

Keyifli Okumalar Papatyalar 🌼
Mart 2024
İstanbul
---
En derin yaralarımız her zaman ailemizde açılır.
"Evinin kapısını kapattıktan sonra dışarıdakiler önemli değil," derdi hep annem. Sosyal hayattaki olayları, kavgaları, her şeyi kapının ardında bırakmam gerektiğini söylerdi. Çünkü ev, her şeyden ve herkesten kaçtığın sığınak olmalıydı. Öyle değil mi? Yargılanmadığın, olduğun gibi kabul edildiğin, düşüncelerini ve hissettiklerini özgürce dile getirebildiğin yer...
Ama benim için öyle değildi. Kimseye anlatamasam da, ev benim sığınağım olmadı. Tam aksine, kaçmak istediğim bir yerdi. Eve dönerken her zaman geç kalmayı tercih ederdim, çünkü kapısından içeri adım attığım anda tetikte olmam gerektiğini bilirdim.
Oysa ev sadece bir mekan değil; herkes için farklılaşan bir kavramdır. Nerede ya da kimin için kullandığınıza göre değişir. Ancak benim için "ev", soğuk bir kelimeden ibaretti.
O akşam yine başka bir çarem olmadığı için kendimi bu kapının önünde buldum. Boğazımdaki düğümleri sayamadım; ellerim buz kesmişti, dudaklarımın rengi uçmuştu. Hafifçe titreyen bacağımla ayakta durmaya çalışırken kalbim tüm vücudumda yankılanıyordu. Bu hissi çok iyi tanıyordum. Ama artık eski ben değildim. Bu kez sadece susup boyun eğmeyecektim.
Kapıyı açtım. Kabanımı çıkardım, ama şalımı bile çıkarmadan, bütün yorgunluğumla salona doğru ilerledim. İçimden dualar ederek adımlarımı attım.
Babam her zamanki koltuğunda, pencereye göz ucuyla bakıyordu. Bir ayağıyla yere vurarak öfkesinin ritmini tutuyordu. Gerginliği odayı doldurmuştu. Küçük kardeşim Enes, bir köşede oyuncaklarının yanında büzülmüş, korku ve endişeyle bana bakıyordu. Kız kardeşim Hüma, ikili koltuğun sağ köşesine sinmiş, ellerini eteğinin üzerinde sıkı sıkıya kavuşturmuştu. Gözleri halının desenlerine sabitlenmiş, boşluğu izliyor gibiydi.
Mecburen babamın karşısına denk gelen tek kişilik koltuğa oturdum. Annem, Hüma'nın yanına geçtiğinde, geleneksel aile mahkememiz kurulmuş oldu. Yargılanan bendim. Avukatım annemdi. Hakim ise babam.
Herkesin salonda toplanmasının ardından babam, pencereden gözlerini çekip tüm öfkesiyle bana baktı. Gözlerim yerdeydi. Şu an halının desenlerini izlemek en mantıklı seçimdi benim için.
Çünkü o bakışları ezbere biliyordum. Sözünü tuttuğum anlarda benimle gururlanır gibi görünse de, en ufak bir hatamda her şey silinirdi. Sevgisi, mutluluğu, gururlanışı... Hepsi yerini yargılamaya, küçümsemeye, eleştiriye bırakırdı.
Ne kadar sinirli olduğunu anlamak için önce sadece dinleyecektim. Dişlerimi sıktım, ifadesiz bir yüzle bekledim. Gözleriyle bana saldırdıktan sonra sıra sözlerine geldi. Kimsenin çıt çıkarmadığı odada, sesi duvarlara çarpıyordu:
"Cengiz’le dönecektin neden tek başına döndün? Söylesene Mihri Hanım! Sana mesaj atmadım mı? Benim sözümün bir önemi yok mu senin gözünde? Babana güvenmiyor musun?
Sana bir şeyler ayarladım, bir şeyler düşündüm. Sen ne hakla tek başına dönüyorsun? Ne oldu yine?
Cengiz Bey bir şey mi söyledi? Bir bakışı mı dokundu? Anlat bakalım! Bu kadar önemli olan neydi? Evliliğinizi riske atacak kadar ne yaşadın?"
Bütün kelimeler ağzımın içinde birikti. Taşacaktı sanki. Ama dişlerimi sıktım, hepsini gerisin geri yuttum. Ne anlatabilirdim ki? Zaten anlamazlardı. Yıllardır böyleydi. Anlattığımda cümlelerimi alır, kendilerine göre değiştirir ve bana kızarlardı. Bu yüzden anlatmaya çalışmayı çoktan bırakmıştım.
Sustum. İçimdeki bağırışlara rağmen sustum. Çünkü sustuğumda en azından kendi kelimelerimle beni kıramazlardı. Sessizliğim, ister bir yol olsun ister sessiz bir çığlık, onların seçimine kalmıştı.
Babam, sessizliğime iyice öfkelenerek bağırdı:
"Anlatsana! Sana soruyorum! Gözlerimin içine bak! Başını kaldır!"
Zorla da olsa halının desenlerinden gözlerimi kaldırıp ona baktım. O bakışlarda bir baba yoktu. Şefkat, merhamet yoktu. Sadece kontrolsüz bir öfke hırs ve sinir vardı. Ama bu sefer benim gözlerimde çaresiz ve boş bakışlar değil, dik bir duruş vardı.
Artık bu durumdan çıkmalıydım. Kendimi kurtarmalıydım. Allah’ın yardım edeceğine inanarak elimden geleni ardıma koymayacaktım. Gözlerimi onun gözlerine diktim ama yine de sustum.
Olayın daha da kötüye gitmesini engellemek için annem araya girdi. Sesi sakinleştirmeye çalışırken, paniğini belli etmemek için uğraşıyordu. Bana dönüp yumuşak bir sesle konuştu:
"Kızım, anlatsana babana. Bak, sana bir şey soruyor. Ne oldu, hadi anlat."
--------
Ne anlatmamı bekliyorlardı ki? Defalarca söylemiştim. Bazen yumuşak bir dille anlatmaya çalışmıştım, bazen sert. Ama her zaman Cengiz'e ve ailesine karşı hoşgörülü davranmışlardı. Onlar hakkında hep iyi düşünmüş, yaptıkları her hareketi güzele yormuşlardı. Peki, benim söylediklerim, benim hissettiklerim hiç mi önemli değildi?
Babamın ilk sorduğu soruya bakın: “Neden Cengiz ile gelmedin neden tek geldin ?”
Beni merak etmiyordu bile. İyi olup olmadığımı sormak aklının ucundan geçmiyordu. Tek düşündüğü, Cengiz ve ailesiyle yaptığımız çıkar evliliği.
Babamın Borsanlarla arasının iyi olması için bu evliliği kabul etmem gerekiyordu. Borsanlar adı duyulmuş hem de zenginler. Babamın zaafı olan iki şey onlardaydı. Cengiz ve ailesi bunu fark etmiş olmalı ki, aşağıda gördüğüm hediyelerle babamı etkilemeye çalışıyorlardı.
Babamın motorlara olan sevgisini bildikleri için bu zayıf noktasından vuruyorlardı. Başarıyorlardı da. Ama bugün, Cengiz’in yaptıkları iyice haddini aştı. Beni sıkıştırdı, elime dokunmaya kalktı. Kendimi çekmesem, kim bilir ne yapacaktı. Belki de bu olay, onun gerçek yüzünü anlamaları için bir fırsattı.
Boğazımı temizleyip cesur bir sesle:
"Cengiz beni sıkıştırdı," dedim.
"Elime dokunmaya çalıştı, ben de kaçtım. Ne yapacaktım baba, öylece durup istediğini yapmasına izin mi verecektim?"
Odadaki hava bir anda değişti. Herkes sustu. Derin bir sessizlik oldu, sadece kalbimin göğsüme çarpışını duyuyordum. Babam boğazını temizleyerek sordu:
"Ne yaptı sana? Anlat!"
Gözlerime ciddi bir ifade yerleştirip sesimi yükselttim:
"Evet baba, doğru duydun. Bana helalim olmadan dokunmaya çalıştı.
Hani sen onlara çok güveniyorsun ya? "Cengiz’in ailesi çok dindar, babası beş vakit namazından geri kalmaz," diyorsun ya…
Ama Cengiz, sandığın gibi biri değil! Bana gösterdiği yüz, sana gösterdiği gibi değil."
Sözlerim odada yankılandı. Annem sessizliği bozarak yanıma geldi. Kanepenin yanına diz çöktü, elimi tuttu.
"Kızım, iyi misin? Bir yerine bir şey oldu mu?" diye sordu.
Ağlamadım çünkü ağladığım Zaman kendimi acındırdığımı söylüyorlardı göğsümdeki bulutlar o kadar yağmur yüklüydü ki ağlasam yeri göğü inletmek istiyordum. Onun yerine yüzümde istemsiz acı tebessüm belirdi. Gözlerimden içimde kopan fırtınaları anlaması mümkündü.
"Yok anne, bir şeyim yok," dedim. Ama içimden, “Kalbimde kırılmadık bir parça kalmadı ki,” diye düşündüm.
Onu daha fazla meraklandırmamak için başımdan geçenleri özet geçtim anneme. Hüma ve Enes büyük bir merakla beni dinliyor, babamda göz ucuyla dışarı baksada bir kulağı ile beni dinlediğini biliyordum.
Annem koltuğa geri döndü, eliyle ağzını kapatıp şokunu atlatmaya çalışıyordu. Hüma meraklı gözlerle bana bakarken, Enes tüm saflığıyla ve endişeli sesiyle yanıma gelip sordu:
"Abla, iyi misin?"
Yine acı bir gülümsemeyle:
"İyiyim," dedim. İyiyim... Ne kadar ağır bir kelime. Çoğu zaman iyi olmadığımız halde kullandığımız bir kelime. Belki de gerçekten iyi olduğumuzda nadiren söylediğimiz bir kelime.
Enes’ten gözlerimi ayırıp babama baktım. Gözleri düşünceli düşünceli boşluğa bakıyordu. Alt dudağını dişlerinin arasına almış, ısırıyordu. İki elini kucağında birleştirmiş, birbirine sürtüyordu. Tepkisini merak ettim. Artık buna da iyi bir kılıf bulmazdı herhalde. Ona baktığımı fark edince başını kaldırdı ve:
“Peki, sen niye ona bir daha başlayamayız dedin?” diye sordu.
Yine benim söylediğim şeye takılmıştı. Yine ben suçlu, öyle mi baba? Ya, ben hata yapmıştım; o kendini bir şey sanan herifin gelip bana dokunmaya çalışması değil, değil mi? Takılmamız gereken benim hayır dememdi, öyle mi baba?
Bu sefer geri adım atmayacaktım. İçimde zor da olsa topladığım tüm cesaretimle:
“Çünkü yeniden başlayamayız baba. Ben bir daha o herifle bir yola girmem, bir daha aynı adımları atmam. Ne yapmak istiyorsan yap ama beni bir daha o adamla görüştüremezsin.
Zaten senin için bir değerim kalmadı ki! Ne için bir daha görüşeyim onunla? Zaten razı değilsin ki benden, hiç olmadın da. İstemiyorum. Ben onu sevmiyorum, sevilecek gibi de değil!”
Durup nefeslendim. Babam ise yine kızgın bir tonda karşılık verdi:
“Ne demek senden razı değilim ya? Sen onunla evlensen ben senden niye razı olmayayım?
Onunla evlilik ne kadar önemli, sen biliyor musun? Sen Borsanlar’ın gücünün farkında mısın? Mal varlıklarını biliyor musun? İstanbul’da kaç tane villaları olduğunu... Senin bunlardan haberin var mı?”
Biraz durdu ve aynı kızgın tonda devam etti:
“Yok neymiş, için ısınmamış. Cengiz bizim gördüğümüz gibi biri değilmiş! Hadi oradan ya! Sen mi gördün bütün gerçekleri? Ben küçüklüğünden beri tanıyorum onu.
Gayet beyefendi bir insan. Ailesi de çok iyi. Daha iyisini mi ? Yaşın kaça geldi, farkında mısın? Ben seni bugünler için yetiştirdim. Özenle yetiştirdim. Neyini eksik ettim şimdiye kadar? Bir kere de beni gururlandırsan olmaz mı? İstediğimi yapsan... Evlenince anlarsın, alışırsın zaten!”
Babam konuşmaya devam ettikçe içimde bir şeyler kopuyordu.
“Senin bu triplerin yüzünden arkadaşlarımın içine giremiyorum. Yolda görsem başımı eğip yolumu değiştiriyorum. Şu an ailemizi nasıl bir duruma soktuğunun farkında mısın? Aylardır sustuk, sustuk da ne oldu? Sen de yine aynı tas, aynı hamam. Yine burnunun dikine gidiyorsun!”
Babam sustuğunda, ağzım açık öylece kaldım. Ben yine bir an umut etmiştim. Bir an bana inanır sanmıştım. Belki fikri değişir ama olmadı.
Olmadı.Bazı insanlar değişmiyor ve onları değiştirmek bizim vazifemiz değil!
Bırakmak lazım bazen... İnsanları olduğu gibi bırakmak lazım. Ve hak ettikleri yer neresiyse, gönlünüzde de oraya bırakmak lazım. Daha üstlere değil.
Çaresizce bir nefes döküldü dudaklarımdan. Hiçbir kelime ya da sözcük çıkmadı. Böylece kaldım. Gözlerim boşluğa düştü, ellerim biraz daha soğudu. Ayaklarımı sıkıntıyla biraz daha koltuğa çektim. Hiç kimse konuşmadı. Sokaktan bile hiçbir ses girmiyordu eve. Sanki dünya susmuştu.
Bir anda cesaretle dedim ki:
“Ben gitmek istiyorum!”
Bu sözün üzerine herkes kafasını kaldırdı. Bir anda şaşırmışlardı. Babam:
“Nereye gideceksin? Nereye gittiğini sanıyorsun? Otur oturduğun yerde. Hem gidecek yerin mi var?” dedi.
Annem:
“Kızım, nereye gideceksin?” dedi çaresiz bir tonda sordu.
Hüma ise boş boş yüzüme baktı. Enes arabasını ufak ufak oynatıyordu. Aslında oyun oynamıyordu, kendisini oyalamaya çalışıyordu. Konuşulanları duymamak için çabalıyordu.
Ben bir ümitle annemin yüzüne baktım. Gözlerinde bir umut aradım, bir destek. Belki o, bir şey yapar da beni bu ortamdan çıkarırdı. Çok ihtiyacım vardı. Annemin gözlerinde çaresizlik ve üzgünlük kırıntıları vardı. Ama az da olsa bir anlık bir umut ışığı gördüm o gözlerde.
Ve annem söze girdi:
“Teyzenle ananenlere gitmek ister misin? Hem ortam değişikliği olur, kafanı da dağıtırsın.”
Babam hemen itiraz etti:
“Olmaz! Hiçbir yere gitmiyorsun. Otur oturduğun yerde!”
Bu harika bir fikirdi! Sanki önüme bir yol çıkmıştı. Teyzem Özgü, İstanbul’da oğlu Alp ile birlikte yaşıyor. Aynı zamanda bir restoran müdiresi.
Sık sık anneannemi ziyarete gidiyor ve arabasıyla beni de götürebilir. Bu hiç aklıma gelmemişti. Anneannem Aydın Kuşadası’nda oturuyor. Orası nasıl desem…
Aslında çok güzel; deniz, yeşillik, tam bir tatil mekanı. Özellikle bu mevsimde turist kaynıyor.
Ama anneannem ve teyzem, yani annemin tarafı, pek bizim gibi değiller. Nasıl desem… Dini hassasiyetleri bizden biraz farklı. Teyzem ve anneannem tesettürlü değiller.
Allah’a inanıyorlar fakat Müslüman olarak dinin gerekliliklerini yerine getirmiyorlar. Bu yüzden babam, onlarla çok sık görüşmemize sıcak bakmıyor. Normalde ailecek tatillerde gideriz, ama ben orada çok rahat edemiyorum.
Çünkü dışarı çıktığımız zaman hep yargılayıcı bakışlara maruz kalıyorum. Anneannemler öyle değil, ama genelde çevre hep öyle. Namaz kılmadıkları için orada ibadetlerimi yerine getirmem biraz zorlaşıyor.
Şu an buradan daha rahat olduğuna eminim. Buradan gitmek istiyorum. Neresi olduğu çok da önemli değil. Tabii ki babamdan beklediğim üzere hemen karşı çıktı. Zaten kolay kabul edeceğini düşünmüyordum, ama bir şekilde edecekti.
Bu sefer gerçekten çok kararlıydım. Bunun için farklı taktikler denemem gerekiyordu. Yumuşak bir şekilde konuşmaya karar verdim. Bu fırsatı kaçırmak istemiyorum çünkü ne kadar babamın dikine gitsem, o kadar sert bir tepki göreceğimi çok iyi biliyorum.
Sesimi biraz daha yumuşatıp babama döndüm. Ne kadar istemesem de sinirle bakan o gözlere kahve harelerimi diktim:
“Babacığım, olmaz mı? Bir süre kalırım, sonra siz de yaz tatili olduğu zaman gelirsiniz, birlikte döneriz İstanbul’a. Hem benim için de çok iyi olur gerçekten.”
Babam çabuk yumuşamadı. Sert ama biraz daha normal bir tonda konuştu:
“Ne işin var orada, ne yapacaksın? Anneannenin orası çok mu güzel? Orada namazını bile zor kılarsın. Ne yapacaksın onların ortamında? Onlar bizden çok uzaklar, bilmiyor musun?”
Böyle tepki vereceğini biliyordum. Yine de ısrarcı bir ses tonuyla devam ettim:
“Yine de buradan biraz uzaklaşmak istiyorum. Hem belki bu ortalıkta dönen saçma sapan dedikodular da biraz unutulmuş olur, etraf sakinleşir.”
Annem de beni onaylayarak devam etti:
“Aynen Hamza, çok iyi olmaz mı? Hem tatilde ben de gitmek istiyorum. Birkaç ay sonra biz de gideriz yanlarına. Hem annem dert etmez, merak etme. Zaten tek başına yaşıyor. Mihri de ona yardım eder. Torunu yanına gelince çok mutlu olur.”
Ben anneme dönerek sordum:
“Anne, teyzem ne zaman gidiyor Kuşadası’na? Bir sorsan…”
Babam, plan yapıyor olduğumu anlayınca hemen itiraz etti:
“Bir yere gitmiyorsun dedim ya! Daha benim sözümün üzerine ne planı yapıyorsunuz?”
Annem, önce benim umut dolu gözlerime baktı, ardından babamı sakinleştirmek için normal bir tonla konuştu:
“Gitmesine karşısın ama burada durdukça da hiçbir şey iyiye gitmiyor, sen de biliyorsun. Bırak şu inadını. Biraz uzak kalması ikinize de iyi gelir.”
Babam biraz daha sakinleşmiş bir şekilde yine itiraz etti:
“Bu kız oralarda ne yapacak? Başında biz olmadan hiç düşünüyor musun?”
Annem sinirle tebessüm etti:
“21 yaşında kocaman kız oldu. Bakar başının çaresine. Hem orada Bartu abisi de var. Annem, geçen Almanya’dan döndüğünü söylüyordu. Mihri’ye göz kulak olur. Teyzesi de yanında olacak, ne olabilir ki?”
Bartu abimin adını duyunca aklıma çocukken beni arkasına alıp bisikletle gezdirdiği günler geldi. Evdeki huzursuzluktan bunaldığımda benimle evin altında salıncakta gizlice buluşur, kahkahalar atardık.
Gözlerimin önünde canlanan bu anılarla ayrı bir sevinç hissettim. Onu yıllardır görmüyorum. Ailesi, Bartu’yu okuması için Almanya’ya gönderdiğinden beri pek görüşemiyoruz.
Bartu, benim süt abim. Aramızda sadece bir yaş var. Annem, beni emzirirken Bartu da ağlamaya ve süt istemeye başlamış. Annem kıyamamış ve onu da emzirmiş. Aslında bunu yapmasının altında Bartu’nun bana abi olmasını istemesi de vardı. Gerçekten de öyle oldu. Onun hiç kardeşi olmadığı için kendisi bana tam bir abi gibi oldu ama ona " abi " dememe izin vermezdi. Aramızdaki bağ arkadaşlık gibiydi ama aynı zamanda çok daha derindi.
Bir türlü aynı zamanda Kuşadası’nda bulunamıyoruz ama bu sefer onu yakalayacağım!
Güzel hatıralardan sıyrılıp yeniden babamın yüzüne döndüm. Babam biraz daha sakinleşmişti ama yine de inatla konuştu:
“Hayır, bir yere gitmiyor. Siz benim sözümü hiçe mi sayıyorsunuz?”
Tam bu sırada babamın telefonunun zil sesi içeriden duyuldu. Babam dizlerini tutarak doğruldu. Dudaklarından bıkkın bir nefes döküldü ve:
“Neyse, bu mevzu şimdilik burada kapansın,” diyerek güçlü adımlarla içeri yürüdü.
Dördümüz birbirimize baka kaldık.
---
Tüm maddi ve manevi ağırlığı üzerimden atmak istercesine kendimi soğuk suyun arındırıcı kollarına bıraktım. Duşun ardından pijamalarımı giyip boylu boyunca yatağıma uzandım. Benim uzandığımı görünce Müezza hemen yanıma geldi. Başucuma çıkıp "Ya Rahim" diyerek başını başıma sürmeye ve üzerimde dolanmaya başladı. Onun bu hâli biraz olsun beni mutlu etti.
Geçirdiğim kâbus gibi bir günün ardından, o kadar yorgun olmama rağmen uyku tutmuyordu. Battaniyeyi iyice üzerime çekip sağ tarafa dönüp kıvrıldım. Yaşananlar ve söylenen sözler bir bir aklımdan geçiyor, kulaklarımda yankılanıyordu. İçimi yine ümitsizlik bulutları kapladı. Kalbim daralıyor, içim sıkılıyordu. Yatağın içinde bir sağa bir sola savruluyordum. Ne kadar ısrar etsem de sanki uyku benden kaçıyordu.
Uykuyu kovalamayı bırakıp yataktan doğruldum. Üzerime kapüşonumu geçirip başörtümü taktım. Evde nefes almak bile imkansızmış gibiydi; balkona çıkıp derin bir nefes almak istedim. İnsan sadece maddi bir nefese değil, ruhun nefes aldığı bir yere de ihtiyaç duyuyor.
Yatağın sıcaklığından çıkıp balkona adım attığımda, yüzüme vuran hafif serinlikle içim titredi ama aynı zamanda biraz olsun kendime geldim.
Başımı kaldırıp gökyüzüne bakmaya başladım. İleride, tek tük de olsa yanan evlerin lambalarını izledim. Kafamı sol tarafa çevirip biraz daha dikkatli bakınca, kararan gökyüzünde sanki ufak bir yıldız bana göz kırptı.
Biraz daha dikkatlice baktım ve evet, gerçekten bir yıldızdı. İçimdeki karanlığa bir yıldız ışık saçmaya başlamıştı. Bir yıldız doğuyordu!
Şu an önüme çıkan bu yol, gerçekten benim için çok daha iyiydi. Aydın Kuşadası’na gidince ne yaparım, anneannemin tepkisi ne olur, olaylar nasıl ilerler bilemiyorum. Ancak bir tek şeyden eminim: Rabbime sonsuz güveniyorum ve O’nun benim için en iyisini hazırladığına inanıyorum.
Balkon kapısını kapatıp tekrar yatağıma döndüm. Bu sefer gerçekten uykum gelmişti ve hafiflemiştim. Kafamdaki o çözülemeyen düğümler sanki biraz daha gevşemişti. Başımı yastığa koydum ve uyku, sıcacık bir battaniye gibi ruhumu sarıp sarmaladı.
---
Evi kaplayan mis gibi patates kızartması kokusuyla gözlerimi araladım. Saate baktığımda 10.40 olmuştu. Normalde sabah namazından sonra yatmasam da, bugün yorgunluktan kendimi yatakta buldum. Hafifçe doğrulup saçlarımı topladım ve yatağımı düzelttim. O muhteşem kokuyu takip ederek mutfağa yöneldim.
Annem, tezgahın üzerindeki tepsinin içine kahvaltılıkları dizmiş, bir yandan da çayı demliyordu. Benim dün çok yorulduğumu bildiği için kaldırmaya kıyamamış. Arkasından koştum ve habersizce kollarımı beline dolayıp sımsıkı sarıldım.
"Canım annemmmm, günaydın!" dedim.
Bana dönerek, "Canım yavrum, hani koş elini yüzünü yıka, gel! Her şey hazır, şimdi sofrayı koyacağım," dedi. Ardından kulağıma eğilip fısıldadı:
"Hem, şu yeni gelen motoru babandan kopartmak için tam fırsat! Bugün keyfi yerinde, biraz turlayıp geldi, bayağı beğenmiş."
Babamın neden keyfinin yerinde olduğunu duyunca hiç şaşırmadım ama annemin bu küçük planı hoşuma gitti. Gülümseyerek başımı salladım. "Harikasın anne, çok iyi fikir!" dedim ve abdest almak için banyoya yöneldim.
Abdestimi alıp eteğimi giydim, başımı arkadan başörtüsü ile topladıktan sonra sofra bezini sermek için salona geçtim. Salonun bir köşesinde Enes ödevini yapıyordu. Bugün hafta sonuydu, Hüma’yı görmemiştim. Büyük ihtimalle yine Enes’le aralarında taş-makas kâğıt oyunu oynamışlar ve Hüma kaybettiği için ekmek almaya gitmek zorunda kalmıştı.
Sofrayı sererken kapı çaldı. Annemin "Hoş geldin!" diyerek karşılamasına cevap olarak gelen "Hoş buldum!" sesiyle babamın geldiğini anladım.
Bugün o izini almalıydım. Annemin de dediği gibi, şu an morali iyiyse ben de ona karşı iyi olmalıyım. Sanki hiçbir şey olmamışçasına, ufacık bir izin gibi… O dalgınken bu izni koparıp en kısa zamanda bavulunu toplayıp uzaklara gitmeliyim.
Bu düşüncelerle koridora çıktım. Babamın duyabileceği kadar bir mesafeden, son zamanlarda sıklıkla yüzümü asan yalancı gülümsememle,
sıcak bir ses tonuyla, "Hoş geldin babacığım!" dedim.
Yüzü anneme dönüktü, sesimi duyunca bana döndü. Sanki dün bana bağıran, kızan o değilmiş gibi, hiçbir şey olmamışçasına,
o da yalandan tebessüm ederek, "Hoş buldum kızım!" diyerek üstünü çıkartmak için yatak odasına geçti.
Bu hareketlerine çok alışkınım. Babam da çok fazlasıyla ani ruh hali değişimleri yaşar. Bir saat sonra nasıl bir ruh halinde olacağını kestiremezsin. Seninle can ciğerdir, bir anda ağzından çıkan yanlış bir kelime ile seninle kan düşmanı kesilebilir. Bu yüzden iyi anla, kollamak babamla anlaşmanın en temel kuralıdır. Bunu yıllardır acı tecrübelerle öğrendim.
Babam üstünü değiştirene kadar annem de sofrayı kurdu. Ben de en son mutfaktan çaydanlığı ve sıcak ekmekleri alıp sofradaki yerime geçtim. Babam da baş köşeye oturmuştu.
Başını anneme çevirip, mutlu bir sesle, "Bismillah, eline sağlık hanım!" diyerek her zamanki gibi sıcak ekmekten büyük bir parça koparıp ağzına attı. O sırada Enes de babama okulda arkadaşıyla yaşadıklarını anlatıyordu. Hüma da annemden tuzluğu istiyordu. Ben de şu izin mevzusunu en doğru zamanda açmak için fırsat kolluyordum, bir yandan da atıştırıyordum.
Kahvaltının sonlarına doğru, babam sofradan çekilmiş, keyif çayını yudumluyor bir yandan da telefonuna bakıyordu, ama daha kalkmamıştı. Enes ve Hüma da içeriye gitmişlerdi. Annem de tabağında kalanları bitiriyordu. Fırsat bu fırsat deyip, anneme göz kırpıp söze girdim.
Elimden geldiği kadar sıcak ve samimi tutmaya çalıştığım sesimle, "Babacığım, hani şu dün bahsettiğim Kuşadası'na gitmek için izini diyorum. Ne dersin, olur mu? Gerçekten çok istiyorum babacığım, söz, bak hiçbir sıkıntı olmayacak."
Nefesimi tutmuş, heyecanla dudaklarının arasından çıkacak kelimeyi bekliyordum. Telefona inanılmaz dalmış gibiydi; kafasını kaldırmadı bile. Dikkati baya dağınıktı ve... Bıkkın, bir sesle:
"Ha, o mu? Tamam ya, nereye gidiyorsan git."
İlk defa babamın tutarsız olmasına sevinmiştim. Bu çok da işime gelmişti. Hemen, fikrini değiştirmeden kendimi yollara atmalıyım! Dişlerim görünecek kadar gülümsedim. Bu sefer içimden gelerek, mutlu bir sesle:
"Gerçekten mi? Tamam o zaman! Ben hemen teyzemi arıyorum," diyerek odama doğru hoplaya zıplaya yürüdüm.
Telefon çalarken içimde büyüyen endişe, korku ve stres, zihnimi ve yüreğimi sisler içinde bırakmıştı. Sanki önümü göremiyordum, neler olacağını bilmiyordum. Yalnızca elimden gelenin en iyisini yapıp, bu çıkmaz labirentten bir duvarı kırıp kurtulmaya çalışıyordum. Yine içimden tekrarladım: "Sadece Allah'a güven, tevekkül et. O, illaki sana bir kapı açacaktır."
Uzun çalışların ardından, sonunda teyzem çağrımı cevapladı. Her zamanki enerjik ve mutlu sesiyle:
" Buyur, fıstığım!"
Anlaşılan, bugün onun da morali iyiydi. Ben de enerjik bir sesle onu yanıtladım:
"Canım teyzem, nasılsın?"
"İyiyim fıstığım, sen neler yapıyorsun?"
Dudaklarımdan yorgun bir nefes döküldü. Ardından, sesimdeki yorgunluğu gizlemeden, rica eder bir tonla:
"Teyzeciğim, beni anneannemin yanına Kuşadası'na götürür müsün? Biraz sıkıldım da burada..."
Karşı taraftan bir süre ses gelmedi. Sonra, o enerjik sesini bozmadan:
"Olur canım, olur tabii. Ben de birkaç güne Alp ile zaten oraya geçecektim," dedi. Sesi daha neşeli bir şekilde devam etti:
"Sizin oradan geçerken sen de bizimle gelirsin, Ananen'in evi daha eğlenceli olur."
O an, içimdeki sislerin dağıldığını ve yüreğimde bir yaz meltemi estiğini hissettim. Gülümsemem daha fazla yüzüme yayıldı. Heyecanlı bir sesle:
"Harika! O zaman ben bavulumu topluyorum. Sen bana detayları mesaj atarsın teyzem, öpüyorum!" dedim.
Arka plandan gelen seslere bakılırsa, araba sürüyordu. Bu sefer Alp’in sesi geldi kulaklarıma:
"Ben de öpüyorum, Mihri Abla!"
Alp’in de teyzemin yanında olduğunu bilmiyordum. Ah, ama doğru ya! Bugün hafta sonu olduğu için büyük ihtimalle teyzem onu futbol kursuna bırakmaya gidiyordu. Ben de onun çocuksu sesini taklit ederek:
"Seni de öpüyorum, Alpciğim," dedim.
Teyzem, "Tamam o zaman, anlaştık. Biraz yol sıkışık, ben sana mesaj çekeceğim bir tanem," dedi ve telefonu kapattı.
Telefonu kapattıktan sonra bile yüzümdeki tebessüm silinmemişti. "Allah’ım," dedim, "Biliyordum, beni bu çıkmazdan kurtaracağını." Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım ve dudaklarımdan sadece tek bir kelime döküldü:
"Elhamdülillah."
Alp, teyzemin tek çocuğu. 7 yaşında, biraz afacandır ama bazen de çok sorumluluk sahibi olabiliyor. Onun da gelmesi güzel olur. Hem Kuşadası’nda bana arkadaşlık eder.
İçimdeki mutlulukla dolup taştı. Bu mutluluğu paylaşmak için hemen odasında defterine yazı yazan Hüma'yı buldum. Heyecanla kollarımı beline dolayıp sarıldım. Hüma, benden küçük olsa da boyu uzundu. Benim güzel bir haber aldığımı anlamış olacak ki, o da bana karşılık verdi.Ona her sarıldığım da sanki bir ablam varmış gibi hissetiyor minyon tipli bir kız değilim sadece Hüma 1,65 ben onun yanında 1,60 boyum tabiki kısa kalıyorum. Kollarını sırtımda sıkı sıkı birleştirip o da bana sarıldı, kulağıma doğru eğilip sakin bir tonla,
"Teyzem geliyor mu seni almaya?" diye sordu.
Ben ise sarılmamızı bitirmeden coşkulu bir sesle karşılık verdim:
"Evet, elhamdülillah! İnanabiliyor musun? Babamdan izni de kaptım, bu iş tamamdır!"
Sarılmamızı sonlandırıp biraz geri çekildim ve gözlerinin içine baktım. Gözlerinde hem mutluluk hem de bir parça hüzün mü vardı? Yoksa ben mi yanlış anlıyordum? Hüma, boğazını temizledi ve düz bir sesle,
"Sevindim senin adına, ama beni yalnız bırakacak olmana üzüldüm, Abla," dedi ve dudaklarını büktü.
Onu böyle görünce benim de yüzüm düştü. Yumuşak ve teselli edici bir ses tonuyla,
"Üzülme ablacığım. Siz geleceksiniz zaten. Burada neler yaşadığımı ve içinde bulunduğumuz ortamı biliyorsun. Ben de sizden ayrılmak istemezdim gerçekten, ama şu an en iyisi bu," dedim.
Bu sözlerimin üzerine o da başını salladı ve kısık, üzgün bir sesle,
"Biliyorum, biliyorum... Fakat bu ayrılacağımız gerçeğini değiştirmiyor ki," dedi.
Konuşmalarımızı duyan Enes, merakla yanımıza geldi. Bana dönüp,
"Ne oldu, Abla? Yoksa..." dedi ve durdu. Bir bana, bir Hüma'ya baktı. Sonra hiç kabul etmek istemezmiş gibi, üzgün bir şekilde,
"Gidiyor musun?" diye sordu.
Benim de içimi, onlardan ayrılacağımın ağırlığı kaplamıştı. Üzgün yüzümü, Enes daha fazla üzülmesin diye gülümsemeye zorladım.
"Evet ama merak etme, siz de benim arkamdan geleceksiniz beni almaya."
Gözleri hafif dolmuştu sanki. Onu neşelendirmek için sözlerime devam ettim:
"Hem anneannemizin evini hatırlıyorsun, değil mi? Çok güzel bir tripleks villa, sitede. Hem biraz ileride havuzu da var, deniz manzaralı harika bir yerdi ya!"
Burnunu ardı ardına çekti ve başını sallayarak beni onayladı.
"Hı hı, hatırlıyorum."
"İşte, oraya gideceğim. Teyzemlerle biraz erken gidiyorum, sadece."
Tüm bu ikna çabalarıma rağmen Enes, eliyle tişörtümün ucunu sıkı sıkı tuttu ve kırgın bir sesle,
"Yine de gitmesen, abla..." dedi.
O kadar içten ve tatlı tatlı söylemişti ki bir an gitmekten vazgeçiyordum. Sonra kendimi toparladım. Uzanıp, boşta kalan ve tişörtümün ucunu çeken elini iki elimin arasına aldım. Biraz eğilip onunla aynı boya getirdim kendimi ve gözlerinin içine bakarak kocaman gülümsedim.
"Merak etme, orada yine kavuşacağız. Ablan biraz erken tatil yapsın, olmaz mı?"
Bana cevap vermedi. Önce içli içli gözlerimin içine baktı, ardından başını çevirdi. Dolu dolu olan gözlerini görmemi istemiyordu. Ellerini bıraktım ve o koca tombul yanaklarından tutup yüzünü kendime çevirdim. İki öpücük kondurdum yanaklarına ve sımsıkı sarıldım. Eminim, bu davranışım pek çok kelimeye bedeldi.
O da sıkı sıkıya sardı kollarıyla beni. Ne kadar öyle kaldık bilmiyorum. Annemin odaya girip, "Ne yapıyorsunuz siz? Ne oldu Mihri, her şey yolunda mı?" demesiyle ayrıldık. Ayrıldığımızda Enes’in de yüzü artık gülüyordu bana. Küsmemiş olmasına sevindim.
Doğrulup annemin gözlerinin içine baktım ve gülümseyerek, "Bir şey yok anneciğim," dedim. "Teyzemle konuştum, birkaç güne beni almaya gelecekler."
Annem de gülümsedi ve mutlu bir sesle, "Hımm, öyle mi? Çok sevindim kızım! Biraz ferahlayacak olmana bak. Gör, orada çok güzel kafanı dağıtırsın. Anneannenle denize gidersiniz, bahçede çiçeklerle ilgilenirsiniz. Hem o da diyordu, ‘Mihri artık büyüdü, arada yanıma gelsin,’ diye," dedi.
Başımı hafifçe sallayıp onu onayladım. "Aynen anneciğim, katılıyorum. Bence de çok keyifli olacak."
Annem hafif telaşlı bir sesle, "O zaman hemen bavulunu hazırlamaya başla. Dur, bir kıyafetlerini kontrol edelim, her şeyin tam olsun. Yedek... Yedek Al, mutlaka!" diye küçük bir çocuk gibi beni tembihlemeye başladı.
İçimden ona güldüm, hatta biraz da dışımdan. Artık yetişkin sayılırdım ama hâlâ küçücükken yaptığı gibi beni tembihlemekten asla vazgeçmiyordu.
"Tamam anneciğim, tamam, hallederim," diyerek onu sakinleştirdim.
Teyzem birkaç gün demişti ama belli olmazdı. Eğer Restoran’daki işlerini çabuk hallederse yarın da gelebilirdi. O yüzden bugün valizimi hazırlamakta fayda olduğunu düşündüm.
Yatak odasına geçip dolapların en üstündeki, yazdan kalan ve hafif tozlanmış valizimi indirdim. Odamıza getirip önce güzelce tozunu aldım. Ardından içini açıp kıyafetlerimden önce götüreceğim kitaplarımı ayarlamaya başladım.
Tabi ki ilk önce biriciğim Hafızlık Kur'anımı aldım ardından, gözlerim kitaplarımı tek tek taradı. Kitaplığıma genelde babamın izin verdiği bilgi içerikli tarih kitaplarını, tefsirleri, ilmihalleri yerleştiriyorum. Romanlarımı ise gizli yerimde saklıyorum. Çünkü babam roman okumama izin vermiyor. Daha önce bu konuda çok kavga ettiğimiz için ve bir arpa boyu yol ilerleyemediğimizden artık pes ettim. Onun görmediği zamanlarda gizlice romanlarımı okuyorum.
En büyük tutkularımdan birisi kitaplarım ama roman okumayı ayrı seviyorum. Her roman seni alıp çok farklı diyarlara sürüklüyor. Bir gün köydeki bir kız, bir gün Fransa’daki bir ressam, başka bir gün Barselona’daki bir çocuk olabiliyorsun. Romanları okurken o kadar farklı hayatlar ve birbirinden başka bakış açıları keşfediyorsun ki anlatılmaz, yaşanır duygulardan benim için.
Kitaplar, küçükken evden ve hafızlık kursundan başka bir yer görmemiş, bir kız için başka dünyaları keşfetmenin, yeni hayatlar öğrenmenin en iyi yolu gibi gelirdi.
Ama şimdi yaşamak istiyorum özgürce kendi hikayemi yazmak istiyorum....
Anneannemin orada bu yasaklar sorun olmayacağı için, kıyafetlerimin arkasında gizlice sakladığım kartonlardan derme çatma kütüphanemden sevdiğim ve okumak için aldığım birkaç romanımı bavulun alt kısmına yerleştirdim. Üstüne de pijamalarımı ve birkaç gündelik elbisemi koydum.
Biraz kişisel bakım ürünlerimi, özellikle de Hüma’nın bana hediye ettiği minik papatyalı kremimi ekledim. Kokusu harikaydı. Gözlerimi kapatınca sanki ellerim gerçek bir papatya gibi kokuyordu.
Favori tokalarım, birkaç çorap... Neredeyse hazırdı valizim. Yarım şekilde üstünü kapatıp fermuarını çekmeden odanın köşesine koydum.
Sonra, bizimkilerle geçireceğim son saatlerin keyfini çıkartmak için içeri geçtim.
---
Bir zil ses geliyordu kulaklarıma ama çok derinden, çok uzaktan... Ya da gelmiyordu, ben öyle sanıyordum. Uykumu alamamiıştım o kadar yorgundum ki dün gece geç saatlere kadar annemle muhabbet etmiştik. Eskileri yâd etmiştik ve geç yattığım için asla kendime gelemiyordum. İçimden bilincim, "Kalk, telefon çalıyor," dese de bir türlü bedenimi kaldıramıyor ya da gözlerimi açamıyordum bu uyku mahmurluğundan.
Yatağımın yanına gelip beni sarsarak uyandırmaya çalışan Hüma’nın seslenmesiyle gözlerim hafifçe aralandı. Hüma, telaşlı ve acele bir sesle:
“Abla, abla kalksana! Bak, teyzem arıyor. Belki gelmişlerdir. Hadi, kendine gelsene!”
Bu sözleriyle biraz daha kendimi zorlayıp gözlerimi kırpıştırarak kendime geldim. Ellerimle saçlarımı düzelttim ve doğruldum. Hemen telefonu açayım diyerek telefonu yanıtlayıp kulağıma götürdüm.
Teyzem, sabahın bu saatine göre çok sevinçli bir sesle:
“Günaydın balım! Hadi gidiyoruz. Aydın yolcusu kalmasın!” dedi.
Ne dediğini anlayamıyordum. Anlıyordum ama ne cevap vereceğimi bilemiyordum. Kim, biz, neredeyiz? Teyzem ne diyor? Ben bir şey diyemeden teyzem devam etti:
“Mihri, canım, iyi misin? Dün konuşmuştuk ya, dün akşam... Ben işlerimi hallettim, merak etme. Alp ile de bavullarımızı aldık, sizin o tarafa geliyoruz. Yarım saate orada olurum. Hadi, annenlerle vedalaş, trafiğe kalmadan bir an evvel yola çıkalım.”
Sağ elimle gözlerimi biraz ovuşturdum. Ardından, gece geç yattığım için hala kendime gelemediğimden, biraz kalın ve uykulu bir sesle:
“Tamam teyzem, hemen hazırlanıp iniyorum aşağıya,” dedim.
Teyzem de:
“Tamam o zaman, öptüm,” diyerek telefonu yüzüme kapattı.
Bir telefona baktım, sonra başımı kaldırıp sinirli sinirli bana bakan Hüma’ya döndüm. Hüma:
“Sen bugün yola çıkmayacak mıydın? Niye geç yattın, akıllı!” diye bana çıkıştı.
Bunu benim iyiliğim için söylese de biraz kızmıştı bana. Elimle hafifçe:
“Tamam, sakin,” dedim yumuşak bir tonla ve yataktan doğruldum.
Yatağı toplarken bir yandan da Hüma’ya:
“En az birkaç ay sizi göremeyeceğim. Ne yapayım, annem ısrar etti, gece kahve yapıp oturduk biraz,” dedim.
Hüma şaşkınlıkla sordu:
“Ne? Annemin haberi var mıydı? Tüm gece mi seninle oturdu?”
“Tüm gece değil, abartma, sadece gece üçe kadar oturduk.”
“Aferin sana, iyi bir uykusuzlukla yola çıkacaksın, sabah namazını da kaçırmamışsın umarım.”
“Yok,” dedim. “Merak etme, söz konusu namaz olunca uyumam da kaçırmam da.”
“İyi, iyi. Bir eksiğin var mı? Yardım edebileceğim bir şey varsa ablama son bir iyilik yaparım.”
Kocaman gülümseyip:
“Canım,” dedim ve boynuna sarıldım. “Varlığın yeterli.”
Hemen abdestimi alıp valizimi son bir kez kontrol ettim. Herhangi bir eksik göremedim. Yanıma, yol boyunca bana eşlik etmesi için çapraz çantamı almayı da ihmal etmedim. İçine, yolculukta keyifle okuyacağımı düşündüğüm kitabımı, defterimi ve telefonumu koyduktan sonra üzerime on saatlik yolda beni rahat hissettirecek yazlık krem rengi, üzerinde ufak yeşil ve sarı işlemeleri olan pamuklu elbisemi giydim. Tüm gün başımda olacağı için en sevdiğim, beni serin tutan haki renkli şallarımdan birini seçip hızlıca bağladım.
Artık hazırdım. Son bir defa kendimi aynada süzdüm. Bugün ayrı bir güzel mi olmuştum, yoksa mutluluk mu yüzüme güzellik katmıştı, kestiremedim. Sık ve gür kirpiklerimin çevrelediği kahvenin siyaha çalan koyu tonundaki gözlerimde yine o umut parıltıları ufak da olsa vardı. Yüzüm canlanmış, dudaklarım daha kırmızı görünüyordu. Kombinim de çok zarif ve hoş gelmişti gözüme. Normalde aynanın karşısında vakit geçiren ya da saatlerce kıyafet seçen biri değilim, hiç olmadım. Sade ve zarif olmayı her zaman tercih eden biriyim.
Şalımı son bir kere daha düzeltip başımı sağa ve sola çevirerek kontrol ettim. Ardından valizimi dış kapının kenarına sürükledim. Babam hariç herkes kapının önünde beni bekliyordu. Onları öyle görünce az önceki mutluluğum yüzümden uçup gitti; ayrılığın elemi sardı yüreğimi.
Yavaş adımlarla ilk anneme yaklaştım. Sıkı sıkı sarıldım ona. Annemin de benden aşağı kalır yanı yoktu; kollarıyla beni sıkıca sararken bir eliyle de sırtıma hafifçe vuruyordu. Bir yandan da tembihlerini sıralamayı ihmal etmiyordu:
"Kendine çok dikkat et, bebeğim. Orada anneannenleri üzme, sık sık beni ara, merak ettirme kendini."
Kollarımı ondan ayırırken gözlerinin içine baktım ve hafifçe başımı sallayarak onu onayladım. Gözlerimiz konuşuyordu; ağzıma çok kelime geldi ama sustum. Bilmiyorum, bir şey diyemedim.
Annemden sonra, Hüma'ya sarıldım. O da bir abla edasıyla beni kendine bastırdı. Kollarımı beline doladım. Hafifçe sallanarak sarılırken en son minik Enes'im koşup üzerime atladı. Bende hafifçe eğilerek kendimi onun boyuna getirdim ardından, sanki bir ağabeymiş gibi kararlı ve güçlü bir sesle, "Ablam, hiç merak etme. Yaz tatilinde takdir belgemi alıp seni almaya geleceğim," dedi.
Ona gururlu gözlerle bakıp gülümsedim ve başımı salladım. "Eminim. Seni bekleyeceğim, minik adam," dedim.
Annem yanıma yaklaştı ve, "Babanla da vedalaş," dedi. Onun söylediklerini duyar duymaz içim daraldı. Derin bir nefes alarak babamın odasına doğru adımladım.
Babam bu saatlerde genelde bilgisayar başında çalışır. Odasının kapısına geldiğimde yüzüme sakin bir gülümseme yerleştirmek için biraz zaman ayırıp yavaşça kapının kulpunu indirdim. Başımı odanın içerisine doğru uzatarak, "Babacığım, teyzem geldi. Ben onlarla gidiyorum," dedim. Ardından biraz durup ekleme ihtiyacı hissettim:
"Anneannemlere."
Ben konuşurken babam yüzünü bilgisayardan çevirmedi. Cümlemi bitirince kaşlarını çatıp sinirli gözlerle bana baktı. Düz ama sinirini gizlemeyen bir ses tonuyla, "Ne gitmesi? Sen ne saçmalıyorsun?" dedi.
O an boş gözlerle babama bakmaya başladım. "Hayır, olamaz," dedim içimden.
İşte, yine yapıyordu. Bir gün izin verip ertesi gün inkar ediyordu. Yine kendiyle çelişiyor, izin verdiği bir şeye ertesi gün "hayır" diyordu. Zaten bu yüzden izin aldıktan sonra hemen yola çıkmayı tercih etmiştim. Onu tanıyordum, huylarını biliyordum.
Annem, böyle bir şey olacağını kestirdiği için arkamdan gelmiş ve konuşmamıza kulak misafiri oluyordu. Babamın tepkisini duyunca telaşla ve panikle söze girdi:
"Hamza, hani dün izin vermiştin Mihri'ye? Bak, teyzesiyle de konuştu. Özgü birazdan burada olacak. Ayıp olur. Her şeyi ayarladık."
Alayla güler gibi bir ifade ile dudağının kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı. Mimikleri ve gözleri bizimle alay ettiğini ve korkumuzdan hoşlandığını açıkça gösteriyordu. Sakinliğimi korumaya çalıştım. Madem benim üzülmemle mutlu oluyordu, o zaman bu mutluluğu ona vermeyecektim. Tüm sinirimi zorlukla yuttum ve sakin bir tonda,
"Hani dün senden izin almıştım ya..."
dedim.
Kendimi zorlayarak dudaklarımdan o en zorlandığım kelimelerden biri döküldü:
"Babacığım."
Bu kelime beni o kadar acıtıyordu ki tüm yaralarıma tuz basılıyormuş gibi hissediyordum. Yine de tüm kızgınlığımı ve kırgınlığımı içime attım, hiçbirini yüzüme yansıtmadım.
Bize küçümser bakışlar attıktan sonra yine bilgisayardaki işine çevirdi başını. Bizi yoksayıyordu. Sabırla bekledik. Saniyeler, günler kadar uzun geldi.
Ortamdaki bekleyişi telefonumun çalması bozdu. Arayan teyzemdi; aşağıda olması muhtemeldi. Aramasını cevaplamadan gözlerimi telefondan çekip babama kaldırdım.
"Teyzem geldi, baba," dedim.
Artık bir yanıt vermesi gerekiyordu. Telefonu sessize almadığım için tüm odada zil sesim yankılanıyordu. Babam nihayet kızından önemli işlerinden kafasını kaldırdı. Ayakları tekerlekli deri koltuğunda kendisini geri iterek sağ tarafında kalan evin camından aşağı baktı. Teyzemin aracını arıyordu.
Hemen görmüş olacak ki koltuğundan kalktı. "Telefonu bana ver," diyerek duygusuz bir komutla telefonu elimden aldı. Ardından telefonu açtı. Teyzem benim açacağımı tahmin ettiği için,
"Aşağıdayım, fıstığım. Bekliyorum,"
diye konuşmaya başladı.
Babam, benimle konuşmasına tam zıt bir şekilde, samimi ve babacan bir tonla teyzeme karşılık verdi:
"Özgü, ben Hamza. Zahmet edip buraya kadar gelmişsin, bir kahvemizi iç. Hem Alp'i de özledik."
Babam Cengiz'e o kadar benziyordu ki bunu dikkat ettikçe daha da iyi anlıyorum ve bu babamın neden Cengiz'i bu kadar sevdiğini ve damadı olmasını bu kadar ısrarla istemesini açıklıyordu.
Normal birisi babamın bu ani değişimine şaşırabilirdi ama bizim için o kadar sıradandı ki artık hiç şaşırmıyorduk. Teyzem, az buçuk babamı bildiği için, o tatlı konuşmalarına kanmadı.
"Çok sağ ol, Hamza abi. Biz bir an evvel yola koyulalım. Malum, pazar günü her yer trafik," dedi.
Babam, son derece anlayışlı biri gibi,
"Tabii, tabii. Biliyorum. Peki, ben sizi tutmayayım,"
diye karşılık verdi.
Sonra yüzünü bana çevirdi. Gıcık ve sinir bozucu bir gülümseme ile ekledi:
"Mihri, size emanet.
Teyzem ; "Merak etmeyin, Mihri benim kızım gibidir; her zaman yanında olacağım."
Babam, "Öyle olsun bakalım. Yolunuz açık olsun," diyerek ağır adımlarla keyifsiz bir şekilde sandalyesine yerleşti.
"Sağ ol, Hamza abi. Biz Mihri’yi bekliyoruz; vedalaşıp gelsin," diyerek teşekkür etti. telefonu kapattı.
Babam telefonu bana uzattı ve sinirden güler bir sesle,
"Hadi şimdi kaçtın say! Yazın gelip seni oradan aldıktan sonra ne yapacaksın bakalım? Ne kadar kaçabileceksin?"
diyerek güldü.
Ben de onun sinir gülmesine eşlik ederek,
"Sen de Allah’a emanet ol, baba,"
dedim.
Telefonumu hızlıca elinden çekip aldığım gibi dış kapıya yöneldim. Moralim bozulmuştu. Son ana kadar bir şekilde beni üzmeyi nasıl da başarıyordu! Aceleyle elime ilk gelen ayakkabıyı giydim ve kapıyı açtım. Beni geçirmek için dizilenlere el salladım.
Kendimi zorlayarak, ne kadar samimi olduğu hakkında fikrim olmayan zorlama bir gülümsemeyle yüzlerine baktım. Böyle ayrılmak istememiştim. Gerçekten, böyle olmasaydı keşke... Ama inanıyorum ki Rabbim beni bir yere yönlendiriyor ve karşıma çok güzel bir gelecek çıkaracak. İnanıyorum, inanmak istiyorum.
Biraz fazla dramatik olduğumu düşünebilirsiniz, ama gerçekten ben ailemden hiç bu kadar uzun süreli ayrılmadım. Hafızlık yaparken bile yatılı gitmedim; dayanamazdım. Ailemi özlerim. Ailemden çok, evimi özlerim.
Annem, küçüklüğümden beri hep gurbette yaşadığımız için bizi dibinden ayırmazdı. Yıllarca sadece küçük bir çekirdek ailenin içinde büyüyünce, haliyle tek başına uzun bir süre ayrı kalmak beni üzüyor ve biraz da korkutuyor.
Ama bunu yapabilirim! Buradan ayrıldıktan sonra artık tüm kötü geçmişimi geride bırakmak ve tertemiz bir geleceğe yelken açmak istiyorum.
Arkamı dönmeden önce bir an durdum. Gözlerimle annemi aradım, ama bakamıyordum. Sanki bir kez göz göze gelsek, bütün cesaretim kırılacak gibi hissediyordum. Dudaklarım kıpırdadı, ama söylemek istediğim hiçbir şey çıkmadı. Sessiz bir vedaydı bu; kelimelere dökülemeyen bir ağırlıkla doluydu.
Teyzemin kızgın sesi bir anda zihnimde yankılandı. "Ah! Unutmuştum onları," diye düşündüm. İnşallah bana çok kızmamıştır. Derin düşüncelerimden sıyrıldım. Omzumdaki çantanın kaymaması için sıkı sıkıya tutarken, bavulumun ağırlığı kolumu zonklatıyordu.
Merdivenleri koşar adımlarla inmeye başladım. Son dönemece geldiğimde bir an durdum, tekrar el salladım. Düşmemeye dikkat ederken koştum ve kendimi telaşla teyzemin aracının yanında buldum.
Serin sabah rüzgârı yüzüme vurdu. Gözlerim, sokakta sıra olmuş park halindeki araçların yanında onlara paralel bir şekilde sokağın ortasında durdulmuş araca takıldı, teyzem'in arabasıydı bu.
Güneş yeni doğmuştu; caddede hafif bir sessizlik vardı. Uzaktan bir köpeğin havlaması duyuluyordu. İçimde hüzünle karışık bir heyecan vardı.
Teyzem beni beklemekten sıkılmış olacak ki arabanın dışına çıkmış, evimizin karşısındaki çimenlik araziye bakarak bir sigara yakmıştı. Derin bir nefes çekip sigarasını yere bastırırken yüzünde sabırsızlık okunuyordu. Bir eli belinde, diğer eliyle sigarasını tutuyordu.
Alp ise arabanın içinde bacaklarını sallayarak telefonun ekranına kilitlenmişti. Çocuk olmanın verdiği kaygısızlıkla, yaşanan ayrılığın ağırlığını hiç hissetmiyor gibiydi.
Nefes nefese, "Geldim, geldim!" dedim. Biraz mahcup bir şekilde, "Teyze, beklettiğim için kusura bakma," diye ekledim.
Teyzem eliyle "önemli değil" işareti yaptı ve daha fazla uzatmadan bavulumu bagaja yerleştirdiği gibi şoför koltuğuna oturdu. Ben de arka kapıyı açıp Alp’in yanına yerleştim.
Alp, beni görünce telefondan başını kaldırıp gülümsedi.
"Aaa hoş geldin, Mihri," dedi. Biraz duraksadı. "Abla... abla," diyerek alışmaya çalışıyordu.
Gülümsemesine karşılık verip, "Hoş buldum," diyerek elimi emniyet kemerine attım.
Teyzem uyarıcı bir sesle, "Kemerler takıldı mııı?" diye keyifle sordu.
"Yolculuk başlasın!" dedi ve aracı çalıştırdı.
Teyzem motorun ısınmasını beklerken, üzerimdeki trençkotun cebinde bir fazlalık hissettim. Elimi cebime attığımda,
Sevde Nur ablanın Üsküdar buluşmamızda bana hediye ettiği kitapla karşılaştım. Nasıl unutmuştum ki? Gerçi unutmam normaldi; o kadar çok şey yaşamıştım ki bu hediyeden ancak şimdi, otururken beni rahatsız edince fark edebilmiştim.
Özenle hediye kâğıdını açtım. İçinden çıkan kitap, büyük değil, orta boy kırmızı bir kitaptı.
Üzerinde “Risale-i Nur Külliyatı’ndan Gençlik Rehberi” yazıyordu. Yazar kısmına baktığımda Said Nursî ismini gördüm.
O an Sevde Nur ablanın birkaç kez bu isimden ve kitaplardan bahsettiği aklıma geldi. Şimdi hatırlamıştım. Merakla kapağını açtım ve karşımda Sevde Nur ablanın el yazısıyla yazılmış, çok güzel bir not buldum.
Not, hafif kırışmış kraft bir kart üzerine yazılmıştı. Aynen şöyle diyordu:
> İnşirah
Umut var, hep var. En güzeli de bu. En çıkmaz anlarda bile biliyorsun ki Rabbin sana yardım edecek, mutlaka kolaylaştıracak. İçiniz daraldığında haplarla bedeninizi uyuşturmayı değil, bu sûre ile ruhunuzu doyurmayı deneyin.
Sırlarla dolu, rahatlatıcı ve dinginleştirici âyetler içeren bir sûredir İnşirah Sûresi:
"Senin için bağrını açmadık mı?
Senden o yükünü indirmedik mi?
O sırtında sana eziyet veren yükünü?
Senin şanını yüceltmedik mi?
Demek ki her zorluğun yanında bir de kolaylık vardır.
Evet, o zorlukla beraber bir de kolaylık var!
Bu yüzden boş kaldığında kalk ve yine yorul!
Ve ancak Rabbinden ümit et, hep O’na doğrul!"
Notu okurken, dudaklarım titremeye başladı. Sanki Rabbim benimle konuşuyordu. Gerçekten, Kur’an-ı Kerim’le konuşuyordu! Kitabı kapattım, öptüm ve sımsıkı sarıldım.
Ve araç hareket ettiğinde başımı camdan çıkarıp, evimizin bu yola bakan penceresinden başımı uzatıp beni izleyen Hüma ve Enes’e baktım.
Orada bile kim daha önde olacak diye aralarında tartışıyorlardı. Yine de bana çok değer verdiklerini görebiliyordum. Gururlu bir anne gibi seyrettim onları. Zamanında ne kadar kavga etsek, zaman zaman anlaşamasak da... İyi ki kardeşlerim vardı. İyi ki bu bıcırıklar benim kardeşimdi.
Aaa, benim! Yine gözlerim mi dolmuştu? Yok ya, neydi? Evet, toz kaçmıştı. Ya da iki şeker kardeş...
Yüzümü yola çevirince, arabanın hızlanmasıyla yüzüme çarpan rüzgar beni üşütmüyordu. Aksine, içimdeki endişeleri ve yorgunlukları süpürüp geçiyordu sanki.
Bu bir veda değildi. Sadece bir süreliğine ayrılık...
Aklıma çok sevdiğim Tolstoy’dan bir alıntı geldi:
Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir."
---
Trafikten dolayı henüz İstanbul'dan çıkamamıştık ama yola çıktığımız için içimde buruk bir his olsa da çok mutluydum. Başarmıştım, elhamdülillah. Yaşadığım bütün kötü anıları, mahalleyi, evimi, tüm kötü niyetli insanları geride bırakmıştım. Artık önümde umut ve mutluluk dolu, tam da gönlüme göre Rabbimin bana yazdığı bir geleceğe doğru yol aldığımı hissediyordum.
Ne kadar erken yola çıkmaya çalışsak da araba yoğunluğundan bir türlü İstanbul’dan çıkamıyorduk. Trafikteki dur-kalklardan dolayı Alp’in midesi bulanmıştı. Benim de durumum çok parlak sayılmazdı. Alp, teyzeme mızmızlanmaya başladı:
"Anne, anne! Çok acıktım. Sabah kahvaltı da yapmadık. Ne olur poğaça alalım! Simit de olabilir, çok acıktım!"
Teyzem, göz ucuyla bana bakarak, "Ne dersin, Mihri?" diyerek fikrimi sordu. Başımı sallayıp buna itiraz edemeyeceğimi belirttim. "Ben de kahvaltı yapmadım," diyerek onayladım. Teyzem pes etti ve "Tamam o zaman," diyerek arabanın ekranına bağlı olan navigasyona en yakın fırını yazdı.
Rotamız yeniden oluşturuldu ve bulunduğumuz konuma en yakın ilçenin çarşı tarafına doğru ilerlemeye başladık. Dar ve ara sokaklardan geçerken Alp ile "ilk kim fırını bulacak" yarışmasına girmiştik.
Bu, dar sokaklarda araba sürmekte zorlanan teyzemi daha da darlamaması için bulduğum bir yöntemdi ve işe yaramıştı.
Sıkışık sokakları geçip en sonunda geniş bir caddeye çıktığımızda, Alp’in "Buldum! Ben buldum! İşte orada fırın!" çığlığı ile geldiğimizi anladım. Ona üzülmüş gibi yapıp, "Evet, canım. Kazanan sensin," diyerek oyunu devam ettirdim.
Teyzem, caddede birkaç tur attıktan sonra uygun bir kaldırım boşluğu bulup arabayı park etti. Biz de Alp ile onun arkasından yürüdük. Çantamı arabada bırakıp sadece elime telefonumu aldım, ne olur ne olmaz diye.
Eski kepenkleri ve ne yazdığı belli olmayan bir tabelası olan fırının, vitrin camına dizilmiş muntazam somun ekmekleri ve simitleri, buranın eski ve tanınan bir yer olduğunu düşündürttü.
Dükkanın önündeki sıranın kalabalıklığı da bunu doğruluyordu. Bizi daha çok kendine çeken o mis gibi ekmek kokusu, bekleyenlerin ne kadar haklı olduğunu anlamamı sağladı.
Hep birlikte sırada beklerken, Alp ile neler alacağımızı konuşuyorduk. Teyzem, acil bir telefon görüşmesi olduğunu söyleyerek fırının sağ tarafındaki arka sokağa geçmişti.
Tüm dikkatimi Alp ile konuşmaya vermiştim ki bir anda fırından koşarak çıkan, yüzü kapüşonuyla gizlenmiş, kot pantolonlu, 15-16 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim biri hızla yanımızdan geçti.
Biz sıranın arkasında durduğumuz için yanımdan geçerken, telefonu tuttuğum koluma çarptı. Bu ani hareketle sendeleyip dengemi kaybettim ve gerisin geri düştüm. Ellerimi yere koyarak kendimi durdurdum ama bu sırada telefonun elimden düşüp tuzla buz olduğunun farkında değildim.
Telaşla hemen yanıma gelen Alp, "Abla, iyi misin? Telefonun!" diye bağırdı. Eli ile gösterdiği yola baktığımda telefonun yerde parçalandığını fark ettim.
---
Ufak da olsa yorum yaparsanız sevinirim 🤗 👉
Oylarınız ve tüm yorumlarınız benim için çok değerli yoğun bir programım olduğu için tüm fırsatlarım da yazmaya çalışıyorum bu oylar ve yorum benim motivasyon kaynağım şimdi den teşekkürler...
(。◕‿◕。)➜
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 20.03k Okunma |
3.51k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |