38. Bölüm

3🤍.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

Mihrimah Altun
aydaki_yazar04

Selamünaleyküm papatyalar 🌼

İnşaAllah iyisinizdir.

ELHAMDÜLİLLAH Rabb'im bizlere 30.Bölüme ulaşmayı nasip etti.🥹

Gerçekten çok duygulandım.😍

 

DİKKAT ❗ Bu bölüm Kavuşma Aşk ve bolca İtiraf içerir.

 

Bu bölümü yazmak benim için hiç kolay olmadı.

Herçekten çok uğraştım inanın kaç gece uykusuz kaldım. Sabah uyanır uyanmaz üzerinde çalışmaya devam ettim. Evet biliyorum bazılarınız benim sessiz okurlarım hiç yorum yapmıyorlar oy atmıyorlar geri dönüş yapmıyorlar. Ben onların varlığını biliyorum hissediyorum ama şunu söylemek istiyorum ki gerçekten bir mesaj atmak geri dönüş yapmak sizin çok büyük bir zamanınızı almaz.

Zor değil benim için hepsi çok kıymeti ve yeri çok büyük o yüzden lütfen neler hissettiğinizi görüşlerinizi benimle paylaşın.

 

---

“Birbirini Allah için seven kimseler, arşın gölgesinde gölgelenecek yedi sınıftan biridir.”

(Buhârî – Müslim rivayeti)

---

 

 

--

 

Mihri'den

--

İçimdeki sorular, karşımdaki İstanbul Boğazı’nın dalgaları kadar gürültülü; ama kalbimdeki mutluluk da güneşin batışındaki yumuşaklık kadar sıcaktı. Yanımda oturan kişinin varlığını hatırladıkça, vapurların üzerinden süzülen martılar gibi uçuyordum. Öyle mutluyum, öyle coşkuluyum ki, sürurdan kalbim atmayı bırakacak diye korkuyordum.

 

Bana uzattığı kaskın ucundan ürkekçe tutmuştum. Birlikte ana yolu geçtikten sonra denizle karşı karşıya kalmıştık. Bir süre onun yönlendirmesiyle sahilde yürüdük, yan yana. Kaskın bir ucundan ben, bir ucundan o tutuyor halde... Adımlarını kasıtlı olarak küçük atıyordu, fark edebiliyordum. Yoksa aynı hızda yürümemiz başka bir şekilde açıklanamazdı.

 

"Acaba şu an o ne düşünüyor."

 

Hafif hafif yükselen poyraz, eşarbımı yumuşakça uçurdu. Bakışlarım bir süre adımlarımdaydı. Utanıyordum çünkü adımlarımı sayıyordum sanki. Bakışlarım yerdeydi. Kaçamak bakışlarla bir yandan onun adımlarına bakıyordum. Hâlâ yanındaki varlığına inanabilmiş değildim. Öyle güzel bir lütuftu ki, çünkü onun gelişi, onu görmem armağandı bana.

 

Bir süre yürüdük, usul usul. Artık adımlarımıza bakmaktan sıkıldığım için başımı kaldırıp hemen sağ tarafımda kalan, mavinin en güzel tonundaki İstanbul Boğazı’na baktım. Öyle güzel dalgalanıyordu ki! Kimi zaman hırçın, kimi zaman usul usul ama hep dalgalıydı. Gözlerimi biraz daha ileriye diktiğimde, batan güneşin hemen önündeki Kız Kulesi bakışlarımı yakaladı. Her adımımızda biraz daha yaklaşıyorduk ona.

 

Etrafımızdan geçen kişilerin kalabalıklığı çok olmasa da hatırı sayılır kadardı. Kimi zaman yanımızdan el ele yürüyen çiftler geçiyor, ara sıra da korkuluklara oltasını atmış, oturduğu minik taburesinin üzerinde balık yakalayan yaşlı amcalar oltalarını kontrol ediyordu. İçimde öyle coşkulu duygular vardı ki, kabarıp kabarıp utangaçlığıma takılıp sönüyorlardı.

 

Bir süre sonra Kız Kulesi'ne iyice yaklaştığımızda boş bir bankın önünde durdu. Tarık bana döndü, yumuşak bir sesle: “Oturalım mı?”

 

Başımı salladım: “Olur.”

 

Oturduk, oturmasına da… Ağzıma kadar dolan kelimeler bir şekilde dilime takılıp kalıyordu. Konuşamıyordum. Ne diyecektim ki şimdi ben? Nereden başlayacaktım ya da ne soracaktım? Gerçekten çok afallamış hissediyorum kendimi, nereden başlayacağımı bilemez gibi.

 

“Büyüleyiciymiş,” söylediğiyle ona döndüm.

 

“Ne?” diye sordum.

 

“İstanbul’dan gün batımını izlemek,” dedi, hafifçe bana dönerek.

 

“Öyledir,” dedim, söylediğine katılarak.

 

--

 

Tarık'tan

 

--

 

 

 

 

 

Onu gördüğüm anın etkisinden hâlâ kurtulamamıştım. Öyle... Gerçekten milyarlarca insanın arasından kendi ruhumun benzerini bulduğumu hissediyordum. Bu, öyle güzel bir tamamlanmışlık hissiydi ki, "Allah'ım," dedim içimden, "ne olur bu hissettiklerim gerçek olsun ve Mihri ile tamamlanayım."

 

Kasıtlı olarak adımlarımı küçülttüm, çünkü yan yana yürümek istiyordum. Daha önce de hiçbir kızla yan yana yürümediğim için ekstra özen gösteriyordum. Belki bazısına basit gelebilirdi bu; ama benim için onunla olan her şey özeldi ve her detay hatırlanasıydı.

 

Gözlerim ara ara İstanbul Boğazı'nın ihtişamına, onu kucaklayan kıyılara dizilmiş mimari estetik camilere takılsa da en büyük ilgim yanımdaki Papatyam'aydı. Ara ara ona bakıyordum tabii, çok da rahatsız etmemeye dikkat ederek. Gözleri hep yerdeydi, sanki adımlarımızı sayıyordu. Niye gözlerini kaldırmıyordu ki? Ben kaç gece o gözleri düşleyerek uyumuştum.

 

Yokluğunda ona anlatacağım öyle çok şey birikmişti ki... Nereden başlayacağımı bir türlü bilemiyordum. Bir yanda korkularım vardı, peşimi bırakmayan. En büyüğü de reddedilme korkumdu. Ama bugün buraya bu ihtimali de göze alıp gelmiştim. Eğer beni reddederse, yine de ona duygularımı söyleyecektim. Onun kabul edip etmemesi önemli değildi. Ben sadece duygularımı ifade etmek ve gerçekten tüm samimiyetimle bunu açıklamak istiyordum. Sonrası artık dedim, "Yarabbi, sen nasıl nasip ettiysen öyle kabulüm." Gerçi bana söylemek bir yerde hiç kolay değildi; çünkü Mihri beni reddederse bir daha hiçbir zaman toparlanamayacak kadar dağılacağımı hissediyordum.

 

İstanbul'un rüzgârı sanki başımı okşuyordu. Uçuşan saçlarımı sol elimle düzelttim. Bir yandan gözüm hep, bir ucundan onun da tuttuğu kasktaydı. Evet, yanımdaydı. Yanımdaydı ve benim kaskımın ucundan tutuyordu. Minik minik adımlar atıyordu, yürüyordu, birlikte yürüyorduk. Eşarbı uçuşuyordu, ne kadar da güzeldi bu kahvelerin içinde. Gerçi o her şekilde güzeldi.

 

Kafamı en çok meşgul eden ve aylardır beni yiyip bitiren o mesaj meselesini onunla konuşmalıydım. Evet, çok tatsız bir konuydu. Hele Cengiz olacak o herifin adını bile anmak istemiyordum bu güzel manzaranın içerisinde. Ama... ama bir şekilde artık bu karanlık noktalar aydınlanmalıydı zihnimde. Ne kadar zor ve ağır da gelse...

 

Adımlarımız ben hiç fark etmeden çoktan Kız Kulesi'nin çok yakınına kadar bizi getirmişti. Gördüğüm boş bank, bizim konuşmamız için özel ayarlanmış gibi geldi içime ve ona da sorarak buraya oturduk, birlikte.

 

Oturduğumuzda kastaki elini çekip kucağına koydu.

Kaskım şu an ikimizin arasında mesafe oluşturan tek şeydi.

Gözlerimi ufka diktim. Güneş kocaman, kızıl bir alev topu gibi daha da belirginleşmiş, gökyüzünün maviliği de onun kırmızılığından nasibini almış, turuncunun tonlarıyla mavilik karışmıştı.

 

Martı sesleri dikkatimi çekti. Sanki martılar aralarında konuşuyorlardı. Vapurlar her kalktığında onlara özel olarak diğer yakaya kadar eşlik ediyor gibi uçuyorlardı.

 

"Büyüleyiciymiş," dedim. Bana döndü. Dediğimi duymamıştı galiba.

 

"Ne?" diye sordu.

 

"İstanbul Boğazı'nı izlemek," dedim. "Büyüleyiciymiş."

 

"Öyle," dedi, beni onaylar bir şekilde.

 

Asıl büyüleyici olan, burada onunla bu anı paylaşmaktı. Bir süre sessizliği bozmadım, çünkü onunla bu anı sessiz bir şekilde paylaşmak da o kadar keyifli ve anlamlıydı ki benim için.

 

İnsanın içinde anlatacak dünya dolusu hikâye olur da o an sessizlik daha cazip gelir…

İşte şimdi tam da öyle hissediyordum.

Gözlerim Kız Kulesi’ni inceliyordu; hemen ardında, karşı yakada bütün asaletiyle yükselen Galata Kulesi görünüyordu. Bir süre ikisinin arasında gidip geldim bakışlarımla. Sonra içime doğan düşünce beni konuşmaya çağırdı.

 

“Babaannem,” dedim, sesimi ona duyuracak kadar yumuşatarak, “Galata Kulesi’nin Kız Kulesi’ne âşık olduğunu söylerdi.”

 

Bakışlarım hâlâ karşıdaydı ama kalbimin odağı yanımdaydı.

“Galata çok âşık olmuş… Aşkında ne yapacağını şaşırmış. Çünkü Kız Kulesi öyle güzel, denizin ortasında öyle büyüleyiciymiş ki… Galata, onun kendisini asla fark etmeyeceğini düşünürmüş.”

 

Mihri’nin beni dinlediğini hissediyordum.

Sessiz, fakat her şeyi duyan bir dikkatle başını ufak ufak sallıyordu. O da tam benimle aynı noktaya bakıyordu; Kız Kulesi ve Galata’nın o masalsı çizgisine.

 

“Bir ara,” dedim, ince bir nefesle, “Kız Kulesi’ni kıskanmış. Çünkü bütün İstanbul ona hayran hayran bakarmış. Aralarındaki boğaz… sanki kavuşamayacaklarının kanıtıymış. Dalga dalga ayrılık gibi.”

 

Ama bir an durup hafif gülümsedim.

“Yine de Galata aşkından hiç vazgeçmemiş. Bir gün üzerine konan bir martıya duygularını Kız Kulesi’ne iletmesini rica etmiş.”

 

Martı sözünü tutmuş.

Kız Kulesi de cevabını martıyla göndermiş.

 

Onu görmesem bile yan yana durduğumuzun farkındaydım.

Karşıya bakmayı sürdürürken, Mihri’nin bana yandan yandan baktığını hissediyordum. Kalbimin ritmi değişti.

 

Kısa bir sessizlik oldu ve o sessizliği o bozdu:

 

“Peki… Kız Kulesi ne demiş?”

 

Soruyu sorması hoşuma gitmişti. Dudaklarıma fark ettirmeden küçük bir gülüş yayılmıştı.

 

“Bu sefer…” dedim, başımı ona doğru çevirerek, gözlerini görmeyi umarak… "Aslında Kız Kulesi de ona âşıkmış.”

 

Boğazın rüzgârı yüzümü yalarken sözlerim kendi yolunu buldu.

“Galata ona: ‘Boğazın incisi sensin. Maviliklerin içinde bütün dikkatleri üzerine çekiyorsun.’ demiş.”

 

“Nazik bir tebessümle karşılık vermiş Kız Kulesi:

‘Sen de o kadar uzun boylusun ki… Ben de tüm dikkatimi senden alamıyorum.’”

 

Bu hikâyeyi masal gibi anlatmam planladığım bir şey değildi.

Kız Kulesi ile Galata’nın efsanesi gerçekti ama onları böyle konuşturmak…

Bu tamamen kalbimin o anki kurgusuydu.

 

“Galata sonra demiş ki:

‘Boğaz… bizim kavuşmamız için gürül gürül akıyor.’”

 

Yine kısa bir sessizlik…

Mihri başını kaldırmadı ama heyecanla beklediğini her hâlinden anladım.

 

“Sonra ne olmuş?” dedi, sesi hafif titrek bir merakla.

 

Gözlerimi ufka diktim.

“Aşıklar engelleri engel olarak görmezse kavuşmazlar mı?” dedim.

“Asıl kavuşmak gönülde olmaz mı? Yâr kalpte yer ettiyse mesafenin bir önemi var mı?”

 

 

 

Neden bir türlü konuya giremiyordum, ben de bilmiyorum.

 

Önümde yüzlerce çalışan… Hepsi gömleklerini iliklemiş, saygıyla beklerdi. Şirkette çoğu zaman disiplinin simgesiydim; bir sözümle işler yürür, attığım her imza milyon dolarlık kararların önünü açardı.

Ama şimdi…

Şimdi bütün o unvanların, o ağırlığın zerresi yoktu üzerimde.

Bu anda ben, CEO değilim. Maddi hiçbir gücün arkasına saklanamıyorum.

 

Ben sadece…

Kalbinde taşımaktan yorulduğum duyguları artık saklayamayan bir adamım.

Saf, dürüst… Aşık bir adam.

 

Normalde konuşmayı bilirim. Cümlelerim güçlüdür.

Ama şimdi kelimeler boğazıma sanki ince bir düğüm gibi takılıyor.

 

Aklıma bir alıntı geldi:

“Sessizlik, kelimelerin yokluğu değil; söylemeye cesaret edemediğimiz her şeyin dilidir.”

Gerçekten de tam olarak öyleydi.

Onun için en güzelini söylemek isterken, en basiti bile dilime ağır geliyor.

Zarif olsun istiyorum, incinmesin istiyorum…

Ama bir yandan da içimdeki korkunun sesini susturamıyorum.

 

Ben daha önce hiçbir kadınla böyle konuşmadım ki.

Benim annem bana güzel cümleler kurmadı.

Bir kadın nasıl konuşur? Bir kadınla nasıl konuşulur? Bilmiyorum.

O yüzden de daha çok korkuyorum.

Korktukça kelimelerimi daha bir özenli seçmeye çalışıyorum.

 

Yine de şundan eminim:

Kalbimde olan samimi. Rabbim izin verirse, bu samimiyet beni bu anın içinden çıkarıp doğru kelimelere ulaştırır.

 

Tüm cesaretimi topladım.

Söylediğime bakma… kalbim sanki toy bir lise öğrencisi kadar hızlı atıyor. Öyle güçlü, öyle sert vuruyor ki… Mihri duyacak diye çekiniyorum.

Bir yanım duysun istiyor; bir yanım korkuyor.

 

Çünkü niyetim ona ağırlık yüklemek değil.

Sadece anlatmak…

Anlatmak, hatta haykırmak istiyorum hissettiklerimi.

Ve onun da ne hissettiğini kendi ağzından duymak.

 

Başımı, gövdemi hafifçe ona çevirdim.

“Şimdi… sana anlatacaklarımı sadece dinlemen bile bana yeterli,” dedim. “Ama dinler misin? Baştan sona kadar…”

Dinleyeceğini biliyordum aslında. Adım gibi biliyordum.

Ama yine de sormak istedim.

Başını “evet” anlamında salladı.

 

Yanağının kenarını görebiliyordum. Ama o ya parmaklarını izliyor ya da Boğaz’ın gün batımına dalıyordu. Gözlerini bana kaldırmıyordu.

Olsun, dedim içimden.

O böyle biriydi.

Yine de… o gözlerin içine bakmayı ne çok isterdim.

 

“Allah’ım,” diye geçirdim içimden, “bana kolaylık ver.”

Bir yerden başlamalıydım.

 

“Mihri…” dedim.

“Hımm?” diye karşılık verdi.

 

Ona dönmem onu biraz huzursuz etmişti; hareketlerinde bir çekingenlik vardı.

Hemen yeniden karşıya döndüm.

Onu rahatsız etmemek istiyordum.

O nasıl rahatsa, ben öyle dururdum.

 

“Hatırlıyor musun…” dedim, “ilk yine böyle bir gün batımında karşılaşmıştık. O papatya tarlasında.”

“Hatırlıyorum,” dedi; başını minik bir hareketle salladı.

Dinlediğini biliyordum.

“İşte o gün…” dedim gülümseyerek, “ilk kez seni görmüştüm.”

 

“Sonra… o meşelikten düştüğün gün.”

Derin bir nefes aldım.

“Aslında ben, senin komşum olduğunu daha önceden fark etmiştim.”

Bu cümleyi kurarken sesim fark etmeden kısıldı.

 

Gözüm ufka kaydı.

Güneşin yarısı çoktan suya karışmıştı; rüzgâr biraz daha sert esiyordu.

“Meşelikten düştükten sonra seni hastaneye götürürken… ve o odada seni yeniden gördüğümde…”

Ona döndüm.

Başını daha da fazla eğmişti.

 

“O gün sana geçmiş olsun diyemeden, ailen gelince çekip gitmem… bunun için özür dilerim,” dedim kısık bir sesle.

“Yaptığım şey için bir karşılık beklemiyordum. Ailenin yanında sıkıntıya sebep olmak istemedim… seni zor durumda bırakmak da istemedim. Çünkü tanışmıyorduk. Ve… bana borçlu hissetmeni istemedim.”

 

Bu sözler, yıllardır içimde biriken su gibi dökülüyordu.

Hiç planlamadan, tartmadan… sadece akıyordu.

 

Mihri bir an hızla bana döndü.

O kısa bakış… kalbimi iki yerinden tuttu sanki.

Ama hemen yine önüne döndü.

Sanki söylediklerime katılmıyor gibiydi.

 

“Ayağın alçıdayken bir süre evde kalacağını düşündüm…”

Sözlerim boğazımda dolaştı.

Bu kısmı söylemek zor geliyordu.

“Ve sana… mektup yazmaya karar verdim.”

Derin bir iç çekiş…

“Bu hem seni rahatsız etmemenin bir yoluydu, hem de kelimelerle seninle bir bağ kurmak istedim.”

 

“Mektuplarımız…”

Başımı önüme eğdim.

“Devam ettikçe, kabul etmesem de içimden adım adım sana karşı ilgim büyüdü. Bu duyguları ilk başta kabullenemedim. Kabullenmek istemedim. Çok farklıydılar çünkü…”

Gülümsedim.

“Ama bir yandan da çok güzeldiler. Aslında şu an bir daha kabulleniyorum kendi duygularımı.”

 

“Sonra o gün… günler sonra evden çıktığında ve deniz kıyısına ailenle gittiğinde… hiç haberim olmadan geldim oraya. Gerçekten sadece bir tevafuktu. Bartu’dan ayrıldıktan sonra seni deniz kenarında gördüğüm an… hiç düşünmeden yanındaki boş sandalyeye oturdum.”

 

Ve böyle devam etti karşılaşmalarımız.

Bazıları kasıtlı olsa da…”

Utanarak gülümsedim.

“Bazıları gerçekten sadece Allah’ın bizi karşılaştırmasıydı.”

 

“Asfaltın ortasında bindiğin şehiriçi otobüsten indiğin anı hatırlıyorum." Bakışlarım yüzüne değdi.

Gülümsedi. Başını salladı.

“Tabii ki hatırlıyorum.”

 

“İşte o gün… namazın için nasıl canın pahasına endişelendiğini gördüm. O kadar önemsiyordun ki Mihri… etkilenmek elimde değildi. Ben de sana yardımcı olmak istedim. O yüzden hiç düşünmeden gömleğimi verdim namaz kılman için.”

 

“Senin ibadetine, dinine bu kadar bağlı olman… yaşarken bu huzuru her halinle göstermeni görmek… beni öyle derinden sarstı ki…”

 

Yine hafifçe ona doğru döndüm.

Belki rahatsız oluyordu ama… şu an onun gözlerinin içine bakmaya ihtiyacım vardı.

Ve inanamadım… o da hafifçe bana dönüp gözlerini bana dikti.

 

“Mihri…” dedim,

“…ben Müslüman oldum.”

Evet… Müslüman oldum.

Senin sayende.

 

“Ben bir arayış içerisindeydim. Belki mektuplarımdan anlamışsındır. Tanrıya inanıyordum ama bağım zedelenmişti. Ben eski bir Hristiyanım… ve eski inancımdan bana çok kötü şeyler kaldı. Tanrı ile olan bağım kopma noktasına gelmişti.”

 

“Mihri…”

Sesim yer yer çatallandı.

Ama yine de net bir şekilde anlatmak istiyordum.

 

“Ölmek istedim. Gerçekten ölmek istedim. Hatta ölmek için sürdüm motorumu.”

Bir an sustum.

“Babam öldü. Bir gece… ve ben onu bir daha göremeyeceğimi düşündüm. Onunla bir daha aynı yerde olamayacağımı sandım. Sonsuza kadar kaybettiğimi… Ama öyle sanıyormuşum meğer.”

 

“Ta ki…”

Gözlerimi kaldırdım.

“…sen hayatıma girene kadar. O papatya tarlasının ortasından yanıma gülerek koşup kaskımın vizörünü kaldırdığın ana kadar.”

 

“O an hayatıma güneş gibi doğdun, Mihri.”

 

Gözleri ıslanmıştı.

Dudakları titriyordu.

Ben ise Rabbime içimden şükrediyordum.

 

Panikle unutmuşum… ekipmanımın fermuarına elim gitti.

Onun hemen arkasındaki çiçekçiyi gördüm.

İşte burada eksik olan buydu sanki bu anı daha da güzelleştirebileceğim detay oradaydı.

“Papatya da vardır,” dedim kendi kendime.

Evet… şu an ihtiyacım olan buydu.

 

“Hemen geliyorum,” dedim hızlıca.

Koşa koşa çiçekçiye gittim.

Nefes nefese.

Gördüğüm en büyük, en güzel papatya buketini aldım.

Olabilecek en hızlı şekilde ödedim.

Koşarak geri döndüm Papatyama.

Onu ayakta, heyecan ve mahcubiyet arasında bir ifadeyle buldum.

Gözlerinden yaşlar süzülüyor, dudakları titriyordu; arada bir kesik kesik gülümsüyordu.

 

Yanına geldiğimde karşı karşıya durduk.

Sağımızda deniz, güneş neredeyse tamamen ufkun ardında kaybolmuştu.

 

Başımı eğdim; o da başını kaldırdı.

Göz göze geldik.

Ah, ne güzel bakıyordu… Bir de kendini benim gözlerimden görseydi, eminim o da kendine âşık olurdu.

Rabbim onu öyle güzel yaratmış ki…

Sanki papatya olup bir kıza dönüşmüş gibiydi.

 

Elimdeki buket hareket edince, ellerimin titrediğini fark ettim.

Derin nefes alıp sakinleşmeye çalıştım ama nafileydi.

 

Ekipmanımın fermuarını biraz daha açıp diğer elimle iç cebime uzandım.

Orada, Almanya’da onun için özel tasarlattığım altın papatya kolyesinin lacivert kutusu vardı.

 

Kutuyu açtım.

Bir elimle buketi, diğer elimle kolyeyi tutarak ona uzattım.

 

Ve gözlerinin içine bakarak haykırdım:

 

“Seni ilk gördüğüm andan beri seviyorum.

Senin gülüşüne vuruldum Mihri.

Sonra da yaşayışına…

Sen bana umut oldun.

Karanlık gecelerime güneş…

Kararmış ufuklarıma hayat oldun.”

 

Sesim titredi.

Kendimi toparlamak için hafifçe öksürdüm.

 

“Bu duyguları aylardır içimde taşıyorum Mihri… artık daha fazla taşıyamıyorum.

Sana baskı yapmak için söylemiyorum.

Asla.”

Derin bir nefes daha aldım.

“Ben… seni Allah için tüm benliğimle seviyorum.”

 

 

---

(Sevgili papatya okurum 🌼

Bu sahneyi gece yarısı yazıyorum.

Ve mecburen burada yarım bırakmak durumunda kaldım yatmam gerekiyordu.

İnanır mısın? sabaha kadar sahnenin devamını sayıklamaktan rahat uyuyamadım.)

--

 

Tarık'tan

 

“Allah’ım… Allah…”

İnanamıyorum,” dedi Mihri.

Sesi ağlamaklıydı; mutlulukla karışık bir şaşkınlık kulaklarıma vuruyordu. “Çok mutluyum… İnanamıyorum… İnanamıyorum…”

 

Ağlaması giderek arttı. Artık hıçkırıklarını duyabiliyordum. Avuçlarını yüzüne kapatmıştı; omuzları titriyor, öyle içli bir şekilde ağlıyordu ki… O an onu kendime çekip doya doya, saatlerce sarılmak istedim. İkimizin de buna ne kadar ihtiyacı olduğunu biliyordum. Ama bunun da bir zamanı vardı… Ve ben o zamanı çok iyi biliyordum.

 

Mihri’nin ağlaması uzadıkça uzadı. Ben ise elimde koca kitabı, diğer elimde lacivert kutudaki özel tasarım altın kolyeyi tutmaya devam ediyordum. Sabırla bekliyordum.

 

Bir an, “Acaba söylediğim sözler yüzünden mi böyle ağlıyor?” diye düşündüm. İçinde öyle bir doluluk vardı ki… “Allah’ım, ne olur…” dedim içimden. “Ne olur öyle olmasın. Öyle olmasın. Şu an bunu duymaya hazır değilim. Kaldıramam.”

 

Aslında bu konuşmayı önce Cengiz mevzusunu sorarak başlatmak istiyordum. Ama yapmadım. Önce kendi duygularımı söylemek istedim ona. Sonrası… Sonrası artık ne olursa. O da benimle aynı duyguları paylaşıyorsa, hiçbir sorunun önemi kalır mıydı? Asla.

 

Etrafımızdan gelip geçen insanların bize baktığını fark ediyordum. Bazıları gülümsüyor, bazıları anlam veremeyen bakışlar atıyordu. Umurumda değildi. Ben papatyamın yanındaydım. Evet, o ağlıyordu… ve ben hiçbir şey yapamıyordum sanki. Ama gözyaşı, biriktirdiklerinin dışarı çıkışının işareti değil miydi?

 

Rüzgâr yüzünden üşüyebilirdi. Hava gerçekten serinlemişti. Artık oturmamız gerektiğini düşündüm. Ya da kapalı bir yere gitmeliydik. Üzeri inceydi, üşüyor olmalıydı.

 

“Mihri…” dedim yumuşak bir sesle.

“Hemen cevap vermek zorunda değilsin. Duygularımı kabul etmek zorunda da değilsin. Lütfen artık ağlama… Seni böyle gördükçe çok üzülüyorum. Ama eğer rahatlayacaksan, ağla. Sessizce de olsa sana eşlik ederim.”

 

Söylediklerimin ardından çantasından hızlıca bir peçete çıkardı. Gözlerini sildi, yanaklarını kuruladı. Öylesine aceleciydi ki… Sonra ağlamaktan kızarmış koyu kahve gözlerini benimkine dikti.

 

“Ben…” dedi titreyen sesiyle.

“Ben… ben de seni seviyorum.”

 

Sesi içinden kaçıyordu adeta. “Ve söylediklerine üzüldüğüm için ağlamıyorum. Sadece… sadece…”

 

Gözleri yine doldu. Rüzgâr onu serinletmiyor, aksine daha çok yakıyordu sanki. “Yaşadıklarım gözümün önüne gelince… İçim doldu. Gözyaşlarıma hâkim olamıyorum.”

 

Bir eli birden kalbinin üzerine gitti.

 

“Kalbim… kalbim…” dedi kısık bir sesle.

 

Hemen kolundan tutup bankta oturtmasını sağladım. Elimdeki eşyaları kenara koyup üzerimdeki ekipman montunu hızlıca çıkardım. İzin bile istemeden omuzlarına bıraktım.

 

Onu şu an sadece böyle ısıtabilirdim. Hem öyle ağlamıştı ki… Sanki rüzgârı hissetmiyor, havayı kendi sıcaklığıyla ısıtıyordu.

 

Kalbinin üzerine bastırmaya devam ediyordu.

 

“Neyin var? Kalbin mi kötü oldu? Hastaneye gidelim mi?” dedim endişeyle.

 

“Hayır… hayır…” dedi eliyle işaret ederek.

 

--

 

(Not: Bu bölümde olayların tamamı Mihri’nin bakış açısından anlatılmaktadır; Tarık’ın söyledikleri birebir olarak korunmuştur.)

 

 

---

Mihri'den

 

--

 

 

Hayatımda bir anın içindeyken ne yapacağımı bu kadar bilemez hâlde olduğumu hiç hatırlamıyorum.

Elimi nereye koymalıyım, nereye bakmalıyım, hangi yöne dönmeliyim… Sanki hiçbir şeyi bilmiyor gibiydim.

Attığım her adımda “Acaba doğru mu yapıyorum?” diye içten içe endişeleniyordum.

 

Öyle tatlı bir heyecan vardı ki içimde; öyle coşkulu, öyle taşkın…

Gerçekten içim içime sığmıyordu.

Ama aynı anda utangaçlığın getirdiği o çekilme hâli bütün bedenimi felç etmiş gibiydi.

 

Ben nereden başlayacağımı bilemezken, Tarık’ın bir anda Galata ve Kız Kulesi’nin efsanevi aşkını — biraz da kendine göre değiştirerek — bana anlatmaya başlaması beni gülümsetti.

Elbette biliyordum o hikâyeyi, ama onun anlatışında bazı yerler farklıydı.

Ve itiraf edeyim… o hâli, benim daha çok hoşuma gitmişti.

Gerçekten galata kız kulesinde bize anlatıyordu.

Hatta o kadar güzel anlatıyordu ki, devamını birkaç kez sormuşum fark etmeden.

 

 

---

 

Özellikle bir kısmı vardı ki…

O bana sessizce fısıldadığında, sanki gönlündeki sesin minik bir itirafı değiyordu kulağıma:

 

“Âşıklar engelleri engel olarak görmezse kavuşmazlar mı?”

 

Öyleydi.

Elbette öyleydi.

 

Hangi aşk hikâyesi engeller olmadan kavuşmuştu ki?

Kimin mutluluğu zahmet çekmeden gelmişti?

Ben de buna bütün kalbimle katılıyordum.

 

Sonra devam etmişti:

 

“Asıl kavuşmak gönülde olmaz mı? Yâr kalpte yer ettiyse mesafenin bir önemi var mı?”

 

O an içimden “O zaman… benim kalbimde yer ettin mi demek istiyorsun?” diye geçirdim.

Çünkü gerçekten önemli olan gönüllerin yakınlığıydı.

Mesafe, hiçbir şeydi.

Dünyada kilometre olarak yanımda olup gönlü benden fersah fersah uzak olan insanlarla o kadar çok yan yana gelmiştim ki…

 

 

---

 

Ve gerçekten öyle sinematik bir yerdeydik ki…

Karşımızda Kız Kulesi, ardında Galata’nın silueti…

Ay ve güneş gibi yan yana duran iki âşık kule.

 

Biz de işte öyleydik.

Aylardır iki ayrı kıyıda durmuş, sonunda birbirini bulmuş gibiydik.

Ay ve güneş…

Kavuşmuş.

 

Ben ise Rabbime içimden defalarca şöyle diyordum:

 

“Nereden başlamalıyım?

Nereden ne demeliyim?

O gün papatya tarlasına neden gelmediğini mi sormalıyım?

Yoksa bir önceki gün Cengiz’in ansızın yanıma gelip ‘Nişanlım!’ diye haykırışını mı açıklamalıyım?

Yahut Tarık’ın neden bu kadar aceleyle, uçağa bile binmeden motoruyla Almanya’dan buraya geldiğini mi öğrenmeliyim?”

 

Nasıl bulmuştu beni?

Nasıl gelmişti?

Bilmiyordum.

 

Gerçekten hiçbir sebebini bilmiyordum.

 

Tek bildiğim…

Bu yaşadığım şeyin Rabbimin bir lütfu olduğuydu.

İçimde sürekli fısıldayan bir ses şöyle diyordu:

 

“Bak… sabrettiklerinin mükâfatı işte burada.

Bak… acı içinde geçen gecelerinin sabahı geldi.

Zorlukların kolaylığa döndü.

Şükret.”

 

Ve ben içimden, bütün kalbimle “Elhamdülillah” dedim.

Öyle bir elhamdülillah ki… içimden taşarak dudaklarıma kadar geldi.

 

Tam o sırada Tarık bana hafifçe döndü.

Ben ise hızla başımı önüme eğdim.

Çünkü… şu an onunla göz göze gelmeye hazır değildim.

 

Her göz göze gelişimizde günaha girdiğimizi düşünüp vicdan azabı duyuyordum.

Ama diğer yandan bunu o kadar çok istiyordum ki…

İçimde tarif edemeyeceğim kadar büyük bir mücadele vardı.

 

“Şimdi… sana anlatacaklarımı sadece dinlemen bile bana yeterli,” dedi. “Ama dinler misin? Baştan sona kadar…”

 

Tarık’ın beni o kadar yumuşak bir ifadeyle sarmalaması karşısında tabii ki dinlerdim. Ona“evet” anlamına gelen baş hareketimle karşılık verdim. Ama sesim çıkmıyordu. Sanki onun bana doğru yönelmesi, içimdeki bütün çekingenliği su yüzüne çıkarıyordu.

 

O da bunu fark etmiş olacak ki bakışlarını tekrar karşıya çevirip oraya bakarak konuşmaya başladı.

Allah’ım… Bu adamın kalbi nasıl böyle güzeldi? Benim küçük bir hareketimden bile içimi görüyor, ruhumu okuyor gibiydi. Hislerime göre davranıyordu sanki.

 

Yüzlerine haykırmama rağmen benim hislerimi anlamayan insanlarla verdiğim imtihanlardan geçip de Rabbim'in beni böylesine güzel bir adamla mükâfatlandırmıştı… Elhamdülillah.

 

Tarık anlatmaya başladı. Sesi… bir melodi gibiydi. Sesi bile yakışıklıydı, söylemiş miydim?

 

“Mihri,” dedi. İnsan sevdiğinin ismini ağzından duyunca… en sevdiği melodi gibi gelirmiş. Meğer ben hiç böyle düşünmemiştim.

 

“Hatırlıyor musun… ilk yine böyle bir gün batımında karşılaşmıştık. O papatya tarlasında.”

 

Unutmak ne mümkündü?

“Hatırlıyorum,” dedim.

 

“İşte o gün… ilk kez seni görmüştüm.”

 

Bunu söylerken sesi hafifçe gülüyordu. O anı hatırlatınca zihnimdeki film şeridi geriye sardı. Ben de o güne, o ana gittim.

 

“Sonra… o meşelikten düştüğün gün.”

 

Evet… Sarhoş adamın bana doğru gelmesiyle bir anda nasıl düştüğümü hâlâ anlamam. Hatırlayınca bile tüylerim ürperdi.

 

“Aslında ben, senin komşum olduğunu daha önceden fark etmiştim.”

 

Bu cümlede sesi kısıldı ama duydum.

Gerçekten mi? dedim içimden şaşkınlıkla. Ama bunu belli etmemek için kendimi tuttum. Neden? Bilmiyorum. Sanki bütün tepkilerimi en yoğun hâliyle ona gösteremiyordum.

 

Gözlerimi avucumdaki ellerimden kaldırdım, ileriye baktım.

Demek ki o benden çok daha önce anlamıştı…

 

“Meşelikten düştükten sonra seni hastaneye götürürken… ve o odada seni yeniden gördüğümde…”

 

Sahi beni hastaneye nasıl getirmişti? Hâlâ bilmiyordum. Ama o gün o soğuk ve yalnız odada, onun gözleri bana öyle tanıdık bir sıcaklık vermişti ki… Unutamam.

 

Tarık bana döndü.

 

“O gün sana geçmiş olsun diyemeden, ailen gelince çekip gitmem… bunun için özür dilerim,” dedi kısık bir sesle.

 

Yüreğim burkuldu.

Gerçekten özür mü diliyordu?

Benden…

 

Göz göre göre hakkımı yiyenler bir kere bile özür dilememişken, o ufacık bir detayı hatırladığı için mahcup oluyordu.

Demek ki ruhu güzel olmak böyle bir şeydi…

 

“Yaptığım şey için bir karşılık beklemiyordum,” dedi. “Ailenin yanında sıkıntıya sebep olmak istemedim… seni zor durumda bırakmak istemedim. Çünkü tanışmıyorduk. Ve… bana borçlu hissetmeni istemedim.”

 

Gülümsememi yutmak için dudaklarımı birbirine bastırdım. Başımı eğdim ki yüzüm görünmesin. Ama dayanamadım, hızla ona döndüm.

Nasıl böyle düşünebilirdi?

Onun varlığı bana en küçük bir rahatsızlık bile vermemişti ki. Üstelik hiç tanımadığı birine böyle bir iyilik yapmışken…

 

Ama yine de araya girmek istemedim. O anlatmalıydı.

 

“Ayağın alçıdayken bir süre evde kalacağını düşündüm… ve sana mektup yazmaya karar verdim.”

 

Derin bir iç çekiş döküldü dudaklarından.

Evet… İlk mektubumu o zaman almıştım, o paravanın altından.

 

“Bu, seni rahatsız etmemenin bir yoluydu. Hem de kelimelerle seninle bir bağ kurmak istedim.”

 

“Mektuplarımız…”

 

Allah’ım… Bu kadar ciddi görünen bir adamın altından böylesine pamuk bir kalp çıkması… Sen nelere kadirsin ya Rabbi.

 

Başını öne eğdi.

Anlatırken zorlanıyordu ama yine de anlatıyordu. İçinde ne kadar mücadele ettiğini hissediyordum.

 

“Devam ettikçe… kabul etmesem de, içimden adım adım sana karşı ilgim büyüdü. Bu duyguları ilk başta kabullenemedim. Kabullenmek istemedim. Çok farklıydılar çünkü…”

 

Gerçekten… bana böyle mi ilgisi büyümüştü?

Kalbime götürdüm elimi.

Ne olur bugün durma Allah’ım… Tarık’ın her itirafı kalbimin hızını biraz daha artırıyordu.

 

“Ama bir yandan da çok güzeldiler. Aslında şu an bir daha kabulleniyorum kendi duygularımı.”

 

Benim de… benim de demek istedim. Ben de bu ayrılıkta kabullendim…

 

“Sonra o gün… günler sonra evden çıktığında ve deniz kıyısına ailenle gittiğinde… hiç haberim olmadan geldim oraya.”

 

Evet… Bir anda yanımda belirmişti.

 

“Gerçekten sadece bir tevafuktu. Bartu’dan ayrıldıktan sonra seni deniz kenarında gördüğüm an… hiç düşünmeden yanındaki boş sandalyeye oturdum.”

 

Ve böyle devam etti karşılaşmalarımız.

“Bazıları kasıtlı olsa da…”

 

Göz ucuyla baktım:

Utanarak gülümsedi.

 

Ben de tahmin etmiştim. Bazıları kesinlikle kasıtlıydı.

 

“Bazıları gerçekten sadece Allah’ın bizi karşılaştırmasıydı.”

 

Başımı sallayarak onayladım. Aynı kanaatteydim.

 

“Asfaltın ortasında bindiğin şehiriçi otobüsten indiğin anı hatırlıyorum.”

 

Bakışları yüzüme değdi.

O kalabalığın ortasında nefes bile alamıyordum. Onun yeşil gözleri nefes olmuştu bana.

 

“Tabii ki hatırlıyorum,” dedim.

 

“İşte o gün… namazın için nasıl canın pahasına endişelendiğini gördüm. O kadar önemsiyordun ki Mihri… etkilenmek elimde değildi. Ben de sana yardımcı olmak istedim. O yüzden hiç düşünmeden gömleğimi verdim.”

 

Babam bile yapmazdı…

Ama o yapmıştı. Hem de en samimi hâliyle…

 

“Senin ibadetine, dinine bağlı olman… yaşarken bu huzuru her hâlinle göstermen… beni öyle derinden sarstı ki…”

 

İçimden bir kez daha “elhamdülillah” dedim. Bugün hamd günüydü benim için. Çünkü ben bir şeyi kimseye göstermek için yapmıyordum. Sırf Allah için… Ve bu, onun gönlüne dokunmuştu.

 

O da hafifçe bana döndü.

Dayanamadım; ben de döndüm. Sol elimi kalbimin olduğu tarafa koyarak kendime destek oldum.

 

“Mihri…” dedi.

“…ben Müslüman oldum.”

 

Evet.

Müslüman oldum.

Senin sayende.

 

Ya Rabbi… Dudaklarım titredi. Elllerim buz kesildi.

Biliyordum…

Yazdıklarından da hissetmiştim.

Ama bunu böyle duymak…

Kalbimin içine bir güneş gibi doğdu.

 

 

Bu sanki bana dünyada cenneti vermek gibi güzeldi.

“Allah’ım… Ben buna layık değildim. Sen beni layık gördün; böyle güzel kalpli bir kuluna doğru yolu bulma vesilesi ettin beni. Ya Rabbi, sana şükürler olsun… sana şükürler olsun…” diye içimden haykırıyordum.

 

Ama neden dışarıya bir kelime bile konuşamıyordum?

 

 

---

 

“Mihri…”

Sesi yer yer çatallandı.

Öyle derinden konuşuyordu ki sesinde geçmişin ağırlığı, yaşadığı zorlukların kırıkları vardı.

 

“Ölmek istedim. Gerçekten ölmek istedim. Hatta ölmek için sürdüm motorumu.”

 

İçimden neeee?! dedim.

Gerçekten mi? Gerçekten ölmek mi istiyordu?

Hem de bu kadar iyi bir insanken… Evet, o tam anlamıyla iyi biriydi.

 

 

---

 

Babasını bir anda kaybetmesiyle nasıl öksüz kaldığını anlattı.

Ama gerçekten sesi titriyordu; kocaman bir 80’lik adamın sesi titriyordu…

Adım kadar biliyordum, bu cümleleri kurmak ona çok zor geliyordu.

 

Babasını kaybettiğini terasta Cengiz’in gönderdiği adamdan beni kurtardığında söylemişti.

Sanki babasına dair ufak birkaç hatıram vardı; onun ölümünden çok etkilendiğini biliyordum.

Annesini hiç duymamıştım.

Acaba annesi ne yapıyordu? diye merak ettim.

 

 

---

 

“Ta ki…”

Gözlerini kaldırdı.

 

Ben de bir an refleksle ona döndüm.

 

“…sen hayatıma girene kadar. O papatya tarlasının ortasından yanıma gülerek koşup kaskımın vizörünü kaldırdığın ana kadar.”

 

“O an hayatıma güneş gibi doğdun, Mihri.”

 

O anı hatırladıkça her seferinde hem kendi yaptığıma gülüyorum hem de çok mahcup oluyorum.

Ama Tarık o anıyı hiç öyle anlatmıyordu; onun için hayatını değiştiren bir dönüm noktasıymış bu.

 

Gözlerim ıslanmıştı.

Dudaklarım daha şiddetli titriyordu.

 

 

---

 

Bir anda eli ekipman ceketinin fermuarına gitti ve yavaşça indirdi.

Aklına bir şey gelmiş gibi karşıya baktı; bir an ne olduğunu anlayamadım.

 

Tam bir şey anlatırken, “Şimdi papatya da vardır,” dedi.

Ve aniden kalktı.

 

Bir şey görmüş ya da aklına gelen bir şey olmalıydı… Yoksa neden bir anda kalksın ki?

Hiç anlam verememiştim.

 

“Hemen geliyorum,” dedi hızlıca.

 

Ben de panikle ayağa kalktım; arkasından baktım ne yapıyor diye.

Gerçekten ikimiz de şu an ne yaptığımızı bilmiyorduk, bunu çok iyi biliyorum.

 

Çiçekçiye gitti…

Ve eliyle hızlıca bir buketi işaret etti.

Sert bir şekilde kavradığı gibi bana doğru koşar adım geldi.

 

 

---

 

İfadem o kadar tuhaftı ki…

Bir an gülüyordum ama aynı anda kesik kesik ağlıyordum.

Gözlerimi kaçırıyordum, sonra bir anda refleksle ona bakıyordum.

Kalbim delicesine atıyordu, yanaklarım kızarmıştı.

 

Hemen karşımda durdu.

Başımı kaldırdım; boyu benden uzundu, o da bana doğru eğildi.

 

Sol tarafımızda denizin dalgaları çalkanırken, bütün dünya bizim için hâlâ silikti.

Kimse yoktu.

Sadece ikimiz vardık… koca İstanbul’da.

 

 

---

 

Bana öyle bir bakıyordu ki…

Gözleriyle konuşuyordu.

Gözleriyle öyle çok şey anlatıyordu ki…

 

Göz bebeklerinin titrediğini gördüm.

O koyu yeşiller sanki beni içine katmak istercesine sımsıcak bakıyordu; hayranlıkla…

 

Aramıza giren buketin ritmik bir şekilde kımıldadığını fark ettim.

Titriyordu…

Ellerinin titrediğini anladım.

 

Nefes alışverişleri hızlandı.

 

Boşta olan eli ekipman ceketinin içine gitti ve hızlıca lacivert, kare bir mücevher kutusu çıkardı.

 

Benim afallamış bakışlarım arasında kutunun kapağını açtı.

Bir elinde buket…

Diğer elinde altın renginde, papatya figürlü bir kolye…

 

Kolyenin güzelliğine dalmışken, sesiyle ona döndüm.

 

 

---

 

“Seni ilk gördüğüm andan beri seviyorum.

Senin gülüşüne vuruldum, Mihri.

Sonra da yaşayışına…

 

Sen bana umut oldun.

Karanlık gecelerime güneş…

Kararmış ufuklarıma hayat oldun.”

 

Allah’ım… Allah’ım… Allah’ım…

Kulaklarım neler duyuyordu?

Rüyada mıydım ben?

 

Benim rüyalarım bile bu kadar güzel olmazdı.

Eğer rüyaysa… ne kadar gerçekçiydi.

Ya da…

Ölmüş de cennete mi gitmiştim?

Bu dünya bu kadar güzel bir yer değildi.

 

 

---

 

Sesi titriyordu.

Zorlandığı her hâlinden belliydi.

Birkaç kere yalancı bir öksürük attı.

 

“Bu duyguları aylardır içimde taşıyorum, Mihri… Artık daha fazla taşıyamıyorum.”

 

Ne?! Bu sefer tepkim içimden değil, ağzımdan çıktı.

 

Aylardır böyle mi hissediyordu gerçekten?

 

“Sana baskı yapmak için söylemiyorum.

Asla.”

 

Baskı mı?

Şu yaptığı şeyin adı baskı değil ki…

Centilmenlikti.

Efendilikti.

Mertlikti.

Adam gibi sevmekti.

 

O “baskı” kelimesini duysa, kendi söylediğine utanırdı.

 

 

---

 

Derin bir nefes daha aldım.

 

“Ben… seni Allah için tüm benliğimle seviyorum.”

 

Bir elimle ağzımı kapattım; gözlerim yaşlar içindeydi.

Artık titreyen dudaklarıma, ağzımdan kaçan hıçkırıklarıma sahip olamıyordum.

 

Ağlıyordum.

 

Ellerim buz gibiydi, titriyordum, mutluydum.

Kalbim sıcacıktı, midemde çiçekler açmıştı.

 

Beni seviyordu.

Seviyordu!

 

Aradan aylar geçmesine rağmen, doğru düzgün karşı karşıya konuşmamamıza rağmen…

 

Beni ilk gördüğü andan beri seviyormuş.

Seviyordu.

Hem de…

Hem de Allah için seviyordu.

 

Daha ben ne isterdim ki?

 

 

Şu an yaşadıklarım öyle tarif edilemez, öyle kelimelerle anlatılamaz duygulardı ki…

Gerçekten bazen kelimelerin kendi yerini bulması gerekir; yaşamadan tam anlamıyla hissetmek mümkün değil. İşte bu da tam olarak öyle bir şeydi. Ellerim üşüyordu, ama bunu bile yer yer hissedebiliyordum. Çünkü vücudumun neresi üşüyor, neresi ısınıyor… Ben şu an neredeyim, ne hissediyorum… Evet, ağlıyordum ama aynı zamanda çok mutluydum.

O zaman niye ağlıyordum?

Hiç bilmiyordum.

Neden böyle olduğunu da anlamlandıramıyordum.

Karmakarışıktım.

 

Ama sadece kendime izin verdim. Vücudum beni böyle yönlendiriyordu. Ağlıyordum; ellerim yüzümü kapatmıştı ve bulunduğum yerden bir adım bile hareket edemiyordum. O karşımdaydı… Beni böyle görüyordu. Belki yanlış anlıyordu, belki çok ağlak bir kız olduğumu düşünüyordu ama… Gerçekten hiçbir şey yapamıyordum halime.

 

“Mihri…” dedi yumuşak bir sesle.

İsmimi öyle güzel söyledi ki…

 

“Hemen cevap vermek zorunda değilsin. Duygularımı kabul etmek zorunda da değilsin. Lütfen artık ağlama… Seni böyle gördükçe çok üzülüyorum. Ama eğer rahatlayacaksan, ağla. Sessizce de olsa sana eşlik ederim.”

 

Güzel yürekli, kumral, yeşil gözlü adam…

“Umarım bir gün benim adamım olursun,” dedim içimden.

 

Tahmin ettiğim gibi, bu hâlimi bambaşka yorumluyordu. Hıçkırarak ağlamamı üzüntü sanıyordu, ya da söylediklerinin ağırlığından… Ama söyledikleri hiçbir ağırlık değildi.

Aksine, üzerimdeki bütün ağırlıkları atmıştı.

Ne zamandır biriktirdiklerimi de…

Ne kadar zamandır olduğunu ben bile bilmiyordum.

 

Hâlâ ağlıyordum. Bir yandan başörtümle yanaklarımı siliyor, bir yandan çantamdan bulduğum peçeteyle burnumu temizlemeye çalışıyordum. En kötü yanı da buydu: Tarık’ın karşısına şu hâlimle çıkıyordum; Pinokyo burnum, kıpkırmızı gözlerim… Bu yüzden yüzümü sürekli kapatıyordum. O kırmızı burnu görmemeliydi. Çok komik görünüyordum.

 

Evet, ağlıyordum…

Çünkü rahatlıyordum.

Ve o, o kadar zarifti ki… Ağlamama bile eşlik ediyordu.

 

Ama artık ağlamak istemiyordum. Bir an hızla, sinirle kendime hırslanıp düşündüm:

“O bana bu kadar güzel cümleler kurarken, ben niye küçük bir çocuk gibi zırlıyorum?”

 

“Ben…” dedim ürkek ama cesur olmaya çalışan bir sesle.

“Ben… ben de seni seviyorum.”

 

Hâlâ bu cümleyi kurduğuma inanamıyorum. Kelimeler ağzımdan çıktığında kulaklarıma bile ulaşmadı. Söyleyip söylemediğimden emin olamadım. Yüzüm… şu an batmakta olan güneşten daha çok kızarmış olabilirdi.

 

Sesim adeta içime geri kaçıyordu.

“Ve söylediklerine üzüldüğüm için ağlamıyorum. Sadece… sadece…”

 

“Yaşadıklarım gözümün önüne gelince… İçim doldu. Gözyaşlarıma hâkim olamıyorum.”

 

Kalbime bir sancı girdi. Elim anında göğsüme gitti.

 

“Kalbim… kalbim…” dedim kısık bir sesle.

Çok acıyordu ama bunu dile getirmek istemedim. Onu üzmek istemiyordum.

 

Bir anda oturdum. Banktaydım… Ağlamaktan öyle yorulmuştu ki vücudum; diğer yandan kalbimin sızısıyla sanki bilincim gidecek gibiydi. Tam o anda omuzlarıma konan, sıcacık ve tam da onun gibi kokan ceketi beni sardı.

Kokusu…

Güvendi.

Sıcaklıktı.

Ve o sıcaklık bana ne kadar üşüdüğümü fark ettirdi.

Donmuşum.

Bu kulaklarıma dolan mırıltı benim hayal gücüm müydü? yoksa gerçekten Tarık bana mırıl mırıl İnşirah mı okuyordu?

Hayal değildi gerçekten azıcık kekelese de bana sessiz bir şekilde İnşirah okuyordu.

 

“Neyin var? Kalbin mi kötü oldu? Hastaneye gidelim mi?” dedi.

Sesi panikti. Endişeydi. Gözlerim yarı kapalıydı ama o hâlde bile benim için bu kadar kaygılanması… beni mutlu etti. Belki de normal tepki buydu. Ama ben rahatsızlandığımda azar işitmeye o kadar alışmıştım ki… Böyle bir ilgi fazla gibi geliyordu.

Ama değildi.

Benim buna ihtiyacım vardı.

Bunu çok iyi biliyordum.

 

“Hayır… hayır…” dedim eliyle işaret ederek.

Şu an hastaneye asla gitmek istemiyordum. O kadar mutluydum ki…

Şu an burada ölsem bile gam yemezdim.

O beni seviyordu.

Ve ben onu seviyordum.

 

Yine de bir açıklama yapmam gerekiyordu.

Karşıya bakarak, hafifçe fısıldadım:

“Çok heyecanlandığım zaman… böyle oluyor. Biraz sakinleşince geçer. Merak etme…”

 

“Bak, korkuyorum. Bir şey olursa gidelim ne olur,” dedi.

Gerçekten ikna etmeye çalışıyordu.

 

“Hayır,” dedim. “Şu an gitmek istemiyorum. Lütfen, Tarık…”

 

Ama o, bir anda ses tonunu değiştirip hafifçe gülümsedi:

“Sen böyle adımı söylersen… ben ne istersen yaparım.”

 

Elimi hemen ağzıma kapattım. Kahkaha atacaktım neredeyse.

Allah’ım… Bu adam beni hem utandırıyor hem de kalbimi yerinden söküp götürmeye çalışıyordu.

Cümleleri o kadar güzeldi ki…

 

 

Sessizliğimizi, onun birden coşup ayağa kalkar gibi olan hâli böldü.

“Bir dakika… bir dakika,” dedi. “Sen… sen biraz önce ne demiştin? Hani ağlarken… ağlamanın arasında ne dedin?”

 

Bana dönüktü ama ben onun yüzüne bakmıyordum. Önüme bakıyor, hafifçe gülümsüyordum. Ne kastettiğini elbette anlamıştım. “Sevdiğimi” söylemiştim. Evet… söylemiştim. Hatta ben bile söylediğime inanamıyordum. Sanki bir anda, kalbim Rabbimin izniyle açılmış ve kelime dudaklarımdan kayıp düşmüştü. Ben kendimde o gücü bulabilir miydim? Sanmıyorum. O an arada kaynar gibi olmuştu belki… ama Tarık, tekrar tekrar duymak istiyordu bunu.

 

“Ne oldu ki?” dedim bilmiyormuş gibi yaparak.

Kasıtlıydı. Onunla uğraşmak hoşuma gidiyordu.

 

“Hani…” dedi sabırsız bir nefesle, “biraz önce duygularımı itiraf ettim. Ve… sen bana bir cevap verdin. N’ydi o cevap?”

 

“Ben ağlıyordum,” dedim. “Sadece kalbim çok sıkıştı o anda. Bir şey mi dedim sana?”

 

Hâlâ önüme bakıyordum. O ise bana bakıyor, adeta kıvranıyordu. Ve nedense… bundan inanılmaz keyif alıyordum.

 

“Lütfen,” dedi. Sesi yalvarır gibiydi. “Yalvarıyorum… tekrar söyle.”

 

Dayanamadım, kıkırdamaya başladım. Elimde değildi. Sonra ona döndüm. Gözlerinin içine baktım. Gerçekten öyle bakıyordu ki… dudaklarımın arasından çıkacak iki kelimeyle ya hayata dönecek ya da tamamen yıkılacak gibiydi.

 

“Seni…” dedim duraksayarak.

“Seni… ben de Allah için seviyorum.”

Son cümlemi özellikle vurgulayarak söylemiştim.

 

O anda Tarık kahkaha attı.

“Allaaah!” diye öyle coşkulu bağırdı ki… tüylerim diken diken oldu.

 

Yeniden önüme döndüm. Gözlerimin önündeki deniz biraz olsun sakinleşmişti. Rüzgâr dinmiş, yıldızlar yavaş yavaş kendini göstermeye başlamıştı. Kulaklarıma ezan sesi doldu.

 

O an Tarık ellerini açtı. Bana bakıp benim de aynı şekilde açmamı istedi.

“Allâh’ım,” dedi sesli bir şekilde, “bu buluşmayı bizlere yaşattığın için… bu güzel anı nasip ettiğin için sana binlerce kez

 

Elhamdülillah…

Elhamdülillah…

Elhamdülillah…”

 

Sonra içinden bir şeyler fısıldadı ve ellerini yüzüne sürdü.

Ben de ellerimi yüzüme sürüp “Âmin,” dedim.

 

Bankta, ikimizin arasında duran lacivert kolye kutusunu aldı. Bir yandan da mis gibi kokan, iri iri beyaz papatyalardan oluşan büyük buketi uzattı.

“Öyleyse…” dedi nazikçe, “kabul eder misin?”

 

Başımı eğdim.

“Ederim. Allah razı olsun… Çok güzeller.”

 

Gökyüzünde kızıllık, ardından lacivert bir gece yaklaşmıştı.

 

Ezan bitmişti.

Derin nefesler almaya devam ettim. Kalbim nihayet düzene giriyordu. Tarık benim için su aldı. Su içince ne kadar susadığımı anladım.

Demiştim ya…

Ağlamak insanı susuzlaştırıyor.

 

Mendille yüzümü sildim. Gözlerim kan çanağı gibi olabilir, burnum Pinokyo gibi kızarmış olabilir ama…

Elhamdülillah… kalbim hâlâ atıyordu.

 

Ben böyle mutlu heyecanlara alışkın değildim.

Daha çok kaos yaşamıştım hep.

 

Akşam ezanı yaklaşırken Tarık bana doğru hafifçe döndü. Başı öndeydi. Sesi yine derin ve kısıktı.

 

“Eğer kendini daha iyi hissediyorsan bir soru sorabilir miyim?”

 

“Tabii…” dedim.

Gerçekten iyiydim.

 

“Sen… nişanlı mısın?”

 

Soru şeklinden bile o kadar belliydi ki cevabı ne kadar merak ettiği…

Onun yerinde ben olsam bu kadar sabırlı olamazdım.

 

Derin bir iç çektim.

“Hem evet, hem hayır.”

 

Bir anda bana baktı.

Şöyle açıkladım:

 

“Evet… içinde bulunduğum, isteğim dışında baskı görerek kabul etmek zorunda kaldığım bir nişan durumu var.

Ama hayır… nişanlı değilim. Çünkü bugüne kadar ben kimseyi sevmedim.”

 

“Yani…” dedim, gözlerimi kaçırarak. “O bana ‘nişanlım’ diye haykıran kişi var ya… Bilerek adını söylemiyordum. Çünkü söylesem ikimizi de üzecekti. Neticede, kimin hakkında konuştuğumu anlıyorsun.”

 

Tarık sessizdi. Ben anlatmaya devam ettim:

 

“O sadece yalan söylüyor. Kendi kafasında kurduğu bir dünya var ve beni hem maddi hem manevi gücünü kullanarak o dünyaya mecbur bırakmaya çalışıyor. Hasta ruhlu biri… Gerçekten psikopat.”

 

Bunları söylerken boğazım düğümlense de cesur olmaya çalışıyordum. Kelimelerimin sonuna yaklaşırken Tarık’ın yüzünde beliren rahatlamayı görmeliydin… Bir anda kahkaha attı. Şaşırdım; daha önce onu böyle gülerken hiç duymamıştım.

 

Öyle mutluydu ki… Yumruğunu havaya kaldırdı, “Evet! Evet! Biliyordum!” diye neredeyse zafer çığlığı atacaktı.

 

Gülümsedim. Galiba bizi gerçekten nişanlı zannetmişti.

 

Bir anda, sanki varlığım aklına yeni gelmiş gibi, bana döndü.

“Pardon,” dedi utangaçça. Ardından:

 

“Hani… Hatırlıyor musun? Dedem Şeref Bey’le size, anneannenize gelmiştik. Kahve ikram etmiştin.”

 

“Evet, evet, hatırlıyorum.” dedim başımı sallayarak.

 

“İşte o günün ardından, seninle bu durumları konuşmak ve duygularımı itiraf etmek için o papatya tarlasında buluşmak istemiştim.”

 

Başımda bir sızı dolaştı.

“Ben de… Ben de söylemek istiyordum,” dedim. Sesime o günün acısı sinmişti. “Fakat… Ben sabah gittim oraya. Her şeyi göze alarak. Ama sen gelmedin.”

 

Artık gözlerim Tarık’ta değil, İstanbul’un karanlıkta parıldayan ışıklarında dolaşıyordu.

 

“Ben seni bekledim. Bekledim. Saatlerce… Ama gelmedin.”

 

Tarık hemen araya girdi:

 

“Ama neden gelemediğimi sana yazdım. Aynı yere bıraktım. Notu okumuşsundur diye düşündüm.”

 

Bir anda ona döndüm.

“Yazdın mı? Ben hiç öyle bir şey okumadım!”

 

O an, zihnimde bir sahne parladı. Babam… O sabah benden önce odaya girmişti. Paravanın önündeydi.

 

İşte oydu.

Babam almıştı. Başka açıklaması olamazdı.

 

“Ben hiç öyle bir şey okumadım.” diye tekrarladım.

 

Tarık’ın yüzünde şaşkınlık vardı.

“Yani,” dedi, “sen benim seninle konuşmak istemediğim için mi gelmediğimi düşündün?”

 

“Evet… Yani tam olarak nasıl bir sebebin olacağını bilmiyordum ama gelmemen beni çok üzdü.”

 

Tarık derin bir nefes bıraktı. Elleriyle başını kavradı. O kadar çaresiz görünüyordu ki… Birkaç dakika öyle kaldı. Sonra doğrulup geriye yaslandı.

 

“O gece dedemin kalp krizi geçirdiği haberini aldım. İlk uçakla Almanya’ya gitmem gerekti. Gitmek zorundaydım, Mihri. Yemin ediyorum, istemedim… Ama öyle oldu.”

 

“Kalp krizi mi?” dedim şaşkınlıkla. Kaçıncı kez şaşırdığımı bilmiyordum.

 

“Evet. O gece hayati riski çok yüksekti.”

 

“Peki… Şeref amca şu an iyi mi? Durumu nasıl?”

 

Başını hafifçe salladı.

“İyi… Merak etme. Uyandı. Yavaş yavaş toparlanıyor.”

 

“Ohh elhamdülillah… Çok şükür.”

Kafamda taşlar yavaş yavaş yerine oturuyordu.

 

Tam biraz nefes almıştım ki Tarık tekrar konuştu:

 

“Ve sana daha da şok olacağın bir şey söyleyeyim… O gece, yoğun bakımın önünde otururken, güya senden bir mesaj aldım.”

 

“Ne mesajı?” dedim. “Benim telefonum bile yoktu ki o zaman!”

 

Tarık derin bir iç geçirip telefonunu çıkardı. Ekranı bana uzattı. Bakakaldım. Dondum.

 

Karşımda duran fotoğraf… O korkunç güne ait ve ben onu silmiştim. Annemde bile yoktu. Kimde olabilirdi?

 

Aklıma tek bir isim geldi.

 

Mesajın içeriğini okudukça sinirden küplere biniyordum.

“İnanamıyorum… Bana iftira atmış! Kim ise bu!”

 

Tarık telefonu elimden aldı.

“Boş ver… Artık önemi yok.”

 

“Hayır,” dedim kararlılıkla. “Var. Bunu kim niye yaptı? Amacı ne olabilir?”

 

Zihnimde taşıdığım tek kalan boşluk da yerine oturdu.

Ayrılmamızı isteyen kimse… işte oydu.

 

Tarık derin bir nefes verdi, yorgun bir sesle:

“Bu durumun açıklığa kavuşmasına çok sevindim.”

 

 

---

 

Tarık’tan

 

O kadar mutluydum ki… Şu an yerimde zıplamak, motorumu çalıştırıp lastikleri yakana kadar drift atmak, 300’le asfalta abanmak istiyordum.

 

Coşkum taşmıştı.

Elsa doğru bilgi edinmişti. İyi ki de etmişti.

 

Ve ben… Hayatımın güneşi yanımdaydı. Bana duygularını itiraf etmişti. Üstelik karşılıklıydı. Ben tek taraflı olmasına bile razıyken…

 

Ama şimdi ikimizin de aklında bir sürü soru vardı.

 

Yine de derin bir nefes aldım ve Mihri’ye doğru döndüm. Dik dik bakmak istemedim. Önüme bakarak konuştum:

 

“Mihri… Ben yeni Müslüman oldum. Söylediğim gibi, İslam’da ne nasıl yapılır tam bilmiyorum. Öğrenmeye çalışıyorum ama çoğu şeyde çok yeniyim.”

 

Bir an durdum.

“Bu tarz duygularda… İslam’da süreç nasıl işler bilmiyorum. Araştırdım bazı şeyleri. Hatta Mehmet Hoca’ya sordum. Mesela, bizim gibi çiftler önce nişan diye bir söz veriyorlarmış. Evlilik niyetini duyuruyorlarmış. Birbirlerini tanımaları için bir süre gibi…”

 

Mihri başını salladı.

“Evet, evet. Doğru. İslamiyet iki tarafın zarar görmemesi ve doğru şekilde tanışması için böyle bir adım öngörüyor.”

 

“İşte…” dedim, artık dilimdeki zincirler çözülmüş halde. “Madem sen nişanlı değilim diyorsun, o zaman…”

 

Başımı kaldırdım. İstanbul’un lambaları yüzünü aydınlatıyordu. Karşımızdaki Kız Kulesi ışıl ışıldı.

 

“Benimle nişanlanır mısın?”

 

Gülümsedi. Yumuşak, huzurlu, kalbimin içine işleyen bir gülüş…

 

“Nişanlanırım.”

 

 

---

Evet eminim ki çoğunuz buraya geldiğinizde çok duygulandınız.

Ağlayanlarınız varsa lütfen buraya bir ağlayan emoji bıraksın 🥹

Adım adım emek emek sabırla işlediğimiz olayların Ufak da olsa karakterlerimizin arasında çözüldüğünü görmek sizlere nasıl hissettirdi?

 

Yorumlarınızı bekliyorum.

Bölüm : 07.12.2025 23:41 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...