

Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlı olur. Kimi zaman da sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olabilir. Netice itibarıyla neyin hayır ve neyin şer getireceğini sadece Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara, 2/216)
-------
Bazen başımıza gelen olaylarda hakikati göremeyiz. Gerçeğe bir anda kör olur gözlerimiz, yaşadıklarımızı anlamlandıramayız. “Bu benim başıma neden geldi? Neden böyle oldu? Bu insan doğru kişiydi, emindim, peki neden böyle sonuçlandı?” diye düşünürüz.
Kimi zaman, “Bu ilişki, bu iş benim hayalimdeki gibiydi. Peki neden yapamıyorum? Halbuki bunu hak etmek için ne yapmıştım ki?” ya da “Bu olay ona ne fayda sağlayacak ki?” gibi sorularla kendimizi tüketiriz. Hepimizin hayatında böyle yaşanmışlıklar vardır.
Düşüncelerimizle, haşa, Allah’a “Neden böyle istedi ki?” diyerek sorgulamaya başlarız. Hatta bazen dışarıya yansıtmasak da içten içe isyan ederiz. Bu düşüncelerle gerçekleri bilmeden, Rabbimizin bizim için hazırladığı güzelliklerden habersiz yanlış hükümler veririz.
Oysa bilmediğimiz bir şey vardır: Rabbimizin bizim için ne kadar güzel planları olduğunu göremeyiz. Bizi ne kadar hayırlı şeylerle buluşturacağını fark edemeyiz. Bu bilinmezlik, kalbimizi daraltır ama aslında bizi daha iyiye ve hayırlıya götüren bir yolculuğun parçasıdır.
Hani büyükler hep der ya; "Her şer'de bir hayır vardır."
İşte tam da bu anda, ben de aynen böyle hissettim.Koşan bir serseri çocuk omzuma o kadar sert vurmuştu ki geriye doğru savrularak düştüm. Güç bela ellerimi yere koyup kendimi daha sert bir çarpışmadan kurtarmaya çalıştım. Düşerken, gayri ihtiyari ağzımdan bir çığlık firar etti.
Fırın sırasında bekleyenler ve sokaktan geçenler, şaşkınlıkla kafalarını bana çevirdiler. Sıraya en yakın olan orta yaşlı bir abla, hemen üzerime eğilerek beni kaldırmaya çalıştı. Bir yandan da iyi olup olmadığımı soruyordu.
Alp, korkuyla beni kaldırmaya çalıştı ama gücünün yetmediğini fark etti. Ablanın beni kaldırdığını görünce, teyzemi çağırmak için son sürat ara sokağa koştu.
Yardım etmek için kolumdan tutup beni kaldırmaya gayret eden ablaya cevap veremedim. Bir süre sessiz kaldım, birkaç kişi daha başımıza gelip merakla ne olduğunu soruyordu. Derin bir nefes alıp kendime gelmeye çalıştım. Bismillah diyerek, bir elimle yerden, diğer elimle de ablanın beni kaldırmaya çalışan kolundan destek alarak yavaşça doğruldum.
Tam o anda, gözlerinden korku ve panik okunan Alp ile teyzem ara sokaktan koşarak yanıma vardılar. Teyzem, hem beni hem de çevredeki insanları sakinleştirmek için gözlerinde gördüğüm endişeyi saklayarak, sakin bir tonda,
"İyi misin canım? Ne oldu? Bir şeyin yok ya?" diye sordu.
Gözleriyle beni kontrol ediyordu. Hafif korkmuş olsam da onu daha fazla endişelendirmemek için sesimi sakin tutmaya çalışarak,
"İyiyim, iyiyim. Bir şeyim yok," dedim.
Kafamı telefonumun düştüğü tarafa çevirdim ve elimle işaret ederek,
"Maalesef telefonum paramparça oldu," diye ekledim.
Alp hemen koşarak, yüzüstü asfalta düştüğü için ekranının camları etrafa saçılan telefonumu dikkatlice yerden aldı ve yanıma getirdi. Avucundaki telefon artık kullanılamaz haldeydi. Üzgün gözlerle bana bakıp,
"Anlaşılan yeni bir telefonun olacak, Mihri abla," dedi.
Yanımda yeterince nakitim yoktu. Bir süre idare edebilirdim ama yeni bir telefon alacak param yoktu. Babamdan kesinlikle bir şey isteyemezdim. Zaten bu olayda da beni suçlayıp üstüne bir ton fırça atardı. Tabii bunları Alp'e ya da teyzeme söyleyemezdim.
Bu yüzden kabullenmiş gözlerle Alp'e baktım ve hafifçe başımı sallayarak,
"Öyle gibi," dedim. Sesim biraz kısık çıkmıştı.
Alp ile konuşurken, bir yandan da teyzemin kalabalığı başımızdan dağıttığını duyuyordum. Çevredekilere gerekli açıklamayı yaptıktan sonra yanıma döndü.
"Sizi arabaya bırakayım. Simitleri ve poğaçaları ben alır gelirim," dedi.
Sadece hafifçe başımı salladım. Kendimi iyi hissetmeme rağmen, teyzem ısrarla koluma girdi. Alp, telefonumu dikkatlice avucunda tutarak arabaların iki şerit halinde geçtiği ara yolda önümüzden yürüyordu.
Arabaya ilerledik. Teyzem bizi arabaya bıraktıktan sonra fırından siparişlerimizi aldı. Alp ile arabada beklerken, telefonu belki tamir olur ya da en azından içindeki hatıra fotoğraflarımı kurtarabilirim düşüncesiyle bir poşete sarıp çantamın arka gözüne koydum.
Alp, beni teselli etmek ister gibi, güven veren gözlerle benim siyaha çalan kahvelerime baktı. Omuzlarını dikleştirdi ve ciddi bir sesle,
"Sakın üzme kendini, tamam mı?" dedi.
Biraz düşündü ve ekledi:
"Annem halleder."
Onun bu halini görünce gülümsedim. Buraya gelirken yolda mızmızlanmış küçük çocuk Alp’ten eser yoktu. Kötü bir durumla karşılaşınca içinden koca bir adam çıkabiliyordu.
Bana güven vermek isteyen bu ciddiyetine karşı, yüzüme koca bir gülümseme kondurdum. Tüm samimiyetimle, yumuşak ve sakin bir tonda,
"Merak etme, üzülmüyorum. Vardır bunda da bir hayır," dedim.
Teyzem çok geçmeden, elinde o burnuma dolan nefis kokuların kaynaklarıyla geri döndü.
Biz Alp ile büyük bir iştahla simit ve poğaçalarımızı mideye doldurmaya başlamışken, teyzem de sabah yola çıkmadan önce yolculuğumuz için hazırladığı koca bir termos çayı, arabanın torpido gözünden çıkardığım pet bardaklara boşaltıyordu.
Alp, bir parka gidip orada kahvaltımızı yapmayı teklif etse de, teyzem kesinlikle reddetti. Daha yolumuz uzun olduğu için vakit kaybetmeden kahvaltıyı arabamızda yapmamızın bize zaman kazandıracağını söyledi. Ben de teyzemi destekledim çünkü gerçekten yolumuz çok uzundu.
Teyzem, navigasyonu tekrar arabaya bağlayıp aracı çalıştırdı. Bir yandan arabayı sürerken, bir yandan da yan koltuğa onun yemesi için koyduğumuz poğaçadan atıştırıyordu. İki koltuğun tam ortasındaki bardak tutuculara da çayını yerleştirmişti. Hem arabayı sürüp hem de çayını yudumluyordu.
Biz Alp ile arka koltukta hem şakalaşıp hem de kahvaltımızı bitiriyorduk. Alp çay içmediği için, teyzem ona fırından pipetli meyve suyu almıştı. Meyve suyuyla bana hava atmayı da ihmal etmiyordu küçük adam.
---
Boşalan kağıt keseleri buruşturarak elimle top yapıp arabanın kapı yüzüne sıkıştırdım. İlk gördüğüm çöpe atmak için orada bırakmıştım. Sabah erken kalktığı ve karnı tıka basa doyduğu için Alp’in uykusu gelmişti. Göz kapakları hafif hafif kapanıyordu. Benim de ondan pek kalır yanım yoktu.
Teyzem, kulağına kablosuz kulaklıklarını takmış bir şeyler dinliyordu. Ben de çay termosunu yanıma aldım. Bir bardak daha çay doldurduktan sonra kulaklıklarımı taktım. Öğlen güneşi bulutların arkasına geçtiği için etraf aydınlık ama biraz gri tonlardaydı.
Akıp giden yolu gözlerimle izlerken Alp' in telefonundan dinleme listemden ismini hatırladığım şu ana çok yakışacağını düşündüğüm bir nasheed açıp dinlemeye başladım. Dirseğimi arabanın kapısına dayayıp yanağımı elime yasladım. Gözlerim, akıp giden asfalt yola, onu çevreleyen farklı tonlardaki yemyeşil ağaçlara ve bitkilere kaydı. Güneşi ve gökyüzünün çoğunu kalın bir perde gibi gizleyen bulutlar arasında, bir an hayallere ve düşüncelere daldım.
Geleceğe ve geçmişe dair merak ve endişe, iki koca el gibi yüreğimi sardı. Biraz korku da eklendi. O korku, yüreğimi sıktı. Sanki nefes almam güçleşti; aldığım nefes ciğerlerime ulaşmıyordu. Geçmişi düşündüm: yaptıklarımı, yapamadıklarımı, başarı ve yenilgilerimi, kurduğum ilişkileri... Ve geleceği... İleride beni bekleyen yaşamı, iyi ve kötü insanları, mutlu ve güzel, keder verici ve bunaltıcı anları...
Sonunda şimdiki bulunduğum "an"a geldim. İşte insan tam da böyleydi. Her zaman bize derler ya: "Anda kalın, anın keyfini çıkarın." Ama bu, aslında insan fıtratına tamamen aykırı bir şey. Çünkü insan, hayvan gibi anda kalıp sadece önünde yediği otun tadını çıkaramaz. İnsan, geçmişten ve gelecekten gelen üzüntüler ve korkular ile yoğrulan; bulunduğu anı, o şekilde yaşayan bir varlıktır. Bazen gülümser, bazen de mutlu bir anda bile keder alabilir.
Peki, bunu düzeltmenin bir formülü yok mu diye düşündüm. Bu nasıl düzeltilebilir? Neden Allah insanı böyle yaratmıştı? Neden yaşam, bulunduğumuz an değil de sanki iç içe geçmiş aynalar gibi, geçmişten ve gelecekten gelen sonsuz aynalarla çevriliydi?
Bir cevap aradım. Düşündüm, düşündüm… Bir an, bu sorunun cevabını aramak için Sevdenur Ablamın bana verdiği kitap geldi aklıma. Cebimden çıkarıp karıştırmaya başladım. Sayfaları gözlerimle taradım, karıştırdım birkaç sayfa… Sonra tam sayfayı çevirecektim ki, sayfanın sonuna doğru yazan satırlar dikkatimi çekti. Dikkat kesildim, tane tane okudum. Bir daha okudum ve bir daha…
Evet, işte tam da buydu! Bu, benim ihtiyacım olan cevaptı. Şöyle yazıyordu:
> "Ey insan, senin mazi ve müstakbelin akıl cihetiyle bir derece gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahattan tamamen mahrumsun.
Geçmişten çıkan teessüfler, elîm firaklar ve gelecekten gelen korkular ve endişeler; senin cüz'î lezzetini hiçe indirir.
Lezzet cihetinde yüz derece hayvandan aşağı düşürür.
Madem hakikat budur.
Ya aklını çıkar at, hayvan ol kurtul ya da aklını imanla başına al, Kur'an'ı dinle.
Yüz derece hayvandan ziyade bu fâni dünyada dahi safi lezzetleri kazan!"
İşte tam da buydu! İhtiyacım olan buydu. İçinde geçen bazı Farsça ve Osmanlıca kelimelerden dolayı, bu kitabı okurken yanımda bir sözlük bulundurmanın daha iyi olacağını düşündüm. Aslında bu kısmı anlamıştım, fakat bilmediğim kelimelerin anlamlarını telefondan aratıp öğrenince bir kez daha okudum ve daha iyi kavradım.
O kadar güzel anlatılmıştı ki... Bu kitabı bir kez daha sevdim. Ve gerçekten anladım ki Allah, bu kitabı benim önüme bir tesadüf olarak değil, hayatıma yön vermek için çıkarmıştı. Evet, Sevdenur Abla vermişti bunu bana, ama o da bir sebepti. Allah, onun bu kitabı alıp bana göndermesini istemişti.
Çantamı karıştırıp içimden bir post-it buldum ve bu satırların olduğu yere yapıştırdım. Daha sonra özenle, bu satırların altını kırmızı tükenmez kalemle çizdim. Kitabı kapattım, kollarımla sımsıkı sarıp göğsüme bastırdım.
Bir an başımı çevirip Alp’i kontrol ettim. Çoktan, ağzı açık bir şekilde rüyalar âlemine geçmişti yoksa telefonum "ver" diye mız mızlanırdı. Önüme döndüm ve pencerenin camını indirdim ve başımı ve hafifçe gövdemi pencereden çıkarıp gözlerimi yumdum. Önce derin bir nefes aldım. Şimdi gerçekten nefes alabiliyordum. Ardından, gözlerimi açıp Alp’i uyandırmamak için içimden, sessiz bir çığlıkla ağaçlara doğru haykırdım:
“Ne gelecekten korkuyorum ne de geçmişe üzülüyorum. Ben yalnızca elimden geleni yapıp Allah’ın tam benim gönlüme göre bir kader yazdığına sonuna kadar inanıyorum.”
Elimi kızar gibi yapıp boşlukta salladım ve sesimi biraz yükselterek.
“Beni korkutup verdiğin şüphelerle yıldıramazsın, ey şeytan!”
Yaptığım hareketler dışarıdan biraz tuhaf görünüyor olmalı ki teyzem kendi camını indirip arabanın yan aynasından eliyle, "Ne yapıyorsun? İçeri gir!" işareti yaptı. Gülerek kafamı çıkardığım camdan içeri soktum ve pencerenin camını düğmeye basarak kapattım.
Teyzem kulaklığını çıkarıp uyarıcı bir sesle,
"Dikkat et, ağaçlara yakın gidiyoruz! Öyle bir anda söylemeden kafanı falan çıkarma. Allah muhafaza, elin bir yere takılır bak! Korkutma teyzeciğim beni. Hem Alp uyuyor, pencereyi açma, üşütmesin. Tamam mı?" dedi.
"Tamam teyzeciğim," dedim.
Anladım teyzemin uyarısını.
Alp ile ilgilendiğim için teyzemle baş başa konuşma fırsatımız çok olmamıştı. Onun uyumasını fırsat bilen teyzem söze girdi:
“Son zamanlarda neler yapıyorsun? Nasıl geçiyor hayat senin için?”
Düşünceli bir nefes bıraktım ve biraz düşündüm. Kelimeleri zihnimde toparladım, nasıl cevap versem diye. Herkese dediğim gibi, “İyi, iyi gidiyor,” dedim. Ne kadar gerçekten uzak olsa da ona Cengiz ile olan olayları anlatamazdım. Annem razı olmazdı. O yüzden anlatabileceğim kadarını söylemeye karar verdim.
“Hafızlık bitti, sonuçtan memnunum. Biraz tatil yapıyordum,” dedim.
Dikiz aynasından bana bakıyordu. Eminim gözlerime bakıp söylediklerimin gerçekliğini ölçmeye çalışıyordu. Ama buna izin vermedim. Başımı biraz önce yaptığım gibi avucuma yaslayıp camdan dışarıyı izliyor, hem de arabanın koltuğunu kendime siper ediyordum.
Tabii teyzem kolay kanmadı.
“Peki, şimdi ne yapmayı düşünüyorsun? Hedeflerin, hayallerin vardır illa ki,” dedi.
Ne kadar ondan gerçeği saklamak zor olsa da yine kaçmaya çalıştım.
“Var tabii, aklımda bir şeyler, bakalım olursa...” dedim.
“Peki, neler? Bahsetsene biraz.”
“Yani...” dedim. Sesim biraz kısık çıktı. “Üniversite okumak istiyorum.”
“Ne güzel! Yaparsın kesin, sen çalışkan kızsın.”
Ah, teyzem... O kadar kolay mı? Babam gönderir mi beni? İçimden geçenleri bir kenara bırakıp, biraz kısık ve ümitsiz bir sesle:
“Evet, yaparım inşallah,” dedim.
“Peki, baban ne diyor senin fikrine?”
“Ona daha bu mevzuyu bile açamadım,” diyemedim. Sadece:
“Daha bu mevzuları ciddi ciddi konuşmadık,” diyebildim.
“Anladım,” dedi. O beni anladı ya da ben öyle düşündüm.
Teyzem, babamın bize karşı baskıcı tavırlarını biliyordu. Bazı yediğimiz cezalara şahit olmuştu. Ama bize olan baskısının boyutlarını ya da benim zorla sokulduğum bu garip evlilik yolculuğunu bilmiyordu. Anneannem de öyle. Bilmeleri de gerekmiyordu. Bilseler de üzülmekten başka ellerinden bir şey gelmezdi. Hem böyle olursa aile meselelerimiz daha çok karışırdı. Hiç gerek yok, diye düşündüm. Zaten annem de böyle tembihliyordu.
“Peki,” dedi teyzem. “Ne kadar kalmayı düşünüyorsun Kuşadası’nda?”
“Bilmiyorum ki... En az birkaç ay. Hem belki annemler de gelir Kuşadası’na. Onlarla birlikte dönebilirim. Ben de tam emin değilim,” diyebildim düşünceli bir sesle.
“Anlıyorum, canım,” dedi ve tekrar kulaklığını takıp dikkatini yola verdi.
Gerçekten bilmiyordum ne kadar kalacaktım Kuşadası'nda, neler yapacaktım, vaktimi nasıl geçirecektim... Hiçbir fikrim yoktu. Anneannem, tek başına yaşadığı için kendine yetecek kadar büyüklükte bir bahçeye sahipti. Bir de bahçenin tam ortasında, inşaat hâlindeyken aldıkları üç katlı tripleks villa vardı. Dedem hayattayken, birlikte tamamlamışlardı bu evi binbir emekle. Kimi zaman bahçeye çadır kurmuşlardı, ama vazgeçmeden, geceli gündüzlü çalışmışlardı.
Her yerinde dedemin izleri vardı; bize ondan kalan yalnızca hatıralar... Genelde tatillerde ailecek geldiğimiz için, anneannemle baş başa uzun süre tek kalmak benim için nasıl bir deneyim olacaktı, emin değildim. Bu durum benim için yeniydi. Gerçi teyzemler de vardı, ama her an teyzemin İstanbul’daki restoranda bir işi çıkıp geri dönebileceklerini biliyordum.
Her hâlükârda kendimi oyalayacak bir şeyler bulurdum, ama istediğim oyalanmak değil; kendi yolumu bulmaktı. Ve bu yolculuğu, bu niyetime vesile kılmak istiyordum.
Evden çıkışım aklıma geldi. O kadar kızgın, kırgın ve hızlı bir şekilde kendimi atar gibi çıkmıştım ki sanki tutsak kaldığım bir hapisten firar ediyordum. Oysa bu normal miydi? Böyle mi olmalıydı? Herkes, doğduğu büyüdüğü evden çıkarken, kalbi benim hissettiğim duygularla mı kaplı oluyordu? Düşünmeden edemiyordum.
Babamın son bir anda vazgeçmesiyle öyle çok korktum ki, bunu en derinden hissettim. Sakinleşmeye çalışsam da, kalbimin atışları hızlandı çünkü biliyordum: hemen her şeyi yapabilirdi. Tamamen vazgeçebilirdi; bana, Kuşadası'na gitmeyi, evden çıkmayı bile yasaklayabilirdi.
Sonunda izin verip bu yolculuğa çıkmam, tam bir inayetti. Belki de teyzeme ayıp olmasın diye izin vermiştir, bilemiyorum. Tam emin olamıyorum ama Cengiz ile olan bu evlilikten bu kadar kolay vazgeçeceğini sanmıyorum. Bunun peşini bırakmaz. Biliyorum, tanıyorum onu.
Ne kadar dilime almak istemezsem de, hatta kendime bile itiraf etmesem de, bu konuyla alakalı içimde kötü bir his var. Ne kadar kendimden uzaklaştırmaya çalışsam da, bu konuyu hatırladıkça içime dolan bu kasvetten kurtulamıyorum.
Cama yasladığım elimi kucağıma indirdim. Parmaklarımla oynarken kucağımı böyle boş görünce, birden Müezza geldi aklıma. Herkesle vedalaşmıştım, ama kedim Müezza’ya son bir kez daha sarılıp o pamuk tüylerine yüzümü gömüp onu öpemediğim için içim ayrı bir burkuldu.
Birbirimizle çok şey paylaşırdık. Bazen ben sesli, çoğu zaman ise sessiz kelimelerle konuşurdum. O ise hep sessiz kelimelerle, gözlerime bakarak anlardı beni. Anlatırdı derdini. Hayvanların sevgisi öyle saf, öyle temizdi ki… Hiçbir menfaat gütmeden severlerdi seni. Kötülük beklemez, kötülük de etmezlerdi. Yanlışlıkla ayağına bassan, öyle bir bakarlardı ki gözlerine, “Yanlışlıkla yaptın, değil mi?” der gibi.
Ben de annemden öğrendim; kedinin bile ayağına yanlışlıkla bassam özür dilerdim. “Sonuçta o da bir can,” derdi hep annem, “Hem de senin sorumluluğunda. Daha hassas olmalısın.”
Anneannem pek hayvan sevmezdi. Anlaşamazdı onlarla ya da belki de anlaşmak istemiyordu. O, en iyi bitkilerin sevgi dilinden anlardı. Bu yüzden bahçesini çok severdi. Şimdiden bahçeyi merak etmeye başlamıştım.
Alp in telefonuna gelen bildirim sesi, düşüncelerimi böldü. Usulca çantama uzandım. Gelen mesaj annemdenmiş.
Telefonum kırıldığını ona teyzem' in WhatsApp'ın dan yazmıştım bana ulaşamadığı an hemen paniklerdi. Kafasında korkunç senaryo kurmaya başlardı.
“Ee, iyi insan! İşte lafın üstüne mesaj çekiyor,” diye gülümsedim içimden.
Mesajda şöyle yazıyordu:
“Yolculuk nasıl gidiyor, bir tanem? Bizim için endişelenme olur mu? Biz iyiyiz. Her şey iyi olacak. Bir fotoğraf at bakayım, şimdiden özledim seni. Hemen yokluğunu hissettiriyorsun nedense...”
Mesajı okurken, sanki annemin sesi kulaklarımdaydı. O okuyordu bunları. Onu kırmadım. Hemen bu sefer Alp' in WhatsApp’ın dan anlık bir fotoğraf çekip paylaştım. Altına da şu notu ekledim:
“Biliyorum bir tanem, ben de sizi özledim.”
Gönderdim.
Alp ufak olsa da bitmek tükenmek bilmeyen ısrarları ve son karne notunun yüksek olması ile teyzem'den istediği model iPhone telefonu kopartmıştı.
Yaramaz kereta:)
Başımı arabanın deri koltuğunun başlığına yasladım. Favori dinleme listemi tekrar başlattım. Kulağımdan içime dolan huzur verici sesle gözlerim penceremin camında ki manzaraya odaklandı ve hayallere daldım.
Teyzemin arabanın kapısını açıp, bulunduğum tarafta eliyle beni uyandırmak için sarsmasıyla, yarım açtığım gözlerimi zorlayarak tamamen açtım. Hafifçe doğruldum. En son hatırladığımda Bursa'yı geçmiştik ve güneş, geçtiğimiz yollardaki tarlaların ardından hafif hafif batıyordu. Ondan sonrasını hatırlamıyorum. Büyük ihtimalle uykuya tamamen teslim olmuştum.
Şu an hava kararmıştı. Kapkaranlık değildi; güneşin hafif kızıllığı kendini belli ediyordu. Yorgun ve uykulu olduğumdan, hafif kalın çıkan bir sesle teyzeme,
"Neredeyiz, teyze?" diye sordum.
Teyzem, beni kaldırmaya çalışmaktan sıkılmış ve bıkmış bir sesle yorgun bir nefes verdi. Ardından,
"Hadi in artık! İki saattir seni kaldırmaya çalışıyoruz. Balıkesir'deyiz. Akşam yemeği molası verdik. Hadi kalk bak, içeride Alp bizim için ne yiyeceğimizi seçiyor," dedi.
---
Teyzemi epey yormuş olmanın ve onları bekletmenin mahcubiyetiyle kendime geldiğim gibi hızla doğruldum. Uyuduğum için yamulan ve kenarlardan hafifçe saçlarımın çıktığını hissettiğim şalımı hızlı hareketlerle düzelttim. Uyurken rahat etmek için çıkardığım ayakkabılarımı tekrar giydim. Arabadan başımı eğerek kaldırıma çıktım.
Peşimden kapıyı kapatmamla, biraz ileride beni izleyen teyzem, arabayı uzaktan anahtarla kilitledi. Ben peşinden yürürken, teyzem restorana girdi. Aslında burası daha çok bir halk lokantası gibiydi; İstanbul'da alıştıklarım gibi değildi. Boydan boya camları olduğu için içeride oturan tüm müşteriler dışarıdan net bir şekilde görünüyordu.
Cam kapıyı hafifçe ittirerek açtığım anda, yüzüme içeriden bol baharatlı bir döner kokusu vurdu. Saatlerdir Alp ile yediğimiz simit ve poğaçalardan başka bir şey yemediğim için bu kokuyla midemin guruldaması bir oldu.
Gözlerimle mekanı süzdüm. Girişin sağ tarafında önce kasa, ardından soğuk meze servis eden camekan bir bölüm ve döner tezgahı vardı. Sol tarafta ise sıra sıra dizilmiş, hafif eskimiş dörtlü sandalyelerden oluşan, üstlerinde karabiber, tuzluk ve bir adet standart sarı top acı biber bulunan kaselerle donatılmış beyaz masalar yer alıyordu. Mekan pek kalabalık değildi.
Gözlerim masalarda gezinirken, bana el sallayan Alp ve teyzemin oturduğu masaya doğru ilerlemeye başladım. Alp, sokağı en iyi gören masayı seçmişti. Hızlı adımlarla yanlarına vardım. Alp’in yanındaki sandalyeyi sağ elimle hafifçe geriye çekip oturdum. Ayaklarımla kendimi masaya yaklaştırdım ve teyzemle Alp’in hararetli bir şekilde tartıştıkları konuya kulak kesildim.
"Tombik döner mi yoksa lavaş dürüm mü?" diye tartışıyorlardı. Bir teyzeme, bir Alp’e baktım. İstemsizce dudağımın kenarı hafifçe kıvrıldı ve güldüm. Çünkü Alp, oldukça ciddiydi.
Benim güldüğümü görünce, ikisi de tartışmayı kesip tüm dikkatlerini bana çevirdiler. Teyzem,
"Bak, Mihri de geldi. Hadi ona soralım bakalım, o hangimizin tarafını tutacak?" dedi ve beni de tartışmaya dahil etmeye çalıştı.
Tabii ki Alp ile arayı bozmamak için gülümseyerek,
"Ben beyaz bayrak çekiyorum. Kavga etmeyelim, barış olsun," dedim. Yumuşak bir sesle ekledim:
"Ben iskender söyleyeceğim. Bence herkes farklı bir şey istesin, hepsinden deneriz."
Alp, fikrimi çok beğendi:
"Haklısın Mihri Abla! İyi ki geldin!" dedi ve heyecanla annesine döndü.
"Tamam anne, son kararımı verdim. Mihri Ablamın dediği gibi yapalım."
Teyzem zaten bu anı bekliyormuş gibi,
"Tamam, ben siparişimiz için ustayla konuşacağım. Acı yemeyen var mıydı?" diye sordu.
Gülümseyerek,
"Ayıp ediyorsun teyze. Ben acıya bayılırım," dedim ve sinsice gülerek meydan okur gibi Alp’e baktım.
Alp de hemen atıldı:
"Tabii ki! Ben Mihri Ablamdan daha çok acılı istiyorum anne!"
Teyzem siparişimizi vermek için masadan ayrıldığında, gözlerimle sokaktan gelip geçen insanları izlemeye başladım. Genelde orta yaşlı ya da emekli diyebileceğim kişiler vardı.
Bulunduğumuz dürümcünün tam karşısında bir kuruyemiş dükkanı vardı. Dükkanın önünde sıcak çekirdek kavurma makinesi yer alıyordu. İçeride, dar pantolonlu ve uzun saçlarını at kuyruğu yapmış bir kasiyer çalışıyordu. Dükkan oldukça işlekti; sürekli girip çıkan müşteriler vardı.
Dikkatimi, sokağın başından kuruyemiş dükkanına doğru ilerleyen yaşlı bir çift çekti. Yaşlı kadın, kocasının koluna girmiş, ağır adımlarla ilerliyor ama aynı zamanda kocasını götürüyor gibiydi. Yaşlı adam ise elinde bastonuyla adımlarını çok da emin olmadan atıyor gibi görünüyordu.
Kuruyemiş dükkanının önüne geldiklerinde, kadın kocası olduğunu düşündüğüm bu yürümekte zorlanan adamı sıcak ay çekirdeği kavurma makinesinin yanına bıraktı ve dükkana girdi. Adam, bastonuyla yerden destek alarak beklemeye başladı.
Nedense gözlerimi çekmeden, merakla yaşlı amcayı izlemeye devam ettim. Bu sırada Alp’in anlattığı okul anıları pek de ilgimi çekmemişti. Bir anda adam, sıcak makineye yaklaştı ve yanan koluyla irkilerek geriledi. İşte o zaman, amcanın göremediğini fark ettim. Zavallı adam, dokunup sıcaklıkla yanana kadar makineyi fark etmemişti.
Bazen biz de böyle oluyoruz. Gerçeklere kör kalıyoruz ve Allah, bizi ufak uyarılarla uzaklaştırıyor ki yanmayalım diye.
---
Garson, "Siparişleriniz hazır," diye elinde iki koca tepsiyle izlemekte olduğum sokak manzaralı camı kapattı.O anda dikkatimi önüme koyulan, mis gibi kokusuyla iştahımı daha da kabartan iskendere verdim. Biraz önce gördüğüm olay beni etkilemiş ve şaşırtmıştı.
Teyzem, önce Alp’in dürümünün sarılı kağıtlarını kıvırıp eline verdi. Ardından kendi dürümünü yemeye başladı. Ben de ayranımı çalkalayıp pipeti tam saplayacakken Alp bir anda, “Dur!” dedi. "Aynı anda saplayalım, Mihri abla."
Gülümseyerek, “Tamam,” dedim. “Aynı anda saplayalım.”
O da pipetinin şeffaf poşetini çıkardı ve bana doğru kaşlarını çatarak, “Bir, iki... batır!” dedi. İkimiz de aynı anda pipetlerimizi ayranımıza sapladık.
Teyzem, bu halimize bakıp gülümseyerek, “İlerideki çocuğun çok şanslı, Mihri. Onunla böyle çocuklaşabilecek bir annesi olduğu için,” dedi.
Yüzümdeki gülümseme silinmedi ama içimde bir burukluk hissettim. Bir gün anne olmayı çok isterdim. Özellikle bir kızım olsun çok isterdim. Ama güzel bir anne olabilir miydim? Benden iyi bir anne olur muydu?
Bu sorunun cevabını hiçbir zaman tam olarak veremedim. Düşüncelere dalmışken başımı kaldırıp teyzemin gözlerine baktım. Yüzümdeki gülümsemeyi derinleştirip sadece, “Nasip,” dedim.
Sonra iskenderimden bolca bir çatal alıp, “Bismillah,” diyerek yemeye koyuldum.
---
Alp ile yaptığımız “kim daha fazla acı turşu yiyecek” yarışmasında, Alp’in midesini bozmamak için bilerek çekildim. Çünkü sonra sonuçları daha fazla canını yakabilrdi.Herkes yemeğini bitirdikten sonra Alp ile ıslak mendil poşetlerini yırtıp ağzımıza siliyorduk. Teyzem, hesabı ödemek için kasaya doğru ilerledi. Lokantadan çıktıktan sonra teyzeme, akşam namazını kılmak için yakın bir camiye gitmem gerektiğini söyledim. Sağ olsun, beni kırmadı. Arabaya atladığımız gibi 1-2 dakika içinde buranın merkez cami olduğunu tahmin ettiğim, ufak bir meydanın ortasında, çok da büyük sayılmayacak bir caminin önüne geldik.
Caminin tam karşısında, ağzına kadar dolu bir kahvehane vardı. Teyzem ve Alp arabada kalırken ben tek başıma indim. Kahvehaneden konuşma, gülme sesleri ve atılan tavla taşlarının sesi kulağıma gelmeye başladı. Hızlı adımlarla camiye doğru ilerlemeye başladım. Caminin yaklaştıkça gözlerimle etrafta “Hanımlar Bölümü” yazan bir tabela ya da ok işaretleri arıyordum. Bir yandan da kahvehanede oturan yaşlıların rahatsız edici bakışlarını üzerimde hissediyordum. İçim daraldı bu bakışlardan. Teyzeme daha önce sorduğuma göre şu an Balıkesir’in Susurluk ilçesindeymişiz. Anlayamadığım bir şekilde yargılayıcı ve soğuk bakışlar altındaydım, o yüzden de elim hızlı tutuyordum.
Biraz daha yaklaştığımda, erkekler bölümüne çıktığını tahmin ettiğim büyük bir merdiven gördüm. Merdivenin hemen sağ tarafında bir ok işareti görünce içim rahatladı. Biraz daha yaklaştığımda, kırmızı ok işaretinin üstünde “Hanımlar Bölümü” yazdığını gördüm. Hemen sağ tarafa doğru yöneldim. Mermer zeminde hızlı adımlarla ilerlerken, kendimi ahşap ve çok kullanılmadığını tahmin ettiğim, üzerinde kilidi açık bırakılmış bir kapının önünde buldum. Ayakkabılarımı hafifçe çıkarıp kapıyı açtım ve içeri girdim. Ayakkabılarımı, kapının girişine iliştirilmiş bir yere bıraktıktan sonra içeri doğru ilerledim.
Burası, ufak bir salon büyüklüğünde, hafif rutubet kokulu bir yerdi. Duvarların köşelerindeki örümcek ağlarından ve yerdeki tozlardan, çok sık temizlenmediği belliydi. “Keşke bu güzel mekanlar daha sık temizlenseydi, hep güzel koksaydı, hep huzur dolu olsaydı,” diye içimden geçirdim. “İnşallah,” dedim. “İnşallah bir gün öyle de olur.”
Namazımı eda ettikten sonra, teyzemleri daha fazla bekletmemek için fazlaca uzatmadan, her namazımın ardından ettiğim dualarımı bir bir Rabbim’den istedim. Sonunda, “Allah’ım, gönlüme mukabil bir gönül nasip et,” diye ekledim. Gönlümü yeniden huzur ve huşu hisleri kuşattı. Ellerimi yüzüme sürüp ayakkabılarımı aldım ve hızlı adımlarla teyzemin beni bıraktığı tarafa yöneldim.
---
Alp, karnı doyduğu için mayışmış, tabletiyle oyun oynuyordu. Teyzem, favori programını arabanın dijital ekranından açmış, bir yandan arabayı kullanırken bir yandan da onu dinliyordu. Ben ise kendi köşeme çekilmiş, arabanın camından artık tamamen gecenin koyu lacivertliğine bürünmüş manzarayı izliyordum ya da izlemeye çalışıyordum. Çünkü üzerime çöken uykunun tatlı ağırlığı ile gözlerim hafif hafif kapanıyordu.
Teyzem' in "Şu an İzmir’in merkezinden geçiyoruz" demesi ile kendime geldim heyecanla arabanın ön camından yaklaştığımız şehre baktım. Ailemle geldiğim zamanlarda babam bu yolu kullanmadığı için yıllardır İzmir’in merkezini görmemiştim. Hayalimdeki İzmir, tam şu an gözlerimin önünde beliren manzara gibi değildi. Nasıl desem, sanki İzmir’i İstanbul’a göre daha küçük bir yer gibi düşünmüştüm. Ancak şimdi gözlerimin önündeki manzara, İstanbul’un gökyüzündeki yıldızları bile göremeyeceğiniz kadar yoğun ışıkları, merkezindeki dev gökdelenleri ve bir karış toprak bile boşluk bırakılmadan yapılan binalarının tıpkısıydı.
Teyzem, dikkatini yoldan ayırmazken, Alp’le birlikte bir sağ cama, bir sol cama bakıp aynı anda arabanın iki yan camından görünen şehir manzarasını kaçırmamaya çalışıyorduk. Alp, şimdiye kadar gördüğümüz en uzun gökdeleni işaret ederek parmağını uzattı. Başını bana çevirip heyecanla,
“Mihri Abla, baaak! Bu en büyüğü! Işıklarını görüyor musun? En üst katındaki ışıklar sanki gökyüzünü deliyor!” dedi.
Başımı sallayarak onu onayladım ve mırıldandım:
“Hı hı, aynen canım. Gerçekten ışıklar o kadar uzun ki, gökyüzünü delip kayboluyor sanki.”
İkimizin de gözleriyle şehri keşfetmeye çalıştığı camın önünden saliselik bir karaltı geçti. O kadar kısa bir an görür gibi olmuştum ki...
Alp, “Anne! Mihri Abla! Gördün mü? Sen de gördün, bir şey geçti, çok hızlıydı!” diye bağırdı.
Hayal gördüğüme emindim. Teyzem, bir eli direksiyonda gözlerini yoldan çekmeden sinirle konuştu:
“Aynen, deli bir hızda gidiyordu. Siyah bir motor, trafik canavarı gibi! Anlık bir hata yapsa ölecek. Aklı nerede acaba?”
Alp’in ağzından hâlâ şaşkınlık nidaları yükselirken, ben içimden mırıldandım:
“Belki de ölmek için sürüyordur...”
Alp’in beni sarsmasıyla uyandım. Gözlerimi tam açmadığım için uyanmadığımı sanarak hâlâ ismimi bağırıyor ve beni uyandırmaya çalışıyordu.
Teyzemin de ona katılmasıyla daha fazla uyumaya devam edemedim. Tam uyanamadığım için kısık çıkan sesimi onlara duyurmaya çalışarak, “Tamam, tamam uyandım! Bağırmayın,” diyerek, uyurken iyice yayıldığım deri koltuktan doğruldum.
Arabanın dijital ekranına baktığımda, saatin gece 01:27 olduğunu gördüm. Nerede olduğumuzu anlamak için ilk başta arabanın ön camından etrafa baktım. Uzun farların aydınlattığı hafif köy yoluna benzeyen bir asfaltta ilerliyorduk. Etrafta başka hiçbir ışık olmadığı için, sadece far ışığının değdiği yol kenarlarında bodur yeşillikler ve arada bir ağaçlar olduğunu seçebildim.
Uyku mahmuru olduğumdan zor açtığım gözlerim, kafam yerine gelmeye başlayınca biraz daha net görmeye başladı. Hafif uykulu sesimle, “Teyze, neredeyiz?” diye sordum.
Teyzem de artık yorulmuştu. Saatlerdir yoldaydık. Vakit kaybetmemek için pek mola vermemiştik. Bazı benzin istasyonları ya da alpinin tuvalet molaları dışında, bir de İzmir merkezde yatsı namazını kılmam haricinde duraklama yapmamıştık. Haliyle, teyzem en bitkin olanımızdı. Yorgun ama hafif güler gibi bir sesle,
“Uyandın mı? Seni uyandırmak için epey seslendim. Hatta sesime Alp uyandı, kıkırdadı. O da seni kaldırmak için bana yardım etmeye başladı ama sen anca uyanabildin,” dedi.
Bende güldüm. Haklı olabilirdi.
“Evet, tamam. Uykusu biraz ağır bir insan olabilirim.”
Alp şaşkın ve kızar gibi bir tonda söze girdi. Gözlerini hafif patlatarak yüzüme baktı.
“Biraz mııı?”
Onun bu tepkisine karşı geri çekildim. Yine de kendimi savundum.
“Tamam, canım. Uykusu ağır biriyim ama öyle ölü gibi de yatmıyorum!”
Teyzem dikiz aynasından bize katıldı:
“Tabii, tabii canım! Sana ilk seslenmeye başladığımda Kuşadası Merkez'deydik. Şimdi kilometreye bak, neredeyse ananene geldik.”
Ananem merkeze 30 kilometre uzakta, Soğucak köyünde oturuyordu.
Daha fazla teyzem ve Alp ile iddialaşmamak için sessiz kaldım. Aslında, içten içe ben de uykumun ölüm uykusu gibi olduğunu biliyordum. Çok uykucu bir insan değilim; hatta bazen geceleri oturup bir şeyler yazmak, bir şeyler karalamak uyumaktan daha çok ilgimi çeker. Ama eğer yorgunken uykuya daldıysam, o zaman gerçekten narkoz etkisinde bir hasta gibi hiçbir şey hissetmeden uyuyabiliyorum.
Bugünkü uykuculuğum da bir gece annemle oturup sohbet etmemizin ve yolculuğun yorgunluğuyla oluşan bir ağırlıktı bence. Gittiğimiz yol epey tenha ve, doğruyu söylemek gerekirse, gece olmasının da etkisiyle ürkütücüydü. Bizden başka hiçbir araç yakınlarda görünmüyordu.
Geldiğimiz köy, çok da yüksek olmasa da bir dağın üzerine doğru kurulmuştu. Yolda her an önünüze bir tilki, baykuş, tavşan ya da en kötüsü, Kuşadası'nın merkezinde bile sürüler halinde yaşayan yaban domuzları çıkabilirdi. Alp’i korkutmamak için oturduğum yerden doğrularak ağzımı teyzemin kulağına yaklaştırdım. Teyzemin de gözlerini güçlükle açık tutmaya çalıştığı belliydi.
"Aman teyzem, çok dikkatli ol. Korkuyorum. Burada bazen yaban hayvanları çıkıyor, özellikle domuzlar beni korkutuyor," dedim.
Yeni yeni kendime geldiğim için fark ediyordum ki uyurken başım yamuk bir pozisyonda kaldığı için biraz tutulmuştu. Saatlerdir yürümeyen bacaklarım da ağrımaya başlamıştı. Bunu yerimden kıpırdamadan fark edememiştim.
Teyzem, "Merak etme, Fıstığım. İnan, büyük bir mücadele veriyorum şu an. Yorgunluktan gözlerim beni dinlemiyor ama direnmeye çalışıyorum. Arabanın kontrolünü daha rahat sağlamak için hızımızı düşürdüm," dedi.
Yine kulağına fısıldadım: "Aynen, çok iyi yapmışsın. Az kaldı, ha gayret teyzem, vardık sayılır."
Kendimi uzandığım yerden çekip tekrar deri koltuğa oturdum. İçimden dualar mırıldandım. Hafif virajlı toprak yolu bitirdiğimizde karşımıza, sokak lambalarının aydınlattığı tek ya da iki katlı köy evleri çıkmaya başladı. Saat geç olduğu için çoğu ev karanlığa gömülmüştü. Tek tük, nadiren çok silik ışıklar görünüyordu.
Köyün girişinden itibaren ara sokaklarda ilerleyerek yola devam ettik. Biraz ilerideki caminin yanından sağa döndük. Büyük ihtimalle bu, köy camisi idi. Yoldaki taşlardan dolayı hafif sallanarak yavaş bir şekilde ilerledik. Karşımıza devasa büyüklükte bir çınar ağacı çıktı. Başımı sol tarafa çevirerek ağaca biraz daha dikkatli baktım.
Aşağı taraf uçurum olduğu için kapkaranlıktı, hiçbir şey gözükmüyordu. Ancak ağacın bulunduğu tepe, bu köyün en yüksek noktası olduğu için arka tarafında enfes bir deniz manzarası vardı. Daha önce buraya geldiğimizde burada fotoğraf çekindiğimiz için burayı gayet net hatırlıyorum. Yoksa etraf o kadar karanlıktı ki hiçbir şey gözükmüyordu. Sadece ağacın arka tarafındaki manzarada, evlerden ve otellerden geldiği belli olan küçük ışıklar ile gökyüzündeki lacivert denizin içinde balık gibi duran parlayan yıldızlar seçiliyordu. Diğer her şey ise hafızamda kalan kırıntılarla birleşerek zihnimde bir görüntü oluşturuyordu.
Devasa çınar ağacını geçtikten sonra yokuş aşağı sağ tarafa kıvrılan yoldan inmeye başladık. İndikçe birkaç siteyi geride bıraktık. Anneannemin oturduğu site ise daha aşağıdaydı. Sitenin girişinde ilk önce bir jandarma kulübesi vardı. Onu geçtikten sonra sıra sıra villaların olduğu Dört Mevsim Sitesine gelmiştik. Alp, heyecanla çığlık atmaya başladı:
"Anne, geldik! Geldik!"
Teyzem, anneannemin evinin olduğu sıraya gelmek için biraz daha yokuşu inerek uygun bir park yeri arıyordu. Bir yandan da Alp’e, "Evet, oğlum geldik! Şimdi anneannemiz kapıda bekliyordur kesin. Hadi, eşyalarını topla," diyordu. Ben de ayakkabılarımı giyip hafifçe başörtümü düzeltiyordum. Gerçi artık düzeltecek hali kalmamıştı; sabah yaptığım şalla alakası olmayan bir hal almıştı. Çantamı boynuma geçirdim ve inmeye hazırlandım.
Teyzem, arabayı park ettiği gibi büyük bir coşkuyla Alp ile aynı anda kapılarımızı açtık. Kapıyı açtığım anda yüzüme, uzaktan gelen rüzgarlarla karışık deniz kokusu çarptı. Hava sıcaktı ama öyle bunaltıcı değil; ılık ve tatlı bir esintiyle birlikte çok keyifliydi. Anneannemin evinin olduğu tarafa doğru ilerlemeye başladık. İçimden Alp gibi koşmak istesem de ayağımı güçlükle yere basıyordum. Ayaklarım, uzun yolculuktan sanki çarpılmış gibi düzgün adım atamıyordu. Birkaç denemeden sonra ancak normal yürüyüşümü tutturdum.
Burası büyük bir yokuşun üzerine yapılmış, sıra sıra villaların olduğu bir siteydi. Her sırada iki villa yapışık, ardından aralarında ince bir yol geçiyor ve sonra tekrar yapışık iki villa şeklinde tasarlanmıştı. Anneannemin evi sitenin biraz ortalarında idi. Kendi valizimi arabanın arkasından aldığım gibi Alp’in açmaya çalıştığı demir kapının yanına vardım. Ona yardım ederek kilidi arka taraftan açtım. Alp, koşarak merdivenleri inmeye başladı.
Teyzem, kendi bavullarını bir eline almış, arabayı uzaktan kumandayla kilitlerken bir yandan da, "Alp, sakin ol! Gece kaç oldu, herkes uyandıracaksın," diye uyarıyordu. Alp, merdivenleri indi. Tam anneannemin evinin yapışık olduğu villanın önünden geçerken bir anda havlayan bir köpeğin sesiyle korkuyla bağırdı:
"Aaa! Anne!"
Teyzemden daha yakın olduğum için hemen yanına gittim ve havlama sesinin geldiği tarafa doğru baktım. Karanlıktı. Bahçenin uzak köşesinde çok kısık bir bahçe lambası dışında herhangi bir aydınlatma yoktu. Alp’in daha fazla korkmaması için hemen elini tuttum. Ben de biraz ürkmüştüm ama yine de sakin ve yumuşak bir sesle,
"Sakin ol ablacığım. Bir şey olmaz, belki komşularımız yeni bir köpek almıştır," dedim.
Tam bir adım attık ki tekrar aynı şiddette bir köpek havlaması duyduk. Bu sırada teyzem yanımıza vardı. O da aynı şekilde yorgun bir ses tonuyla, "Tamam, panik yapmayın. Burada neredeyse herkesin evinde köpek var," dedi. Alp ise karşı çıktı:
"Ama burada daha önce yoktu, anne! Biliyorum."
Teyzem, "Almışlardır illaki," dedi. Bir yandan da yürüyerek anneannemin kapısına doğru yaklaştık. Köpek ne olduysa bir daha havlamadı. Gerçi sesi duymasak köpeğin orada olduğunu bile anlamazdık, çünkü karanlıkta neye benzediğini görmemiştik.
Anneannemin baş tarafında sarmaşıkların dolandığı, ziline uğur böceği yapıştırılmış demir kapısını çaldık. Köye girdiğimizde teyzem arayıp geldiğimizi haber verdiği için anneannem bizi bekliyordu. Heyecandan uyuyamadığını söylemişti. Kapıda biraz bekledik. Anneannem, gıcırdayan demir kapıyı açtı ve coşkulu bir sesle,
"Hoş geldiniz, hoş geldiniz çocuklar! Oy, İstanbul’dan benim çocuklarım gelmiş!" dedi.
Önce Alp’e, ardından kocaman bir şekilde bana sarıldı. Teyzem de bir yandan,
"Hadi anne, içeri geçelim. Tüm siteyi ayağa kaldırmayalım; saat geç oldu," dedi. Hepimiz bir yandan sarılarak bir yandan da bahçenin içine girdik.
Teyzem, demir kapıyı kapatıp arkadan sürgüyle kitledi. Ne kadar yorgun olsam da ve şu an tek duam kendimi rahat bir yatağa atmak olsa da anneanneme uzun uzun sarıldım. Onun o kendine has kokusunu içime çektim. O da beni epey özlemiş olmalı ki kolay kolay ayrılamadık. Ardından teyzeme de sarıldı ve bizi içeri aldı.
Bahçeden sonra evin giriş kısmına geçtik. Gözlerim yavaş yavaş kapanıyordu. Yorgun kısık çıkan sesimle, "Anneanne, seni çok özledim ama çok yorulduk. Bana bir yatağımı göstersen..." dedim. Anneannem anlayışlı bir şekilde başını sallayarak, "Tabii çocuğum. Ben hazırladım zaten her şeyi. Senin odan en üst kat olacak, o şekilde ayarladım. Biraz üst katı boşalttım ve süpürdüm. Yatağını serdim," dedi.
Sonra teyzeme dönerek, "Özgü, siz de Alp ile ikinci kattaki oturma odasında kalırsınız," diye ekledi. Onları dinlerken bile gözlerim kapanıyordu. Anneannem gülerek bana döndü ve, "Hadi Mihri, sen hemen yatağına geç. Ayakta uyuyorsun," dedi.
Ben de gülerek başımı salladım. "Tamam, anneanne." Bir elimde valizim, kolumda çantam, demir merdivenlerin korkuluklarına güçlükle tutunarak kendimi baygın bir şekilde yukarı kata çekmeye çalışıyordum. Odam en üst kattaydı. Her katta biraz dinlenerek, sonunda sağ salim, bayılmadan, kaymadan ve düşmeden en üst kata ulaştım.
Buranın kapısı pimapen ve ayrı bir kilide sahipti. Kilidi üzerinde olduğu için biraz zorlayarak açtım. Önce bavulumu, sonra da kendimi odaya atıp kapıyı ardımdan kapattım. Odanın sol köşesindeki çalışma masasının üzerinde bir mum yanıyordu. Terasa açılan demir kapı kilitliydi fakat hava gelmesi için pimapen kapı açık bırakılmıştı.
Yeni serildiği belli olan temiz çarşaflarla hazırlanmış yatağa kendimi bıraktığım gibi bayılmışım.
Kulağıma dolan kuş cıvıltılarıyla uyandım. Gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm, yattığım yatağın karşısındaki çerçevesinde ahşap oyma desenler bulunan dikdörtgen gardıroptu. Sol tarafıma döndüğümde perdeden sızan gün ışığı gözlerimi kamaştırmaya başladı.Biraz daha kendime geldikten sonra yavaşça yataktan doğruldum. Ayağa kalkıp, sanki ütülenmiş gibi durması için, özenle yatağımı topladım.
Valizim, gece bıraktığım yerdeydi. Valizimi yan yatırıp fermuarını açtım. İçinden bugün için mükemmel olduğunu düşündüğüm krem rengi, balon kollu bol elbisemi ve mint yeşili tonundaki eşarbımı çıkardım. Üstümü değiştirirken bir yandan da odayı inceliyordum. Gece yorgunluktan etrafa hiç bakamamıştım.
Yatağımın başucunda, ahşap ve bir çekmecesi bulunan bir çalışma masası vardı. Masanın üzerinde eski birkaç defter ve Romen rakamlı, çevresi yıpranmışlığıyla eski olduğu belli olan analog bir saat bulunuyordu. Saat 10:30’u gösteriyordu. Masanın biraz ilerisinde ise anneannemin eski hurçları ve birkaç ıvır zıvır dolabı gözüme çarptı. Yatağımın tam karşısında da ahşap bir gardırop yer alıyordu. Şu an valizimi boşaltıp eşyalarımı gardıroba yerleştirmek istemiyordum.
Üstümü giyindikten sonra terasa açılan demir kapının kilidini aramaya başladım. Birkaç yere baktım ama bulamayınca aklıma gardırobun üstü geldi. Büyük ihtimalle anneannem buraya koymuştur diye düşündüm. Elimi attığım gibi buldum, doğru tahmin etmiştim.
Terasa çıktığımda, gözlerimi bayram ettiren bir manzara ile karşılaştım. Tam ileride denizin koyu maviliği ve gökyüzünün açık maviliğini bölen ufuk çizgisi görünüyordu. Biraz sol tarafta kıyıya paralel uzanan dağlar, uzaktan belli olan binalar ve yalılar vardı. Hemen evin önünde ise sıra sıra dizilmiş site evlerinin çatıları görülüyordu.
Terasımız, dikdörtgen bir balkondan biraz daha büyüktü. Sağ tarafta, yan taraftaki tripleks evle balkonlarımızı ayıran bir kısmı demir parmaklıklarla yapılmış bir paravan vardı. Bu paravanı anneannem yaptırmış olmalıydı.
Komşumuz dedemin yakın bir arkadaşıydı, Şeref Amca. Küçükken dedemle oturup kahve içtikleri sahneler çok net olmasa da hayal meyal aklıma geliyor. Yıllardır görmüyordum onu. En son, ananemlerin arasında konuşurken Almanya'da olduğundan bahsettiklerini duymuştum. Tabii, son durumu bilmiyorum; belki dönmüştür.
Dünkü köpek sesi gerçekten onun bahçesinden geliyorsa kesin dönmüştür, diye düşündüm. Uzaktan da olsa derin bir nefes alıp deniz havasını içime çektim. En kısa zamanda gidip onu yakından görmem gerektiğini aklımın bir köşesine not ettim.
Odaya tekrar döndüğümde sanki bir şeyleri unutmuşum gibi bir his kapladı içimi. Çantamı kurcalayınca unuttuğum şeyi buldum: telefonum. Keyifli ve uzun bir yolculuk, masallardan fırlamış gibi duran manzaralı çatı katı odası, telefonumun kullanılamaz hale geldiğini zihnimden tamamen silip süpürmüştü.
Eskiden İstanbul’daki ben, böyle bir süre içinde telefonumu mutlaka birden fazla kez kontrol ederdim. Hiçbir bildirim sesi gelmese bile bakardım; alışkanlık olmuştu belki de bağımlılık. Kırık ekranlı telefonu çantamın içine tekrar koyup. Başörtümü yapmak için ikinci kattaki banyoya indim.
Elimi yüzümü yıkayıp başörtümü rahat ama şık bir şekilde bağladıktan sonra, düşmemek için mermer merdivenlerin beyaza boyanmış demir korkuluklarına tutunarak koşar adım aşağı indim. İnerken merdiven duvarlarına asılmış olan tablolar yine dikkatimi çekti. Her buraya gelişimde baktığım halde gözüm yine onlara takıldı.
Özellikle merdiven dönemecinde asılı olan, ananem tarafından doğduğum yıl çizilmiş papatya tarlası tablosu, her seferinde olduğu gibi bu sefer de çok hoşuma gitti. Zemin kata indiğimde, ananem mutfakta teyzemle sohbet ederek kahvaltıyı hazırlıyordu. Alp ise Amerikan mutfağın bulunduğu katta, salondaki kanepede yayılmış, telefondan oyun oynuyordu.
Kollarımı sıvayıp mutfağa girdim. Uyandığımı görünce ananem ve teyzem yüzlerini bana çevirip gülümseyerek,
“Günaydın, bebeğim!”
“Günaydın, fıstık!” dediler.
Dişlerimi göstererek gülümseyip,
“Günaydınlar ikinize de! Elleriniz dert görmesin, mis gibi kokular en üst kattan bile geliyor,” dedim.
“Afiyet olsun çocuğum. Ben de yardım edeyim,” diyerek ananemin doğradığı salatalık ve domates tabağını aldım. Mutfaktan çıkıp balkon gibi kullanılan evin giriş kısmına yöneldim.
Girişe çıktığımda, boydan boya uzanan yemek masasında çeşit çeşit kahvaltılıkların, bahçeden toplandığı belli olan yeşilliklerle dolu olduğunu gördüm. Elimdeki tabağı masanın ortasındaki boşluğa bırakırken, gözlerim bu balkona yeni yaptırılmış camlara takıldı. Eskiden böyle değildi; şu an cam balkonları kaplayan sıra sıra açılıp kapanan camlarla çevrilmişti. Bahçeye girip çıkma yerine de camdan bir kapı yaptırılmıştı. Çok güzel olmuştu.
Ben camları incelerken ananem ve teyzem ellerinde son tabaklarla masaya gelip sandalyelerine oturdular. Teyzem bir yandan Alp’i sofraya çağırırken, ananem de beni masaya davet ediyordu. Kibarca gülümseyip ellerimi yıkadıktan sonra büyük bir iştahla masada bana ayrılan sandalyeye oturdum.
“Bismillah,” diyerek,
“Ellerinize sağlık, ikiniz de çok uğraşmışsınız. Her şey nefis görünüyor,” dedim.
Ananem, mutfaktan yeni getirdiği omleti tabaklara paylaştırıp benim payıma düşeni uzatırken,
“Ne demek, çocuğum? Siz o kadar uzun yoldan gelmişsiniz; ben size yapmaz mıyım hiç? Hadi, yumurtanı soğutma,” dedi.
Önce omleti, ardından her şeyden azar azar tabağıma aldım. Ananemin, “köy kaymağı” diyerek uzattığı ballı kaymağı da geri çeviremedim.
Kahvaltıdan sonra onları daha fazla yormamak için çaylarını tazeleyip bulaşıkları yıkadım. Onlar, çaylarını alıp cam balkonun dışındaki bahçenin giriş kısmında bulunan sallanan salıncağın yanına sigara içmeye gittiler. Maalesef, ananem de çok sık olmasa da sigara içiyordu. Kokusu midemi bulandırsa da bana ve hassasiyetime saygılı oldukları için içeride değil, sadece bahçede içiyorlardı.
Son bardağı da duruladıktan sonra tezgâhı sarı bir bezle silip ellerimi yıkadım. Bahçeye çıktım. Bahçede türlü türlü bitkiler ve çiçekler vardı. Rahmetli dedem,
“Ananen ne bulduysa ekti, kızım,” derdi.
Ön tarafta genelde çiçekler, arka tarafta ise çeri domates, salatalık, fasulye gibi sebzeler bulunuyordu. Bir de incir ağacı... Buranın en meşhur meyvesi incirdi ve ben de bayılırdım. Bir tane incir mi, bir kilo baklava mı deseniz kesinlikle inciri seçerdim. Gerçi, incir olmasa bile baklava pek tercih ettiğim bir tatlı değil.
Bahçede neşeli neşeli dolaşıyor, her detayı incelemeye çalışıyordum. Teyzemin, “Mihri, gelsene canım,” diyen sesiyle ön tarafa doğru yürüdüm. Ses tonundan anladığım kadarıyla bir misafir vardı.
Gelen kişi, ananemin hem komşusu hem de yakın bir arkadaşı olan Nihal Hanım’mış. Çok şeker bir kadındı, ama o kadar uzun oturdu ki sıkılmamak elde değildi. Bir yandan onun,
“Kızım, sen ne okuyorsun? Kaç yaşındasın?” gibi sorularını yanıtlıyor, bir yandan da çayları ve ikramlıkları servis ediyordum.
Nihal Hanım gidince, biz de arkasından hafif bir akşam yemeği olarak birer kase çorba içtik. Saat neredeyse 17:00 olmuştu. Denizi çok özlemiştim; içimden bir ses, “Kalk, git! Daha fazla ne bekliyorsun?” diyordu.
Teyzem salonda yanıma gelip,
“Ben markete uğrayacağım, fıstığım. İstersen sen de gel,” dedi.
Başımı ona çevirip gülümsedim.
“Ben de tam sana, ‘Beni deniz kıyısına yakın bir yere bırakabilir misin?’ diyecektim.”
Teyzem başını salladı.
“Olur, yakın bir yere bırakırım seni. Hadi hemen hazırlan, çıkıyorum,” dedi.
Heyecanla odama gittim. Omuz çantama Kur’an’ımı ve not defterimi koydum. Kırık telefonumu çıkarıp çalışmadığı için masanın üzerinde bıraktım. İkinci kattaki aynanın önünde kendimi kontrol ettikten sonra hızlı adımlarla teyzeme yetiştim.
Bu sefer teyzemin yanına, ön koltuğa oturdum. Teyzem, neşeli bir sesle,
“Sen de sıkıldın, değil mi? Bazı misafirlikler gerçekten beni de darlıyor,” diyerek beni güldürdü.
“Aynen, her şey dozunda güzel. Hem ben denizi ve buranın sahilini çok özledim. Bir an evvel kavuşmak istiyorum,” dedim.
Teyzem, başını onaylar şekilde salladı ve keyifli bir şarkı açtı. Yol çok uzun sürmedi, ama tam olarak nasıl geçtiğini de anlamadım. Bir sitenin önünde beni bıraktığında,
“Buradan dümdüz gitmen yeterli, Mihri. Merak etme, deniz tam karşında olacak,” dedi.
“Teşekkür ederim, teyzem. Tamamdır, daha önce gelmiştik sanki. Bu siteyi biliyorum,” diyerek arabanın kapısını kapattım.
Sitenin ara sokaklarında, 10-15 dakikalık düz bir yürüyüşün ardından, sonunda deniz karşımdaydı. Güneşin yansımasıyla üzerinde oluşan altın renkli parıltılar ve derin maviliği beni büyülemişti. Heyecanla adımlarımı hızlandırdım, yüzüme geniş bir tebessüm yayıldı. Burada sanki hiç dikkat çekmiyormuşum gibi hissettim; neredeyse koşacaktım.
Sahilin krem rengi kumlu kısmına gelince, tüm stresimi, üzüntümü ve kederimi alsın diye kumları daha iyi hissetmek istedim. Ayakkabılarımı çıkarıp sadece çoraplarımla bastım kumlara. Annem böyle öğretmişti küçükken: "Kumları hisset, toprağa dokun." Kumlara bata çıka denize giren ya da güneşlenen insanlara aldırmadan, dalgaların dibine kadar sokuldum.
Hızla kıyıya vuran bir dalgaya elimi uzattım. Denizin köpükleri elime çarptı. Biraz daha yaklaşıp, ıslanan kuma elimle şekiller çizdim. Her seferinde bir sonraki dalga çizimlerimi silip süpürüyordu. Bu anın saflığını, denizin bana sunduğu huzuru tüm kalbimde hissettim.
Oturmak için biraz daha uygun olduğunu düşündüğüm bir yer seçtim. Kumların üzerine oturup ayaklarımı denize uzattım. Güneş ağır ağır batmaya başlamıştı. Bu manzarayı görünce, aklıma Sevdenur Abla ile izlediğimiz bir günbatımı geldi. O zaman, “Deniz ve gökyüzü, güneş batarken iki göz kapağı gibi kapanıyor. Kapanırken gündüzü geceye çevirerek ışığa gözlerimizi kapıyoruz,” demişti. Ya da buna benzer bir şey söylemişti, tam hatırlayamıyorum.
Rabbim’in yarattığı bu manzara, o kadar mükemmel bir eserdi ki… Yaratan’a ve bu tabloyu bizim gözlerimizin önüne sunan Yaratıcı’ya aşık olmamak elde değil. Ayrıca hiçbir gün, gökyüzünde aynı manzarayı sunmuyor. Her biri birbirinden farklı ve eşsiz.
Tefekkürlere dalmışken, önümden geçen iki bikinili kız dikkatimi çekti. Bana küçümser ve kınayıcı bakışlar atarak geçip gittiler. Ancak sadece geçmekle kalmadılar; bir süre sonra geri dönüp tekrar bakarak kendi aralarında gülmeye başladılar.
Sinirime dokundu. Ben ne yapmış olabilirdim ki? Sadece kendi başıma denizi seyreden tesettürlü bir genç kızdım. Onların küçümseyen bakışlarını görmezden gelmeye çalıştım, ama bu bakışlara tekrar tekrar maruz kalmak beni huzursuz etti. Daha fazla oturamadım. Yanıma koyduğum çantamı omuzuma astım, doğrulup eteklerimdeki kumları silkeledim ve ayakkabılarımı giyip kıyıdan uzaklaştım.
Hayır, gerçekten bazı insanların davranışları ve üzerimize yükledikleri nazarlar, bu kumlara basarak geçecek gibi değil. Sinir ve stres, maalesef burada bile yeterince dağılmıyordu. Hızlı adımlarla kendimi biraz daha tenha sokaklara atıp geldiğim yönde yürümeye başladım.
Telefonumun kırık olduğunu hatırladım, yolda yürürken aklıma geldi. Kendi kendime kızdım. Yeni kırıldığı için hâlâ bu duruma alışamamıştım. Ayrıca, teyzeme ne zaman almaya geleceğini de sormamıştım. Büyük ihtimalle o da unutmuştu. Şu anda yolu hatırlayıp, göz kararı gitmekten başka çarem yoktu.
Siteden çıktık, sonra teyzemin beni bıraktığı ana yola ulaşmıştım. Buradan hatırladım, bu kadarıyla. Tam karşı yoldaki sağ taraftaki ara sokağa geçmem gerekiyordu. Birkaç kere sağım soluma kontrol ettikten sonra karşıya geçip, teyzem bile geldiğimizi hatırladığım ara yoldan yokuş çıkarak yola devam ettim.
Bir kaç sağ sol yapıp yürürken bir yandan da yazlık evleri inceleyip yolu hatırlamaya çalışıyordum. Sol tarafımda kalan siyah camlı, yeni yapıldığı ve önündeki inşaat kalıntılarından belli olan villayı geçtikten sonra, önümde hafif yokuşlu ama uzun bir asfalt yol çıktı.
Bir yandan hızlı yürümeye çalışıyor, içimden de "Allah'ım sen beni doğru yola ilet," diye dua ediyordum. Bir yandan da yanımdan hızlı araçlar geçiyordu. Arkama bakarak ne kadar mesafe yürüdüğümü kontrol edip, tekrar ileri doğru baktım. Hâlâ çok yolum vardı. Ayakkabılarıma bakarak adımlarımı sayarak dikkatimi dağıtmaya çalışıyordum.
Başımı kaldırıp sağ tarafıma baktığımda, ağzım bir karış açık kaldı. Burası tamamen papatyalarla çevrili kocaman bir tarlaydı. Üst tarafına doğru biraz daha sıkı yeşillikler ve yamaç tarafında ağaçlar olsa da, burası dümdüz bir ova gibiydi.
Tam umutsuzluğa kapılmayın, yolumu kaybettiğim ve karalar bağladığım bir anda, "Allah'ım," diye dua ettim, "karşıma çıkardığın bu papatyalar… Umut et, sakın ümidi kesme!" (Hicr, 55). Rabbim, gönlümdekini duyuyor ve bana cevap veriyordu. Bunun başka bir açıklaması olamazdı.
Küçük bir kız çocuğu gibi heyecanla, içinde bulunduğum durumu unutup papatyaların içine koştum. Heyecanla, umutla, mutlulukla… Her bir papatya ayrı bir umuttu bu hayatta. Birkaç kere koştuktan sonra, yolun kenarına, çok da uzak olmayan bir kenara oturdum. Buradan, çok yakın olmasa da deniz görünüyordu.
Çok yorulmuştum. Hem bedenen hem de ruhen. Çantamın içinden, Kur'anımı çıkarıp büyük bir özenle sayfalarını açtım ve içimden geldiği gibi sesli sesli okumaya başladım. Keşke bu anı bir çerçeveyle muhafaza edip odamın duvarına assam ya da kapaklı bir kolyenin içine taksam.
Kalbim o kadar huzurluydu ki, sanki bütün sorularım cevaplanmış, bütün sorunlar çözülmüş, bütün dertler kaybolmuş gibiydi. Bu an, bu dünyadan değil gibiydi. O kadar dalmıştım ki, yolun tam kenarına gelen motor sesiyle bir rüyadan uyandım.
Sanki motorcu başını çevirmeden dikkatle bana bakıyordu. Motor gibi, üzerindekiler de siyah tonlardaydı. Hatta kaskı bile… Bir an, acaba bir tanıdık mı diye düşündüm, çünkü hiç başını çevirmeden beni tanımaya çalışıyor gibiydi. Aklıma direkt Bartu Abim geldi.
Evet, anneannem kahvaltıda bahsetmişti. Kesin işlerini hallettiği gibi beni görmek için anneannemlere geliyordu. İşe bak, tam da burada karşılaşmıştık! Hemen Kur’an’ımı kapatıp çantama yerleştirdim. Gözlerim parıldayarak, yüzümde koca bir gülümseme ile ona doğru koştum.
Yanına vardığımda, aramızda ufak bir boşluk bırakarak dişlerimi gösterip gülümseyerek kaskına doğru seslendim:
"Bartu abi, benim kaskını çıkarsana, seni çok özledim."
Beklenti dolu gözlerle onu seyrederken, o hâlâ ne kaskını çıkarmak için ne de kalkıp bana sarılmak için bir hamle yapmamıştı. Adeta donmuş gibi hareketsizdi. Uzun zamandır beni görmediği için şaşkınlığına verdim bu halini ve daha fazla beklemeye dayanamayıp sağ elimle uzanıp kaskın vizörünü kaldırdım.
Kaldırmamla, ben olduğum yerde kitlendim, dondum kaldım öylece. Hiçbir tepki veremedim. Karşımdaki Bartu abimin gözleri değil, onun yerine karşımda, yeşilin en koyu tonunda bir çift göz bana bakıyordu.
---
Tüm yorumlarınız benim için çok önemli lütfen fikirlerinizi ve yorumlarınızı yazın
✨。◕‿◕。🌼
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 20.08k Okunma |
3.52k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |