

Minicik de olsa
yorum yaparak
Oy vererek
destek verirseniz çok sevinirim
şimdiden
Allah razı olsun
Canım Papatya Okurum
🌼🤗
------
" İçinizdeki çocuğun sesini duyun çünkü onun en çok sizin tarafınızdan duyulmaya ihtiyacı var. "
________________________
Herkesin içinde küçük bir çocuk vardır. Ama o çocuk çok derinlerdedir, çok özeldir. Herkese gösterilmez, hatta çoğu insan onun varlığına bile inanmaz.
Ama ben biliyorum, o çocuk hep orada, içimizdedir.
Yine de dışarıda herkesin görmek istediği kişi gibi davranmak zorunda kalırız.
Maskeler takar, olduğumuzdan farklı görünürüz. Ve işte şu anda ben de içimdeki o çocuğu bir dolaba kilitledim. Onun sesini duymamalıyım.
Şu an yalnızca sert, keskin bakışları olan ve kendini kurtarması gereken bir yetişkin olmam gerekiyor.
Karşımda görmek isteyeceğim en son kişi vardı. O, bütün huzurumu kaçırmış, herkesin, en mutlu olması gereken o özel günde beni yapayalnız bırakmış, ailemle aramı daha da bozmuş, hakkımdaki dedikoduların fitilini ateşlemiş adam… karşıma dikilmişti.
Sanki hiçbir şey olmamış gibi rahat koltuğunda oturuyor, arabasının penceresinden beni izliyordu. İçimdeki öfke kabardı, ama çenemi sıktım, kaşlarımı çattım. Bu sefer onun sınırlarımı çiğnemesine asla izin vermeyecektim. Bu sefer güçlü duracaktım.
Cengiz, arabasının camını açıp eliyle beni arabaya davet etti. İğrenç bir gülümsemeyle bakıyordu. Ona aldırmadan önüme döndüm ve hızlı adımlarla yürümeye başladım. Ama bir anda, arkamdan gelen o tiz sesiyle irkildim:
“Nereye gittiğini sanıyorsun? Seninle konuşacaklarım var! Duyuyor musun beni?”
Durmak zorunda kaldım. Arkama döndüm ve en soğuk, en sert ses tonumla cevap verdim:
“Bu saatten sonra seninle konuşacak hiçbir şeyim yok.”
Ama o alaycı tavrını hiç bozmadan konuşmaya devam etti:
“Saçma sapan naz yapmayı bırak. Daha fazla uzatma da benimle gel. Arkadaki araçları görmüyor musun? Trafik oluyor!”
Cengiz, arabayı yolun kenarına çekmiş, dörtlüleri yakmıştı. Caddede korna sesleri yankılanıyordu. Diğer sürücüler bağırıp çağırıyor, ama o hiçbirini umursamıyordu. İyice sinirlenmiş bir sesle tekrar konuştu:
“Sen benim neyim oluyorsun ki seninle gelmek zorunda olayım?”
Bu sözlerim üzerine daha da sinirlendi. Kaşlarını çatıp yerinde bir ileri bir geri gidiyor, oflayıp pufluyordu. Bir yandan saçlarını çekiştiriyor, bir yandan da anlaşılmaz bir şeyler mırıldanıyordu. Onun bu hallerine aldırmadım.
Tekrar arkamı döndüm ve kararlı adımlarla yürümeye başladım. Ama o yine pes etmedi. Bu kez sesi daha da yükseldi:
“Seninle konuşmak için babandan izin aldım! İnanmıyorsan telefonuna bak! Hadi çabuk ol, daha fazla bekleyemem.”
Olduğum yerde donup kaldım. Şaka mı yapıyordu? Yoksa bu bir tür şantaj mıydı? Onun ciddiyetini anlamaya çalışırken elim titreyerek çantama uzandım.
Telefonumu çıkardım ve ekran kilidini açtım. Babamdan gelen bir mesaj vardı. Panikle açtım, gözlerim satırları taradı. Ama beynim bir süre ne yazıldığını anlamayı reddetti. Sadece boş boş ekrana bakıyordum. Sonunda mesajın içeriğine odaklanabildim:
“Cengiz’in seninle konuşacakları varmış, onunla git. Dönüşte o seni bırakır.”
Ne? Bu ne demekti? Babam… nasıl böyle bir şey söyleyebilirdi? O gün olan her şeye şahit olmuştu. Benim hissettiklerimi hiç mi önemsemiyordu?
“Hayır, bu olamaz…” diye fısıldadım, gözlerim şaşkınlıkla dolu. Telefonu elimde tutarken başımı kaldırıp Cengiz'e baktım.
Yüzündeki ifade tam anlamıyla pişkinlik kokuyordu. ‘Sana söylemiştim’ der gibi bakıyordu. İçimdeki yara daha da büyüdü, acısı derinleşti. Babamın tarafımı tutmayacağını zaten biliyordum, ama bunu kabul etmek her seferinde daha da zordu. Gözlerim doldu, ama ağlamayacaktım. Güçsüz görünmeyecektim.
Cengiz, bana doğru bir adım daha attı. Tam elimi tutup beni arabaya sürükleyecekti ki hızla geri çekildim. Gözlerim öfkeyle parladı. Sözlerim dudaklarımdan dökülürken sesim keskin bir bıçak gibiydi:
“Ne yapıyorsun sen? Bana dokunma! Haramsın sen bana!”
O ise umursamaz bir tavırla gözlerini devirdi. Dudaklarının kenarı alaycı bir gülümsemeyle yukarı kıvrıldı:
“Hâlâ bu küçük şeylere mi takılıyorsun? Aman ne meraklıydık zaten elini tutmaya. Neyse, babandan onay aldıktan sonra hâlâ inat mı ediyorsun? Arabaya bin artık!”
Çaresizlik içinde resmen ayaklarımı sürüye sürüye arabanın arka kapısını açıp içeri oturdum. Cengiz çoktan şoför koltuğuna kurulmuştu. Dikiz aynasından bana baktığını fark ettim. Onunla göz göze gelmemek için iyice koltuğun arkasına sindim.
Babamı nasıl ikna ettiğini gerçekten bilmiyorum. Tabii birkaç fikrim yok değil. Babam, bizim dışımızda çevredeki insanların sözlerine çok ehemmiyet verirdi. Cengiz, süslü cümlelerle inandırıcı bir ses tonuyla bugünkü kabahatine bir sebep bulmuştur muhtemelen. "Eğer biz tekrar evlenirsek, bu bütün dedikoduları çözer," demiştir. Babam da koca motor bayisi olan Borsan Şirketi'yle yeniden dünür olduğunu göğsünü gere gere söyleyebilir. Ben de yıllardır asıl yetiştirilme nedenim olan, babamı ve ailemi çevrede gururlandırma vazifesini yerine getirmiş olurdum. Bu bile babamı ikna etmeye yeterdi.
Benim bir damla gözyaşımın bile değeri yoktu. Ağladığımda babam daha çok kızardı. O yüzden hep gizli ağlarım, kimsenin beni görmediği bir yerde ve sessiz sessiz. Bir kere ağladığımda bana neler yaptığını hatırlamak bile istemiyorum.
Kafamdaki düşünceler göğüs kafesimi daha çok sıkıştırırken, sıkıntıyla gözlerimi arabanın camına diktim. Yanından hızla geçtiğimiz arabalar, gökdelenler ve apartmanlar birer birer geçiyordu. Nereye gittiğimiz hakkında hiçbir fikrim yoktu ve sormak da istemiyordum. Arabada, ben ve Cengiz’den başka kimse yoktu.
"Acaba bunu babama söylemiş miydi? Yoksa sadece baş başa mı olacaktık?" Bu soru içimi kemirmeye başlayınca, isteksiz, yine soğuk ve sert bir tonda sordum:
"Gittiğimiz yerde bizden başka kim olacak?"
Ona bakmıyordum ama dikiz aynasından bana baktığına emindim. Bakışlarını üzerimde hissediyordum. Ardından, hafif sırıtan bir sesle cevap verdi:
"Sare gelecek."
Sare, Cengiz’in kız kardeşi. Hüma ile yaşıtlar, aralarında birkaç ay fark var. Bizim eve geldiklerinde muhabbet ederdik. Cengiz’in aksine çok saf ve iyi niyetli bir kızdı. Onun gelecek olmasıyla biraz rahatladım. En azından sadece onunla baş başa olmayacaktım.
_______________
Gözlerimle boşluğa bakar gibi camdan yolu izlerken, lüks bir AVM’nin önünde durduk. Cengiz, arabayı otoparka bırakıp dışarı çıktı. Ne kadar istemesem de mecburen peşinden gittim.
Cengiz’in boyu benden epey uzundu, bu yüzden adımları çok genişti. Hiçbir zaman arkasına bakmazdı. Benim ona yetişip yetişmediğimi umursamadan, hızlı ve büyük adımlarla önden yürürdü. Ona yetişmek gibi bir derdim olmasa da, mecburen adımlarımı hızlandırdım.
İçerisi boydan camlarla kaplıydı. Duvarların kenarlarındaki modern lambalardan yayılan, ışık içeriye loş bir görüntü veriyordu.
Yerler bakıldığında bir ayna kadar kendini rahat görebileceğin şekilde parlayan beyaz mermerlerle kaplıydı. Sıra sıra mağazaların, farklı renklerde ışıkları ile parlayan logoları, içeriye farklı bir ambiyans katıyordu.
Gözlerimle içerideki insanları süzdüğümde, kollarında lüks marka mağaza poşetleriyle gezen kadınların topuk sesleri etrafta yankılanıyordu.
İnsanların üzerimdeki rahatsız edici bakışları ve göz devirmelerini fark edince, sadece önüme baktım. Genelde İstanbul'da bu tarz şeyler pek yaşanmazdı.
Çünkü çok farklı kültürleri ve inançdaki insanları bir arada tutan bir şehir istanbul ama bazı bölgelerde maalesef bu tarz yargılayıcı insanlar var.
Zaten yeterince üzgündüm, bir de başkalarının beni yargılamasına dayanacak gücüm yoktu.Hem beni umursadığım onların düşündüklerini değil Rabbimin rızası.
Yürüyen merdivenlerle en üst kata çıktık. Sıra sıra dizilmiş restoran ve kafelerin yanından geçerken, nispeten daha sakin bir mekanın kapısından içeri girdik. Girer girmez Cengiz, tatlı servis edilen camekanın yanına yöneldi ve bana da, “İlerideki masaya geç,” dedi.
Sinirli sinirli yürüyüp mekanın en köşesindeki iki kişilik masaya oturdum. Sağ tarafım boydan boya camdı. Karşımda gökdelenler sıralanıyordu.
Gün batımı, kızıllığını yavaş yavaş lacivert karanlığa bırakıyordu. İstanbul’un bu manzarası bile, içimdeki sıkıntıyı hafifletmeye yetmiyordu.
İkindi namazımı Üsküdar’dan ayrılmadan önce Mihrimah Sultan Camii’nde eda etmiştim. Ama akşam namazının vakti yaklaşıyordu.
Cengiz, bu konularda hep rahattı. Namazımı nasıl kılacağım? Bu saçma konuşma ne kadar uzayacak? Bu düşünceler, içimde endişe kırıntıları oluşturuyordu.
Ne kadar çıkmaz bir labirentin içinde sıkışmış gibi hissetsem de, Rabbim bir çıkış yolu gösterecekti. Ona dayanarak dudaklarımdan,
“Hasbunallahu ve ni’mel vekîl,” duası döküldü.
Sakin mekanda bana, yaklaşan güçlü ayak seslerini duyunca başımı çevirdim. Cengiz, elinde iki bardak demli çayla bana doğru geliyordu. Yüzüne baktım ama gözlerinin içine değil. Yüzünde yine o rahatsız edici, alaycı bir ifade vardı.
Bunu bir gülümseme değil, bir meydan okuma ya da sinsilik olarak tanımlamak daha doğru olurdu. Bunu gördüğüm anda, dişlerimi sıkmaktan kendimi alamadım. Hiç zahmet edip ne içmek istediğimi sormadan önüme bir bardak çayı bıraktı. Kendi çayını da aldı, ince belli bardağından koca bir yudum içti.
Sonra çayını tabağına koyup ellerini önünde birleştirdi. Beni daha fazla rahatsız etmek istermiş gibi gözlerimin içine bakmaya başladı. Bu bakışlardan oldum olası iğrenmişimdir. Onu her gördüğümde kalbim kas katı kesilir, ellerim üşür ve vücudumda stresle soğuk terler oluşurdu.
Zamanında bu adamla nasıl nişanlandım? Nikah salonuna gidecek kadar nasıl ileri gittim? Belki de bir gün sevebileceğime inanmıştım. Ama şimdi duygularım bir cam kadar net ve bir bıçak kadar keskin. Ölsem de onunla evlenmeyeceğim. Ailemi tamamen karşıma almam gerekse bile, hayatımı bu adamın ellerine bırakamam.
Gözleri dışında her yere bakarak oyalandım. Daha fazla yüz yüze gelmeye dayanamadım ve tekrar manzaraya döndüm. Sonuçta beni çağıran oydu, konuşacakları olan da oydu. O zaman konuşmayı başlatması gereken de oydu.
______________
---
Aramızda derin bir sessizlik vardı. Cengiz, tok ve kararlı bir sesle konuştu:
"Yeniden başlayalım."
Şaşkınlıkla başımı ona çevirdim. Gözlerindeki samimiyeti anlamaya çalıştım. Hakikaten, içinde bir şeyler değişmiş gibiydi. Ancak bunu kabullenmek istemiyordum.
"Sonunda gözlerime baktın," dedi, alayla karışık bir hüzünle. "Neden sürekli kaçırıyorsun? Benden başka her yere bakıyor ama bana dokunmuyor o gözler."
Derin bir nefes alıp başımı eğdim. Gözlerimi yine kaçırarak önümdeki çayın kaşığıyla oynamaya başladım.
Düz ve duygusuz bir sesle cevap verdim: "Benim gözlerim gönlümde olana değer, Cengiz. Gönlümde olmayanı oyalamaya niyetim yok."
O, kendinden ödün vermeden, her zamanki gibi sakin bir tavırla karşılık verdi: "Peki, neden gönlünde olamıyorum ben?"
Hiç istifimi bozmadan, aynı sakinlikle cevap verdim: "Cevabını bildiğin soruları sormaktan hoşlanıyor musun?"
Dudaklarında alaycı bir gülümseme belirdi. Sinir bozucu bir kahkaha attı, ardından ciddileşerek tekrar konuştu: "Ben senin ağzından duymak istiyorum. Neden bir daha başlayamıyoruz, Mihri?"
Bu gereksiz ısrarları, geçmişi yok sayarcasına konuşmaları, sanki her şeyin üstünü bir kalemde çizebilirmiş gibi davranışları sinirimi iyice zıplattı.
Artık ona niyetimi açıkça söyleme zamanıydı. Ellerimi eteğimin üzerine koydum, duruşumu dikleştirdim. Hafifçe boğazımı temizleyerek, tüm cesaretimi toplayıp ona baktım.
Gözlerinin içine bakmamı istiyordu, o halde bakacaktım. Sesimin en soğuk ve net tonuyla cevap verdim:
"Madem tüm gerçekleri duymak istiyorsun, iyi dinle. Bu ilişkinin başından beri seni bir kere bile gönlüme kabul etmedim. Bir kere bile gönül kıyılarıma yaklaşamadın. Kalp atışlarımı hızlandıramadın. Gönlüm hiçbir zaman sende olmadı. Seninle görüşmelerim sadece ailelerimizin uygun görmesi ve babamın rızasını kazanmak içindi.
Güya birbirimizi tanımaya çalışırken bana benimle ilgili hiçbir şey sormadın; en sevdiğim çiçek ne, mesela en beğendiğim yazar kim, en çok görmek istediğim yer neresi, biliyor musun? Hiç sordun mu?
Hayır, çünkü senin her zaman farklı önceliklerin var. Benimle evlenince ailenin gözüne girebilecek misin, şirketteki hissen ne kadar artacak, değil mi?
Senin derdin bunlar. Belki sözlenince severim dedim, belki nişanlanınca ısınırım dedim, ama olmadı, Cengiz. Olmadı! Gönlümün kilidi senin elindeki anahtara uymadı."
Derin bir nefes alıp devam ettim: "Üstelik beni nikâh günümüzde yapayalnız bıraktın. Bir açıklama bile yapmadan! Orada, insanların içinde, davetlilerin huzurunda ne hale geldiğimi biliyor musun?
Sana ulaşmaya çalıştık, ne biz ne de ailen bir cevap alabildi. Şimdi ise buraya gelip "yeniden başlayalım" diyorsun. Ben oyuncak mıyım? İstediğin zaman bırakıp istediğin zaman geri dönebileceğin bir obje miyim?"
Sözlerim bittiğinde hızlı hızlı nefes alıyordum. Sanki içimde biriken yılların yükünü bir anda boşaltmıştım. Cengiz’in yüz ifadesini çözmekte zorlandım. Şaşkınlık mıydı bu, yoksa farkındalık mı? Yoksa sadece rol mü yapıyordu?
Kısa bir sessizliğin ardından kendini toparladı, o her zamanki küçümseyen bakışları ve alaycı tavrıyla konuştu:
"Sence bunların hepsi geçmişte kalmadı mı? Ben bunları sana unutturabilirim. Hayal bile edemeyeceğin bir geleceği birlikte inşa edebiliriz.
Ayrıca isteme gününde sana 99 tane gül getirtip 100’cüsü de sensin demedim mi, yoksa gül sevmiyor musun? Ama bütün kızlar gül sever."
Onun gibi dudağımın kenarı alayla kıvrıldı. Benim ki sinirden gülmekti daha çok: "Mesele ailemin yanında yaptırdığın ihtişamlı bir buket ile insanların gözünü gerçekten bana aşıkmışsın gibi boyamak değil,
internetten bir arama yaparak da öğreneceğin iltifatları bana söylemen değil. Asıl önemli olan, benim gülü mü?, papatyayı mı? sevdiğimi senin bilmen. Asıl önemli olan, beni ben olduğum için sevmen, başka bir şey için değil."
Benim tüm anlatım çabalarıma rağmen onda yine mimik oynamamıştı. Gözlerinde aynı bakışla biraz daha yaklaşıp, kendinden emin bir tonda
ekledi: "Yalnız, o dediğin biraz geçmişte kalmış bir aşk anlayışı değil mi? Şu an günümüzde asıl önemli olan şeyler güç ve para.
Ve bu konuda, ben Türkiye’nin sayılı motor bayilerinden birinin varisiyim. Bu nasıl sana yeterli olmaz? Zahmet edip bir de birkaç güzel söz öğrenmiştim internetten. Halbuki önceliklendirme konusuna gelirsek, elbetteki şirketin durumu ilk önceliğim."
Bu kendini beğenmiş tavırları, sinir uçlarımla oynuyordu. Yine beni hiç anlamıyordu. Yan tarafımdaki duvarla konuşsam, eminim daha çok rahatlardım ve duvar daha çok şey öğrenirdi.
Ona hiçbir şey yapamayacağımı mı sanıyordu? Derin bir nefes alıp, sakin ama kararlı bir sesle konuştum: "Ben senin nerenin varisi olduğunla ilgilenmiyorum. İstersen cumhurbaşkanının oğlu ol. Benim için fark etmez. Hem benim ne zaman senin mal varlığınla ya da itibarınla ilgilendiğimi gördün?"
Sözlerim üzerine yüzündeki o ifade bozuldu ama uzun sürmedi. Sanki o da beni nereden vuracağını bulmuş gibi, iğneleyici bir sesle: "Sen değil, ama baban ilgileniyor gibi olanlardan sonra, bugün babamın bir telefonu ve evinizin önüne gönderdiğimiz ufak hediye sonrası tekrar birleşmemize hiç sesini çıkarmadı."
İşte beni en hassas noktamdan vurmuştu. Beni nereden yaralayacağını nasıl da iyi biliyordu. Babama olan sevgimi ve babamın da itibara ve paraya olan düşkünlüğünü çabuk çözmüştü.
Duygularım darmadağın oldu, yüzüm dumura uğradı, kaskatı kesildim. Yine çaresizce içimden cılız bir ses "bırak" diyordu. Niçin bu kadar uğraşıyorsun? Seni en çok güvendiklerin sırtlanların önüne sunuyor. Sen daha neye çırpıyorsun? Bir an o sese kandım.
Ama hemen sonra güçlü bir haykırış yükseldi gönlümün duvarlarında. Ben bugüne kadar babamın sevgisini kazanmak için hep kendimi geri plana atmamış mıydım? Hep sessiz kalmamış mıydım? Peki sonunda ne olmuştu? Yine o sevgiye yaklaşamamıştım bile.
O halde artık yeter, vazgeçtim babamın sevgisini kazanmaktan. Vazgeçtim. Ben önce Allah'ın rızasını kazanmayı hedeflemeliyim. O kadar yoğunlaşmışım ki babamın rızasına, asıl razı etmem gerekeni unutmuşum. Ama artık ne yapmam gerektiğini biliyorum.
Bozulan yüzümü tekrar kararlılıkla toparladım. Düz bir sesle: "Ama seninle evlenecek olan babam değil, benim. O yüzden bu karar bana ait ve benim âlemimde seninle olan gelecek defteri açılmamak üzere kapandı."
Bu sözlerim onu derinden yaralamıştı. Yüzü bir anda gerildi. Ses tonunu sertleştirerek konuştu: "Sen benim neler yapabileceğimin farkında değilsin. Bu tavırlarının bedelini ağır ödersin."
Soğukkanlılığımı koruyarak karşılık verdim: "Ben Allah’tan başkasından korkmam. Allah’tan korkmuyorsan, istediğini yap."
Bir an için afalladı, ama ardından kahkaha atarak geriye yaslandı. Gözlerindeki hırs ve öfke beni ürkütüyordu.
Aklıma gelen soruyu da ekledim: "Hani Sâre'de gelecekti?"
Tekrar dudağının kenarı alayla kıvrıldı, bütün yüzünden yalan söylediği buram buram aktı. Tahmin ediyordum zaten, sadece su-i zan (kötü düşünme) değildi benim Cengiz'e karşı düşüncelerim. Görüyordum, bütün hareketleriyle o zaten tüm ahlakını benim gözlerimin önüne seriyordu.
Bir anda ayağa kalkarak benim oturduğum sandalyenin dibine geldi. Bu hareketiyle ister istemez ben de yüzümü ona döndüm. Ne yapacağını kestiremedim, korkudan hızlanan nefesimi kontrol altına almaya çalıştım.
Yüzüme doğru eğildi, siyah harelini gözlerime dikti. Gözlerinden nefret ve hırs akıyordu. Birkaç anlamlandıramadığım duygu ile iyice dibime girdi. Ben de kaçabileceğim kadar kendimi duvara yasladım. Beni gittikçe sıkıştırıyordu.
Bir anda dikkatim eline kaydı, eli gittikçe masada duran elime yaklaşıyordu. Tam dokunacaktı, ani bir refleksle hızla elimi arkama aldım. Elimi çekmemle bana yaklaşan eli yumruk oldu. Sinirli nefesi yüzüme çarpıyordu.
Neredeyse aramızda bir nefeslik mesafe kalmıştı. Daha önce hiç böyle bir durumda kalmadığımdan mıdır, sanki dilimi yutmuştum: "Kabul et ya da etme, o nikah kıyılacak. Bakalım evlendikten sonra benden kaçabilecek misin?"
Daha fazla dayanamazdım burada kalmaya. Tam o sırada mekânda duyulan ayak sesleriyle sol tarafa baktım.
Korkut ve adamları ciddi adımlarla masamıza doğru yaklaştılar. Korkut, telaşlı bir ses tonuyla konuştu: " Cengiz Bey, Almanya’daki üretici firmamızla alakalı yeni gelişmeler var. Acilen size aktarmalıyım."
Korkut’u ve adamlarını görünce Cengiz’in yüzüne bir ciddiyet oturdu. Çayından son yudumu alıp bardağı tabağına yerleştirdi. Korkut’a dönerek emreder bir tonla konuştu: "Geliyorum. İlerideki masada bekleyin."
Korkut ve adamları, masamızdan birkaç masa ileride bir yere geçip oturdular. Cengiz, bana dönüp sert bir sesle, "Bir yere ayrılma," dedi ve onların yanına yürümeye başladı.
Bu, benim için kaçış fırsatıydı. Kalmak istemiyordum, bu ortamdan bir an önce kurtulmalıydım.
Cengiz’in nikâhtan sonra ortadan kaybolmasının altında başka şeyler olduğunu az çok tahmin ediyordum. Derya’dan, Cengiz’in işlerine bulaşan insanlarla alakalı duyduklarımı hatırladım.
Derya'nın ailesi ile Cengiz'in ailesi iş ortakları oldukları için Derya sık sık Cengiz'in şirketine giderdi. Nişanlı olduğumuz dönemde, onun yalnızca görünenin aksine ne kadar karanlık tarafları olduğunu fark etmiştim.
Ama şu an bunları düşünmenin zamanı değildi. Asıl hedefim, buradan kaçmaktı. Kendi kendime cesaret vermeye çalışarak çantamı omzuma aldım. Hızlı ve sakin adımlarla, onlara hissettirmeden, restorandan çıktım.
Allah'tan şu an Cengiz'in dikkati tamamen Almanya üreticiler ile ilgili sıkıntıdaydı. Birkaç dükkân ilerlemiştim ki,
Cengiz in sesi restoranın içinden yükseldi: "Çabuk! Onu buraya getirin!"
____________
---
Bu alarmın çaldığı andı.
Beni arayacaklarını biliyordum. Kalbim deli gibi atıyordu ama durup düşünemezdim. Şu an korkuma ya da endişelerime teslim olmanın zamanı değildi.
Cengiz'e, onunla alakalı hislerimi acımasızca haykırmıştım. Eve döndüğümde babamın söyleyecekleri kulaklarımda yankılanıyordu. Bu yaşanan olaylarla babam için değerimi, daha doğrusu değersizliğimi bir kez daha hatırlamıştım. O halde benim de ona gereksiz bir değer yüklememe gerek yoktu. Artık kendimi önceliklendirmek istiyordum; çevremdeki insanların ne düşündüklerini umursamadan önce...
Adımlarımı hızlandırarak köşeyi döndüm. Bulunduğumuz katta girintili çıkıntılı köşe mekânları olduğu için hemen görüş alanlarına girmeyen, bana en yakın ve kalabalık olan mekâna koşar adım girdim. Cebimdeki telefonumu yokladım. Diğer elimle de sıkıca çantamın ipini kavradım. Bir otobüse atlayıp buradan uzaklaşana kadar onlardan kurtulmuş sayılmazdım.
Daha oturduğumuz mekândan çıkmadıkları için şu an tam nerede olduğumu görmemişlerdi.
Gözlerim masaları tararken en kalabalık olan masanın arka tarafında bulunan köşe masadaki sandalye dikkatimi çekti. Hızlıca oraya oturup yüzümü duvara doğru döndüm. Restoranın giriş kapısını göremiyordum ama sesler az da olsa geliyordu.
Şu an burada olmamı tahmin etmeleri çok zordu; büyük ihtimalle aşağı kata yöneldiğimi düşünmüşlerdi. Bu katta olmamın bulunmam için daha düşük bir ihtimal olduğunu düşündüm. Yine de tetikteydim.
Bulunduğum yerin bir Asya restoranı olduğunu, burnuma çarpan keskin baharat kokusu ve sıcak noodle'ların buharından gözlüklerim iyice buğu olunca fark ettim. İçerinin gürültüsüne rağmen bir kulağım sürekli Cengiz’in geriden gelen hırçın bağırışlarındaydı. Restoran kalabalık olduğu için garsonlar tarafından henüz fark edilmemiştim.
Kısa bir süre sonra, sanki Cengiz’in sesleri tam da bulunduğum restoranın önündeydi... ya da ben öyle sandım. Korku, heyecan ve adrenalin tüm bedenimi ele geçirmişti. Kulaklarıma gelen sesler uğultu gibi geliyor, seçmekte zorlanıyordum.
Bir an durdum ve gerçekten emin oldum. Sesler uzaklaşmıştı. Onlar restoranın önünden geçmişti. Ben de dikkatlice bulunduğum yerden çıktım. Hızlı ve temkinli adımlarla restoran katına göz gezdirdim. Acil çıkış yazan minik neon levhayı arıyordum.
Restorandan çıktığım için gözlüklerimin camı daha netleşmişti. Ancak içimde büyüyen korku, sanki gözümün önünde de olsa fark etmemi önlermiş gibi büyüyor, etrafa dikkatimi vermemi zorlaştırıyordu.
Bir an nefesimi kontrol altına almayı denedim. Ne kadar başarabildim bilmiyorum, ama şimdi daha rahat seçebiliyordum tabelaları. Ve o an gördüm: İki restoranın arasında ufak, karanlık bir yol... Tam üstünde, tavana yakın parıldayan küçük bir acil çıkış yazısı vardı.
Koşar adımlarla ilerleyip üzerinde sadece personel yazılı kapıyı ittirdim. Çok zorlanmadan açıldı. Tahmin ettiğim gibi yangın merdivenleriyle karşılaştım. Büyük ihtimalle bu merdivenlerin sonu, ilk geldiğimiz otoparka açılıyordu. Şu an otoparka ineceğim, akıllarının ucundan bile geçmezdi.
Koşarak merdivenleri inerken kalbim sanki ağzımda atıyordu.
O an korkunun ne kadar güçlü bir duygu olduğunu anladım. İnsan, tüm mantığını bir kenara bırakıp sadece kaçmayı düşünüyor. Ama bu, benim için kaçıştan daha fazlasıydı. Bu, ruhumun hayatta kalma çabasıydı.
Merdivenlerde yankılanan ayak seslerim, soğuk beton duvarlarda ürpertici bir melodi gibi çoğalıyordu. Havadaki hafif motor yağı kokusu ve ışıkların titreşen gölgeleri, burayı daha da kasvetli hale getiriyordu.
Şükür ki, loş da olsa her katta ufak bir ışıklandırma vardı. Bir elimle sıkı sıkı çantama, diğer elimle demir korkuluklara tutunuyordum.
Katlardaki sayı levhalarını kontrol ederek -2’ye vardım. Burası otoparktı.
Kapıyı dikkatlice araladım.
Gıcırdayarak açıldı. Göz ucuyla bakıp otoparkı biraz dinledim. Park eden araçların motor sesleri ya da araçlarından çıkan kişilerin konuşma ve adım seslerinden başka bir şey duyamadım. Cengiz ve adamlarının burada olmadığından emin olunca, hızlıca çıkıp bir sütunun arkasına saklandım.
Otoparktan araç çıkışını gösteren kırmızı neon renkli okları takip etmem gerekiyordu. Ancak bu şekilde çıkışı bulabilirdim. Yoksa bu, her tarafı beton sütunlarla çevrili ve her baktığım yeri birbirinin aynı olan otoparktan çıkmak imkânsız gibi geliyordu.
Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki... Elimle sakinleşmeye çalıştım. İçimden, “Ya Hafîz, Ya Allah... Hafız isminin hürmetine beni koru,” diye dua ettim. Her korktuğumda ve çaresiz hissettiğimde bunu yaparım; iyi geliyor bana.
Hem Allah'ın Hâfiz ismine mazhar olup, hafız olduğumu, tüm Kur'an'ın gönlümde yazılı olduğunu hatırlatıyor. Hocam der ki: “Hafız'ı Kur'an olanın, Hafîz’i Kur'an olur.” İlk duyduğumda anlayamamıştım ama şimdi o kadar iyi hissediyorum ki.
Bir şekilde sütunların arkasına saklana saklana ilerledim, okların gösterdiği yöne doğru. Biraz ileride çıkış levhasını gördüm. Bir sevinç geldi içime; sanki çok normal bir şekilde gezmeye geldiğim AVM’den çıkıyordum.
Tam çıkmak üzereyken, Cengiz’in aracına benzeyen bir araç otoparktan çıkıyordu. Panik ve aceleyle hemen sütuna yaslanıp saklandım. Araç geçtikten sonra plakayı kontrol ettim. Neyse ki, onun aracı değildi.
Işıkların sönmesiyle birlikte koşarak otoparktan çıktım. Otoparkın çıkışı AVM’nin arka tarafına denk geliyordu. Hava tamamen kararmıştı. Havalandırmalardan gelen sesler ve depolardan yayılan kötü kokular eşliğinde ürperticiydi.
Yine de Cengiz’in yanından daha iyiydi. Kendimi güvenli hissettiğim bir köşede durdum. Telefonumu çıkarıp en yakın mescidi bulmak için navigasyon uygulamasına baktım. Mavi bir noktayla gösterilen mescidin yakın olduğunu görünce sevindim. Yola koyuldum.
---
Biraz yürüyerek mescidi buldum. Yolu çok karışık değildi; hatta neredeyse herkesin fark edebileceği kadar göz önündeydi.
Mescidin ağır demir kapısını açtığımda burnuma gelen nemli rutubet kokusu, oranın yıllardır yalnız kaldığını hissettiriyordu. Pek kullanılmayan bir yer olduğu belliydi. Oysa alışveriş merkezleri insan trafiğinden geçilmiyor; ne kadar acı...
Elektrik düğmesine uzandığımda duvarların soğukluğu parmak uçlarımı titretti. Ayakkabılarımı çıkarıp seccadeyi gördüğümde mutluluktan ağlamak üzereydim. Tam kıble yönüne serilmiş, kanaviçe işlemeleri olan eski püskü bir seccade... Rabbim, beni sıkıştığım bu durumdan çıkarıp huzuruna kabul ettiğini hissettim. Kalbimdeki korkular ve üzüntüler silindi; yerlerine mutluluk ve huzur doldu.
O an, namazda hissettiğim duygu bambaşkaydı. Namazdan sonra ellerimi Rabbime açtım. Kalbimden o kadar çok kelime geçti ki hepsine bedel gözlerimden yaşlar akmaya başladı.
Sesim çıkmıyordu; sanki sadece dudaklarımı kıpırdatarak, "Rabbim," dedim, "Ben çok yoruldum. Anlaşılamamaktan...
Kimse beni anlamıyor, ruhumun yaralarını saramıyor. Güveneceğim, dayanacağım hiçbir şeyim yok;
Yalnız Sen varsın. Sen yârsın gönlümde... Kendime bile söyleyemediğim kelimelerimi Sen duyuyorsun. Biliyorum, beni bu zor günlerde ferahlara kavuşturacaksın. Ne olur, gönlüme mukabil bir gönül nasip et."
O an, kalbimin üzerindeki ağır taşlar kalktı sanki. Ruhum yeniden nefes aldı. Ellerimi yüzüme sürdüğümde yüzüme bir tebessüm geldi. Seccadenin baş tarafını hafifçe kapatıp ayakkabılarımı giydim ve gıcırdayan kapıyı örterek mescitten çıktım.
---
Sakin adımlarla yürürken telefonumu tekrar çıkarıp en yakın otobüs durağını kontrol ettim. Bu sefer durağın yaklaşık 20 dakika yürüme mesafesinde olduğunu gördüm. “Ya Allah, Bismillah,” deyip yola koyuldum.
Yollar çok kalabalık değildi. Tek tük sokaklarda oyun oynayan çocuklar ve onlara eve gelmelerini söyleyen annelerin sesleri duyuluyordu. Birkaç çöp karıştıran kedi de gözden kaçmıyordu.
Durağa yaklaşık iki dakika gösteriyordu ki navigasyon ara bir sokağa sapmam gerektiğini söyledi. Sokağa girdiğim anda içimi anlamlandıramadığım bir korku kapladı. Ne kadar kontrol altında tutmaya çalışsam da nefesim hızlandı. Sokak lambasının bile yanmadığı bu karanlık sokakta, en sondaki eski gecekondu hariç, evlerden hiçbir ışık sızmıyordu.
Adımlarımı hızlandırarak sokağı geçmeye çalıştım. Yürürken sağ taraftaki kaldırıma geçtim. Tam birkaç arabanın park ettiği sokağın ortasına gelmiştim ki sert ve güçlü adım sesleriyle olduğum yerde kalakaldım. Panikle önümdeki arabaya siper alarak köşesine dizlerimi kırıp saklandım. Gelen kişiyi arabanın yan camlarından görebiliyordum fakat o beni göremezdi.
Bir anda ıssız sokaktaki gecekondulardan bir bağırış sesi çarptı:
"Sana o işi hallet demedim mi? Yoksa ikimizin de fişini çekerler, beni anladın mı?"
Adam, birkaç küfür savurduktan sonra arabanın önünden geçip gitti. O an, Cengiz’in benim yanımda çalışanlarını azarladığı günü hatırladım. O gün duyduğum hakaretleri hâlâ unutamıyordum. Ağzına geleni söyledikten sonra, yalan bir gülümsemeyle dönüp, "Böyle ağzının payını vermezsem başımıza çıkarlar," demişti.
Adamın sokaktan çıktığından emin olduktan sonra saklandığım yerden doğruldum. Tekrar navigasyonu kontrol edip yoluma devam ettim.
---
Tahminimden daha kısa sürede durağa vardım. Otobüsün gelmesi uzun sürmedi. İçerisi kalabalıktı ama şu an bu hiç umurumda değildi. Yeter ki otobüse bineyim ve buradan uzaklaşayım!
Zorlukla da olsa ayakta kendime bir yer buldum. Yorgunluktan gözlerim kapanıyordu. Bu halimi fark eden yaşlı bir hacı dede bana yer verdi. Gözlerim doldu. Yaşadıklarım yüzünden güçlü durmaya çalışırken, ufacık bir iyilik görünce hemen ağlamak istiyordum. Ama yine kendimi tuttum.
Otobüsten indiğimde hava iyice soğumuştu. Soğuk yüzüme çarptı, ama nedense bu soğuk bana iyi geliyordu. İçimden, “Soğuk insanı diriltir,” diye düşündüm. Evin yolunu tutarken adımlarım mecburiyetle sürükleniyordu.
Sonunda evimizin üst tarafındaki yokuşun başındaki merdivenlere ulaştım. Gökyüzüne baktım. Kapkaranlıktı. İçimden, “Ya Rabbi, benim karanlığıma bir yıldız doğur. Öyle güzel bir yıldız olsun ki bana yolumu göstersin,” dedim.
Bazen içimi öyle derin bir karanlık, öyle derin bir mutsuzluk kaplıyor ki... Ay gözükmüyor, bütün yıldızlar saklanıyor. Sadece lacivertin en koyusu var. Hatta bazen siyah gibi; benim içimdeki umutsuzluk.
Ama biliyorum ki ay her zaman var, yıldızlar daima orada parlıyor. Ben göremesem de oradalar, hissedemesem de. Bazı geceler böyledir; kapkaranlık gelir, asla güneş doğmayacak gibi. Ama her gün o güneş doğar, o karanlık çözülür, aydınlık yayılır. O yüzden sabret.
“Gecenin en karanlık vakti, güneşin doğmasına en yakın olan zamandır.” diye bir söz duymuştum.
İçimdeki bu duyguları dökmek istedim. En güzel kâğıda dökülür, dedim ve defterimi açtım. Kalemimin ucunu sivrilttim ve yine akıttım duygularımı satırlara.
**Bu gece umut aşılayan ay yok.
Gökyüzü öksüz.
Yıldızlar yalnız; saklanıyorlar.
Geriye sadece lacivertin derinliği kalıyor.
Gözlerimi kapattığımda,
Üflediğimde buhar olan sıcak bir nefes gibi.
Bu gece, hüzün yağıyor sanki.**
Bir süre düşündüm. Kırgınlıklar hiçbir zaman geçmiyor gibi. Ne kadar üzerini toprakla örtmeye çalışsan da hep orada. Kalbindeki o yara izleri hiç geçmiyor gibi. Zamanla kabuk tutsa da...
Babama ve aileme olan hislerim… Kırgınlık mıydı, öfke mi? Yoksa üzüntü mü? Belki de sadece çaresizlikti. Anlaşılmak istiyordum. Ama artık o kadar yorulmuştum ki bundan. Ne kadar kendimi anlatsam da anlamayacaklarını anladıktan sonra, kendimi anlatmayı bıraktım.
Belki ben de onların beni anlattığı şeklide olduğuma inandım. Ama biliyorum ki ben öyle değilim. Onların inandığı gibi değil gerçekler. Fakat bir süre sonra artık mücadele etmekten yoruluyorsun ve sadece susmayı öğreniyorsun. "Haklısınız." demeyi…
Artık hissizleşmiş gibiydim. Sadece tek bir şey biliyorum: Artık burada durmak istemiyorum. Gitmeliyim. Ve ne olursa olsun, gideceğim. Bu hikâyeyi kendi istediğim gibi, kalemi elimde tutarak yazmalıyım. Kim olduğumu, nasıl biri olduğumu ve hikâyemi kendim keşfetmeliyim.
----
Evin önüne vardığımda Cengiz’in hediye ettiği motor gözlerimin önündeydi. Ruhsuz gözlerle süzdüm onu. Oysa motor, babam hevesimi öldürmeden önce benim için bambaşka anlamlar taşıyordu.
Dairemizin önüne geldiğimde elim titreyerek zili çaldım. Annem, huzursuzluğunu yansıtan sinirli gözlerle kapıyı açtı. Evden hiçbir ses gelmiyordu. Bu sessizlik ya yeni bir kavganın bittiğini ya da başlayacağını haber veriyordu. Çok geçmeden babamın içeriden gelen öfkeli bağırışı
her şeyi açıklıyordu:
"Herkes çabuk salona gelsin!
_______
___Yorumlarınıza Talibim____
(◍•ᴗ•◍)❤
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 20.14k Okunma |
3.56k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |