uydu. Gözümüz aynı noktaya takıldı.

“Ne kadar güzel bir hayır değil mi?” dedim.

“Kesinlikle,” diye fısıldadı. “Ecdadın ince düşüncesi burada da belli.”

 

Biraz daha yaklaşınca, çeşmenin varaklarındaki zarafet gözümüzü aldı. Ardından bakışlarımız, üzerindeki Osmanlıca kitabeye kaydı.

“Bir gün,” dedim, “bir gün bu kitabeleri rahatça okumak istiyorum.”

Bükra güldü, “Aynı şeyi istiyoruz, yalnız değilsin.”

 

Ellerimizi bırakmış, camiye çıkan merdivenlere yönelmiştik. Avluya adım attığımızda sol tarafımdan denizin dalgalı suları göründü. İçeri geçmek üzereyken Bükra’nın kolunu tutup caminin iç mimarisine bakmasını işaret ettim.

Sessizce, sadece gözlerimizle konuştuk; içeride namaz kılan erkeklerin dikkatini dağıtmamak için.

Caminin işlemeleri, kubbesindeki zarafet… Mimar Sinan’ın bir hanım sultan için yaptığı eser olduğundan mı bilinmez, burası daha farklı, daha narin nefes alıyordu.

 

Yan yana namazımızı kıldık. Ellerimi açtığımda gözlerimi kapadım; Rabbimin sonsuz rahmet hazinesine içimden geçenleri bir bir sundum.

Önce yıldızımı istedim… Silüeti gözlerimin önüne geldi.

“Ya Rabbi,” dedim içim titreyerek, “ben seni çok seviyorum… Gönlümü bir kuluna kaptırdım. Onu bana gönder, bizi buluştur, kavuştur. Ne olursun…”

Sözlerim içimden taşarken fark etmeden başımı utançla eğdim.

 

Sonra kendi ayaklarım üzerinde duracağım bir hayat istedim.

“Ya Rabbi, beni sadece Sana muhtaç eyle… Başka kimseye değil.”

 

Ve Bükra…

“Bu güzel arkadaşıma,” dedim, “en kısa zamanda tesettür ayetini yaşamayı nasip et. Kalbi o kadar güzel ki… Ne olur onun sıkıntılarını gider, ona dinini en güzel şekilde yaşamayı nasip et.”

 

Aminlerime karışan iç sesimle gözlerimi açtım, avuç içlerimi yavaşça yüzüme sürdüm. Sanki içimdeki taşlar yerinden kalktı, uzun zamandır unutulmuş boşluklar yumuşacık doldu.

Yanımdaki pembe eşarbını takmış olan Bükra da duasını bitirmişti. Yüzünü bana çevirdi. Gülümsedik.

Bugün gülümsemenin günüydü bizim için.

 

Çıkışta ayakkabılarımızı giyerken Bükra, “Benim bir tuvalete gitmem lazım, seni biraz bekletsem sorun olur mu canım?” diye sordu.

“Hayır hayır,” dedim, “ben seni çeşmenin önünde beklerim. Acele etme.”

Başını sallayıp içeri yöneldi.

 

Ben ise düşünceli adımlarla III. Ahmet Çeşmesi’nin önüne geçip beklemeye başladım.

Bekliyordum…

Ama içimde bir ses, beklediğimin Bükra olmadığını fısıldıyordu.

 

Gözlerim, beklediğim çeşmenin hemen solundaki küçük musluğa takıldı. Tıkanmıştı; biriken suda minik serçeler banyo ediyordu. O masum çırpınışları izlerken bir yandan da Bükra geliyor mu diye başımı caminin giriş merdivenlerine çevirdim.

 

O an…

Biri dikkatimi çekti.

 

Üzeri baştan aşağı simsiyah motor ekipman kıyafeti, elinde bir kask… Bir an için onu gördüğümü sandım. Daha dikkatli bakmaya çalıştım; saçları da benzeyince kalbim sızladı. Ama aramızda belli bir mesafe vardı; yüzü net değildi. Kendime kızarcasına başımı önüme eğdim.

O değildi işte.

Demek artık başka insanları bile ona benzetiyordum… Ya da herkeste onu görüyordum.

 

Zaten şimdiye kadar kördüm; başka erkeklere bakmazdım. Hem haramdı hem içim elvermezdi. Ama nedense içimdeki o inatçı ses tekrar bakmamı fısıldıyordu. Direndim.

Hayır, dedim kendime.

Başka birinin yüzünü ona benzetip kendimi avutmak istemiyordum. Aylar geçmişti… Bir haber bile almamışken, onun burada olması mümkün müydü?

 

Derken…

Görüş açıma siyah bir çift ayakkabı girdi.

 

İçimde cılız bir umut filizlenmişti; gözlerimi kaldırıp da o umudu öldürmekten korkuyordum.

Ama sonra…

Hızla başımı kaldırdım.

 

Ve o anda göz göze geldik.

 

Evet…

O koyu yeşil gözler di önümdeki...

Evet, Tarık’tı.

Yıldızımdı.

Karanlık gecelerde ayım olan, her özlemimde içimde yankılanan o tek kişi… Karşımdaydı.

 

O da gözlerini gözlerime kilitlemişti. O tanıdık koyu yeşil gözler… Neden kanlanmıştı? Yorgundu ama gülümsemesi—ah o minik gamzesini çıkaran gülüş—derinden, çok derinden geliyordu. Bana doğru bir adım attı. Aramızda minik bir boşluk kalmıştı.

Kıpırdayamadım.

Sanki nefes alsam bile bu anın büyüsü bozulacaktı.

 

Bakıyordu.

Ben bakıyordum.

Kalbimin gümbürtüsü, kulaklarımda uğulduyordu.

Aklımın içi bir anda düşünceyle doldu.

 

Biraz önce… camiden mi çıkmıştı?

Evet… evet, cami kapısının merdivenlerinden iniyordu.

Demek ki…

Demek ki Tarık… Müslüman mı olmuştu?

 

Dudaklarım titremeye başladı.

Şu an karşımda duruyordu. Gerçekti. Gözleri, Elleri, yüzü, varlığı… hepsi gerçekti.

Mutlulukla hüznün karıştığı bir damla gözyaşı yanağıma doğru indi.

 

Tam o sırada yanağıma elini uzattı.

Afalladım.

Ama geri çekilmedim.

O el bana istemediğim bir dokunuş getirecek biri değildi; biliyordum.

Dokunmadı.

O da eli havada asılı kalınca yumruğunu sıkıp, hızlıca geri çekti.

 

“Ağlama…” dedi boğuk bir sesle.

O an onun gözlerinin de dolduğunu gördüm.

 

Ama ben duramadım.

Aylarca içime gömdüğüm bu hasret, şimdi gözlerimden mutluluk olarak akıyordu.

Kalbim, delicesine göğüs kafesime vuruyordu. Sanki göğüs kafesimi aşıp Tarık'a kavuşmak istiyordu.

 

Bir an kalp atış sesimi o da duyacak diye korktum.

 

Ağlama papatya… Sesi içine kaçıyordu. Elimin tersiyle gözyaşlarımı silerken “Ağlamıyorum.” dedim, kendim duyacak kadar kısık bir sesle.

 

“Seni gözü yaşlı görünce içim parçalanıyor… Ne olur ağlama.”

Sesi yalvarır gibiydi.

"Gözyaşlarının sebebi olmak isteyeceğim son şey"

"Değilsin." diye itiraz ettim

"Bu yaşlar mutluluktan"

Içimden "seni gördüm için mutluluktan ağlıyorum" demek geldi ama bunu söyleyemeyecek kadar çekindim.

"Öyle mi?"dedi. Soru sormuyordu sanki gözleri gülümsememeydi.

Onu ikna etmek için hızlı hızlı başımı salladım.

Derin derin çektiği nefesler ve gözlerini yukarıya kaldırmasıyla ağlamamak için kendini tuttuğunu anlamak zor olmadı benim için.

 

"Ağlama sen hep gül".

Öyle söyleyince benim de içim gitti.

 

"Ağlamıyorum."dedim bir daha hem onu hem kendim inandırmak ister gibi diğer yandan da gözyaşlarımı sildim tekrardan.

 

Gülümsedim. O kadar garipti ki görünüşüm; ya da ben öyle düşünüyordum. Bir yandan gözlerim dolu doluydu, yanaklarım az önce akan tazecik yaşların çizdiği ince yollarla kaplıydı. Ama ben gülümsüyordum. İçtenlikle, kocaman gülümsüyordum… Çünkü bunlar sevinç gözyaşlarıydı. Mutluydum. Hem de uzun zamandır olmadığım kadar mutluydum.

 

Nasıl mutlu olmayayım ki? Karşımda dualarımın kabulü duruyordu.

 

Benim gülümsememle o da gülümsedi.

 

“Mihri…” Sesi artık daha erkeksi bir tondaydı; daha kalın ve netti. Onun sesinden ismimi duymayı kaç gece düşlemiştim… “Hmm…” diye mırıldanırken gözlerimi bir an bile ondan ayıramadım.

 

“Mihri… Mihri… Bu sensin.” dedi. Sanki adımı tekrar tekrar söyleyip karşısındakinin gerçekten ben olup olmadığını anlamaya çalışıyordu.

 

“Evet… Evet, benim.” dedim, onu inandırmak ister gibi.

 

“Ben… Yolhizar, yani Tarık.”

 

Gülümsemesi büyürken dişleri gözüktü; alt dudağını dişledi. "Allah’ım… Allah’ım…" kendi kendine mırıldandı ama ben duydum.

 

O da “Allah” diyordu artık. “Tanrı” demiyordu.

 

Ben de içimden “Allah’ım, elhamdülillah.” dedim.

 

İkimiz de birbirimize bakıp gülümsüyorduk. Sanki dokunduğu gibi ağaçların dallarını sallayan hafif meltem bile aramıza girmekten çekinir gibi etrafımızdan dolanıyordu. Abayamın etekleri hafifçe uçuştu. Bir elim eşarbımın kenarına gitti, belki bozulmuştur diye şefkatli bir hareketle düzelttim.

 

Başımı kaldırdım… Tarık’ın kumral saçları rüzgârın esintisiyle hafifçe dans ediyordu. Gözlerinin altı torba torbaydı… Yoksa ben mi unutmuştum onun yüzünü? Yorgundu. Hem de çok. Bunu görmemek için kör olmak lazımdı.

 

Sanki şu an dünyada sadece ikimiz vardık. Etrafımızdaki her şey silikleşmişti. Bütün sesler kulağımıza ulaşmadan kesiliyor, sadece birbirimizi duyuyor ve görüyorduk. Böyle bir an yaşayacağımı asla tahmin etmezdim. Kelimelerime sığmayacak kadar özel ve güzeldi.

 

Aramızdaki bu sözsüz kavuşmayı, “Miiihriiii!” diye bağırarak bana doğru koşan, kaskı peluş tavşan kılıflı bir genç adamın sesi böldü. Korkmuştum çünkü bana doğru son sürat geliyordu.

 

Bir anda Tarık beni arkasına aldı. Ne olduğunu anlayamamıştım.

 

“Mihriii! Küçük hanım! Benim! Aaaa, sesimi de mi tanımadın?” diye bağıran ses yaklaştıkça zihnimde tanıdık bir yere oturdu. Bu sesin sahibi… Bartu’ydu. Abimdi.

 

Tarık’ın sert sesi Bartu’yu durdurdu: “Onu korkuttun.”

 

Bartu, Tarık’ı pek takmadı. “Aaa benim kardeşimi bir de benden mi koruyorsun?” dedi, omzundan tutup Tarık’ı hafifçe kenara çekerek. Sonra hiç beklemeden kollarını belime dolayıp beni havaya kaldırdı.

 

“Kardeşimmmm!”

 

Kaskına rağmen sesi o kadar yüksek çıkıyordu ki gayet net duyuluyordu. Üzerimdeki şaşkınlık çabuk dağıldı. Ben de hemen boynuna sarıldım. Sıkı sıkıya… Öyle özlemiştim ki onu. Bir süre ayrılmadık.

 

Beni yavaşça yere bıraktı. Bartu önümden çekilince tekrar Tarık’la göz göze geldim. Ama o gözler… Bana neden kırgın bakıyordu? Ben yanlış ya da kötü bir şey yapmamıştım ki… Ama yine de öyle bakıyordu.

 

Aslında anlıyordum. İçinden geçenleri… Şu an o da bana böyle sarılmak isterdi. Çünkü ben de çok istiyordum. Ama olmazdı. Haramdı.

 

Aklıma gelen düşünceyle bakışlarımı hemen abime çevirdim. Yine nefsime yenik düşüp uzun uzun bakmıştım o koyu yeşil gözlere… Haram olan bir hisle.

 

Allah’ım… Ne olur helalim olsun.

İstiğfar çektim. Allah’ım affet.

 

Tarık, Bartu’ya dönüp ters bir ses tonuyla sordu: “Sen nereden çıktın?”

 

Bartu cebinden çıkardığı telefonu ona uzattı. “Ayrılırken bende kalmış. Yolda bir şey içermiştim ya… Sonra sen gittikten 15 dakika sonra falandı. Unuttuğunu görünce hemen peşine düştüm. Üsküdar’a gideceğini söylemiştin ya, ben de ana yoldan buraya geldim.”

 

Bu sırada kaskını çıkarınca sarı saçları dağılmıştı; eliyle hızlıca düzeltti.

 

“Bartu abim…” dedim gülerek.

 

Bana baktı. “Hihih, küçük hanım, yeni hatırladın galiba beni?”

 

Gözlerimi yumup buna da güldüm.

 

“Tabii ki hatırladım ama öyle bir anda üzerime doğru koşunca… Hem de kaskın varken… Nereden bileyim kim olduğunu? Afalladım.” diyerek kendimi açıkladım.

 

“Yaa öyle işte! Abin hiç beklemediğin anda seni bulur.”

 

Sonra, Tarık’a kısa bir ters bakış atıp ekledi: “Yani… Daha doğrusu Tarık yerini buldu. Ben de onunla birlikte geldim. Senin için.”

 

Gözlerim yeniden doldu. Yerimi bulmuştu… O bulmuştu. Yani benden vazgeçmemişti. İkisi de benim için gelmişti. Allah’ım… Bu ne büyük mutluluktu.

 

Merakla sordum: “Nereden geldiniz?”

 

Bartu dümdüz karşıya bakıyordu, sanki bir şey dikkatini çekmişti. Tarık ise bana ilgiyle bakıp kısık bir sesle cevap verdi:

 

“Almanya’dan.”

 

Gözlerim hayretle büyüdü. Ağzımdan çıkan “Ne?!” nidâsına engel olamadım. Bir elimle ağzımı kapadım. Bir süre şaşkınlığımın geçmesini bekledim.

 

“Gerçekten mi? Gerçekten ta Almanya’dan mı geldiniz?”

 

Tarık başını sallayarak beni onayladı.

 

Tam o sırada Bartu’nun hâlâ tepki vermeden durması garip geldi. Başımı çevirdim… Ve…

 

Esen rüzgârda beline kadar uzanan uzun sarı saçları uçuşan, pembe sweati ile yanakları aynı tonda kızaran, kot eteğiyle ellerini önünde hanım hanımcık birleştirmiş… Bükra’yı gördüm.

 

Bize uzaktan, çekinerek bakıyordu. Çok güzeldi. Ve onun bu mahcup hâli beni hem şaşırttı hem de mutlu etti. Ama… Neden böyle uzaktan duruyordu ki?

 

Başımı çevirip bu sefer Bartu’nun yüzüne baktım.

Biraz önceki şaşkınlığının yerini hüzünle karışık, manalı ince bir tebessüm almıştı. Aralarında ne geçtiğini hâlâ net olarak bilmiyordum; ama şu an tek düşündüğüm, bu sürpriz buluşmanın onlara da iyi gelecek olmasıydı.

 

Umarım… dedim içimden. Umarım bu karşılaşma onlar için de hayırlı olur.

 

Bartu bir bana, bir Tarık’a baktı.

“Ben sizi baş başa bırakayım.” dedi.

 

Sonra hafifçe kulağıma doğru eğildi. “Size âşıklar…” diye başlayan fısıltısı öyle belli belirsizdi ki, kelimenin tamamını duymakla yanaklarıma hücum eden sıcaklığı aynı anda hissettim. Alev almıştım.

 

Sinirle karışık tatlı bir utançla yanımdan geçen Bartu’nun koluna hafifçe vurdum.

“Allah iyiliğini versin! Yine yaptın yapacağını. Dakika bir, gol bir… Sağ ol abi, sağ ol!”

 

Kahkaha attı.

“Ne demek canım, her zaman.”

 

O ise her adımında başka bir şey düşünüyormuş gibi yavaş yavaş yürüdü Bükra’ya doğru.

 

“Biz de denize doğru gidelim mi?” diye soran sesini duyduğumda başımı Tarık’a çevirdim.

 

Gözleriyle manzarayı işaret etti. Ben de oraya baktım; güneş ufka biraz daha yaklaşmıştı.

“Gidelim.” dedim.

 

Daveti üzerine önden birkaç adım attım. Yanıma dönüp baktığımda onun tam arkamda olduğunu gördüm.

 

Bir anda elindeki kaskı bana doğru uzattı. Önce kaska baktım… sonra yüzüne… sonra tekrar kaska.

Anlayamamıştım.

 

Kaskı ısrarla bana uzattı; elime doğru… tutayım diye.

 

O an ne demek istediğini anladım.

Evet, el ele tutuşamazdık. Şimdi olmazdı. Ama… kaskın ucundan tutabilirdim.

 

Bu… dolaylı yoldan el ele yürümek gibi olmaz mıydı?

Olurdu. Hem de çok güzel olurdu.

 

Fikrini anlamamla manalı bir tebessüm yerleştirdim yüzüme. Uzattığı kaskın diğer ipinini sıkıca tuttum.

 

Tutmamla onun yüzünde bir zafer gülüşü belirdi.

 

Ve ikimiz de, sanki yere basmıyormuşuzcasına, hafif adımlarla yürüdük denize doğru.

Sanki kıyıda değil de bulutların üzerinde yürüyorduk…

 

---

 

---

 

Tarık’tan

 

Allah’ım… Duamı kabul ettiğin için sana sonsuz hamdü senalar olsun. Ne kadar şükretsem az. Şu an karşımda duran kişinin papatyam olduğunu düşününce… Evet, onu bulmuştum. Hem de koca İstanbul’da karşılaşmıştık. Bu kaç yüz insanın içinde, yüzde kaç ihtimaldi ki? Rabbimin işi işte… Başka ne olabilirdi?

 

Adım adım yanına geldiğimde o kahverengi gözleri, gül kirpikleriyle gözlerimi buldu. Ah… Nasıl da hasret kalmıştım. Bir adım daha attım; ona daha yakın olmak istiyordum.

 

Niye gözleri dolmuştu? Niye ağlıyordu güneşim? Beni görmek üzmüş müydü onu? Ama gözleri hiç de öyle söylemiyordu. Mutluydu… Bakışları şaşkın ama bir o kadar da heyecanlı görünüyordu. Peki niye dudaklarını büküyordu? Üzerindeki kahverengi tonlardaki giysiler ona nasıl da yakışmıştı… Gerçi ne giyse yakışırdı. O her haliyle güzeldi.

 

Ağladığını görünce dayanamadım; gözlerim doldu. Ama burada ağlayamazdım. Şimdi olmazdı. Hele ki Mihri’nin karşısında… Asla yapamazdım. “Ağlama…” dedim. Kendi sesim bile bana yabancı geldi.

 

Öyle dememle yüzündeki ıslaklığı hızlı hızlı elinin tersiyle silmeye başladı. Bir de itiraz ediyordu. Ah… Ne tatlıydı. “Ağlamıyorum.” diyordu. Allah’ım, ben bu tatlılıkla ne yapacağım? Ya Rabbi, bize kavuşturduğun için sana tekrar tekrar hamdü senalar olsun. Allah’ım… Helalim olmasını dilerim. Bizi tam kavuştur…

 

Niye ağlıyordu ki? O ağlayınca benim içimin paramparça olduğunu bilmiyordu tabii. Yoksa benim yüzümden mi ağlıyordu? Bu düşünce beni daha kötü yaptı. Buraya gelmekle kötü mü etmiştim yoksa? Aklıma gelen düşünce sinirlerimi bozdu.

 

Gerçekten… Nişanlı olduğu için ve beni tekrar karşısında gördüğü için miydi bu gözyaşları?

 

“Seni gözü yaşlı görünce içim parçalanıyor… Ne olur ağlama.”

Duygularım bir şekilde ağzımdan kaçtı.

“Gözyaşlarının sebebi olmak isteyeceğim son şey.”

 

Öyleydi… Ben onun gülüşünü özlemiştim.

“Değilsin.” dedi. Sesi beni ikna etmek ister gibiydi. “Bu yaşlar mutluluktan.”

 

Mutluluktan mı? İçimden geçirdim. Beni görünce mutlu mu olmuştu? Gerçekten olmuştu… değil mi? Hadi olmamışsa… İçimi kemiren duygu beni delirtecekti. Yine de “mutlu olmuş olma” seçeneğine tutundum.

 

“Öyle mi?” diye sordum.

Amacım soru sormaktan çok, onu duygularını dile getirmeye çekmekti. Ama o da inatla sadece başını sallayıp mırıldanıyordu.

 

“Ağlama… Sen hep gül.” Bunu o kadar içten söyledim ki, umarım içtenliğim ona ulaşmıştır.

“Ağlamıyorum.” diye yineledi.

 

Ve artık gülüyordu.

Gülüyordu işte…

 

Şimdi hayatıma güneş doğmuştu. Benim güneşim doğmuştu. Allah’ım… Kalpten gidebilirim. O kadar mutluyum ki.

 

Uzun zamandır gülümsemediğim kadar gülümsedim. Onu görünce öyle değişik duygulara girdim ki… Ben kimim, neyim, neyle uğraşıyorum… Unuttum sanki. Sadece o vardı şu an. Benim için Mihri’m vardı. Rabbimin bana gönderdiği en büyük lütuftu o.

 

Kahverenginin en güzel tonundaki gülüşüne baktım… Baktım…

Doyamadım.

Zaten doyulacak gibi değildi.

 

Gülünce ne güzel kısılıyordu o gür kirpikli kahve hareler… Kirpiklerinin arasından utangaç utangaç bakıyordu bana. Bir dakika… Onun yanakları mı kızarmıştı? Evet… Kızarmıştı. Benim papatya…

 

Gülümsemem büyüdü büyüdü, ufak bir kahkahaya dönüştü.

 

Tam o an… Aramızdaki bu güzel anı, kalabalığın ortasından kafasındaki peluş tavşan kaskını bile çıkarmadan koşan Bartu’nun yüksek sesle “Mihriiii!” diye bağırması bozdu. İkimizin de dikkati ona döndü.

 

Mihri korktu.

Fark eder etmez onu hemen arkama aldım. Evet… Bartu onun abisiydi. Ona zarar verecek değildi biliyordum. Fakat onu korkutamazdı. Kim olursa olsun…

 

Bartu’nun yanıma gelişiyle benim verdiğim tepkiye anlam veremedi ama takılmadı da. Onun şu an gözü sadece Mihri’yi görüyordu. Gerçi… Ben de kendi halime tam anlam veremiyordum.

 

Bartu hızla kollarını Mihri’ye doladı. Öyle içten ve samimi bir şekilde sarılıyordu ki…

İmrendim.

Öyle çok imrendim ki…

 

Hayatımda bir duruma bu kadar imrendiğimi hatırlamıyorum. Bunu yapan ben olmak istiyordum. Ben sarılmalıydım ona.

 

Ya nişanlıysa?

Bu düşünce niye aklımdan gitmiyordu?

 

“O zaman sen gör imrenmeyi…” dedi içimde bir ses. “Bu yanıp tutuştuğun kız başka birinin, hele de o Cengiz itinin karısı olacaksa… Sen gör!”

 

“Sus…” dedim. Suuus…

İçimde kavga ediyordum o sesle. Tüm huzurumu mahvediyordu. Tamamen haksız da sayılmazdı ama…

 

“Yeter…” dedim kendi kendime.

 

İşte, şu an bu durumu çözmeye geldim. Çözülecek Allah’ın izniyle. En azından… Bu ihtimali gerçek olarak kabul etmek istemesem de, neyse o gerçeği öğreneceğim artık.

 

Mihri ve Bartu yavaş yavaş ayrılıyordu. Yine de onun o masum gülümsemesine gözüm takılınca… Bu sefer duygularımı itiraf edeceğim. dedim. Onun duyguları her ne olursa olsun.

 

Bartu’nun, Bükra sayesinde yanımızdan ayrılması beni çok rahatlatmıştı. Bir an hiç ayrılmayacak sandım.

 

Boğaz’ın o nefis manzarasına baktım. Bir de yanında, rüzgârla eşarbı uçuşan papatyama…

“Denize gidelim mi?” diye sordum.

 

Bana baktı ve başını salladı.

“Gidelim.”

 

Neşeli birkaç adım attığında hemen gerisindeydim. Elleri tutmak istiyordum; o minik soğuk elleri avuçlarıma almak istiyordum. Ama yapamazdım… Biliyordum.

 

Bir an elimdeki kask dikkatimi çekti.

...Neden olmasın?

 

Ona doğru uzattığımda niyetimi anlayıp kabul etmesi… Ayrı bir tatlılıktı. Gözlerimizle bile anlaşabiliyorduk.

 

 

---

---

 

Yazardan

 

“Neden? Neden?” diye haykırdı var olan bütün sesiyle.

“Neden beni sevmiyor?”

 

Öyle bağırıyordu ki ses tellerini yırtmak istercesine… Uzandığı yataktan isteksizce, zoraki bir şekilde doğruldu. Ayakları yerden ısıtmalı parkelerle buluştu. Başını sol tarafa çevirdiğinde, dolabının aynası yüzündeki çaresizliği daha çok gözler önüne serdi. Göz altları daha da sararmıştı. Dün kafasına yediği sopanın acısı hâlâ tazeydi. Sağ eliyle sızlayan yere dokundu; şişlik hâlâ inatla duruyordu.

 

Dün gelip öylece yatmıştı. Korkut’a bile olanlardan bahsetmemişti. Ne bahsedecekti ki? Kafasına sopa yediğini mi anlatacaktı? Ya da normalde hiç yapmadığı halde motor kullanıp, aylar önce nikâh masasında terk ettiği o kızın ufacık da olsa ilgisini umduğunu mu söyleyecekti? Kendine bile söyleyemiyordu ki bunu… Söylese bile hiçbir şey değişmeyeceğini biliyordu.

 

Aynaya her baktığında nefret ediyordu; sanki ayna, gerçekleri yüzüne daha da acımasızca çarpıyordu. Başını çevirip karşısındaki pencereye baktı. Fon perdeler kapalıydı. Bir hışımla perdeleri öyle bir açtı ki uçları duvara doğru savruldu. Pencereyi açıp temiz hava almak istedi; gerçi nefes almak için bile isteksizdi.

 

Üzerine baktı; ne giydiğini bile unutmuştu. Birkaç dakika sürdü hatırlaması… Bunlar, Mihri’yi motorla gezdirmek için seçtiği kıyafetlerdi.

 

Temiz hava burnuna çarptığında, üzerinin leş gibi bira koktuğunu fark etti. Kokuya o kadar alışmış ve öyle bir bağışıklık geliştirmişti ki artık fark bile etmiyordu.

 

Kendini yavaş yavaş öldürdüğünü hissediyordu.

 

Bir eliyle önüne düşen saçlarını arkaya itti. O anda, zihninin derinliklerinden alakasız bir anı yükseldi. Küçüktü… 9-10 yaşlarındaydı belki. Matematik sınavından yüksek bir not almıştı. Ona koşmamasını söyleyen bakıcısına inat, hızlıca babasının ofisine girmişti. Heyecanla:

 

“Baba, babacığım! Bak, yüksek not aldım! Bak!”

 

Babası ellerini arkasında birleştirmiş, önündeki uzun camdan dışarı bakıyordu. Sesini duyduğunda hızla arkasını döndü. Bakışları öyle korkunçtu ki…

 

“Ben sana,” diye dişlerinin arasından hırladı, “odama izinsiz gelme demedim mi? He? İzinsiz gelmeyeceksin! Sen benim varisimsin. Böyle hareketler yapma!”

 

Gözlerini büyüttü. Son söylediği kelimeler çocuğu afallattı. Cengiz, elinde tuttuğu sınav kâğıdını yavaşça arkasına sakladı. Korkmuştu. Hem de çok… Beklediği tepki bu değildi.

 

Arkasından koşarak odaya giren bakıcısı da babasının azarından nasibini aldı. Adam öyle çok bağırıyordu ki, kapıyı kapatıp dışarı çıktıklarında bile sesi duyuluyordu. Küçük Cengiz’in yüzü düşmüş, kalbi kırılmıştı. Sadece tek güzel söz duymak istemişti… Tek bir sevgi sözcüğü… Bir şefkatli bakış…

 

Neden bu kadar zordu?

Neden imkânsız gibiydi?

Hiç anlayamadı. Ve hiçbir zaman da anlamadı.

 

Dişlerini kıracakmış gibi sıktı.

“Kendimden vazgeçebilirim… ama senden asla, Mihri.”

“Sevgini kazanacağım, ne pahasına olursa olsun.”

 

İsteksiz adımlarla banyoya girdi. Uzun kaldı içeride; sanki ne kadar uzun kalırsa üzerindeki kir, içindeki karanlık o kadar temizlenecekmiş gibi…

 

Üzerine temiz bir şeyler geçirdikten sonra özel doktorunu aradı. Durumu hakkında yüzeysel bir bilgi verip gerekli ilaçları odasına getirmesini istedi.

 

Çok geçmeden doktor geldi. Cengiz’in durumunu bildiği için genelde verdiği ilaçlardan farklı bir şey vermedi. Sadece kafasındaki şişlik için ekstra bir merhem uyguladı. Doktor çıkar çıkmaz Cengiz, giyinmesine yardım etmesi için görevliyi çağırdı. Son zamanlarda iş için aldığı yeni görevliyi de.

 

Yüzündeki, özellikle göz altındaki o sarı torbaları gizlemek için makyaj yapıyorlardı artık. Makyaj… O çöküntüyü tamamen saklamıyordu ama en azından insan içine çıkılabilir bir hâle getiriyordu onu.

 

Artık burada, bu odada daha fazla kalmak istemiyordu. Hazır olduğunda hızlıca çıktı. Kapıda bekleyen korumalarına arabasını çağırmalarını söyledi.

 

Ofisin bulunduğu binanın girişinde, Cengiz’i Korkut ve yanında daha önce görmediği uzun siyah saçlı bir kız karşıladı. Korkut, yokluğunda hallettiği işleri özetleyerek anlatıyordu. Üçü ritmik adımlarla Cengiz’in ofisine doğru ilerledi. Çalışanlar onları görünce kısa bir selam vermeyi ihmal etmedi.

 

Odaya girdiklerinde Cengiz sert bir şekilde:

 

“Yeter.” dedi. “Daha fazlasını duymak istemiyorum. Sen bana nasıl yürüttüğümüz işten haber ver.”

 

Bakışlarında kurnaz tilkiler geziniyordu.

 

Korkut saygılı bir tavırla başını eğdi.

“Tabii efendim, hemen o konu ile alakalı durumu arz edeyim.”

 

Karşılıklı koltuklara geçtiler. Korkut, koltuk altındaki dosyaları orta sehpaya bıraktı.

 

“Şöyle ki efendim,” dedi, hiç duraksamadan.

“Son zamanlarda—”

 

Cengiz onu durdurdu:

“O neden burada?”

 

Başını hafifçe kaldırıp uzun siyah saçlı kızı işaret etti.

 

Korkut kendinden emin bir tavırla:

“O bizden. Ona güvenebiliriz, merak etmeyin. Almanya’daki Grunewald şirketinin yaşlı patronunun hakkından da o geldi.”

 

Cengiz’in yüzünde keyifli, sinsi bir sırıtış belirdi.

 

Funda başını salladı.

“Emrinizdeyim.”

---

3.Ahmed Çeşmesi

Üsküdar Mihrimah Sultan camii önü

---

 

Bölüm gerçekten beni uğraştırdı

Papatyalarım 🌼

İnşaAllah değmiştir.

Yazdıklarımı yüreğinizde hissettiniz mi?

Sizce Cengiz neler yapacak?

tahminlerinizi paylaşın.

 

Bölüm : 01.12.2025 00:02 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...