

---
Mihri'den
"Bu tevafuk kat’iyen tesadüf değil."
(RNK, B.255)
Hani bazen bir şey olur da "Aa, ne güzel tesadüf!" deriz ya da "Tesadüfe bak!" diye şaşırırız... Peki, gerçekten tesadüf diye bir şey var mı?
Sözlükte "tesadüf", rastlantı, rast gelmek, kendiliğinden olmak gibi anlamlara gelir. "Tevafuk" ise İlâhî iradenin bir şeyi diğer bir şeye denk getirmesi, Allah'ın bir şeyle diğer şeyleri hoş ve zarif biçimde uyumlu kılması anlamına gelir.
İşte aynen böyle... En ufak şey bile tesadüf değildir. Asla tesadüf diye bir şey yoktur! O an bunu daha iyi anladım. Hiç beklemediğim bir anda, hiç beklemediğim biri çıkmıştı karşıma. Ve içime doğan his, bunun Rabbimin benim kaderime yazdığı ilahi bir rastlantı olduğu yönündeydi.
O koyu yeşil gözlerden nedense bir an olsun çekemedim kendimi. Öyle derindi ki... Ama aynı zamanda içlerinde bir sıkıntı, bir fırtına vardı sanki. Öylece kalakaldım.
Evet, gözlerimi kaçırmalıydım. Bu, Bartu abimin gözleri değildi. Şu an yaptığım doğru değildi. Ama neden? Neden sanki o gözlerde gördüğüm şey bana kendimden bir parça gibi gelmişti?
Tam o anda, sık sık ve uzun uzun basılan bir korna sesiyle adeta bir rüyadan uyanır gibi sıçradım. Gözlerimi kaçırıp başımı hızla öne eğdim. O an yanaklarımın yandığını hissettim. Nefes alışverişim hızlandı. Aynı anda vücudumu garip bir şekilde bir sıcaklık sardı, sanki içim yanıyordu.
Korna sesi tekrar tekrar çalınca bu sefer başımı geldiğim yöne çevirdim. Teyzemi gördüm. Dörtlüleri yakmış, arabayı yolun kenarında durdurmuş, eliyle bana "gel" işareti yapıyordu.
O kadar utanmış ve sıkılmıştım ki gözlerim her yerde gezindi ama bir daha o kasktaki gözlere bakamadım. Panikle ve heyecanla koşar adım arabanın yanına gittim. Sağ ön kapıyı açıp hızla içine oturdum.
Nefes nefese kalmıştım. Sanki maraton koşmuş bir koşucu gibi nefesleniyordum ama ne kadar nefes alsam da ciğerlerime yetmiyordu.
Teyzem, elimi tutup bana bakmamı sağlayana kadar onun yüzüne bile bakamamıştım. Avucumun içinde elimi şefkatle sıktı.
"Mihri, iyi misin? Her şey yolunda mı? Bir şey mi oldu yoksa? Şu motorlu seni rahatsız mı etti?"
Başımı yavaşça kaldırıp teyzeme baktım. Yüzümün kıpkırmızı olduğundan emindim. Çünkü ben duygularımı saklayamazdım. Saklamaya çalışırdım ama başarısız olurdum.
Ne kadar uğraşsam da saklayamam. Bir ağlamamı bile tutamam mesela. Gözyaşlarım hemen düşer, ardından burnum kızarır ve beni ele verir.
Başımı hayır anlamında salladım.
"Hayır, hayır, öyle bir şey olmadı."
Sesim içime kaçmış gibiydi. O kadar kısık çıkmıştı ki… Kendimi biraz daha sakinleştirmeye çalıştım ve sesimi yükselttim.
"Hatta ben… onu karıştırdım."
Teyzem kaşlarını kaldırdı.
"Kimle?"
Nefeslendim.
"Bartu abimle… Karıştırdım. Siz sabah motor aldı deyince... Duraksadım. Beni burada görünce yanıma geldi sandım."
2 saat önce
Yazardan...
---
Genç adam, saatlerdir yatarak boş boş izlediği tavandan gözlerini çekerek doğruldu. Ayaklarını yataktan sarkıttı ve ellerini başındaki ağrıya götürdü. Dudaklarından sıkıntılı bir nefes çıktı. Nefes alamıyormuş gibi hissediyordu. İçinde bulunduğu odanın duvarları üzerine üzerine geliyor, iyice içini sıkıyordu.
Başı ellerinin arasında, gözlerini kapatıp düşünmeye başladı. Ne yapacağını bilmiyordu. O kadar çaresiz ve umutsuz hissediyordu ki zihninde bir türlü cevap bulamıyordu. Sorular zihnini doldurmuştu. Kalbi, yaşadıkları ve ona yaşatılanlar yüzünden kırıklarla ve çatlaklarla doluydu. Artık bu kırıklar kalbine batıyor ve adeta sicim sicim kan akıtıyordu. Kimsenin yanında olmadığı zamanlarda ise o kanlar damla damla ılık yaşlar olarak göz pınarlarından süzülüyordu.
Başını ellerinden kaldırıp doğruldu. Odanın kapalı olan perdesini hışımla, tek bir hamlede açtı. İçeri gün ışığı doldu. Günlerdir bu perdeyi bile açmamıştı. Zaten tüm dünyası karanlıktı; odasının karanlık olması ne fark ederdi ki? Aralık olan camı ardına kadar açtı ve nefessizlikten sıkışan ciğerlerini temiz havayla doldurdu.
Artık bu odada kalmaktan sıkıldığı için bir hafta önce buraya geldiğinde bir köşeye fırlattığı bavulunu aldı. İçinden eline gelen ilk tişört ve pantolonu çıkarıp üzerine geçirdi. Onlar da siyahtı. Zaten genç adamın bavulunda siyah renkten başka kıyafet yoktu. Bir çırpıda üstünü değiştirdi. Çalışma masasının üzerine bıraktığı anahtarlarını eline alıp odadan çıktı.
Hızlı adımlarla gıcırdayan ahşap merdivenleri inerek alt kata geçti. Üst kata göre daha büyük ve ferah bir dizayna sahip olan Amerikan mutfaklı katın salon bölümünde, bir duvar yerden tavana kadar kitaplarla kaplıydı. Kütüphanenin sağ tarafında, ilkbahar olduğu için kullanılmayan boş bir şöminenin karşısında sallanan koyu kahverengi ahşap sandalyede oturan dedesi Şeref Bey vardı.
Şeref Bey, burnunun üstüne yerleştirdiği yakın gözlükleriyle dikkatle gazetesini inceliyordu.
Yemeklere bile doğru düzgün katılmayan torununun sonunda odasından çıkıp aşağı indiğini gören dedesi, merakla gözlerini gazeteden çekip baştan aşağı onu süzdü.
“Bir yere mi gidiyorsun ?”
Dış kapının yanındaki vestiyerin önündeyken, kendisine sorulan soruyla başını çevirip dedesine baktı.
“Biraz gazlayacağım,” dedi kısaca.
Dedesi düşünceli bir şekilde başını salladı. Her ne kadar şu an bu ruh halinde tavsiyesini dikkate almayacağını bilse de onun için endişeleniyordu.
“Yine de dikkatli sür,” dedi, yavaşça. “Ne olur ne olmaz, fazla hızlanma.”
Genç adam, gözlerini kaçırdı. Çünkü kontrollü bir şekilde sürmeyeceğini biliyordu. İsteksizce başını sallamakla yetindi. Askıda asılı duran siyah deri ceketini hızla sırtına geçirip vestiyerden ayrıldı.
Bahçeye çıkmak için sürgülü pimapen kapıyı sağ tarafa doğru kaydırarak açtı ve dışarı adımını attı.
Tarık, garajın kapısına doğru ilerlerken, bahçenin köşesinde kıvrılmış yatan Burçak, aniden başını kaldırdı. Parlak beyaz tüyleri güneşin altında ışıldarken, gözleri heyecanla parladı. Kulübesinden hızla çıkıp kuyruğunu coşkuyla sallayarak Tarık’a doğru koşmaya başladı.
Genç adam, onun bu neşeli hâlini görünce gülümsedi. Dizlerinin üzerine eğildi, köpeğin yumuşacık başını okşadı. Burçak, bundan memnun kalmış olacak ki keyifle havladı ve patilerini Tarık’ın dizlerine koydu. Birkaç saniye boyunca, Tarık onun pamuksu tüylerini avuçlarının içinde hissetti; sıcak ve canlı.
“Elbette sen de benimle gelmek istersin, değil mi?” diye mırıldandı Tarık, Burçak’ın kulaklarını hafifçe çekiştirerek. Ancak onun bu defa bahçede kalması gerekiyordu. Eliyle hafifçe Burçak’ı geriye itip ayağa kalktı ve garaj kapısının önüne geldi.
Garajın sağ duvarına monte edilmiş manuel kolu aşağı indirmesiyle birlikte, büyük alüminyum kepenk ağır ağır yukarı kalktı. Metal sürtünmesinin çıkardığı gıcırtı, sessizliği yırttı. İçeriye adım atar atmaz, otomatik aydınlatmalar tavan lambalarını birer birer devreye soktu. Sarımtırak ışık, karanlığın içinde bir anlığına titreyerek yayıldı ve sonunda garajın içini tamamen aydınlattı.
Ve işte oradaydı.
Karşısında duran, onun için yalnızca bir motor değil; bir yol arkadaşı, bir kaçış bileti, bir özgürlük simgesiydi. BMW S1000RR... Parlak siyah gövdesi, ışıkta metalik bir parıltıyla yansıyor; ince detaylar, makinenin keskin hatlarını daha da belirginleştiriyordu.
Tarık, birkaç saniye olduğu yerde durup motoruna baktı. Sol eliyle seleyi okşadı, ardından metal gövdeyi sıyırarak gidona kadar ilerledi. Motor hâlâ soğuktu ama az sonra, o efsanevi gücüyle canlanacaktı.
Sağ ayağını ileri atarak destek pedalını kaldırdı, ardından direksiyon kollarından sıkıca kavrayıp motoru tek hamlede öne çıkardı. Garajın arka kapısından dışarı çıkarken, hafif bir rüzgâr tenine çarptı. Günbatımının serinliği, metalin soğukluğu ve yakında açığa çıkacak gücün heyecanı... Hepsi bir arada, o anı kusursuzlaştırıyordu.
Garajdan kaskı aldı eğilip kaskını başına geçirdi, deri eldivenlerini giydi. Son bir bakışla garajın arka kapısını kilitleyip motorun yanına döndü.
Gaz koluna hafifçe dokunduğunda motor derin bir homurtuyla yanıt verdi. Tarık, sağ bacağını çevik bir hareketle uzatarak seleye oturdu. Anahtarı çevirdi, gösterge paneli bir anlığına karanlıktan çıkıp ışıl ışıl aydınlandı. Dijital ekranın rakamları hızla sıfırlandı, sonra sabitlenerek beklemeye geçti.
Ve o an geldi.
Marşa bastığında, sokak güçlü ve tok bir motor sesiyle yankılandı. BMW 1000RR, sanki uzun zamandır beklediği özgürlüğüne kavuşmak istermiş gibi kükredi. Tüm mekanizma, adeta bir canlı gibi titredi; Tarık’ın avuçlarının içinde, direksiyonun metal kollarında hissedilir bir enerji vardı.
Şimdi her şey hazırdı.
---
Tarık' tan
Yüzüme çarpan ılık rüzgâr bile daralan göğsüme nefes olmuyordu. Nefes alamamamın sebebi başımdaki kask değildi. Aksine, içimi daraltan düşünceler, bir türlü cevap bulamayan sorular ve bunları kimseye açamamak boğuyordu beni.
Eskiden olsa, motora atladığım an unuturdum kafamdaki bütün kötü düşünceleri. Kulağıma bir şarkı açar, kendimi motorun hızına bırakırdım. Gazı kökleyip hızlandıkça, içimdeki karmaşayı sustururdum. O kadar yüksek hızlara çıkardım ki hayatta kalmam ve kaza yapmamam sadece bir şans meselesiydi. Ya da ben öyle derdim şans. Ama umursamazdım. Çünkü hız benim kaçış yolumdu. Düşüncelerimden, sorularımdan, içimdeki bitmek bilmeyen mücadeleden kaçardım.
Kendimi bulabildiğim tek yer bu motorun sırtıydı. Onun dışında her yerde, olmam gerektiği gibi olmak zorundaydım. Gittiğim her ortamda yüzüme geçirmem gereken bir maske vardı ve ben o maskeyi takıp o kişiliğe bürünmek zorundaydım. Yıllarca bana öğretilen buydu. Ama kaskımı taktıktan sonra başka bir maske takmak zorunda değildim. O yüzden çoğu zaman sessiz gözyaşlarımı hep bu kaskın altında akıttım.
Saatlerce motor sürdüm. Bazen nereye gittiğimi bile bilmeden. Gözlerimden yaşlar boşalırken kimse görmedi. Kimsenin yanında akıtamadığım gözyaşlarını bu motorun üstünde döktüm. Beni tanımayan bir yere motoru çekip ona anlattım dertlerimi. Çoğu insandan daha iyi dinledi beni. Hiç yargılamadı, hiç sırtını dönmedi. Bana her zaman sadık kaldı. Çoğu "arkadaş" dediklerimin aksine...
Bu sırada frene basıp hızımı yavaş yavaş kontrollü bir şekilde düşürdüm. Ana caddeden sapıp, sağ tarafımda kalan denize sıfır sitenin içerisine sürdüm. Birbirlerine ikiz gibi yapışmış, herkesin kendi tarafında ufak bir bahçesi olan bu sitenin ara sokaklarında, çok düşük bir hızla sağa sola yaparak deniz kıyısına ulaştım. Bir yandan motorun sesi kafamı dinlendirmeye çalışırken, diğer yandan denizin o tuhaf huzur veren havası içimi biraz olsun rahatlatıyordu. Ama yine de eksikti bir şeyler… İçimdeki boşluk gitmiyordu. Deniz, güneşin batmak üzere olduğu o anın ışıklarıyla daha bir canlıydı. Dalgalı suyun kenarındaki kumlar, tıpkı içimdeki karmaşa gibi sabırsızca savruluyordu.
Bisiklet yoluna çıktım, hızımı arttırmadan ilerleyerek gözlerimle daha tenha bir yer aradım. Kaskımın havalandırmalarından az da olsa bir deniz kokusu gelse de, hala kaskımı çıkaramamıştım. O an, burnuma gelen yosun kokusu, denizin tuzlu havası bir an içimi ferahlatmıştı, ama sanki her şey daha da kalıcı olmalıydı. Hâlâ bir eksiklik vardı, bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordum. Motoru ilerideki kayalık bölüme sürdüm. Yolun sonuna geldiğimde, kontağı kapatıp rahat bir bacak hamlesi ile aşağı inip güvenlik pedalını indirdim. Sağ elimle ilk sol eldivenimin cırt cırtını açtım, ardından sol eldivenleri motorun arka bagajına koydum. İki elimle kavrayıp kaskımı çıkardım. Saniyesinde burnuma kayalıklardan gelen yosun kokusuyla karışmış, tuzlu deniz havası doldurdu.
Bunu içime çekmek, sanki her şeyin yeniden başlama arzusuyla kalbimi çarptırdı. Ama bir yandan, gözlerimle denize bakarken, içimde hâlâ kaybolmuş bir şeylerin eksikliğini hissediyordum. Gözlerimin önünde, denizin sonsuz ufuklarına bakmak bile bir anlam taşımıyordu. Güneş, neredeyse denize kavuşuyordu ve son ışıklarını, parlak yansımasını denizin üstüne bırakıyordu. O parıltılar, bana hiç bir zaman bulamayacağım bir huzurun görüntüsünü hatırlatıyordu. Kaskımı motorun selesine koyup, dağılan saçlarımı kabaca düzelttim.
Bir an durup, motorun arkasına geçtim ve ellerimi cebime yarım sokup motora yaslandım. Denizi izlerken, içim biraz olsun ferahlamıştı. Ama bu ferahlık, gerçekten bir çözüm değildi. Son dört aydır içimdeki kayıp, o kadar derindi ki… Bir çare bulamıyordum. Buraya gelmek aklıma son gelen şeydi, hâlâ babamın ölümünü sindirememişken, buraya gelmeyi bir çözüm olarak görmüyordum. Dedemin sağlığı, belki biraz önemliydi, ama o kaybın acısı… O hiç geçmeyecekmiş gibi hissediyordum.
Babam… Gözlerimi kapatıp bir anlığa düşündüm. O kadar kolay mıydı, birisinin ölümünü kabullenmek? Şirketin işleriyle ilgilenmeye devam etmek… Her şey sanki bir gün içinde silinip gitmişti. Nasıl, nasıl bu kadar kolay olabiliyordu? Bu kadar kolay mıydı babamın kaybı? Bir motor kazasına kurban gitmişti. "Tanrı onu korusun" demekle iş biter miydi? Ben, hâlâ o kazanın şokundayken, herkes nasıl bu kadar kolay kabullenebilirdi? Nasıl böyle devam edebilirdik?
Motorun yanına çömeldim. Yumruğumu sıktım ve metal yüzeye vurdum. Öfkeli değildim, hayır… Daha çok yorgundum.
Bir daha onu göremeyecek olmak, sesini duyamayacak olmak… Bu düşünce içimi ağırlaştırıyordu.
Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüş gibi hissettim. Çocukken annemle gittiğimiz o soğuk taş duvarlı kiliseleri hatırladım. İnsanlar dua ederdi. Yardım isterdi. Ben de istemiştim. Ama hiçbir şey değişmedi.
Başımı gökyüzüne kaldırdım. İçimde boğulacak gibi hissettiğim o tanıdık sıkıntı vardı.
Fısıltıyla mırıldandım:
"Eğer varsan ve beni duyuyorsan… Ya bu acılarımı al ya da beni."
---
Deniz kenarından ayrıldım.
Eve dönüyordum ama her zaman kullandığım yoldan gitmek istemedim. Direksiyonu, daha önce hiç geçmediğim bir sokağa kırdım.
Bilinmeyen yollarda hız yapmam. Alışık olmadığım kadar yavaş gidiyordum. Sokak eski villalarla doluydu ama tam köşede bir ev dikkatimi çekti. Camlarına kadar simsiyah, bahçeli ve havuzlu. Almanya'da görmeye alıştığım tarzda bir yazlık. Bu sokağa ait değilmiş gibi duruyordu.
Yolu takip etmeye devam ettim. Asfalt biraz daha düzelmişti. Hızlanabilirdim ama yapmadım. Garip bir his vardı içimde. Burada beni çeken bir şeyler vardı, adını koyamadığım.
Güneş alçalmış, gökyüzü kızıl tonlara bürünmüştü. Rüzgâr biraz daha sert esiyordu. Yolun iki yanı yeşilliklerle doluydu ama biraz ileride… tamamen papatyalarla kaplı bir arazi.
Bir şey—ya da biri—dikkatimi çekti. Hızımı azalttım. Motoru papatya tarlasının yanında durdurdum.
Biraz daha dikkatli baktığımda, tesettürlü bir kızın elindeki kitabı sesli bir şekilde okuduğunu fark ettim. Sesine kulak kesildiğimde, içimdeki kasveti uçuran bir dinginlik hissettim. Onda, anlamlandıramadığım bir güzellik, bir sakinlik, bir narinlik vardı. Gözlerimi kapattım ve sadece bu büyülü sese odaklandım.
Ne okuyordu? Hatırlamak için zihnimi zorladım ama hiçbir şey gelmedi aklıma. Bu ses bana tanıdık gelmiyordu ya da benzer bir şey duymamıştım. Sadece dinliyordum.
Derken, ses bir anda kesildi. Gözlerimi açtım ve bana baktığını fark ettim. Dudaklarında hafif bir tebessüm belirdi. Okuduğu kitabı hızla çantasına koydu, ardından krem rengi elbisesi ve başına doladığı yeşil eşarbıyla bana doğru koşmaya başladı. Hafif tebessümü genişledi, dişleri gözüktü. İnce gözleri mutluluktan kısıldı.
Aramızdaki mesafe hızla kapanıyordu. Kaskımın dibine kadar gelmişti ki, birden seslendi:
"Bartu abi! Benim! Kaskını çıkarsana, seni çok özledim!"
Söylediklerini bir an anlayamadım. Türkçeyi bilmediğimden değil, sadece o an algım durmuş gibiydi. Duyuyordum ama kelimeler beynimde anlam kazanmıyordu. Ta ki, zarifçe uzanıp kaskımın vizörünü kaldırana kadar.
O çocuksu gülümsemesiyle bana bakarken, gözlerim onun siyaha çalan kahverengi harelerine kilitlendi. Artık onu, vizörün ardından değil, doğrudan görüyordum. Ve kımıldayamadım.
Sanki zaman durmuştu ya da ben donmuştum...
---------
Mihri'den
O içimi ürperten, derinliklerinde kaybolduğum koyu yeşil gözlerle karşılaştıktan sonra uzun bir süre kendime gelemedim. Kendim gibi hissetmiyordum. Ama kimseye bir şey çaktırmamak için zorladım kendimi. Gülümsedim, normal görünmeye çalıştım. Tabii ne kadar başarılı olabildim, emin değilim.
Dışarıdan eve döndüğümüzden beri odama çıkmadım, yalnız kalmadım. Yalnız kalmak istemedim. Yalnızlık, düşüncelerimi daha da belirginleştirecekti ve ben bunu istemiyordum. O yüzden kendimi anneannem ve teyzemle vakit geçirmeye zorladım. Aklımı dağıtmak için, hatta ne kadar sevmesem bile, televizyonda açtıkları saçma sapan programları bile izledim. Ekranda aşırı yapmacık kahkahalarla dolu bir yarışma programı dönüyordu. Bir sunucu, elindeki mikrofonla yarışmacıya abartılı sorular soruyordu. İnsanlar kahkahalarla gülüyor, ekrana yansıyan alkış efektleriyle daha da coşkulu hale geliyorlardı. Bu sahte neşenin içinde kendimi daha da yabancı hissettim. Ama yine de gözlerimi ekrandan ayıramıyordum. Belki de o anın üzerimde bıraktığı etkiden kaçmak istiyordum.
Ama ne kadar uğraşsam da o an zihnimden çıkmıyordu. Sanki düşünmemeye çalıştıkça daha da gözlerimin önüne geliyordu. O bakışlar… Derin, ürkütücü ve sanki içimi görebiliyormuş gibi. O anın içinde, hiç istemediğim halde asılı kalmış gibiydim.
Ne kadar süredir ekrana boş boş baktığımı fark ettiğimde hafiften doğruldum. Uzun süre aynı pozisyonda oturmaktan bir yerlerim tutulmuştu. Kollarımı kaldırıp gerindim, sonra hızla mutfağa giderek kendime koca bir kupa kahve yaptım. Acı, sütsüz ve şekersiz… Türk kahvesinin küçük fincanı beni asla kesmezdi, sadece kibarlıktan içerim. Ama tek başımayken en az bir kupa… Kahveye bağımlı olduğumu kabul edebilirim.
Eve girdiğimde vestiyere bıraktığım çantamı omzuma alarak yavaş ve düşünceli adımlarla merdivenleri çıkmaya başladım. Teyzem bahçede, az önce onu arayan iş arkadaşıyla restoranla ilgili bir şeyler konuşuyordu. Bir yandan da sigarasını içiyordu. Anneannem, televizyonda açtığı turistik yerleri anlatan belgeseli izlerken koltuğunda uyukluyordu. Alp ise bir eli çubuk kraker poşetinde, diğer eliyle tabletinden bir şeyler seyrediyordu.
Çatı katına ulaştığımda pimapen kapının kulbunu indirerek içeri geçtim. Büyük ihtimalle anneannem de buraya hiç çıkmamıştı, çünkü gece olmasına rağmen perdeler açıktı. Önce perdeleri kapattım, ardından üzerimi değiştirmek için valizime yöneldim. Kendimi daha rahat hissetmek için en sevdiğim, favorim olan kalp desenli beyaz pamuklu pijama takımımı giydim. Annemin çocukluğunda kullandığı ve bana hediye ettiği kırmızı tarağımı çıkardım. Bir yandan İnşirah Suresi'ni okuyor, bir yandan saçlarımı nazikçe tarıyordum. Karışan yerleri açarken dikkatli olmaya çalıştım. Saç taramak bana her zaman iyi gelirdi. Aynı zamanda sünnet olduğunu öğrendiğimde, bu alışkanlığımı daha da sevmiştim.
Tarak ile işim bitince başıma rahat bir başörtüyü geçirip eteğimi giydim valizime koyduğum gül motifli seccademi serip yatsı namazını kıldım seccademi kaldırmadan sadece secde ettiğim yeri ucundan kıvırarak katladım tesbih ve duayı balkondan yapmak şuan inanılmaz cazip geldi. çalışma masamın üzerindeki şamdana yöneldim. Anneannemin gençliğinden kalma, üzerindeki mum yarısına kadar kullanıldığı için kenarlarına doğru eriyip donmuş eski şamdan ile birleşerek hoş bir görüntü oluşturmuştu … Çekmeceden bulduğum kibritle birkaç başarısız denemeden sonra mumu yakmayı başardım.
Mumu elime alıp terasın siyah demir kapısını açtım. Dışarıdaki hava gündüze göre biraz daha serindi ama yine de ılıktı. Rüzgar yoktu. Gökyüzü bulutsuz, dipsiz koyu lacivert bir deniz gibiydi. Sayısız yıldız, suya düşen ışık kırıntıları gibi parlıyordu. Kimileri sabit, kimileri göz kırpar gibi yanıp sönüyordu. O an, yıldızların binlerce yıl öncesinden gelen ışığını düşündüm. Şimdi gördüğüm yıldızlardan bazıları belki de çoktan sönmüştü. Ama ben onları yeni fark ediyordum.
Ve bu karanlığın içinde hilal den biraz kalın parıl parıl bir ay.
Tıpkı… O gözler gibi.
Mumu teras balkonunun duvarına koyup odaya geri döndüm. Omuz çantamın içinden Kur’an’ımı ve Sevdenur ablanın verdiği Gençlik rehberini çıkardım, bir kolumun altına alıp diğer elimle kahve kupamı kavradım ve tekrar terasa çıktım.
Elimdekileri duvarın üzerine koyup, altıma bir sandalye çekerek oturdum. Etrafta evlerden sızan minik ışıklar vardı. Uzakta, karanlığın içinde belirginleşen otel ışıkları ve denize doğru ışıklar gönderen deniz feneri gözüme çarptı. Bir an onları izledim. İçimde dalgalanan hisleri susturmaya çalışarak, elimle namaz tesbihlerimi çekmeye başladım.
Tespihlerimi tamamladığımda gözlerimi şehirden ayırıp tekrar aya çevirdim. Aya bakıp dua etmek her zaman içimi ferahlatırdı. Bazen içimdekileri anlatır, bazen mutlu anlarımı paylaşırdım. Şimdi de öyle yapmak istedim. Ellerimi açtım ama dudaklarımdan tek kelime dökülmedi.
Ne diyeceğimi bilmiyordum. Ellerimi yüzüme kapattım. Sanki o an hissettiklerimi Rabbime bile anlatamıyordum. İçimde bir şeyler düğüm düğümdü.
Derin bir nefes alıp verdim, zihnimi toparlamaya çalıştım. Sonra usulca fısıldadım:
“Allah’ım…”
Bugün karşıma çıkan o gözler... İçimi altüst etti. Daha önce hiçbir gözde hissetmediğim bir duygu uyandırdı bende. Eğer bu şeytani bir duyguysa, harama açılan bir kapıysa, senden af dilerim. Beni koru, kalbimi temiz tut.
Ama ya öyle değilse?
O an sanki bir şey oldu. Gözlerimi çekemedim. Kilitlendim kaldım o gözlere. Kendimi gördüm ben. Bir sürü bilinmeyeni, cevaplanmayanı, arayan birini...
Sen daha iyi bilirsin ya Rabbi… O yeşil gözlerde ben çaresizlik gördüm. Ve bu halimi sana arz ediyorum. Günaha girmiş olmaktan çok korkuyorum ama o gözleri zihnimden de çıkaramıyorum. Ne olur, halimi hayır eyle, beni doğru yola ilet.”
Ellerimi yüzüme sürdüm, içimden sessizce “Amin” dedim. Besmele çekerek ağır ağır mushafımı açtım. En son işaret koyduğum yerden okumaya başladım.
Bir dönem hafızlık hocamdan makam eğitimi almıştım. O yüzden okuduğum ayetleri bir melodi gibi içime sindirerek okumaya başladım. Etrafta kimse yoktu. Hafifçe sesimi yükselttim. Sanki sadece kendim için değil, tüm kainat için okuyordum.
Her kelime içimde bir huzur bırakıyordu. Okudukça zihnim berraklaşıyor, kalbimdeki karışıklık hafifliyordu. Bir süre önce düğümlenen içim, şimdi ilahi bir ritimle çözülüyordu.
Yerimi tamamlayınca, kapağı yavaşça kapatıp hürmetle öptüm yanıma koydum. Yüzüme huzurlu bir tebessüm yayıldı. Hafiflemiştim. Sanki bütün yüklerimden arınıp içimde derin bir huzur bulmuştum.
Artık o hissettilerim, hâlim o kadar da bana korkutucu gelmiyordu.
Hâlimi her hâli bilene ârz etmiştim...
---
Tarık'tan
Bir anda, o güneş gibi gülümseyen kız ve umutla bakan kahverengi hareli gözler gözümün önünden kayboldu.
Boşluk.
Sadece papatyalar vardı.
Gitmişti.
Ya da… hiç burada olmuş muydu?
Biraz önce gördüğüm bir melek miydi, yoksa zihnimin bana oynadığı bir oyun mu? Emin olamadım. O ses… farklıydı. İlahi bir melodi gibi.
Ne kadar süre öylece kaldım, bilmiyorum. Zaman durmuş gibiydi.
O anı unutmam gerekirdi.
Kaskımı tekrar kapattım. Kulaklıklarımı taktım ve müziği son ses açarak gaza bastım. Eve gitmeyi düşünmüştüm ama olmadı. Şu an eve gidebilecek gibi hissetmiyordum.
Yönümü ana yola çevirdim.
Gece çökmeye başlamış, farlarımı yakmıştım. İş çıkış saatiydi ve trafik sıkışıktı. Motorun üzerinde hızlıca akıp gitmek isterken, milim milim ilerlemek zorunda olmak… Sabrımı tüketiyordu.
Öfkemi hissettim. Ama neden?
Neden bu kadar huzursuzdum? Trafiğe mi sinirleniyordum, yoksa aslında içimde sıkışıp kalan başka bir şeye mi?
Bilmiyordum.
Sadece, unutmam gerektiğini biliyordum.
Bir an bile beklemek istemiyordum. Gaza yüklendim. Sonuna kadar. Motorun sesi şehrin gürültüsüne karışırken, müzik kulaklarımın içinde yankılanıyordu. O kadar yüksekti ki sanki beynime çivi çakılıyordu.
Ama susmasını istemedim.
Nereye gittiğimi bilmiyordum. Neden böyle yaptığımı… Hatırlamak istemiyordum.
Özellikle de o gülüşü…
Ve o kahverengi gözleri.
O gözlerde ne vardı?
Neden hâlâ aklımdan çıkmıyordu?
Benzin göstergesinin kırmızı ışığı yanınca hızımı düşürmek zorunda kaldım. Mecburen kenara çektim. Müziğim durdu, aynı şarkı tekrar tekrar çalmaya başladı. Kulaklıklarımı çıkardım. Derin bir nefes aldım.
Haritaları açıp en yakın benzinliğin konumuna baktım. Motoru tekrar çalıştırdım. Bu kez daha yavaş ve temkinliydim.
---
Benzin istasyonuna vardığımda görevli çocuk, depoyu doldururken gözlerini motorumdan alamıyordu. En sonunda dayanamayıp konuştu:
"Abi, motorun ne kadar güzel! Bayağı iyi duruyor ya."
Başımla hafifçe onayladım. Dudaklarımın kenarını kıvırarak yarım ağız gülümsedim.
Kaskımı çıkarıp selenin üzerine koydum. Depo dolana kadar vakit geçirmek ve içimdeki sıkıntıdan arınmak için bir sigara yaktım.
Çocuk merakla bana döndü.
"Ne iş yapıyorsun abi? Bu motor epey pahalı duruyor. Nasıl para biriktirdin?"
Sigaramdan derin bir nefes çektim. Dumanı yavaşça dudaklarımın arasından bırakırken gözlerimi kapattım.
Sorunun cevabı basitti. Ama söylemek istemedim.
Bir anlığına sustum.
Sonra, gözlerim farkında olmadan benzin istasyonunun sarı ışıkları altında dans eden toz zerreciklerine takıldı.
Biraz önce geçtiğim papatya tarlasını düşündüm.
Orada bir kız vardı.
Yoksa yok muydu?
"Türkçem babam sağ olsun. Yabancı olduğumu çaktırmayacak kadar iyi." dedim kendime.
Sonra, beni dikkatle izleyen çocuğa baktım. Hafifçe başımı kaldırarak:
"BMW motor bayisi CEO’suyum."
Çocuğun gözleri büyüdü. Bir an sessiz kaldı. Sonra şaşkınlıkla güldü.
"Abi, ciddi misin? BMW'de bayi CEO’su mu? Oha ya, inanılmaz!"
Ona karşılık vermedim. Sadece sigaramın külünü silkeleyip uzaklara baktım.
Oysa bilmiyordu…
Kimse bilmiyordu.
Benim içimde taşıdığım dertleri, düşüncelerimi, hiç bitmeyen arayışımı…
Herkes yalnızca gördüğüne inanırdı.
Ve ben, görünenden çok daha fazlasını yaşıyordum.
Toz zerrecikleri hâlâ havada süzülüyordu.
Sahi…
O gözler neden hâlâ aklımdaydı?
O gülüş neden içimde bir yerlere saplanmış gibi hissettiriyordu?
Bilmiyordum.
Bildiğim tek şey…
Unutmaya çalıştıkça daha çok hatırlıyordum.
---
Depoyu fulleyip görevli çocuğa başımla selam vererek benzinlikten çıktım. Ana yola girdim. Gözlerim uygun bir yer arıyordu. Biraz ileride buldum. Dedemin evine çok uzak değildi, daha yüksek bir yamaca kurulmuştu. Motoru yolun kenarındaki toprak alana çektim. Kontağı kapatıp güvenlik pedalını indirdim. Kaskımı çıkarıp seleye bıraktım. Hafif bir esinti vardı, deniz kokusu çoktan kaybolmuştu. Saçlarımı hızlıca karıştırıp düzelttim. Seleyi kaldırıp bagajdan aldığım alkol kutusunu çıkardım.
Ağır adımlarla motorun yanından uzaklaştım. Yolun aşağısı uçurumdu. Uçurumun kenarına kadar ilerleyip durdum. Deniz harika görünüyordu. Ayın ışığı suya vurmuş, yakamoz oluşturuyordu. Baş parmağımla kutunun kapağını açtım. Gaz sesi duyuldu. Kutuyu başıma diktim. Bu kadarı motor sürmeme engel olmazdı. Zaten kolay kolay sarhoş olmam. Eski motor çetesinde bahisler hep benim üzerimden dönerdi. İlk yudumda kutunun yarısını bitirdim.
Başımı gökyüzüne kaldırdım. Bir yıldız göz kırpar gibi parlıyordu. Aklımdaki her şey üstüme geliyordu yine. Ve ben de tek bildiğim çözüme sığınıyordum: İçmek. Kutularca, şişelerce içmek. Barlarda sabahlamak. Başka bir yol bulamamıştım.
Kutuyu tekrar başıma diktim. Boşaldığında sinirlendim. Elimde buruşturup uçuruma fırlattım. İçimdeki sıkıntıyı atmak için çıkmıştım, ama daha da öfkelenmiş halde dönüyordum. Neden? Kendimi anlamıyordum. Duygularım çözülmez bir düğüm gibiydi. Ellerimi cebime soktum. Ne kadar süre orada, manzaraya bakarak dikildim bilmiyorum.
Yorulmuştum.
Motorun üzerine atlayıp dedemin evine döndüm. Motoru garaja bırakıp kapıyı kilitledim. Geceydi, Burçak uyuyordu. Ayakkabılarımı çıkarıp eve girdim. Kapıyı açtığımda sıcak yemek kokusu yüzüme çarptı. Deri ceketimi vestiyere astım. Giriş holünü geçerken kokunun kaynağını merak ettim. Mutfaktan geliyordu. Başımı uzattım. Bulaşıklar yıkanıp dizilmişti. Ocağın üzerinde tencere yoktu.
Mutfakta dolabın köşesine ayağımı çarptım. Canım yandı, içimden bir küfür savurdum.
Dedemin sesi duyuldu. Televizyonun karşısındaki kanepede doğruluyordu.
"Funda, kızım, sen misin?"
Görüş alanında değildim. Onu korkutmamak için sakin ve tekdüze bir sesle cevap verdim:
"Benim, dede. Tarık."
Beni duyunca başını çevirdi. Yüzünde fark edilir bir şaşkınlık vardı.
"Sen mi geldin, oğlum? Biz Funda'yla yemek için seni bekledik ama saat ilerleyince Funda'nın gitmesi gerekti. Mecburen yedik."
Düşünceli bir şekilde başımı salladım. Dedemi dinliyordum ama gözlerim boşluğa dalmıştı. Yemek yemek hiç aklıma gelmemişti. Şimdi, buram buram yayılan yemek kokusuyla aç olduğumu fark ettim.
Dedem, sustuğumu görünce tekrar konuştu. Endişeli ve yumuşak bir sesle sordu:
"Aç mısın, oğlum? Bir şeyler yedin mi?"
Gözlerimi boşluktan çekip dedeme çevirdim. Babam, gözlerimi dedemden aldığımı söylerdi hep. Yüzündeki kırışıklıklara rağmen o yeşil gözleri hâlâ kendini fark ettiriyordu. Yaşına, hastalıklarına rağmen hâlâ dinç duruyordu.
Başımı “hayır,” anlamında salladım. Dedem, babacan bir tavırla üzerindeki pikeyi ucundan tutup kenara itti. Üzerinde, çocukken de giydiğini hatırladığım lacivert, üzerinde eski desenleri olan ve bu bahar mevsimine göre bana biraz kalın gelen pijaması vardı. Ardından, kanepeden doğrulup terliklerini giydi.
Omzumu mutfak dolabına yaslamış, onun ağır hareketlerini izliyordum. Hâlâ tam olarak ne yapmaya çalıştığını anlayamamıştım. Bana doğru yürüdü ve yumuşak ama biraz daha gür bir sesle konuştu:
“E hadi o zaman, ben de acıktım. Funda fazla yemekleri dolaba kaldırmıştı. Isıt da gece atıştırması yapalım.”
Bu isteği beni önce şaşırttı. Küçükken babaannem hayatta iken dedem sürekli gece kalkıp atıştırırdı ve babaannem onu hep azarlar, bu alışkanlığını bırakması için uyarırdı. Ama dedem hiç vazgeçmezdi. Hatta bu yüzden yatakta yatmayı sevmez, hep mutfağa en yakın olan kanepede uyurdu. O öldükten sonra dedem bu alışkanlığını tamamen bırakmıştı. İlk defa bana böyle bir şey teklif ediyordu. Şaşırdım ama yüzümde en ufak bir değişim olmadı, belli etmedim.
Daha sıcak ve tekdüze bir sesle, “Sen masaya geç, ben hallederim.” diyerek buzdolabının kapağına yöneldim.
Dolap pek dolu değildi. Dedem tek yaşadığı için az malzeme ona yetiyordu. Babaannem hayattayken bu dolap hep ağzına kadar dolu olurdu. Bir yandan babaannem'in yaptığı yemekleri hatırlıyor, bir yandan da anılara dalıyordum. Ocağa tencereleri yerleştirip altlarını yaktım. Göz ucuyla dedemi kontrol ettiğimde, yüzünde hoşnutsuz bir ifade vardı. Bir şey koklayıp anlamaya çalışıyor gibiydi.
Yemekleri tabaklara bölüştürüp masaya koydum. Tam çatal kaşık almak için masadan ayrılacakken, dedem bir anda “Dur.” dedi.
Ani tepkisiyle şaşırdım ve olduğum yerde kaldım.
“Ne oldu?” dedim.
Dedem kaşlarını hafifçe çattı. “Sen bir şey mi içtin? Burası alkol kokuyor.”
İçimde soğuk bir his yayıldı. Dedemin burnu çok keskin koku alırdı, bunu nasıl unutmuştum? Bazen özel aile buluşmalarında içilmesine ses çıkarmasa da, normalde en nefret ettiği şey alkol ve şarap benzeri içkilerdi.
İtiraz etmedim. Mahcup bir şekilde başımı önüme eğdim. Normalde kimse bana böyle bir soru soramazdı. Babam bile… Ama o, dedemdi. Ve ben, onun yanında her zaman o küçük, kumral saçlı çocuk oluyordum.
“Sadece bir kutu,” dedim.
Benim mahcup tavrımı görünce, yüzündeki otoriterlik bir anda silindi gitti. Dudağının bir kenarı muzip bir şekilde yukarı kıvrıldı. “Gazlamak, biraz üstündeki sıkıntılı havayı dağıtır,” diye düşünmüştüm. Anlaşılan bu yetmemiş; başımı kaldırdım, gözlerinin içine baktım. Tavrı yumuşaktı. Ben bir şey demeyince, devam etti: “Hadi, kaşığımı ver; acıktım, yemek soğuyor.”
Hızlı bir hareketle çekmeceden ikimiz için de kaşık ve çatal çıkartıp masaya döndüm. Kaşığı eline aldığı gibi, kuru fasulyeden koca bir kaşık alıp ağzına attı ve sesli sesli çiğnemeye başladı. Bazen rahatsız olsam da şu an çıkardığı; bu sesler beni gülümsetti. Kuru fasulyeyi çok severdi; en sevdiği yemek, babaannemin sık sık yaptığı bir yemekti. Bu bilgiyi Funda’ya da öğretmiş olacak ki, o da yapmış.
O kadar iştahlı yiyordu ki, benim de canım çekti; bir kaşık da ben ağzıma attım. Ben çiğnerken,
dedem lokmasını bitirdiği gibi gözleri beni buldu. “Bu kadar saat gelmediğine göre, biraz stres atmışsındır, diye düşünüyordum, ama alkol içtiğine göre pek de iyi geçmemiş".
Gözlerimi fasulyelerden kaldırmadım; kasıtlı olarak, ağzındaki lokmayı ağır çiğniyor ve bir türlü cevap vermek istemiyordu. Ne cevap vereceğimi bilemiyordum; zihnim darma dumandı.
Dedem, “Sen kafa dağıtmaya çıkmıştın,” deyince, yeni yeni aklıma gelmişti: Ama şu an kafam tamamen darma duman almıştı. Bir an gözlerimi yumunca, tekrar o gülümseme belirdi; gözlerimin önünde nefes alışverişim hızlandı. Tabağın yanına su doldurdum, bardağı uzandım; ani bir refleksle bardağı kavradığım gibi başıma diktim. O kadar hızlı içmiştim ki, su boğazıma takıldı. Bardağı ağzımdan çekip birkaç kere güçlü bir şekilde öksürdüm. Dedem yine muzipçe, “Helal helal, ne oldu ya?” dedi.
Birkaç öksürükten sonra, boğazımdaki öksürük geçince, tekrar önüme döndüm: "Bir şeyim yok, iyiyim." Ben öksürüp kendimi toparlamaya çalışırken, dedem çoktan tabağını bitirmişti. Sandalyesini arkaya doğru itip kalkarken, "Hadi, sen de tabağını bitir; küçük bir çocuk gibi ağzında oyalayıp durma!" dedi. Tezgaha doğru ilerledi. Bu kadar hızlı yemesine şaşırdığım için, benim de dudağımın kenarı muzipçe havalanmıştı.
Bulaşıkları lavabonun içine koyduktan sonra, omuzunun üstünden bana bakarak sanki bir hizmetçiye emir verir gibi, "Bulaşıkları da hallet," dedi. Ağzımdaki lokmayı çiğnerken, hafifçe başımı onaylarcasına salladım. Lavabo da ellerini yıkayıp yanımdan geçerken, hafifçe sırtıma vurdu.
"Ha, bir de kahve yap; canım çekti. Anlaşılan seninle konuşacaklarımız var. Bir kahve, senin kafayı daha çok yerine getirir," diyerek, yattığı kanepeye oturup bacak bacak üstüne attı ve televizyon kumandasına uzandı.
Ben de tabağımı hızlıca bitirip bulaşıkları hallettim. Cezveye ikimiz için acı kahve koyup kaynamasını beklemeye başladım. Küçükken, sütlü kahve içerken beni görünce, "Sütlü kahveyi çocuklar içer; sen artık adam olmadın mı?" deyip güldükten sonra, ben de bir daha sütlü kahve içmemiştim. Sonra da alışkanlık olmuş, hep böyle tercih etmeye başlamıştım.
Geçmiş gözümün önünden geçerken sırıttım.Bana bunu söylediğin de 10 yaşında olmam dışında bir sorun yok.
Pişen kahveyi, babaannemin çeyizinden kalan ve küçükken bana yerine gösterdiği için bildiğim, mutfağın en sonundaki dolabından çıkarttım. Rengi turuncuya çalan, çok nostaljik bir havası olan bir fincandı.
Fincanları tepsiye alıp salona ilerledim; dedemin önüne sehpayı çekip fincanı bıraktım. Oturduğu yerin tam karşısına gelen tekli koltuğa geçip, kahvemi kanepenin kolçağına bırakıp, bacak bacak üstüne attım. Refleksle, elim cebimdeki sigara paketine gitti – bunun farkında bile değildim.
Dedemin uyarıcı bakışlarıyla, sinirli ve tehditkâr bir tonla, "Kapalı alanda sigara içmek, son düzenlemelere göre 977 TL—tabii senin için dolar olarak düşünürsek 27 dolar, hatırlatayım,".
Uyarısı ile dikkatimi topladım, o elimi hemen cebimden çekip fincana uzandım. Hiçbir şey yapmamışım gibi, beni uyarana kadar farkında bile değildim; ne yazık ki bu alışkanlık maalesef içimde yer etmişti.
Baş ve işaret parmağımla fincanın kulpunu kavradım. Dudaklarıma götürdüğümde kahvenin sıcak buharı yüzüme vurdu. Büyük bir yudum aldım, höpürdeterek. Acı tadı boğazımdan geçerken yüzümde belirsiz bir memnuniyet ifadesi belirdi. Fincanı tabağa bıraktım. Ellerimi masanın üzerinde birleştirip parmaklarımı kenetledim. Yemekteki o dağınık rahatlık gitmişti; yerini soğuk bir ciddiyet almıştı.
Dedem, gözlerini kısarak konuştu:
"Şimdi şirketle kim ilgileniyor?" dedi, sesi düz ve sorgulayıcıydı. "Tam olarak güvenmediğin birine işleri bırakıp buraya gelecek kadar sana güveniyorum ama… yine de bu hareketin bazılarına fırsat gibi görünebilir. Bunu düşünerek geldin, değil mi?"
Sözleri masanın üzerinde ağır bir taş gibi durdu. Fincanımı tekrar elime aldım, kahveden bir yudum daha aldım. Tadı hâlâ acıydı ama dilimde değil, daha çok içimde bir yerlerde.
Gözlerimi dedemin gözlerine diktim. Ciddi, ama içimdeki o dalgayı saklamaya çalışarak:
"Aslında gelmeyecektim," dedim. "Kian bir süre idare edebileceğini söyledi. Gitmemin şu an daha iyi olacağını düşündü."
Sesim düz, ifadem sakindi ama cümlelerimden sızan kırık bir şeyler vardı. Bir an sustum. Aklıma o dönem geldi—o boşluk hissi, nefesin bile yük olduğu o karanlık. Kenarında durduğum uçurum.
Ama hemen susturdum içimdeki sesi. Dedemin bunları bilmesine gerek yoktu. Bazı acılar, kelimelere döküldüğünde daha da büyür.
Dedem başını hafifçe salladı.
"Bir süre idare edebilir, evet," dedi, bakışlarını kahvesinin içine düşürerek. "Ama sırtlanlar bir açığınızı yakalamak için fırsat kolluyor. Unutma."
Sözleri beynimde yankılandı. Haklıydı. Ama cevap veremedim. Çünkü bazen cevap verecek gücün olmaz. O gücü bulamadığında ise… umursamıyormuş gibi yaparsın. Ya da ertelersin, geçiştirirsin. Belki yalan söylersin. Ama en büyük yalanı bile söylesen, kendini kandıramazsın. O sessizlikte içindeki gerçek seni yakar.
Güçsüzdüm.
Kendimde hiçbir şey bulamıyordum.
Tutunacak bir dal yoktu.
Babamı hayatta tutamamıştım. Daha büyük bir çaresizlik var mıydı? O anlar, gözümün önünden gitmiyordu.
Dedem, gözlerimdeki dalgınlığı fark etti. Yüz ifadesi yumuşadı, sesi alçaldı:
"Onu ben de özlüyorum," dedi.
Sesi neredeyse bir fısıltıydı. Ama o kelimeler, göğsümde yankılandı. Oğlum.
Birden gözlerimi dedemin yeşil gözlerine çevirdim. Kenarları yaşlılıktan ince çizgilerle çevriliydi ama içindeki bakış hâlâ sertti. O hitabı bana bu hayatta söyleyebilecek tek kişi karşımdaydı.
"Elden bir şey gelmiyor, oğlum," dedi tekrar, bu kez sesi bira
z daha yüksek. "Giden geri gelmiyor."
Bir şey söylemek istedim ama boğazım düğümlendi. Fincanın soğumuş kahvesine baktım. Cevap vermek kolay olurdu… eğer gerçekten bir cevabım olsaydı.
Ama yoktu.
Bazen sadece sessizlik, en doğru cevaptır.
---
Mihri'den
"Daha yükseğe salla" diyen Alp’e gülümseyerek,
salıncağı biraz daha yükseğe çıkarmak için arkasından avuçlarımla daha hızlı vurdum. Kahvaltıdan sonra Alp ille de salıncak diye tutturunca, onu kıramayıp birlikte evin biraz aşağısında kalan parka gelmiştik. Öğle saatleriydi; sıcaklık kavurucu olmasa da içimizi ısıtacak kadar sıcaktı. Parkta bizden başka, tahterevallide karşılıklı oynayan iki kız çocuğu vardı. Onun haricinde park boştu.
Alp’i biraz daha salladıktan sonra, salıncağın ön tarafına geçip kollarımı önümde birleştirdim. Alp’in, salıncak yukarıya çıktıkça “Uçuyorum!” diye attığı neşeli kahkahalarını izlemeye başladım.
Bize doğru neşeli bir ses geldi:
“Bakıyorum da keyifler yerinde!”
Sesin geldiği yöne baktım. Teyzem, üzerini her zamankine göre daha resmi giyinmişti. Krem rengi, yakasından iki düğmesi açık bir gömlek ve koyu gri tonda bir takım elbise giymişti. Epey de yakışmıştı ama saçları her zamanki gibi at kuyruğu modeliydi; onları değiştirmemişti.
Yanımıza yaklaştı, gülümsedi ve esprili bir edayla:
“Üstümden de anlamışsındır ama yine de söyleyeyim…” dedi ve gözlerini devirdi.
“Canım kayınvalidemlere gidiyorum.”
Sesi, sinirini bastırmaya çalışır gibiydi. Zorunlu gönüllü…
“Alp Bey’i görmek istiyorlarmış.”
Başımı salladım ve elimle Alp’i göstererek:
“Ona da değişiklik olur belki, hemen sıkıldı burada,” dedim.
O da başını Alp’e çevirip:
“Aynen,” diye bana katıldı.
Alp, annesini görmesine rağmen el sallamaktan başka hiç oralı değilmiş gibi davranıyor, son sürat sallanmaya devam ediyordu. Pek inme niyetinde değildi. Teyzem biraz sabırla bekledi. Alp iyice uzatınca sabrı taştı:
“Hadi artık oğlum! Aa, yeter! Bizi bekliyorlar, gelsene. Bak kimlere gideceğiz biliyor musun?”
Alp’i ikna edip salıncaktan indirdi. Hep birlikte eve doğru yürümeye başladık. Teyzem bana dönüp:
“İstersen sen de gel, fıstığım. Sana da değişiklik olmaz mı?” dedi.
Dudağımı, “Bilmiyorum,” der gibi büktüm. Gerçekten de gidip gitmeme konusunda pek emin değildim. Orada beni çok sevmiyorlardı ya da ben öyle hissediyordum. Yani… Oraya ait değilmişim gibi.
Teyzem kararsız olduğumu görünce teklifi değiştirdi. Sevecen bir şekilde kulağıma eğilip bir sır verir gibi fısıldadı:
“Ya da istersen seni merkezde bırakayım. Biraz buraları keşfet. Hem merkezde tarihi bir cami gördüm, sen seversin öyle yerleri.”
Bana göz kırptı. Bu komik hâline dişlerimi göstererek gülümsedim ve hevesle başımı salladım:
“Tamam o zaman, olur.”
Sanki sabah kombinimi kendim seçmemişim gibi elimle üstümü düzeltip bir de teyzeme sordum:
“Sence üstüm nasıl? İyi mi?”
Teyzem baş parmağıyla “Okey” işareti yaptı.
“Gayet güzelsin, hiçbir şey değiştirme.”
Onun bu güzel teşviki içimi biraz da olsa rahatlattı. Evden çıkarken çantamı da yanıma almıştım. Arabaya binerken, Alp’in ısrarı ile bu sefer onunla birlikte arka koltuğa geçtim.
Merkeze giden kısa yolculuğumuz, Alp ile şakalaşarak ve teyzemin büyük ihtimalle Alp’e babaannesinin evine kadar sürecek olan tembihlemeleriyle geçti. Tam Alp’e acırken bu sefer teyzem bana tembihlemeye başladı. Sesi fazlasıyla stresliydi. Bu stresin benden kaynaklanmadığını biliyordum:
“Lütfen Mihri, bu sefer kesin bir saat sözleşelim. Bir daha geçen seferki gibi bir şey yaşamak istemiyorum.”
Sesini yumuşattı:
“Geçen seni bıraktığım yerde bulamayınca gerçekten korktum.”
Ve sesini yükseltti:
“Bir daha yaşamayalım!”
Dikiz aynasından gözlerine baktım ve onu anladığımı belirtmek, biraz da sakinleştirmek için sakin bir tonda:
“Tamam, merak etme. Gerçekten dikkatli olacağım. Kocaman kızım ben,” dedim.
“Tabii öylesin. Yine de ortalama bir saatte sözleşelim. Ya da bak…”
İşaret parmağıyla bana bir durak gösterdi:
“Seni burada indireceğim. Eğer işin erken biterse, bu duraktan geçen sarı renkli, üzerinde ‘Soğucak Köyü’ yazan dolmuşlara binerek de dönebilirsin.”
İyice anladığımdan emin olmak ister gibi omzunun üstünden yüzünü çevirip bana baktı:
“Tamam mı canım?”
Kendimden emin bir duruş ve güven veren bir sesle başımı salladım:
“Tamamdır.”
Durakta ikisine de el sallayıp indim. Duraktan ayrıldıktan sonra ileride sağda görünen minareler büyük bir ihtimalle tarihi camiye aitti. Sağ tarafım tamamen sahil ve yürüdüğüm yolla sahil yolunu ayıran devasa palmiyelerle doluydu. Hava sıcak olduğu için belki de yol, tahmin ettiğim kadar kalabalık değildi.
Sol tarafıma baktığımda, iki şeritli asfalt yolun diğer yanı boydan boya barlar, restoranlar ve gece kulüpleriyle doluydu. Tabii bazı restoranlar hariç çoğu kapalıydı; gece sabaha kadar açık oldukları için. Yürürken yine o rahatsız edici bakışlar üzerimdeydi. Her yanımdan geçen, baştan aşağı beni süzmeden geçemiyordu. Bu bakışlar hayranlık bakışları değildi de “Sen burada ne arıyorsun?” der gibiydi.
Fark ettiğim bir şeyse burada gerçekten çok fazla motor vardı. Ama çoğunlukla 50 cc’lik ya da kurye motoru tarzı, ufak çaplı motorlardı. Başımı kaldırıp asfalt yolun iki tarafında sıra sıra ilerleyen lambalara baktığımda, ağzında yaprak tutan kuş şeklinde olduklarını fark ettim. Çok güzel bir detaydı. Kim bilir, buralar gece ışıklandırmasıyla nasıl güzel görünür diye hayal ettim. Tabii aynı zamanda ne kadar da gürültülü olur…
Yolu izlerken birden, içinde gözleriyle beni taciz eden rahatsız edici bakışlar fırlatan bir gencin sürdüğü BMW marka beyaz binek bir araç geçti yanımdan. İstemsizce içim ürperdi, kalp atışlarım hızlandı, panik oldum bir an. O ana gittim… Cengiz'in beni zorla o iğrenç beyaz arabaya bindirip götürdüğü ana. Tüm yaşanılanlar yine zihnimde canlandı.
Tam o ortamdan uzaklaştım, artık her şey geride kaldı. Burada beni bulamaz, burada değil o… dediğim anda bile sanki hiç peşimden ayrılmayan bir gölge gibi. En ufacık bir hatırlamada bile içimi sıkıntı ve korkuyla doldurabiliyordu.
Ne kadar korksam da dışarıdan bunu belli etmemeye çalıştım. Yürüyüş hızımı bozmadım.
Düz yolda hiçbir yere sapmadan ilerlerken sağ tarafa baktığımda, sahil tarafında karşılıklı kurulmuş, hepsinin dışı beyaz gözüken tezgâhlar dikkatimi çekti. Uzak olduğu için net anlayamadım. Merak edip, hem de bu yoldan biraz uzaklaşmak için o tarafa doğru adımlarımı sıklaştırdım. Aynı zamanda denize de çok yaklaşmıştım. Biraz daha yaklaşınca buranın karşılıklı kurulmuş seyyar bir sahaflar pazarı olduğunu gördüm.
Buraya girmeden önce kollarımı iki yana açtım. Yüzüme doğru esen deniz rüzgârı, içimi serinletirken gözlerimi kapattım. Derin bir nefes aldım; tuzlu havanın ciğerlerimi dolduruşunu hissettim.
Cengiz burada değildi. Onun hayaleti de yoktu.
O kötü anlardan kilometrelerce uzaktaydım.
‘Umarım gelecekte beni güzel günler bekliyordur,’ diye fısıldadım. Dudaklarımın arasından çıkan dua, rüzgârın kanatlarında kayboldu.
Denize sıfır yolda yürürken, ayaklarımın altındaki sıcak zeminin ısısı bile zihnimin içindeki soğukluğu dağıtmaya yetmiyordu. Sahil kenarındaki palmiye yaprakları, hafif rüzgârla dans ediyor, yaprakların hışırtısı kulağımda fısıltılar gibi çınlıyordu.
Yolu izlerken, ansızın yanımdan geçen beyaz bir BMW, motorunun gürültüsünü içimde yankılanan eski bir korkuya dönüştürdü. Direksiyon başındaki genç adamın üzerime dikilmiş soğuk bakışları, içimde gizlice sakladığım bir düğmeyi çekip koparmış gibi hissettirdi.
Kalbim hızlandı, ellerim terledi. Bir anlığına, zaman geriye sardı sanki; Cengiz’in o iğrenç bakışları, zorla bindiğim o karanlık arabanın havası boğazımda düğümlendi. Oysa şimdi buradaydım, ondan uzakta. Ama bazı korkular mesafeyle değil, hatıralarla yaşar.
Kaçtım mı? Evet. Ama ondan mı, yoksa kendimden mi?
Belki de en çok, o anlarda hissettiklerimden kaçtım.
Şimdi bu sahilde yürürken bile, geçmişin gölgesi peşimde sürükleniyorsa gerçekten özgür sayılır mıyım?
Yutkunup başımı çevirdim. Derin bir nefes aldım, sanki ciğerlerimi değil de içimde sıkışıp kalan o ağır duyguları doldurmak ister gibi. Rüzgâr başörtümü savurduğunda bir an hafifledim; sanki geçmişin izlerini bir nebze silip süpürüyordu.
Bir martı çığlığıyla irkildim. Başımı göğe kaldırdım, beyaz kanatların mavilikte süzülüşünü izledim.
Belki de onlar kadar özgür olamam ama denemeye değer, değil mi?
Adımlarımı hızlandırıp sahaf tezgahlarına doğru yürüdüm. Kalbim hâlâ çarpıyor, ama bu kez korkudan değil; umutla.
Karşılıklı sahaf tezgahlarının arasına girdiğimde gerçekten şaşırdım. Daha önce hiç seyyar sahaf görmemiştim. İstanbul'da, Beyazıt’ta vardı ama onlar dükkân şeklindeydi; burası ise apayrı bir havadaydı. Eski kitapların kokusu, sayfalardan yükselip havaya karışıyor, sanki geçmiş zamanın tozunu soluyormuşum gibi hissettiriyordu.
Bir sürü farklı kitap, eski CD’ler, kaset çalarlar… Bazı tezgâhların arkasına boydan boya asılmış, sararmış posterlerde ünlü şairlerin yüzleri bana bakıyordu. Hatta Cemal Süreya'nın çok güzel bir posteri vardı; dudaklarında ince bir gülümseme, sanki “okumaya devam et” der gibiydi.
Teyzemin yanından ayrılmadan önce namaz vaktini öğrenmiştim. Tahminime göre pek kalmamıştı. O yüzden, maalesef fazla oyalanacak vaktim yoktu. Kitaplara son bir kez göz gezdirip hafifçe gülümsedim ve camiye doğru yürümeye devam ettim.
Sahafta uzun süre durmamamın bir nedeni de tezgahtarların bana olan o garip bakışlarıydı. Ama önemli değildi. Camiye giden yolu tam olarak bilmiyordum, sadece teyzemin tarif ettiği kadarını hatırlıyor ve minareleri gördüğüm yöne doğru ilerliyordum. Sahil yolu bittiğinde sağa saptım. Artık çarşının biraz daha iç taraflarındaydım. Kuyumcular, restoranlar, hediyelik eşya dükkânları… Sokak, İstanbul’daki Mısır Çarşısı’nı hatırlattı bana. O an, içimde küçük bir sızı hissettim. İstanbul’u özledim.
Yerleri taş döşeli zeminde dümdüz yürürken, sol tarafta dar bir sokak dikkatimi çekti. Sokağın girişindeki eski duvarın üzerinde çatlamış bir tabelada "Camiye Gider" yazısını görünce tereddüt etmeden saptım o tarafa. Buranın taşları daha farklıydı; koyu gri ve kahverenginin tonlarında, bazıları çatlamış, bazılarıysa yosun tutmuştu. Geometrik şekillerle döşenmiş taşlar adeta eski bir hikâyenin sessiz tanıklarıydı.
Nedense içimi tanımlayamadığım bir ürperti kapladı. Belki de biraz önce Cengiz’le yaşadığım o anın zihnimde canlanmasındandı. Kendimi telkin ettim: "Boş ver Mihri" Ama içimde kıpırdayan o huzursuzluk hissi gitmedi.
Adımlarımı hızlandırdım. Hava birden serinlemiş gibi oldu. Sanki rüzgar bile nefesini tutmuştu. Omuzlarımda görünmez bir ağırlık hissettim, ardımda birinin varlığını sezmiş gibi… Bir anlığına, bozuk taşların üzerinde yankılanan ikinci bir ayak sesini duydum.
Kendimi toparlamaya çalıştım. "Belki de sadece benim ayak sesim yansıyordur," diye düşündüm. Ama iç sesim beni ikna etmiyordu.
Adımlarımı daha da hızlandırdım. Kalbim ritmini artırdı. Nefesim düzensizleşti. Sokak daralıyordu sanki. Köşeye yaklaşırken, içimdeki korku fısıltıya değil, artık bağırışa dönüşmüştü.
Tam sokağın sonuna gelip köşeyi dönmek üzereydim ki…
Bir anda arkamdan yaklaşan devasa bir cüsse, belime sımsıkı sarıldı.
Soğuk bir nefes enseme dokundu, ayaklarım yerden kesildi. Çığlık atacak oldum ama sesim boğazıma düğümlendi. Kalbim göğsümden çıkacak gibiydi.
Zaman bir anlığına durdu...
-----
Nasıl ama heyecanlı bitti mi??
Yorumlarınızı heyecanla bekliyorum 🤗
Gerçekten çok emek veriyorum o güzel OYLARINIZI Eksik etmeyin
(◠‿◕)
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 20.14k Okunma |
3.56k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |