39. Bölüm
Mihrimah Altun / Bir Demet Papatya / 31.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

31.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

Mihrimah Altun
aydaki_yazar04

Selamünaleyküm Papatyalarım 🌼

Umarım hepiniz iyisinizdir.

Bugün Elhamdülillah Bir Demet Papatya'nın 1.bölümünü yayınlamamın üzerinden 1 yıl geçti.

Çok duygusal ve mutluyum.

Ve bu bugün hissettiklerimi size bölüm başında kendimi betimlediğim kısımda anlattım.

Keyifli okumalar.

---

Onlar, îmân edenler ve kalbleri Allah'ın zikri ile mutmain olan kimselerdir. Bilesiniz ki, kalbler ancak Allah'ın zikri ile mutmain olur.

Rad -28

--

--
Yazardan

Gözlerini, sabah tamamen bulutlarla kaplı olmasına rağmen şimdi tek bir bulutun bile kalmadığı; açık, tertemiz, masmavi gökyüzüne dikti. Yavaş yavaş, ufuk çizgisine doğru indi bakışları. Gözlerinin önündeki manzara ona ne çok şey anlatıyordu… Yıllardır bakıyordu oraya ama her baktığında bu manzaradan ayrı bir ilham alıyordu.

Üflediği nefesin, havanın soğukluğuyla çarpışıp buharlaşması onu gülümsetti. Böyle biriydi o; minicik detaylardan mutlu olduğu kadar, üzülebilen de… Ellerinin mümkünmüş gibi biraz daha üşüdüğünü fark edince, kendine hazırladığı kahveye uzandı. Soğuk parmakları porselen fincanın kulpunu kavradı. İçtiği sıcak yudum, yüreğini de ısıttı.

Gözleri dalgın dalgın tekrar güneşin battığı yöne gitti. Ne çok hayaller kurmuştu bu manzaraya bakarken… Üzerinden bir yıl mı geçmişti? “Ne de hızlı aktı zaman,” diye düşündü. Gerçi bazen o kadar da hızlı değildi zaman. Ağırlaştığı gecelerin uzayıp ızdırapla dolduğu, bazı günlerin sıkletle üzerine oturduğu çok gün görmüştü. Ama yine de o; tüm zorluklardan, sıkıntılardan, bilinmezlik ve çözülmezliklerden Allah’a dayanarak, O’ndan ümit ederek çıkmıştı.

Ve şu an, bu günü ve bu manzarayı izlemenin tadı onun için bir başkaydı.

Güneş, son ışıklarıyla şehrin binalarını son kez aydınlatıyordu. Gün batımlarını ne kadar sevdiğini bir kez daha düşündü. Hatta yazdığı eserinde de bunu çokça kullanmıştı; hep güzel sahneleri gün batımlarına saklamıştı. Kendi bile fark etmeden, yazdığı kitabın ona pek çok şey öğrettiğini, onu büyüttüğünü; yazdıkça satırlarının arasında kendini bulduğunu Rabbinin inayetiyle fark etti.

Ve bir kere daha, ağız dolusu bir Elhamdülillah dedi.

Ona bu yolda destek olması için Rabbinin buluşturduğu okurlarını düşündü. Çoğuyla yüz yüze bile gelmemişti ama önemli olanın, samimiyetle bir kitap aracılığıyla gönüllerin bağlı olması olduğunu biliyordu. Mühim olan yüreklerin yakın olmasıydı; mesafeler aşılırdı.

“İnşallah… İnşallah,” dedi.

Soğuktan donan ellerine inat, ona ilham olan gün batımını izlemeye devam etti.


---

– Mihri’den

Elhamdülillah… Elhamdülillah… Elhamdülillah…
Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Şükür, şükran, minnet, sevgi, muhabbet, aşk… Gerçekten de O’nadır. Yaşadığım onca zorluktan, çektiğim türlü türlü sıkıntılardan, duymadığım halde bana isnat edilen iftiralardan sonra içimde kopan her fırtına, sanki bir ders niteliğindeydi.

Biri sağ yanımda toprağımı uçurdu, diğeri gök gürültüsü oldu kabuğumu çatırdattı; ötekisi sağanak yağmur olup üzerime aktı… Fırtınaydı, tufandı. Kendimi içinde bulduğum durum öyle karmakarışık, öyle toz toprak içindeydi ki… İlk önce anlamlandıramadım. Düşünemedim.

Bir denizin içerisinde debelenirken onun maviliğini fark edemezsiniz ya… İşte benim durumum da böyleydi. Aylarca sürdü bu hâl. Ama biliyordum ki ben bir tohumdum. Rabbim beni geliştirmek, büyütmek, olgunlaştırmak, içimde saklı kalmış güzellikleri ortaya çıkarmak için toprağa atılmış bir tohumun yaşadığı tüm evreleri bana da yaşatıyordu. Hâlâ da yaşatıyor.

Ve ben şimdi… o tohum olarak, kabuğumun çatlayıp içimden yemyeşil, taptaze bir filizin toprağın üzerine gözlerini açtığını hissediyorum. Eski kabuğum yavaşça çürürken ben yeniden doğuyorum.

Bugün yine Elhamdülillah diyordum. Sayamayacağım kadar çok… Kimi zaman dışımdan, çoğu zaman kalbimden. Mutluluk demek az kalır; yaşadığım hissin yanında mesrur, müferrah, sürurlu… Feraha ermiş biriyim. Şu an ferah içindeyim. Geleceği bilemem elbet.

Gözlerim, bana uzatılan papatya buketinde geziniyordu. Papatyalar küçüklü büyüklü, narin yapraklarının içinde dokunsan kırılacak gibiydi. Hava kararmış; loş ışıklar, sokak lambaları ve birkaç dükkândan sahile süzülen ışıklar belirmişti. Rüzgâr hafifçe esmiş, papatyaları uçuşturmuştu.

O an dikkatimi bir şey çekti. Papatyaların ortasında 3-4 tane beyaz gül… Öyle bembeyazdı ki ilk bakışta fark etmemiştim. Tekrar baktım, burnuma götürdüm. Gülümseyerek kokladım; o hafif, tatlı kokuyu ciğerlerime çektim.

Ve zihnimden tek bir duygu geçti:
Biraz önce göz göze geldiğimiz anda beni içine çeken o koyu yeşiller… Beni yeşillerine hapsetmiş o ince ruhlu, kibar beyefendi… İşte ben, onunla nişanlanmıştım. Evet, teklif etmişti. Ve ben… kabul etmiştim. Hem de büyük bir heyecanla.

Oysa ben değil miydim nişan kelimesinden bile nefret eden?
İstemediğim bir nişanın içinde kendini bulmuş, o kelimeyi duyunca bile tiksinen ben…
Ama şimdi… şimdi asla öyle değildi.

Onun elinden aldığım papatyalar ve güller, bu dünyadaki en güzel çiçekti benim için. Teklifini kabul etmek, sanki ikimizin itiraflarının üzerine örtülmüş ince, hassas bir dantel tül gibiydi.

“Ben yeni Müslüman oldum,” diyordu o.
Tazecik bir iman ile… Ama nasıl da araştırmış, nasıl da gönülden yaklaşmış İslam’a. Evlenmeden önce iki tarafın birbirini tanıması için verilen bu sürece girmiştik. Evet… Biz birbirimizi tanıyacaktık artık.

Papatyalara bakarken utangaç tavırlarımı kontrol etmeye çalışıyordum; ne kadar becerebildiğimi bilmiyordum. Onun elinden aldığım güller beni nasıl da mutlu etmişti. Çiçeklere dalıp gittiğimi fark edince, düşüncelerimi bölmek istemez gibi kısık bir sesle konuştu:

“Gül, Peygamber Efendimizi temsil edermiş. Hatta gül koklayınca salavat getirmek gerekirmiş. Ben de papatyaların ortasına bu güllü olanı tercih ettim… Onu da hatırlayalım diye.”

Ne kadar güzel söylüyordu… Başımı eğip onu onayladım. Dudaklarım sessiz bir salavat mırıldandı.

Evet, gül Peygamber Efendimiz demekti.
Ama ben bu hakikati niye unutmuştum?
Cengiz her gül getirdiğinde duyduğum nefret, bana bu hakikati bile unutturmuştu.

Diğer elimdeki lacivert kare kutuyu açtım. Büyük bir heyecanla… Az önce ağlamaktan kutuya bile doğru düzgün bakamamıştım. Buketi koluma takıp diğer elimle kapağı kaldırdım. Tarık yandan yandan bana bakıyordu ama ben bakamadım; gözüm sadece mücevherdeydi.

Lacivert kadife yastığın üzerinde narin bir şekilde duran, ışığın altında parıldayan altın bir papatya kolyesi… Ya Rabbi… Ben bu güzellikleri hak edecek ne yaptım? Sen ne kadar güzeli rızıklandırıyorsun beni…

Burnumu çektim birkaç kez. “Artık ağlamayacağım,” dedim içimden.
Kutuyu kapattım ve ona bakmadan mırıldandım:

“Bu çok güzel… Gerçekten çok teşekkür ediyorum. Allah razı olsun.”

Ne diyebilirdim ki? Kelimeler uçup gitmişti benden. Çok mahcup olmuştum.

Hafifçe güldüğünü duydum.

“Sen mahcup olunca…” dedi, sesi içine kaçmıştı. Devamını getirmedi.
Ben sadece “Hmm?” diye bekledim.
“Lütfen… sadece mutlu ol,” dedi. “Sadece gülümse. Bu yeterli.”

Gülümsedim. Ama o görmedi; başım hâlâ eğikti. Hava da iyice kararmıştı.
Ağlarken omuzlarıma bıraktığı ceketinin kokusu hâlâ burnumdaydı. Üzerimde olduğu sürece hiç üşümemiştim; ellerim bile ısınmıştı.

Bugün… kalbimi çırpındıran bütün heyecana, gözlerimi sırılsıklam eden bütün o duygu kabarmasına rağmen unutulmazdı. Ölsem de unutmam.

Bir anda çantama uzandım. Telefonumu çıkarmak için… Artık benim telefonumdu, geçici bir süreliğine olsa da…
Ceket hâlâ üzerimdeyken kolyeyi çantama koydum.

Sonra saate baktım ve bir elimle ağzımı kapattım.

Eyvah… Akşam namazının vakti!
O vakit en çabuk çıkandı. Ve ben dalıp gitmiştim.

Hareketlerimi gören Tarık endişeyle sordu:

“Ne oldu?”

“Akşam namazına az kalmış! Hemen camiye gidelim,” dedim panikle.

Banktan hızla kalktım. Omuzlarımdan, aslında hiç vermek istemediğim o motorcu ceketini çıkarıp ona uzattım.
İsteksizce aldı.
Buketi elime aldım. Çantamı bulamayınca etrafıma baktım; Tarık’ın elinde olduğunu gördüm. Ona bakakaldım. O da omuzlarını silkip “Ne var bunda?” der gibi baktı.

Gülümsedim. Madem taşıyordu, engel olmayacaktım.

Ben önde, o bir adım arkamda seri adımlarla karşıdan karşıya geçip Mihrimah Sultan Camii’ne girdik. İçimdeki duygular öyle farklıydı ki… Aynı camiye ikindi vakti gelmiş ama bu vuslatı yaşayacağımı hiç tahmin etmemiştim.

Biz kavuşmuştuk.
Duam kabul olmuştu.

Ayakkabılarımızı çıkarırken bir kere daha Tarık’ın İslam’ı bulmasına şükrettim. Öyle tatlı bir hâlimiz vardı ki… Yan yana yeni evli çiftler gibiydik. Onun elinde benim çantam, benim elimde papatya buketim…

Ayakkabıları çıkarınca ayrılmak zorunda kaldık. Bana uzattığı çantayı aldım, başımı eğdim. İnsanların içinde yüzüne bakamıyordum. Çantayı ipin­den tuttum, hızlı adımlarla bayanlar bölümüne geçtim.

Namazımı tâdil-i erkân ile kıldım. Secdelerimi uzattım… Secde, kulun Rabbine en yakın olduğu yerdi. O yakınlıkta gönlümden geçen her şeyi fısıldadım. Namazımı bitirdiğimde gözlerim hemen önümde, duvar dibine bıraktığım papatya buketini buldu. Ne güzel bir demetti bu… Hiç çiçek almamış bir kız değildim ama beni seven, hem de böyle güzel seven bir adamdan ilk defa çiçek almıştım. Onu ilkim saydım. O, gönlüme giren ilkimdi.

Tespihimi parmaklarımla çektim. Ardından ellerimi göğüs hizasında Rabbime açtım. Açtım ama bir an hiçbir şey söyleyemedim. Önce istiğfar getirdim… Sonra bir tane daha.

“Ya Rabbi,” dedim içimden. “Bana bu kadar güzelliği yaşattığın, bu dünyada ruhumun benzerini buldurduğun için sana sonsuz hamd-ü senalar olsun. Ya Rabbi, biz gençliğin heyecanıyla göz göze geldik. Hata yaptım biliyorum… Bakmamalıydım. Nefsime uydum. Aylardır ona o kadar hasrettim ki… Bir daha onu görebileceğime dair inancım o kadar zayıflamıştı ki… ‘Bir daha beni niye bulmak istesin ki?’ diye düşünmekten kendimi alamıyordum.”

Her gün zihnimde onun görüntüsünü, özellikle de gözlerini unutmamak için nasıl çabaladığımı hatırladım. Çünkü unutacağım diye çok korkmuştum. Bir yanım “unut” diyordu: “Unut, o seni çoktan unutmuştur.” Ama unutmamıştı. Rabbim ona da unutturmamıştı; bana da…

Ve elhamdülillah… Rabbim, ayrı düşmüş sevenleri kavuşturmuştu.

“Ya Rabbi,” dedim içimden. “Ben onu seviyorum. Senin için… Senin kulun olduğu için seviyorum. Ve o da beni seviyor. Yine senin için…” Yürekten bir elhamdülillah daha fısıldadım. Ne kadar söylesem azdı.

“Allah’ım, bizleri helal bir şekilde nikâh ile tam olarak buluştur,” diye dua ettim. “Bu ne zaman olur, nasıl olur bilemem. Ama sen bilirsin. Sen en uygun zamanı takdir edersin.”

Rabbimin, bizi imkânsızlıkların içinden çekip çıkarıp buluşturduğu anı düşündüm. Demek ki dilerse tam da kavuştururdu. Çünkü Rabbinden ümit asla kesilmezdi.

Dualarımı tamamladım. Ellerimi yüzüme sürdüm. Eşarbımı düzelttim. Buketi elime aldım. Ayakkabılara yöneldim. Ayakkabılarımı da diğer elime alıp hanımlar bölümünün perdesinden dışarı çıktım.

Cami çıkışında yoğunluk vardı. Erkekler ayakkabılarını alıp çıkmaya çalışıyordu.
Cemaat saati olmamasına rağmen oluşan bu kalabalığın sebebi ekip olarak gelmiş bir turist topluluğu idi.
Birkaç dakika bekledim. Gözlerim yerdeydi ama içimde bir yerde onu arıyordum… Yapamıyordum. Cesaret edemiyordum.

Sağ taraftaki bir amca ayakkabılarını giyince o tarafa yöneldim. Boşluk vardı. Ayakkabılarımı yere bırakmak üzereydim ki, hemen yanıma başka bir adam geldi. Rahatsız oldum, geri çekildim. Bekledim.

Adam gidince tekrar hızlıca ayakkabılarıma yöneldim. Sağ tekini giymiştim ki, bir anda ayaklarımın önünde beliren o tanıdık siyah ayakkabıları gördüm. Gülümsedim…

Bu oydu. Anlaşılan uzaktan benim zorlandığımı fark etmişti ve şu an, benimle diğer adamlar arasına kendi bedenini bir set gibi koymuştu.

Diğer ayakkabımı da giyip doğruldum. Artık kalabalığın içinde daha fazla sıkışmadan hemen çıkışa yöneldim. Tarık peşimdeydi. Yüzüne dönüp gülümsemeyi, az önce yaptıkları için de teşekkür etmeyi o kadar istiyordum ki… Fakat bugün onunla fazla göz göze gelmiştim. Hâlâ bana helal olmayan bir kişiye bu kadar yakın durmak, kalbimi ve vicdanımı tedirgin ediyordu.

Evet, artık biz nişanlıydık; birbirimizi tanıyacaktık. Dinimiz buna izin veriyordu. Ama yine de ölçüyü korumak, mesafeyi gözetmek gerekiyordu.
“Allah’ım,” dedim içimden, “ne olur bunu en güzel şekilde yapabilmeyi nasip et. Çünkü ben de bilmiyorum…”

Zihnimde Cengiz’le geçirdiğim o donuk dönem bir anlığına gölgelendi. Evet, nişanlanmıştım… Mecburen, Cengiz’le. Ama benim için o ilişki bir nişan ya da birini tanıma süreci gibi olmamıştı. Onunla mecburen gittiğim yerleri saymazsam, gittiğimiz her yerde sadece dakika sayıyordum.
İlk zamanlar, iki nişanlının nasıl tanışması, nasıl bir ilişki kurması gerektiğini düşünmüştüm.
Hatta… Belki kendime kızıyorum ama… Cengiz’in iyi biri olabileceğini bile düşünmüştüm. Aileme karşı çok saygılıydı—ya da öyle gösterilmişti bana. Ailem onu öyle tanıtmıştı ki, ben de anlattıkları gibi biri olduğuna inanmıştım. Ta ki… kendi gözlerimle, kendi gönlümle onun gerçek yüzünü görene kadar.

Caminin mermer merdivenlerini dikkatle indim. Gökyüzü tamamen laciverde boyanmıştı; yer yer beyaz bulutlar ağır ağır süzülüyor, boğazın suyu da gökyüzüyle aynı tona bürünüyordu. Etraf kalabalıktı; iş çıkışı saatiydi ve metroya yakın olmak bunu açıklıyordu.

Tarık ile ilk karşılaştığımız yerde, III. Ahmet Çeşmesi’nin karşısındaki duvarın dibinde durdum. Tarık da yanıma gelmişti. O da yüzüme bakmıyordu ama tamamen bana dönüktü.
“Bir şeyler mi yesek?” diye sordu. Bu bir teklifti; sesi bunu açıkça belli ediyordu.

Telefonumu çıkarıp saate baktım. “Zamanım biraz kısıtlı,” dedim.
Tarık hemen atıldı: “Hızlıca yesek?”
Öyle tatlı, öyle içten soruyordu ki reddedemedim. Hem böyle güzel bir anı paylaşmışken bir şeyler yemek iyi gelirdi.

“Peki,” dedim. “Bükra ve Bartu ile yesek olur mu?”

“Tabii,” dedi hemen. “Öyle daha rahat hissedeceksen…”
Cebinden telefonunu çıkardı ve Bartu’yu aradı.

“Evet, aynen… İlk karşılaştığımız yerde bir cami var ya, işte tam oranın karşısındayız. Siz neredesiniz? Tamam… Uzak mı? O zaman buluşacağımız yerde görüşelim.”
Telefonu bir eliyle kapatırken yüzünü bana döndü:

“Nerede yiyelim? Ne yemek istersin?”
Ne kadar ilgiyle soruyordu…

“Hmmm…” dedim, dudaklarımı muzip bir çocuk edasıyla birbirine bastırarak. “Bir yer biliyorum.”

“Peki, sen nereye diyorsan.”
Tekrar telefonu kulağına koyunca diğer tarafa dönüp hafifçe güldüm. Bu adam… En küçük davranışıyla bile nasıl beni böyle mutlu ediyordu?

Bana tekrar döndü.
“Neresi? Yakın mı?”

“Evet, evet,” dedim. “Beş-on dakika yürüme mesafesinde.”

“Tamamdır. Mekânın adını söyleyebilir misin?”

Gülümseyerek, kibarca yanıt verdim. Bu mekânın yeri bende özeldi; ilk kez Sevdenur ablamla gitmiştik.
“Kudüs Han.”


---

Tarık'tan
--

– Tarık’tan

Müslüman olup İslamiyet’i kabul ettiğimden beri, uykusuz geçirdiğim gecelerde mırıldandığım dualar kabul olmuştu. Çaresizce onu arayışlarım karşılık bulmuştu. Hem de öyle bir karşılıktı ki; korkularımı tamamen silip atmış, beni içinden çıkmak istemeyeceğim bir güzelliğe gark etmişti.

Papatyamın, bana hayat olan o toprak kahvesi gözlerine bulanmıştı gözlerim. Yanımdaydı. Sağ tarafımda oturuyordu. Aramızda yalnızca kaskımın oluşturduğu küçük bir boşluk vardı. Gözlerim Boğaz’ın hırçın dalgalarında gezinirken, aklımda tek bir cümle durmaksızın yankılanıyordu:

“Seni Allah için seviyorum… Seni Allah için seviyorum…”

Ayların özlemi, tek bir cümleyle geçmişti sanki. Biz hiç ayrılmamıştık. Hep birlikteydik.

Elsa, onu arama çalışmalarını yürütürken bir gün aklıma düştü bu kolyeyi yaptırmak. Bir yanım bunun çılgınca olduğunu söylüyordu. Telefonumdaki mesajı hatırlatıyordu bana:
“Nişanlısı olan, üstelik nişanlısını seven bir kıza kolye mi yaptırıyorsun? Nasıl bir deliliktir bu?”

Umurumda değildi.
Ben, Mihri’yi tanımadan önce kaybolmuştum. Şimdi ise en azından kendini bulmuş bir deliydim.

O gün, işlerin arasına hızlı bir telefon sıkıştırıp güzel bir markanın satış danışmanını ofisime çağırdım. Geçen gece yatsı namazını kıldıktan sonra çizdiğim papatya figürünü ona gösterdim. Bu modeli bir altın kolyeye dönüştürmelerini istedim. En kaliteli biçimde olması için gerekli tüm talimatları verdim.

Papatyanın üzerinde minik bir mesaj saklıydı.
“Bakalım papatyam bunu ne zaman fark edecek?” diye düşündüm.

Henüz bir şey dememişti.

Yanımdaydı. Göz ucuyla bakıyordum ona; dik dik değil, usulca. Gözleri papatya buketindeydi. Öyle şefkatle bakıyordu ki… Evladını seven bir anne gibi. Papatyalara bile bu kadar merhametle bakan bir kızın, bir gün evladımız olursa ne kadar güzel bir anne olacağını düşündüm.

Olurdu.
En güzel şekilde olurdu.
Ve olacaktı da… İnşallah.

Sessizliğimiz uzayıp giderken, papatyaların ortasındaki gülleri fark ettiğini gördüm. Neden böyle bir tercih yaptığımı anlattım ona. Memnun olmuş gibiydi. Belli ki gülleri seviyordu. Kim, dininin peygamberini temsil eden bir çiçeği sevmezdi ki?

Benim güle özel bir sevgim yoktu aslında… Ta ki bu bilgiyi öğrenene kadar.
Ama papatyaların yeri bende ayrıydı.
Sonuçta, benim papatyam yanımdaydı.

Ve şimdi…
Lacivert kutulu papatya kolyesini açmıştı.

Beğenmiş miydi?
Ne düşündüğünü çok merak ediyordum. Mutlu görünüyordu ama yine de içimde bir huzursuzluk vardı. Acaba eksik bir şey mi vardı? diye düşündüm. Sonra kendi kendime kızdım. Fazla endişeliydim ama haklıydım da… O, benim için çok değerliydi.

Bir süre gözlerini kolyeden alamadı. Sonra usulca kapatıp çantasına koydu. Bana döndü. Gözleri yine yüzümde değildi. Teşekkür etti.

Ama ben…
Gür kirpiklerinin perdelediği o koyu kahve gözleri görmek, içlerinde kaybolmak istiyordum. Gülümsemesi mahcup bir edayla yüzüne yayılırken, yanakları biraz daha pembeleşmişti. Utanmak ona ayrı yakışıyordu.

“Sen mahcup olunca…” dedim.
Sesim içime kaçmıştı.

Çok tatlı oluyorsun diyecektim ama demedim. Diyemezdim.
“Hm?” dedi, devam etmemi ister gibi.

“Lütfen…” dedim. “Sadece mutlu ol. Sadece gülümse. Bu yeterli.”

O mutlu olsun, gülümsesin…
Ben yapabileceğim her şeyi yapardım.

Bir anda telefonunu çıkarması beni şaşırttı. Akşam namazının vaktinin daraldığını söyledi. İyi ki söylemişti. Öyle dalıp gitmiştim ki… Hemen doğruldu. İlk işi, omuzlarına çok yakıştığını düşündüğüm ceketimi çıkarıp bana uzatmak oldu.

Almak istemedim ama vakit yoktu. Banktan kalkarken bir elimde kaskım, diğer elimde onun çantası vardı. Anlık bir karardı. Belki filmlerde görmüştüm; evli çiftlerde erkeklerin hanımlarının çantalarını taşıdığını… Ben de öyle olmak istemiştim.

Mihri önce bana baktı, sonra çantasına. Bir şey demedi. Önden yürüdü, ben peşinden.

Camiye girerken duygulandım. Dakikalar önce buradan ona kavuşmak için çıkmıştım. Şimdi onunla birlikte dönüyordum. Rabbimin gücüne hayran kaldım. O’nun kudreti her şeye yeterdi. Bunu iliklerime kadar hissediyordum.

Ayakkabılarını çıkarıp elini aldığında çantasını uzattım. Belki lazım olurdu. Yüzüme bakmadan aldı ve hızlı adımlarla hanımlar bölümüne geçti. Sanki benden kaçıyordu.

Bir an duraksadım. Yanlış bir şey mi yaptım?
Onun yanında nasıl durmam gerektiğini hâlâ tam olarak bilmiyordum.

İçeri girdiğimde beklediğimden kalabalıktı. Üzerlerindeki takım elbiselerden Endonezyalı bir grup olduklarını anladım. Gezi için gelmişlerdi, namaz için camiye uğramışlardı. Birlikte namazımızı eda ettik. Sağ olsunlar, içlerinden biri imamlık yaptı.

Cemaatle namaz kılmaya alışmıştım. Severek kılıyordum.

Çıkışta, onu rahatça görebileceğim bir yerde bekledim. Çok bekletmedi. Gözleri yerdeydi, etrafına hiç bakmıyordu. Tam o sırada çıkış, Endonezyalı grupla doldu. Kalabalık fazlaydı. Mihri arkada bekliyordu.

Bir boşluk oluştuğunu sanıp hamle yaptığında, bir adamın kaba hareketlerle dibine ayakkabısını koyduğunu fark ettim. Sinirim taştı. Hızla yanına adımlayıp Mihri’yi önüme aldım. Adam arkamda sıkıştı ama hak etmişti.

İslam, kadına öncelik ve hoşgörü dinidir.
Ama maalesef herkes bunu yaşamıyordu.

Ayakkabılarını giyer giymez, yine o hızlı adımlarına kavuştu. Pıtı pıtı önümde yürüyordu. Ben daha geniş ama daha yavaş adımlar atıyordum. Yoksa çarpardım ona.

Merdivenleri indik. Bir kere bile arkasına bakmadı. Benim onu takip ettiğimden çok emindi.

İlk karşılaştığımız çeşmenin önüne geldik. Şimdi buradan birlikte güzel bir yemek yemeye gitsek… Harika olurdu. Uzun zamandır iştahla bir şey yememiştim. Üstelik bugün güzel bir haber almışken, bunu taçlandırmak isterdim.

“Bir şeyler mi yesek?” diye sordum.

Kabul etmesini çok istiyordum. Bugün, birlikte yemek yememiz gereken bir gündü. Ama reddedebilirdi.

Telefonunu çıkarıp saate baktı.
“Zamanım biraz kısıtlı,” dedi.

Neden kısıtlıydı bilmiyordum ama ona güveniyordum.
“Hızlıca yesek?” dedim.

“Peki,” demesi yüzümde bir gülümseme bıraktı.

“Bükra ve Bartu ile yesek olur mu?”

Baş başa olmayı tercih ederdim ama…
“Tabii,” dedim. “Öyle daha rahat hissedeceksen.”

Yanımda biraz rahatsız olduğu belliydi. Gerçi duygularını itiraf etmişti. Bu her şeyin çok yeni olduğu gerçeğini değiştirmiyordu.

Bartu’yu aradım. Nerede olduklarını sordum. Çok uzak değillermiş.

Telefonu kapatıp ona döndüm.
“Nerede yiyelim? Ne istersin?”

Yemek zevkini merak ediyordum. Mekân seçmek onun hakkıydı.

“Hmmm…” dedi, dudaklarını tatlı bir çocuk gibi büzerek.
“Bir yer biliyorum.”

--
 

Mihri’den

Yürüdüğümüz yol, Üsküdar’ın çarşı içine doğru ilerleyen, çok da büyük olmayan bir kaldırımdı. Buraya ilk kez Sevdenur Abla ile gelmiştim. Sonrasında bir kere daha gelmek istediğim için yoluna özellikle dikkat etmiştim; o yüzden hâlâ hatırlıyordum. Aslında öncesinde buraya gelmeyi düşünmemiştim. O an Tarık sorduğunda, direkt aklıma burası geldiği için burayı söylemiştim. Bunun da bir hikmeti olacağını düşünmüş, fikrimi değiştirmek istememiştim.

Aklıma, “Acaba Tarık burayı beğenmez mi, neden burayı tercih ettiğimi düşünür mü, beni yargılar mı?” gibi sorular geldi. Ama sonra onun öyle biri olmadığını hatırladım.

Etraf artık tamamen akşamın karanlığına bürünmüştü. Sokak lambalarının çokluğu ve dükkânların ışıkları, çarşının içinde adeta bir gündüz havası oluşturuyordu. İş çıkış saati olduğu için insan yoğunluğu fazlaydı. Kaldırımın dar olması sebebiyle Tarık’la yan yana yürüyemiyorduk; ya o önde ben arkada, ya ben önde o arkada ilerliyorduk.

Bir süre böyle devam edince Tarık kaldırımdan inip hemen yanımda, yolda yürümeye başladı.
Ve yine kaskını bana doğru uzattı.
Bu sefer o kadar şaşırmadım ve direkt elim kaskın güvenlik kilit ipini tuttu.
Kalabalığın içinde yan yana yürürken anlamsız bir mahcubiyet yine yüzüme sıcak bir şekilde yayıldı.
Araba ve insan gürültüsünün yoğunluğu konuşmamıza pek olanak tanımıyordu. İkimiz de sessizce yürümeyi tercih ettik. Ama tahminim, onun zihninin de benimki gibi oldukça gürültülü olduğuydu.

Yol çok uzun sürmemişti. İkimiz de tempolu yürümüştük; çünkü kalabalık gerçekten insanı boğuyordu. Tanıdık dükkânlardan yaklaştığımızı fark edince gözlerimle etrafı aramaya başladım ve sonunda buldum. Doğru gelmiştik. “İşte burası,” diyerek elimle işaret ettiğimde Tarık başıyla onayladı.

Kapıdan içeri girdiğimizde bizi nefis kokular karşıladı. İçerisi, ilk geldiğime kıyasla daha da güzelleşmişti.

 

Dükkana girmemiz ile kaskın ipini bıraktım.

 

Dükkânın girişinden yarısına kadar koyu renkli ahşap masalar ve onları çevreleyen sandalyeler vardı. Diğer yarısında ise otantik desenli halılar ve oturma minderlerinden oluşan yer sofraları müşterilerin hizmetine sunulmuştu.

Ahşap masa ve sandalyelerin bulunduğu sağ duvarda, Kubbetü’s-Sahra’nın kuş bakışı bir duvar kâğıdı mekânın ambiyansına çok güzel bir renk katıyordu. Sol tarafta ise minik bir hayır standı kurulmuştu. Ücretlerinin sadaka olarak bağışlandığını belirten bir yazı vardı; burası da ayrı bir incelikti. Ben geldiğimde bu köşe yoktu.

Etrafa biraz fazla uzun baktığımı, Tarık’ın “Nereye oturalım?” diye soran ilgili sesiyle fark ettim.
“Sen seç,” dedim; onun tercihini merak ederek. Zaten yemek yiyeceğimiz yeri ben seçmiştim.

Bakışları bir süre ahşap sandalyelerle yer minderlerinin bulunduğu bölüm arasında gidip geldi. “Daha önce hiç yer sofrasında yemedim, özellikle de dışarıda bir mekânda,” dedim.
“O zaman yer sofrasına oturalım mı?” diye sordu.
Başımı sallayınca ikimiz de o tarafa yöneldik.
"Hoşgeldiniz, hoşgeldiniz" diyen güler yüzlü 15-16 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim garson çocuk bizleri kırmızının tonlarında döşenmiş otantik köşeye buyur etti.
Siparişimizi de almak istediğini söyledi. Arkadaşlarımızın geleceğini belirtip siparişi erteledik.
Evet, burası çok lüks bir restoran ya da pahalı bir mekân değildi. Ama öylesine maneviyatlı, sıcak ve güler yüzlü insanların olduğu bir yerdi ki… İşte bu, burayı çok özel kılıyordu.

Belki benim yerimde olan çoğu kız böyle bir yeri tercih etmezdi. Yani sevdiğiniz kişiden bir itiraf duyuyorsunuz, siz de ona itiraf ediyorsunuz ve nişanlanmaya karar veriyorsunuz… Böyle bir olaydan sonra herkesin tercihi farklıdır elbette. Ama ben o kadar çok lüks, gösterişli, şaşaalı ama içi boş mekânda bulunmuştum ki artık böyle yerlerde olmak istemiyordum.

İçeride sadece bir aile vardı. Onlar da ahşap masalarda oturdukları için mekânın sakinliği içimi rahatlattı. Ayakkabılarımızı çıkarıp minderli bölümde, sağ dipteki köşeye oturduk.

Ayaklarımı altıma alıp kıvırırken Tarık da bağdaş kurdu. Yandan bakıyordum; bu hâli o kadar hoşuma gitmişti ki… Tam bir Müslüman gibi davranıyordu. Zaten öyleydi.

Başımı kaldırdığımda duvarda bulunan, üzeri irili ufaklı, rengârenk, farklı şekil ve yazı tiplerinde notlarla dolu büyük bir mantar pano dikkatimi çekti. Geçen sefer bu detayı görüp görmediğimi hatırlamıyordum; belki de gözümden kaçmıştı. Çünkü Sevdenur Abla ile masalarda oturmuştuk.

Tarık’ın bakışlarının, etrafı merakla süzen bende olduğunu net bir şekilde hissediyordum. Yine de çok fazla göz göze gelmemeyi seçtim.

“Burayı tercih etmenin özel bir nedeni var mı aslında?” diye söze başladım. “Burayı bana çok sevdiğim bir ablam öğretti. Öz ablam değil, manevi ablam,” diye açıkladım. “Birlikte burada yemek yemiştik. O zaman çok hoşuma gitmişti. Tabii sadece hoşuma gitmesi değil… Burası Kudüs mutfağını bizlere sunan özel bir lokanta.”

Tarık’ın sessizleşip önüne bakması bana garip geldi.

Ben sustuğumda, karşılık vermesi gerektiğini düşünmüş olacak ki, “Belki garip gelebilir ama…” dedi. Sesi oldukça kısık ve mahcuptu.
“Ben Kudüs’ü bilmiyorum. Yani belki duymuşumdur ama pek bir bilgim yok.”

Bunları söylerken gerçekten sıkıldığı belliydi. Ama bu hâli beni gülümsetti, ayrı bir mutlu etti. Çünkü “bilmiyorum” diyebilmek çok cesurca bir şeydi. Çoğu insan bilmediği hâlde her şeyi biliyormuş gibi davranırken, böyle dürüst olmak çok kıymetliydi.


Gülümsedim; hatta tebessümüm biraz daha büyüdü. Ben de başımı öne eğip onun gibi kısık bir sesle konuştum.

“Dürüst olmam gerekirse, ben de bu konuda çok bilgi sahibi değilim.”

Bu cümlem, bir anda Tarık’ın başını kaldırıp gözlerimin içine bakmasına sebep oldu. Göz bebekleri sanki gülüyordu. Dudaklarındaki ince tebessüm bakışlarıma takılınca, hemen gözlerimi kaçırdım. O an, otantik desenli halıya bakmaya başladım. Kırmızı desenleri ne kadar da güzeldi…

Ne güzel de kaçıyorsun, Mihri, dedim içimden.

Bu tuhaf anın uzamaması adına bakışlarım, dükkânın her bir köşesine yerleştirilmiş Kudüs ve Mescid-i Aksa temalı dekorasyonlara kaydı. Bir yandan da anlatmaya başladım.

“Sadece beni buraya getiren ablamın bana anlattıkları ve kursumda öğrendiğim Kudüs bilgileri… Yani tabii ki,” diye devam ettim. “Kudüs bizim ilk kıblemiz. Müslümanlar için çok kıymetli. Peygamber Efendimiz miraca oradan yükselmiş…”

Konuşurken fark etmeden ellerim de anlatıma eşlik ediyordu. Ben böyleydim; bir konuyu anlatıyorsam, mutlaka ellerim de işin içine girerdi.

“Ooooo, yer sofrası öyle mi?”

Bartu’nun coşkulu sesi, ikimizin de odağını dükkânın girişine çevirdi.

Bükra hemen arkasından girdi. Yüzünde belli belirsiz bir tebessüm vardı.

Bir yanım, Bartu’yla olan durumları anlatmamasına saygı duyarken; diğer yanım, bütün sınırları bir kenara bırakıp merakla ve ısrarla neler olduğunu sormak için fırsat kolluyordu.

Oturduğumuz yere gelmek için onlar da ayakkabılarını çıkardı. Ayağa kalktım. Çünkü ben Bartu’ya henüz dolu dolu sarılamamıştım.

Ben ayağa kalkınca Tarık da ayaklandı. Bazen ne yapacağını tam kestiremeyip beni taklit ettiğini düşünüyorum. Tabii bu sadece benim varsayımım ama elini ayağını nereye koyacağını bilemez hâlleri bu düşüncemi güçlendirmiyor değildi.

Ayağa kalkmamla Bartu’nun bana kollarını açması, aslında ikimizin de aynı duyguları paylaştığını gösteriyordu. Hızlı birkaç adım atıp kollarımı beline doladım. Sırtımda birleşen kolları kendimi çok güvende hissetmemi sağladı.

Ona sarılmak, soğuk havalarda içtiğim bir fincan sıcak kahve gibiydi. Yaşadıklarımın ya da etrafımdakilerin ne olduğu önemli değildi. Abim sıcaktı, komikti ve onu görmek bile beni güldürüyordu. Bu bana yeterdi.

Yıllarca neden görüşmemişiz ki? diye düşündüm. Bilmiyorum… Belki de akıl edememiştim. Aramıza mesafeler girince bu sıcaklığın da biteceğini sanmıştım. Oysa tıpkı çocukluğumuzda, anneannemin evinin hemen altındaki parkta oynadığımız günlerdeki gibi, o masumiyet hâlâ yüreklerimizin derinlerinde duruyordu.

Sırtıma birkaç kez yumuşakça vurdu.

“Küçük hanımmm…”

“Hmmm,” diye mırıldanıp başımı göğsünden çekerek yüzüne baktım. Gözleri yorgun bakıyordu. Hafif kızarıktı.
Onun da bakışları yüzümdeydi.

“Özlettin kendini.”

Mümkünmüş gibi daha da güldüm.
“Sen de, sen de…”

“Bana kalsa hiç ayrılmayalım ama,” dedi. “Arkanda duran beyefendi birazdan tekme tokat bana girecekmiş gibi bakıyor.”

Ve kahkahayı patlattı.

Söylediğiyle aniden arkamı döndüm. Tarık’ın bugün hiç görmediğim bir bakışıyla karşılaştım. Bana asla değmeyen; sert, soğuk ve bir o kadar sinirli bir bakıştı. Usulca ellerimi Bartu’dan çektim. Kıkırdadım, çünkü bu hâlleri beni güldürüyordu.

Bükra minderlerden birine yerleşmişti. Hemen yanına oturdum; kolunu omzuma attı. Tarık ve Bartu da, Bartu benim yanımda olacak şekilde minderlere yerleşti.

O an aklıma, Tarık’ın teklifiyle kabul ettiğim nişanı onlara nasıl söyleyeceğimiz geldi. Evet… Nasıl söyleyecektim? Ben mi söylemeliydim, Tarık mı? Ne zaman?
Allah’ım, dedim içimden, ben böyle önemli anlarda neden doğru düzgün düşünemiyorum?

Sıkıntılı hâlim Tarık’ın gözünden kaçmamış olacak ki, “İyi misin?” diye sordu. Bakışlarım onu buldu. Alt dudağımı ısırdım. Endişeliydim. Tepkilerinden azıcık korkuyor olabilirdim. Başımı salladım. Galiba benim söylemem daha doğruydu. Neticede Bükra benim arkadaşımdı, Bartu da benim abimdi.

Bizim bakışmalarımızı fark eden Bartu bana döndü.
“Ne var, hayırdır?” dedi. Göz kırparak yaptığı mimikler çok komikti.

“Şeyyy…” dedim, kelimeyi biraz uzatarak. “Sana bir şey söylemem lazım. Daha doğrusu…” Bükra’ya da döndüm. “İkinize.”

Bartu bir bana, bir Tarık’a baktı. Sonra tekrar bana döndü.
“Anladığım kadarıyla bu haber biraz stresli. Doğru mu?”

İkimiz de aynı anda başımızı salladık ve aynı anda gülümsedik. Çok komik görünüyorduk; sanki yaramazlık yapmış iki çocuk gibiydik.

Bartu bana baktı.
“Yani… birazcık öyle,” dedim.

“O zamannnn,” dedi uzatarak, “önce bir yemek yiyelim mi?”
Bükra’ya baktı.

“Ben daha dükkâna girerken karnım guruldadı,” diye cevapladı Bükra.

“Yemek yiyelim, karnımızı doyuralım,” dedi Bartu. “Bence o zaman bu haberiniz daha az stresli olur. Bana güvenin.”

Hepimize yan bir bakış attı.
“Tamam,” dedim, kabul ederek.

Bu arada Bartu bana döndü.
“Ben buraya daha önce hiç gelmemiştim galiba. Farklı bir kültürün mutfağı… Kudüs mutfağı değil mi?”

“Evet,” dedim. “Zaten dükkânın isminden ve ambiyanstan fark etmişsinizdir.”

“Çok hoşuma gitti,” diye atıldı Bükra. “Değişik yemekleri çok severim.”

Tarık sessizdi. Sadece bizi dinliyor, ara ara gözleri beni buluyordu.

“Ben burayı çok sevmiştim,” dedim. “Yemekleri gerçekten enfes. Sizinle de tekrar yemek istedim.”

“Peki, o zaman artık yiyelim,” dedi Bartu, yalandan mızmızlanarak. “Ben çok açım.”

Tarık garsonu eliyle çağırdı.

Garsonun bize uzattığı broşür hepimizin elinde dolaştı.

“Benim önerim,” dedim, herkese hitaben, “zahterli ve ekstra eritme peynirli manakis.”

“Ne? Nee… ma-na-kis?” diye heceledi Bartu.

“Yani,” diye açıkladım gülerek, “aslında pizza gibi ama çok daha farklı. Gerçekten beğeneceksiniz.”

Tarık herkese bakarak,
“O zaman ortaya söyleyelim isterseniz. İki tane zahterli, iki tane peynirli manakis,” dedi.

“Meze olarak humusu merak ettim,” dedi Bükra.

Bartu da hemen ekledi:
“Ben maklube çok severim.”

“İşte,” dedim, “burası tam yiyeceğin yer.”

“Tamam o zaman,” dedi Bartu. “Ortaya bir tane de maklube alalım.”

Garson başını sallayarak onayladı, bir yandan da elindeki kalemle not alıyordu.

“Bir de falafel söyleyelim biz,” dedi Tarık.

“İçecek olarak ne istersiniz?” diye sordu garson.

“Reyhan şerbeti,” dedim.

Herkes bir bana baktı.
“Bakın gerçekten çok güzel,” diye açıkladım.

Tarık gülümsedi.
“İtirazınız yoksa dört tane de Reyhan şerbeti alalım.”

Herkes başıyla onayladı.

Garson yanımızdan ayrılınca Bartu söze girdi. Sıkıntılı bir nefes verdi. Sesi oldukça ciddi ve kederliydi. Bu hâline pek alışık değildim.

“Biliyor musunuz bilmiyorum ama…” dedi. “7 Ekim itibariyle Gazze ile İsrail arasında savaş başlamış.”

“Aaaa, gerçekten mi?”

Bükra’yla ikimiz neredeyse aynı anda tepki vermiştik. Şaşırmıştım.

“Hayır, bilmiyordum,” dedim. Üzülmüştüm. Telefonum olmadığı, evde de televizyon bulunmadığı için haberlerle pek içli dışlı sayılmazdım.

Bükra devam etti:
“Benim de birkaç kez önüme çıktı. Çok üzüldüm.”

“Aslında,” dedim, “yıllardır süren bir durum bu.”
Bükra’ya döndüm. “Sevdenur Abla biraz bahsetmişti. İsrail, Filistin topraklarını işgal etmek için yıllardır farklı yollar deniyor. Bombalarla, saldırılarla… Bu bir işgal politikası. Ama böyle bir savaşın başlaması…”

Sustum. Ne denirdi ki? Biz buradan duyunca bile üzülüyorduk. Kim bilir buna maruz kalan Müslüman kardeşlerimiz neler yaşıyordu.

Tarık ve Bartu kendi aralarında konuşurken ben de Bükra’yla Filistin meselesi üzerine biraz daha konuştum. Onun bu konudaki duyarlılığı beni ayrıca mutlu etmişti. Zaten aksini düşünmezdim.

Bartu’nun, Tarık’ın Müslüman olduğu gün şehadetine şahitlik ettiğini öğrendiğimde içimde bambaşka bir sevinç doğdu. Aralarındaki bu güzel bağa bir kez daha hayran oldum. Bir yandan da o anı ben de görebilmeyi isterdim. Ama nasip kısmetti işte.

Garson yanımıza geldi. Minderlere yerleşmiş bizlerin önüne önce yer sofrası bezini, ardından kısa ayaklı minik bir yer sofrasını serdi. Hepimiz keyifle izledik.

Çok geçmeden, garsonun elinde yuvarlak bir siniyle gelen siparişler yüzümüzde gülümseme oluşturdu. Belli ki hepimiz çok acıkmıştık. Uzun zamandır bu kadar iştahla yemek yemeyi beklediğimi hatırlamıyorum. İştahla yemek yemek de bir nimetti. İnsan huzursuzken, ağzının tadı yokken, önüne dünyanın en güzel yemekleri konsa bile… Yerdi belki ama her lokma boğazına dizilirdi.

Ama şu an tam tersiydi.

Manakisimin bir dilimini elimle kavrayıp ağzıma götürürken, diğer elimle peçeteyi altına tuttum. Kullandıkları peynir oldukça yağlıydı; damlayabilirdi. İlk ısırıkta ağzımda dağılan o tanıdık lezzet, beni hiç gitmediğim ama kalben çok tanıdık hissettiğim Kudüs’ün sıcak sokaklarına götürdü.

Zahter inanılmaz yakışmıştı. Zaten zahterin aslı Kudüs’ün meşhur dağ kekiğiydi.

Herkes aynı durumda olmalıydı ki yemek boyunca çok fazla konuşmadık. Daha çok yemekleri övdük. Falafelin kızartma derecesini Tarık tam yerinde bulmuştu.

Yemek yerken gözlerim ara ara Tarık’a kayıyordu. Daha önce hiç nasıl yemek yediğini görmemiştim. Oldukça kibardı. Bir falafeli önce altı yedi parçaya böldü, sonra çatalla yedi. Benim manakis dilimini iki lokmada bitirmem, kendi kendime utanmama sebep oldu.

Bükra humusun kıvamını çok beğendiğini söyledi. Çıkışta aşçıyla konuşmak istediğini ekledi. Bartu ikinci manakisini söyledi. O biraz hunharca yediği için, kendi iştahlı hâlimin yanında sırıtmadığını düşündüm.

Hepimiz tıka basa doymuştuk ama çok afiyetli bir yemekti. Ardından buraya özel naneli çaydan istedik. Garson tabakları topladıktan sonra, sayımızca çay bardağı ve bakırdan olduğunu düşündüğüm, üzerinde ince ince işlenmiş desenler bulunan büyük bir çaydanlık getirdi. Büyük ihtimalle Kudüs kültürüne aitti. O kadar güzeldi ki görmeliydiniz.

Tabii tatlısız olmazdı. Zaten tek çeşit tatlı vardı; hepimiz ondan söyledik.

Çaylarımızı içerken Tarık’ın çayı hüpürdeterek içmesi beni gülümsetti.
Evet, bayağı bayağı Türk usulü içiyordu.

Dededen mi öğrendi acaba, diye düşündüm, yoksa Türk arkadaşları mı vardı?

“Oh oh, çok şükür,” dedi Bartu. Çayından koca bir yudum alıp bardağı tepsiye bıraktı. Bana döndü. “Gerçekten söylediğin kadar varmış. Teslim ediyorum, gayet güzeldi.”

Gülümsedim.
“Ben boş yere över miyim bir yeri sence?”

“Bilmem,” dedi muzipçe omuz silkip.

Bükra beni onayladı.
“Tabii ki övmezsin Mihriciğim, biz seni tanıyoruz.”

Bartu tatlısını yarılamıştı ki gözlerim yine istemsizce Tarık’ı buldu. O an bakışlarından bir güven, bir onay aldım. Daha fazla düşünmedim.

Bartu’ya döndüm:
“Biz nişanlandık.”

Bartu aniden öksürmeye başladı. Tarık sertçe sırtına vururken,
“Helal, helal,” diyordu.

O kadar şiddetli öksürüyordu ki garsonlar su getirdi. Ben gülüyordum. Bükra ise bir anda Bartu’nun yanına geçmişti.

Bana dönüp gülümserken, yalandan kızgın bir sesle,
“Mihri, o öyle mi söylenir?” dedi.

Ama o da gülüyordu. Çünkü durum, gülünmeyecek gibi değildi.

Tarık duyduklarından memnun görünüyordu. Minik gamzesi, dudaklarına yerleşen tebessümle kendini ele vermişti.


---
---

Birkaç tane daha sırtına inen darbe, biraz daha öksürük ve birkaç bardak suyla sonunda Bartu kendini toparlamıştı. O kadar çok öksürmüştü ki gözleri iyice kızarmıştı. Yediği tatlı soluk borusuna kaçmış olmalıydı. Neyse ki artık iyiydi.

Biraz daha toparlandığında, yumuşak bir sesle söylediğimi yeniledim:
“Biz Tarık’la nişanlandık.”

Bir bana baktı, bir Tarık’a.
“Yani bana sormadınız,” dedi. “Hani usulen de olsa sorulur ya…”

Küskün bir tavır takındı. Küçük çocuk gibiydi. Kolunu dürttüm, bana bakması için ama inatla bakmıyordu.

“Ya bak Bartu Abi, gerçekten öyle değil,” dedim. “Yani bir anda oldu.”

“Tabii tabii,” diye başını salladı.

“Ciddiyim,” dedim onu ikna etmek için.

Tarık yanımda oturuyordu.
“Doğru söylüyor,” dedi beni destekleyerek. “İkimiz de bunu planlamamıştık.”

Bükra ikimize dönüp gür bir sesle,
“İkinizi de tebrik ediyorum,” dedi. Gülümsemesi içtendi. “Gerçekten çok sevindim. İkiniz için de çok özel bir gün. Üstelik ilk bize söylüyorsunuz, bu da ayrı güzel değil mi Bartu?”

Sonundaki “Bartu” vurgusu bilerek yapılmıştı. Bartu seslenişle bakışlarını kaldırdı.

“Yani,” dedi, “ikiniz için de bu karar kolay olmamıştır diye düşünüyorum.”

Canım arkadaşım… Aklıma gelmeyenleri öyle güzel söylüyordu ki. Başımı salladım.

“O zaman bu süreçte size de yanınızda olmak düşer,” dedi.

“Çok teşekkür ederim canım,” dedim ve yanına gidip sıkı sıkıya sarıldım. O da bana sarıldı.

Kulağıma,
“Ayrıntıları isterim,” dedi.

İstediğim fırsat ayağıma gelmişti.
“Önce sen,” dedim ama,
“Ama siz nişanlısınız,” diye ısrar etti.

Gülümsedim.

Bükra’nın tepkisiyle biraz daha yumuşayan Bartu bana döndü. Gözlerimin içine baktı. Yorgun gözleri bir şeyler arıyor gibiydi.

Bana sadece şunu sordu:
“Mutlu musun?”

“Öyleydim. Öyleyim,” dedim tüm samimiyetimle.

Gülümsedi.
“O zaman sorun yok.”

Ama derken Tarık’a döndü.
“Seninle işimiz var.”

Tarık erkeksi bir sesle güldü.
“Olsun, ben varım,” dedi.

Tam o anda ortamın neşesini bölen, kulaklarıma yabancı bir melodi sesi yayıldı. Kimse kıpırdamadı. Hepimiz sese dikkat kesildiğimizde, çantamdan geldiğini fark ettim.

Herkesin bakışları bendeydi. Bir an elim ayağıma dolandı. Panikle çantamı açıp telefonu elime aldım. Ekranda yazan isim: Süeda Abla.

Teyzemin telefonu olduğu için annemi böyle kaydetmiş olmalıydı.

Kalp atışlarım bir anda hızlandı. Sanki beynimin içinde yankılanıyordu. Derin derin nefes alarak kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Ne kadar başarılı olabildim, bilmiyorum.

Telefonu açtım.

Annem sert ve ürkütücü bir sesle konuşuyordu:
“Neredesin sen? Saat kaç oldu, haberin var mı? Teyzeni aradım, seni ne zaman bırakmışlar, ayrılmışsınız. Bana cevap ver. Neredesin?”

Sorular arka arkaya geliyordu. Bir an ne diyeceğimi şaşırdım.

“Arkadaşımla buluşmuştum,” dedim.
Yalan değildi; Bükra ile buluşmuştum.

“Bir buluşma bu kadar uzun mu sürer?”

“Yemek yedik,” dedim.

“Tamam. Detayları evde anlatırsın. Şimdi çabuk gel. Baban yolda.”

Bu son cümle beynimde kurşun etkisi yaptı.

Telefon kapanmıştı bile.

Elimdeki telefonu güçsüzce kucağıma indirdiğimde, biraz önce yüzümde olan gülümsemeden eser kalmamıştı. Bakışlarımı kaldırdığımda herkesin beni meraklı ve tedirgin bir hâlde izlediğini gördüm.

Hepsi susmuştu. Büyük ihtimalle annemin söylediklerini duymuşlardı. Vaktim olsa buna da üzülürdüm ama şu an kaybedecek bir dakikam bile yoktu.

Geç kalmıştım. Hem de fena hâlde.

Ben bunu nasıl unutmuştum?
Gerçi yaşadıklarım planlanmış değildi. Tevafuklar sinsi sinsi üst üste gelmişti ama şu an babamdan sonra eve gitme ihtimali tüm vücudumu ürpertiyordu.

Panikle ayağa kalktım. Çantamı boynuma astım.

“Mihri, iyi olacak mısın?” dedi Bükra. “Yapabileceğimiz bir şey var mı?”

“Acil gitmeliyim,” dedim.

O da ayağa kalktı. Tarık ve Bartu da.

“Ben bırakırım seni,” dedi Tarık net bir şekilde.

“Hayır,” dedim. “Olmaz.”

Şu an onun arkasına binemezdim. Evime en az bir saat vardı ve motorla asla o yolu gidemezdim.

“Ben bırakayım,” dedi Bartu.

Ona baktım. Gözlerini zor açıyordu.
“Hayır, hayır,” dedim. “Çok yorgunsun.”

Tarık da öyleydi.

“Yani,” dedi Bartu, “bu durumu yalanlamak isterdim ama haklısın. Allah muhafaza, kaza riski var.”

“Anlıyorum,” dedim başımı sallayarak. “Ama gerçekten vaktim yok. Böyle ayrılmak istemezdim.”

Ayakkabılarımı giyerken hepsine baktım.
“Bugün gerçekten çok güzeldi.”

Öyle acele hareket ediyordum ki elimde getirdiğim buketimi, oturduğumuz minderlerin üzerinde unutmuşum.

Bükra hemen getirtip elime verdi.

Yumuşak bir ifade ile baktım.

"Teşekkürler canım."

“Artık telefonun var,” dedim. “Bükra’dan alırsın, Bartu Abi.”

Geri geri adım atarken neredeyse çıkıştaydım. Hepsi ayakkabılarını giymiş, beni uğurluyordu.

Tarık, bir şey dememe izin vermeden bana doğru yürüdü. Ben de onunla birlikte dükkândan çıktım.

“Peki,” dedi, “numaranı senden alabilir miyim? Nişanlın olarak.”

Allah’ım…
Bu adamın en basit sorusunda bile neden içimde bir şeyler eriyordu?

“Tabii tabii,” dedim, heyecandan kekeleyerek.

Telefonu uzattım. Cebinden kendi telefonunu çıkarıp numaramı kaydetti.

Bir adım atıp ekranına bakacaktım ki beni hafifçe geri çekti.
Nasıl kaydettiğini görmek istiyordum.
İzin vermedi.

Israr edecek vaktim yoktu. Telefonu alıp çantama koydum.

“Eve gidince mutlaka yaz,” dedi.
Başımı salladım.

“Yoksa aklım sende kalır.”

Son cümleyi içine doğru söylemişti ama ben duydum.
Sanki her zaman değilmiş gibi…

---

Bölümde geçen mekan

(Kudüs Han gerçek bir mekandır.)

Instagram'dan bakabilirsiniz.
---

Nasıldı??

Ben yazarken gerçekten bazı sahnelerde güldüm.😅

Umarım sevmişsinizdir.

Devamında sizce neler olacak?

Yorumlarda buluşalım.

 

Bölüm : 14.12.2025 23:48 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...