8. Bölüm
Mihrimah Altun / Bir Demet Papatya / 7.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

7.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

Mihrimah Altun
aydaki_yazar04

2 Hafta boyunca ince ince emekle yazdığım bu güzel bölümüme yıldız atmadan geçmeyin

Olur mu ?

(⁠◠⁠‿⁠・⁠)⁠—⁠☆

 

 

Allah’tan başka hiçbir şeyden korkma. Allah’a güvenen kimseye O yeter."

(Tirmizi, Zühd: 33)

 

---

 

Korku çok ani bir duygudur.

Bir anda vücudumuza yayılır, tamamını kaplar, kalbimizi sıkar. Kimileri korkuya bağırarak tepki verir, kimileri kaçarak, kimileri ise olduğu yerde donup kalır. İçinden bağırır ama sesi dışına ulaşmaz; bu sessiz çığlıklar zihnimizi bulanıklaştırır. Bildiklerimiz silinir, düşüncelerimiz dağılır. Bazen önümüzü net göremeyiz.

 

Kalp atışlarımız o kadar hızlanır ki kalbimizin göğsümüzde mi, boğazımızda mı yoksa beynimizde mi attığını bilemeyiz. Nefes almak zorlaşır, ciğerlerimize hava dolmuyormuş gibi hissederiz. Ellerimiz soğur, başımızın içi boşalıyormuş gibi döner. İşte böyle… Ben de bazen korku anında kitlenip kalabiliyorum, donabiliyorum. O an, sesler yankılanır ama hiçbirini tam olarak duyamam. Sadece kalbimin çığlığı var içimde.

 

 

Güneş, tepemde ve bütün bunaltılığı üzerimdeydi. Havanın ağır sıcaklığı ciğerlerime doluyor ama nefes almak nedense daha da zorlaşıyordu.

 

Ne olduğunu anlayamadan, panikle gözlerimi kapattım. Sıcaklık bir anda tenimde yankılandı; ama bu sefer güneşin değil, o bilinmeyen kolların temasıydı. Bir yandan da var gücümle bağırıyordum ama sesim boğazımda sıkışıyor gibiydi. Yüksek çıkması gerekiyordu, haykırmalıydım! Oysa sadece ince, tiz bir ses döküldü dudaklarımdan.

 

Kalbim göğsümde değil, sanki kulaklarımın içinde atıyordu. Her vuruş beynimin içini dolduruyor, düşüncelerimi eziyordu. Stresten boğazım kurumuştu. Oysa açık havadaydım. Oksijen vardı ama yetmiyordu.

 

“Görüşmeyeli ne kadar uzun zaman oldu, küçük hanım. Ama sen hâlâ hiç büyümemişsin.”

 

Bu ses… Tanıdık mıydı? Uzak mıydı? İçimde bir yankı gibi dolaştı ama anlamlandıramadım.

 

Zübeyir mi?

Yüreğim yeni bir darbe yemiş gibi sıkıştı. Belki de oydu. Bulmuştu beni. Beni hep bulurdu zaten, değil mi? Burada olduğumu nereden bilebilirdi ki? Ama… ya öğrenmişse? O adamın sağı solu belli olmaz. Belki de her adımımı izliyordu, belki de köşede bir yerde bekliyordu.

 

Bu düşünceler beynimi sararken, kollar yavaşça gevşedi. Yere bırakıldım ama ayaklarımın titremesi bitmedi. Nefesimi dengelemeye çalışırken biri beni nazikçe kendine doğru çevirdi.

___

 

Yazardan

 

Bartu, Mihri’yi yere bıraktıktan sonra yüzünü elleriyle nazikçe kendine çevirir. Mihri'nin gözleri korkuyla doludur; bakışları hâlâ geçmişte takılı kalmış gibidir. Nefesi düzensizdir, dudakları titrerken gözlerinde yankılanan o sessiz çığlık Bartu’nun içini sızlatır.

 

Bartu, şaşkın ve pişman bir ifadeyle, sesi hafif titreyerek fısıldar:

"İyi misin? Mihri, bak buradayım… Kusura bakma, korkutmak istemedim. Sadece… sadece şaka yapmıştım."

 

Sesi yumuşaktır ama içinde kırılmış bir çocuk masumiyeti gizlidir. Mihri’nin yüzündeki korku ifadesi onun kalbine ağır bir yük gibi iner. O an, yaptığı basit bir şakanın aslında ne kadar derin bir yarayı tetiklediğini anlar.

 

Mihri birkaç saniye Bartu’nun gözlerine boş boş bakar. Sonra yavaşça, zorlanarak derin bir nefes alır. Yüzündeki gerginlik yavaş yavaş çözülürken, bakışları yumuşar ama hâlâ kırılgan bir buz gibi incecik bir çizgide durur

____

Mihri'den

 

Gözlerimi açtım.

 

Zübeyir yoktu.

Bir yabancı da değildi.

 

Karşımda duran yüz tanıdıktı. Ama zaman o tanıdıklığın üzerine ince çizgiler çekmişti. Bir zamanlar abi dediğim, anlattığı her hikâyeyi nefesimi tutarak dinlediğim, çocukluğumun kahramanı Bartu’ydu bu.

 

Artık yirmi dört yaşında… Ama bakışlarında hâlâ o hafif alaycı sıcaklık, dudaklarının kenarında tanıdık bir gülümseme ve düzleştirilse bile değişmeyen kıvırcık saçları ile karşımdayıdı.

 

Sıcaklık… O an güneşin kavurucu sıcağını bile unuttum.

 

 

Aklıma Zübeyir ile olan o kötü anılar gelmişti. O karanlık hatıralar, zihnimin en arka köşesinden aniden çıkıp gelmişti. Ama bunu Bartu'ya söyleyemezdim. Söylesem de anlamazdı, anlasa bile üzülürdü. Onların Zübeyir’den haberi yoktu ve asla da olmamalıydı.

"Bartu’nun yüzüne baktım, ona hiçbir şey anlatmak istemiyordum. Zihnimde yankılanan tek şey şuydu:

'Allah’tan başka hiçbir şeyden korkma. Allah’a güvenen kimseye O yeter.'

O an, içimdeki korkunun ne kadar yersiz olduğunu anladım."

 

Gerçi… Bartu abim beni yargılamazdı. O başka, o her zaman anlayışlıydı. Ama yine de susmayı tercih ettim. Kelimeler boğazımda bir yumru gibi düğümlendi, nefes almamı zorlaştırsa da onları orada bırakmak daha kolaydı.

 

Yüzümdeki korkuyu saklamak için hızlıca toparlandım. Yüzümde zorlama bir ifade oluşturup ona hafifçe, abartısız bir sinirle vurdum.

"Ne yapıyorsun ya? Ödümü patlattın! Böyle şaka mı olur? Kalbim ağzıma geldi!" dedim, sesi titreyen bir gülümsemeyle.

 

Ama içimdeki fırtına susmamıştı. Oysa dışımda sadece hafif bir esinti vardı.

 

Bartu, hâlâ yüzümdeki korkunun izlerini okuyabiliyordu. Kaşlarını hafifçe çattı, sonra pişmanlıkla dudaklarını ısırdı. Elini ensesine hafifçe koyup başını nazikçe eğdi.

"Kusura bakma cimcime," dedi, yüzünde yaramaz bir çocuk mahcubiyetiyle. "Hiç bu kadar korkacağını tahmin edemedim."

 

Sesindeki samimiyet, içimdeki fırtınayı biraz olsun dindirdi. Ama kalbim hâlâ eski ritmine dönmemişti. Yutkundum, içimden "keşke bilsen" diye geçirdim… ama yine de gülümsedim. Sanki hiçbir şey olmamış gibi.

 

 

Eskiye nazaran boyu epey uzamış ve irileşmişti ama o gözlerindeki samimiyet ve bu tatlı halleri ; içimden ne kadar kocaman bir adama dönüşmüş olsa da o yine benim şakacı Bartu abim diye geçirdim.

 

Koyu kahvelerimdeki endişe ve korku hızla silinip yerini mutluluktan parlayan gözlere bıraktı. Gülümsedim. Onu özlemiştim. Daha fazla kendimi tutamadım. Kocaman, çocukça bir haykırış çıktı ağzımdan:

 

— Bartu abi!

 

Hemen boynuna sarıldım. Beni yere bırakırken eğildiği için parmak uçlarımda yükselip boynuna yetişebildim. Benim ona sarılmamla o da hemen karşılık vererek güçlü kollarını belime sardı. Ona yetişmekte zorlandığım için daha da eğildi üzerime.

 

— Özledim seni, küçük hanım.

— Ben de seni özledim.

 

Ayrıldık. Onun da yüzünde mutlu bir gülümseme vardı.

 

— Gerçi sen bıraktığım gibi kalmışsın, seni tanımakta hiç zorlanmadım.

 

Gülmesi biraz alaylıydı. Şimdi bana takıldığını biliyordum. Ben de ona takıldım:

 

— Allah Allah! Ne varmış bende? Gayet de güzel büyüdüm, kocaman kız oldum!

 

Ellerimle üç seferde "22" yaptım.

 

— Hem bak, 22 yaşındayım artık!

 

Onu özendirmeye çalışır gibi yaptım. Bir kaşını kaldırıp bana güldü.

 

— İyi ki söyledin. Ben de seni 12 sanmıştım! Şu boya bak...

 

Elini kafamı okşamak için başıma götürdü.

 

— Küçük hanım.

 

Hızla ve sinirle kafamı çekip ondan bir adım uzaklaştım. Kırılmış gibi yapıp dudağımı büzdüm.

 

— Ne varmış boyumda Allah Allah! 1.60 burada bir kız için gayet de ideal bir boy. Hem zaten Türkiye'deki kadınların ortalama boyu 162'ymiş!

 

— Bak bak, bir de onu araştırmış! Ee o zaman yine ortalamanın altında oluyorsun.

 

Kahkahayı bastı. İyice yüzüm düştü artık. Üzüntüden çok sinirlenmiştim. Arkamı dönüp,

 

— Ben gidiyorum o zaman, uzun adam! Bu kızın kalbini kırdın, haberin olsun!

 

dedim. Tam sinirli sinirli adımlarımı yere vurarak iki adım attım ki hemen beni durdurdu. Gülmesini bastırmaya çalışıp yüzüne daha ciddi bir ifade takındı.

 

Birden hızla önüme geçip yolumu kesti. Elini arka cebine atıp, sanki gizli bir hazine çıkarıyormuş gibi aceleyle bir anahtar çıkardı. Gözlerimin önünde anahtarları sallayarak bana hava atar bir tavırla gülümsedi.

 

"Bak, abinin neleri var! Bu neyin anahtarı sence?" dedi, göz kırparak.

 

"Ben söyleyeyim, bilemezsin."

 

Bilmiş tavrına aldırmadan kaşlarımı kaldırdım.

"Motor bir kere. Anneannemler söyledi, hayırlı olsun," dedim, dudaklarımda hafif bir tebessümle.

 

Güneş başımızın tam tepesine geçmişti. Sıcağın kavurucu ağırlığından kaçmak için sokağın gölge tarafına yöneldik. Taşların üzerindeki dalgalı sıcak hava, yazın acımasız yüzünü sergilerken, gölgeden esen hafif rüzgar bir nebze olsun nefes aldırıyordu.

 

Bartu, bir eliyle ensesini kaşıdı. Anahtarı göz hizasından indirip tekrar cebine koyarken yüzünde o tanıdık muzip gülümseme belirdi.

"Sağ ol. Seni de gezdirim ya… çok keyifli. Bir kez tadına var, bırakamazsın!" dedi, gözlerinde hafif bir meydan okuma parıltısıyla.

 

Gözlerimi kısarak ona baktım. Dudaklarımda alaycı bir gülümseme belirdi.

"Seni de derken… başka kimleri gezdiriyorsun acaba arkanda?"

 

Yüzünde çapkın bir gülümseme yayıldı, sanki soruyu bekliyormuş gibi.

"Biz de boş değiliz küçük hanım," dedi, omuzlarını hafifçe silkerek.

 

"Öyle mi? Kimmiş bu nasipsiz kız, çok merak ettim!" dedim, sesime sahte bir şaşkınlık katarak.

 

Birden yüzü asıldı.

"Niye nasipsiz oluyormuş? Allah Allah ya!" diye homurdandı, kaşlarını çatarak.

 

Gülümsememi gizlemeye çalışmadan,

"Tamam tamam," dedim. "Çok nasipli, duaları kabul olmuş kız kim peki?"

 

Başını çevirip gözlerini kaçırdı. Yüzündeki o özgüvenli ifade bir anda yerini belirsiz bir ciddiyete bıraktı. Sanki gökyüzündeki bulutlar aniden güneşi gizlemişti. Bu haliyle daha da komik görünüyordu.

 

"Yok yani, ben tahmin etmiştim de… bir de senin ağzından duymak istiyorum," diye üsteledim.

 

Sessizliğini koruyunca dayanamadım:

"Tamam, biliyorum. Hiç boşuna saklamaya çalışma!" dedim, kollarımı kavuşturup inatla yüzüne bakarak.

 

Pes etti. Derin bir nefes aldı, gözlerini kaçırmadan bana döndü.

"Tamam, pes ediyorum. Yok ama… olacak! Bu yaz olacak, bak görürsün. Kız arkadaşım olduğu gibi ilk seninle tanıştıracağım," dedi, sesiyle kendini ikna edermiş gibi.

 

Yüzümdeki alaycı gülümseme iyice derinleşti.

"Gel, gel canım. Beklerim tabii… bulabilirsen o kızı!" dedim kıkırdayarak.

 

Tam o sırada caminin minaresinden öğle ezanı yankılanmaya başladı. Ezanın sesi sokakta hafif bir serinlik etkisi yaratmış gibiydi. İçimde huzurlu bir dinginlik hissettim.

 

"Hadi, ben öğle namazına geçiyorum," diyerek camiyi işaret ettim.

 

Bartu başını salladı.

"Tamam ama dönüşte ben bırakırım seni eve. Namazın bitince çaldır beni," dedi, elini kulağına götürüp telefon işareti yaparak. Ardından göz kırpmayı da ihmal etmedi.

 

Birkaç adım uzaklaşmıştım ki telefonumun kırıldığını hatırladım. Bu duruma daha çok alışmışım artık. O an aklıma geldi, hızla geri dönüp seslendim:

"Abi, benim telefonum kırıldı ya. Ulaşamam sana. Şöyle yapalım; ben namazdan çıktıktan sonra caminin yakınlarında biraz takılırım. Sen beni bulursun. Olur mu?"

 

Ezanın sesiyle karışan sesimi daha iyi duymak için yanıma yaklaştı. Teklifimi dinledikten sonra başını sallayıp gülümsedi.

"Tamam, o iş bende. Merak etme, ben seni bulurum," dedi kendinden emin bir ifadeyle.

 

El salladı. Ben de ona karşılık sağ elimi havada sallayıp koşar adım yoluma devam ettim. Koşarken, arkamdan gelen hafif bir gülüş sesi duydum. Dönüp bakmadım. Çünkü kimden geldiğine eminim.

 

 

Sokağın ortalarında, müşterileri güneşten korumak için asılmış, biraz da dekor amaçlı rengarenk şemsiyelerle karşılaştım. Burası ufak bir kafeydi. Geçerken hızlıca bir göz atıp yoluma devam ettim.

 

 

Hemen az sonra beni neredeyse boyumun iki katı olan, ahşap oymalı kalın halka şeklinde kulpları olan kapısı yere açık cami giriş kapısını gördüm. Önünde kapanmaması için bir taş konulmuştu. Heyecanla içeriye adım attım. Girişte, giren çıkanların ezmesiyle yumuşamış olan taş dikkatimi çekti. Bu taşlar, nerede görsem ilgimi çekerdi. Taşların zaman içinde üzerinden gelip geçenlerle yumuşayıp şekil değiştirmesi beni hep hayrette bırakır. Ya da musluklardan akan damla suların taşları delmesi… Hep hayret ederim. Aklıma sabır gelir; sabırla damlayan sular taşı bile delermiş.

 

Caminin avlusunda zeytin ve çınar ağaçları vardı. Gözlerimle Hanımlar Bölümünün girişini gösteren herhangi bir yazı ya da sorabileceğim birini ararken, caminin sağ arka tarafından bir teyzenin bana heyecanlı el sallaması hem beni kocaman gülümsetti hem de o tarafa doğru koşarak ilerlememe sebep oldu. Bir yandan da içimden, "Umarım teyze, namaz yerinden başka bir şey için çağırmıyordur," diye geçiriyordum.

Saçmalama Mihri, ezan vakti seni neye çağıracak ya!

Kendime güldüm.

Çok şükür, gerçekten namaz yerini göstermek için çağırmış. Zaten tesettürlü oluşumdan cami girişini aradığımı tahmin etmesi zor olmamıştır. Bana el sallayan teyze, yanındaki birkaç teyze ile birlikte ayakkabılarımızı, üzerinde numaralar yazan dolaplara bırakıp merdivenleri çıkmaya başladık. Hanımlar bölümüne çıktığım gibi başımı yukarı kaldırdım ve ağzım açık kaldı. Caminin kubbesi, tahmin ettiğimden çok çok daha zarif ve güzel bir işçiliğe sahipti.

 

Bu hayretin içinde tutamadım ve istemsizce hem kocaman gülüp hem de gerçekten harika bir nida döküldü dudaklarımdan: "Gerçekten değil mi?" Başımı sesin sahibine çevirdim ve aynı bu güzel manzaraya benim gibi tepki veren, yaşıt olduğumu düşündüğüm bir kızla karşılaştım. Birbirimizi hiç tanımasak da, o anki samimiyet bir şekilde beni kendime ısıttı, yakın hissettim; sanki daha önceden tanışmışım gibi.

 

Teyzeler safa çağırınca hemen kendimi toparlayıp Safa'ya koştum. O da tam yanıma durdu. Benim aksime saçları açıktı ve altında pantolon vardı. Bir anda sırtındaki çantasını yere indirip içinden bir şeyler çıkardı. Merakla onu izledim. Çıkardığı torbayı açıp içinden elbise benzer bir şey çıkardı. Hızlı bir hareketle başına geçirdiği gibi bir anda boydan boya kapalı ve çok hoş bir elbisenin içindeydi. Yeni tanıştığımız için belki rahatsız olur diye bir şey diyemedim. İçten içe çok mutlu oldum ama namaza başladık.

 

İlk sünnetten sonra imam kamet getiriyordu. Onu teşvik etmek istiyordum. Bu yaptığı gerçekten çok güzeldi. Ne yapabilirim diye düşündüm. En azından bir iltifat edeyim dedim. Bazen bir iltifat insanı tahmin ettiğinizden daha çok etkileyebilir. Ona döndüm, tüm samimiyetimle ve sıcak bir gülümseme ile: "Şey dedim, çok yakışmış, çok güzel olmuşsun." O da gözleri kısılarak, derin ve samimiyet kokan bir tebessümle karşılık verdi: "Teşekkür ederim."

 

Farza durduk. İmam gerçekten çok güzel bir makamda okuyordu. Süreyi etkilenmemek elde değildi. Hep böyle imamları dinlerken okudukları yerleri Kur'an’dan tahmin etmeye çalışırım. Hafız alışkanlığı işte. Namaz bitince Kur'animdan kontrol ederim. Bir de doğru çıkarsa, siz değmeyin benim keyfime.

 

Namazın bitimine doğru, yanımdaki kız aklımı kurcaladı. Onunla tanışmak istiyordum ama nasıl söyleyeceğimi bilemedim. Çekindim de. Belki onun böyle bir düşüncesi yoktu; durduk yere neden böyle bir teklif sundu diye beni yanlış anlarsa, hadi rahatsız olursa… Bu düşünceler içimi kemirdi.

 

 

Tesbihlerimizi yan yana çektik. Tek fark, ben parmaklarımla taneleri sayarken o, elbisesini çıkardığı, krem rengi üstü kanaviçe işlemeli küçük bir kesenin içinden, aynı elbisenin renginde süslü bir tesbih çıkarıp çekiyordu. Parmaklıklarımla çektiğim zikir kadar içimde kıpırdayan bir sıcaklık vardı.

 

Dua vakti geldiğinde avuçlarımı birleştirip yüzüme kapattım. Kapattım ama kalbim sanki daha da açıldı. İlk önce yanımdaki bu içimi ısıtan kıza dua etmek geldi içimden. Gözlerimi sımsıkı kapatıp, içten bir fısıltıyla seslendim Rabbime:

 

"Allah’ım... Kalbimde tarif edemediğim bir sıcaklık var. Bu kızla tanışmayı, ona güzel bir vesile olmayı çok istiyorum. Ama adımlarım titriyor, dilim suskun. Ne olur… ona hakiki bir iman, Senin razı olacağın bir tesettür nasip et. Ona öyle çok yakışıyor ki… Güzelliği örtüsünden değil, örtüsü güzelliğinden besleniyor sanki."

 

İçim bir huzurla doldu. Ardından kendi dualarımı ettim. Kalbimin en derin köşesinde sakladığım dileğimi fısıldamayı da ihmal etmedim:

"Ya Rabbi, gönlüme mukabil bir gönül nasip et."

 

Ellerimi yüzüme sürerken, parmaklarımın arasından süzülen duaların sıcaklığını hissettim. Kalbimle birlikte dudaklarımdan döküldü sessiz bir "Âmin."

 

Camiden ayrılmak için doğruldum ama kalbim hâlâ yere seriliydi sanki. Cesaretimi toplayıp, yanımdaki kıza dönerek hafifçe gülümsedim:

"Allah kabul etsin," dedim, sesim hafifçe titreyerek.

 

En azından bu kadarını demeliydim.

 

Kız, duasını bitirdiği anda başını kaldırdı. Gözleriyle bana baktı; içinde hem bir huzur hem de tanıdık bir sıcaklık vardı. Heyecanla:

"Sana dua ettim!" dedi.

 

Bir an nefesim kesildi. Kalbim öyle hızla çarptı ki sanki içimden çıkıp avuçlarımın arasına düşecek sandım. O an… sanki dünyalar benim oldu. Biz dillerimizle konuşmamıştık belki ama kalplerimiz çoktan tanışmıştı.

 

O an aklıma bir söz düştü, içimi titreten bir hakikat:

"Mü’minin mü’mine karşı en büyük yardımı dua iledir."

(Barla - 247)

 

Bu cümleyi kalbimde hissettim; her harfiyle, her anlamıyla…

 

O an, içimdeki bir çekingenlik kalktı. Hemen oturduğum yerden heyecanla geri çöktüm, sanki bıraktığım bir parçayı almak ister gibi. Heyecanım sesime de yansımıştı:

"Yaaa… gerçekten mi?" dedim, gözlerimde şaşkınlıkla karışık bir sevinç parıltısı. Sonra küçük bir nefes alıp hızla ekledim:

"Biliyor musun… ben de sana dua ettim o an!"

 

O anda yüzümde kocaman bir gülümseme yayıldı; içten, samimi, çocukça bir mutlulukla.

32 diş güldüğüme eminim.

 

O da bu tevafuka çok mutlu oldu. Gülümsedi, yüzünde tanıdık bir sıcaklıkla:

"Çok sevindim yaaa!" dedi.

 

Sanki bu birkaç kelimeyle koca bir kapı aralanmıştı. Artık tanışmak için çekinmeme gerek yoktu.

Bu karşılaşma bir tesadüf değil, kesinlikle bir işaretti.

 

Bizim tanışmamız lazımdı.

 

 

 

---

 

Tarık’tan

 

 

Bin, diye geçirdim içimden. Saymaya devam ettim. Musluktan düşen damlaları izlerken banyonun buz gibi fayanslarına yapışmıştım. Soğuktu. Popom hissizleşmişti.

 

Vücudum zonkluyordu. Neresinden bilmiyordum artık. Alışmıştım. Kollarımı dizlerimin üstüne koyup kendime sarıldım. Banyoyu temizlerken soluduğum çamaşır suyunun kokusu midemi bulandırmıştı. Kusmamak için yutkundum.

 

Sessizlik. Saatlerdir tek bir ses bile duymamıştım. Sonra…

 

Ayak sesleri.

 

Uzakta, boğuk. Sonra daha belirgin. Ağır ama sert adımlar. Öfkeliydi. Panik içindeydi. Duvarlardan yankılanıyordu. Nefesimi tuttum.

 

Kapının önünde durdu. Bir saniye, belki iki. Sonra kilit tıkırdadı.

 

Yerimden fırladım. Bacaklarım uyuşmuştu ama dik durmaya çalıştım. Kapı aralandı. İçeri vuran ışık gözlerimi yaktı. Gözlerimi kısıp başımı kaldırdım ama göremedim. Çok parlaktı. Ya da ben çok küçüktüm.

 

Daha net görmek istedim. Kim olduğunu anlamaya çalışıyordum ki…

 

Nefes nefese uyandım.

 

Karanlıktım. Ter içindeydim.

 

Yine aynı rüya.

 

Yine o gün.

 

Gece yarısıydı, saat kaç bilmiyorum. Yatakta bir sağa, bir sola dönmekten yorulup.Sinirle doğruldum.

"Huzurlu bir uyku bile çok mu bana?" diye homurdandım.

 

Çarşaflar birbirine dolanmıştı. Havanın ağır, yapışkan nemi tenime yapışıyordu. Bu sıcaklıkta huzurla uyumak imkânsızdı.

Saçma. Sanki Almanya’da her gece derin uykulara dalıyordum da… Denizden, nemden şikâyet ediyorum şimdi.

Kendime güldüm. Acınası.

 

Yatağın yanındaki, üzerinde solgun bir gece lambası olan antrasit komodinden sigara paketini aldım. Yattığım yerden kalktım. Çıplak ayakla soğuk parke zemine basmak bile bir serinlik getirmedi.

 

Demir kapıyı kilitlememiştim. Gıcırdayan kolu indirdim, o ses gecenin sessizliğinde yankılandı. Terasa çıktım. Toz, güvercin pislikleri… Sanki uzun zamandır biri burayı terk etmiş gibiydi. Belki de o biri bendim.

 

Balkon duvarının önüne gelip durdum. Paketten bir sigara çekip dudaklarımın arasına sıkıştırdım. Cebimden çakmağımı çıkarıp yaktım. Derin bir nefes çektim, ciğerlerim yandı.

Ama içimdeki boşluk hâlâ oradaydı.

 

Sigarayı sol elime aldım. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Yıldızlar bile bu gece sıkıcıydı.

 

Uzun zamandır, o gözlerde gördüğüm kadar umutla bakan kahve hareler görmemiştim.

Şimdiye kadar hiçbir gülümseme aklımda kalmadı. Anlık etkilenmelerim oldu tabii, ama hiçbiri zihnime kazınmadı.

 

Ama o… O farklıydı.

Gözleri, gülümsemesi, bir şey vardı, ama ne olduğunu çözemedim.

 

Gerçi neyi hatırlayacağım ki? Unutmanın ya da unutamamanın anlamı var mı? Bir daha nerede göreceğim onu?

Burada belki yüzlerce insan var. Karşılaştık, tesadüf işte.

 

Yine de… bir şey var, bir his.

Bir daha görmek ister miyim? Ne bilebilirim ki?

 

Ama zaten görsem ne olacak ki?

Bana acıdan başka ne verebilir ki o?

 

Bir an bile olsa, aradığımı bulabileceğimi mi sanıyorum?

Bunu düşünmek bile saçma aslında.

A işte bir türlü kafamda toparlayamıyorum. O anı…

Bir daha görsem… ne olurdu?

 

 

---

 

 

Konuşmamın başlamasıyla içimdeki o hafif çekingenlik dağılmaya başlamıştı. Dürüstçe,

“Ben aslında seninle tanışmak istiyordum ama böyle sormaya çekindim. Belki istemezsin diye…” dedim, sesimde biraz mahcubiyetle.

 

Bükra, sıcak bir gülümsemeyle başını salladı.

“Tabii ki isterim, niye istemeyeyim? Hatta çok güzel olur!” dedi, sesi içten ve rahattı. “Buraya çok yakın, kahvesi de manzarası da güzel bir kafe biliyorum. İstersen sohbetimize orada devam edelim.”

 

Başımı hafifçe sallayarak onu onayladım. Burada, diğer hanımlar tesbihat yaparken heyecandan sesimiz biraz yüksek çıkmıştı. Huzurlarını bozmak istemezdim. Onaylamamla birlikte Bükra, ona çok yakışan elbisesini ve başörtüsünü özenle katlayıp küçük bir keseye koydu. Keseyi çantasına yerleştirirken, “Hadi o zaman,” dedi neşeyle.

 

Birlikte hanımlar bölümünün merdivenlerine yöneldik. Ayakkabılarımızı girişin yanındaki küçük bankta oturarak giydik. O sırada da sohbetimiz akmaya devam ediyordu.

 

“Ben Aydın Üniversitesi Gastronomi Fakültesi’nde okuyorum, 2. sınıftayım,” dedi, ayakkabısını giyerken.

 

“Aaa, öyle mi? Ne güzel!” dedim hayranlıkla. “Benim de tatlılara, yemeklere çok ilgim var. Sen bu konuda kesin çok bilgilisindir.”

 

Eliyle ‘Eh işte,’ der gibi bir hareket yaptı ve gülümsedi.

“Çok bilgili demeyelim de… olmaya çalışıyorum diyebilirim. Biraz da mecburen.”

 

Gülerek başımı salladım. “Tabii her dersi de çok sevemezsin ama yemekler başka ya… Yeni tarifler, Nefis kokular, onlar bambaşkadır.”

 

Artık banktan kalkmış, onunla birlikte kafeye doğru yürüyorduk. Yolda merakla sordu:

“Peki sen ne okuyorsun?”

 

“Şu an henüz üniversiteye başlayamadım,” dedim biraz duraksayarak. “Ama istiyorum, hem de çok. Onun dışında… Hafızım, elhamdülillah,” diye ekledim gururla.

 

Bükra'nın yüzünde hayran bir ifade belirdi.

“Maşallah! Gerçekten mi? Tebrik ederim, çok güzel bir şey başarmışsın. Hafızlık zor ya…”

 

“Aynen,” dedim tebessüm ederek. “Kolay olduğunu söyleyemem. Çok emek, bol bol fedakârlık istiyor. Rahatından, keyfinden, uykundan vazgeçiyorsun… Ama bir de bol dua edersen, Rabbim nasip ettikten sonra oluyor. Çok şükür.”

 

Bükra başını salladı, gözlerinde takdir dolu bir parıltı vardı.

“Ne güzel gerçekten… Öteki dünyana yatırım yapıyorsun.”

 

Merakla sordum:

“Burada mı yaşıyorsun?”

 

Başını hayır anlamında salladı.

“Hayır, ailem Kars’ta yaşıyor. Aslen Karslıyım bu arada.”

 

“Aaa, öyle mi? Hiç tahmin etmemiştim.”

 

Gerçekten de tahmin edemezdim. Karşımdaki kızın doğal koyu sarı saçları o kadar güzeldi ki… Hiç Doğulu olacağını düşünmemiştim.

 

Sanki aklımdan geçenleri okumuş gibi, gülerek ekledi:

“Hiç benzemiyorum değil mi? Biliyorum, yurttaki arkadaşlarım da hep öyle söylüyor. Annem kumral ve mavi gözlü. Babam esmer ama onun da gözleri mavi.”

 

Gözlerinin ışığına baktım.

“Maşallah, sana çok yakışıyor. Çok güzelsin.”

 

Bir an durdu, utandı sanki. Yüzünde hafif bir kızarıklık belirdi.

“Teşekkürler…” dedi, sesi kısık çıkmıştı.

 

Konuyu değiştirmek ister gibi, hızlıca devam etti:

“Öyle işte… Ailem epey uzakta ama burayı kazanınca kırmadılar, gönderdiler beni.”

 

Onu pür dikkat dinliyordum. Başımı hafifçe sallayarak söylediklerini onaylıyordum, sözünü kesmemek için elimden geleni yapıyordum. Arada yola baksam da gözlerimi sık sık ona çeviriyordum.

 

 

“Ben de yurtta kalıyorum,” dedi. Sonra duraksadı. “Normalde üniversite tatil olunca ben de…” Cümlesini bitirmekten vazgeçti. Hafif bir gülümsemeyle devam etti:

 

“Buraya gezmeye geldim. Daha önce bu tarafları hiç görmemiştim.”

 

Bu gülümsemeyi tanıyordum. Bazen bir şeyi söylemek istemeyip arkasına saklandığın o kaçamak gülümsemeydi bu. Belki de ailesini görmek için gidemediğini söylemek istememişti. Daha yeni tanışmıştık, bunu paylaşmak istememesi doğaldı. Ona kızamazdım.

 

“Anlıyorum,” diyerek gülümsedim. Konuyu değiştirmek için etrafa bakındım.

 

“Bu bahsettiğin kafe ne tarafta?” diye sordum, elimle ileriyi işaret ederek.

 

Bükra tebessüm ederek parmağıyla deniz kenarına uzanan sokağı gösterdi.

 

“Şurada. Gittiğimizde sana en güzel kahveyi ısmarlayacağım.”

 

Gülümseyerek başımı salladım.

 

“Tamam o zaman, senin önerine güveniyorum.”

 

Yürümeyi bırakıp doğrudan yüzüne baktım ve samimiyetle ekledim:

 

“Bu arada ben Mihri.”

 

Bir an afalladı. “Doğru ya, isimlerimizi söylemeyi unuttuk. Muhabbet öyle sardı ki unutmuşum,” dedi hafifçe kıkırdayarak.

 

Tekrardan gözlerinden tüm içtenliği okunarak gözlerime baktı.

 

“Ben de Bükra.”

 

İkimiz de aynı anda “Memnun oldum,” deyip gülüştük.

 

Adımlarımız, yavaşça yeni bir dostluğun ritmine karışıyordu.

 

 

---

 

---

Tarık' tan

Kabusun etkisi hâlâ üzerimdeydi. Kaç kez gökyüzüne baktım, kaç soru arasında kayboldum, bilmiyorum. Ama sonunda yine uykusuzluk ve yorgunluk ağır bastı, göz kapaklarım kapandı ve kendimi yatakta buldum.

 

Hafifçe doğruldum, gözlerimi ovalayıp telefonuma uzandım. 11:17. Dedem bu saatlerde kahvaltı yapardı. Hızla yataktan kalkıp çarşafları düzelttim. Yatak muntazam olmalıydı.

 

Bavuldan rastgele bir kıyafet seçip banyoya geçtim. Elimi yüzümü yıkadım, saçlarımdaki suyu avuçlarımla geri taradım.

 

Aynaya baktım. Dedem ve babamın gözleriyle aynı koyu yeşil gözler… Kemikli yüz hatlarım, sivri burnum, ince dudaklarım…

 

Bir zamanlar, aynada kendime bakarken daha uzun kalırdım. Eskiden yakışıklılığıma önem verirdim. Şimdi ise zerre umurumda değil. Dış görünüş hiçbir şey ifade etmiyor.

 

Derin bir nefes alıp merdivenlere yöneldim. Funda mutfakta kahvaltıyı hazırlıyordu. Dedem ise televizyonun karşısındaki koltukta oturmuş, keyifle onunla sohbet ediyordu.

 

Dedemin yüzündeki mutluluk içimi rahatlattı. Babaannemden sonra evde yalnız kalması beni endişelendiriyordu. Bir tas yemek yapacak kimsesi bile yoktu. Dedem kolay kolay kimseye ısınmaz ama birine bağlandı mı da kolay kolay bırakmazdı. Funda’yı sevmiş olması iyiye işaretti.

 

Baştan ona güvenmemiştim. Nedenini bilmiyorum. İçimde bir his, bana dikkatli olmamı söylüyordu. Neticede dedemin evinde bir bakıcı olarak çalışsa da dolaylı olarak ailemize girecekti. Kadın bir çalışan tercih etmemek için önce o kadar çok erkekle mülakat yaptım ki…

 

Ama kadınlarla aramda hep katı bir mesafe olmuştur. Bunu ben seçmedim, zamanla böyle oldu. Bazı şeyler insanın içine işler, farkında olmadan. Bunda annemin payı büyük.

 

Funda işini iyi yapıyordu, dedemle iyi anlaşıyordu. Ama insanın işini iyi yapması, ona güvenmek için yeterli değildi. İş ilanına başvurduğunda dikkatimi çeken şey, ailesinin maddi durumunun kötü olmasıydı. Kendi harçlığını çıkarmak için çalışıyordu.

 

Anneannesi ve dedesiyle yaşadığı için yaşlı bakımı konusunda tecrübeliydi. Dedem de yalnızlığını biraz olsun unutmuştu. Bunu görmek beni biraz olsun rahatlattı.

 

Yine de benimle konuşmasını ya da aynı masaya oturmasını istemiyordum. Dedem buna razı olmasa da, onu ilk işe aldığım gün bu kuralı koymuştum.

 

___

Mihri'den

 

Sokağın sonundaki, biraz yıpranmış fakat tabelasının yenilendiği belli olan ve girişinde "Garden Cafe" yazan geniş kapılı bir mekâna adımımızı attık. İçeriye girer girmez bizi yoğun bir kalabalığın uğultusu ve mutfak tarafından geldiğini düşündüğüm, içimi kasvete boğan bakışlara rağmen beni bir nebze mutlu eden, iştah açıcı elma kek kokusu karşıladı. Tatlı kokular, mis gibi kahve aromalarıyla harmanlanıyordu.

 

Mekânın içi, egzotik bir bahçeyi andıran ferah ve şık bir tasarıma sahipti. Yüksek tavanlardan sarkan sarı ışıklı lambalar sıcak bir ambiyans yaratıyor, koyu gri taş duvarlar altın rengi geometrik desenlerle süslenerek sofistike bir hava katıyordu. Büyük kemerli pencereler, dışarıdaki manzarayı içeri taşıyor, gün ışığı geniş mekânı yumuşak bir sıcaklıkla dolduruyordu. Boylu boyunca sıralanmış büyük palmiye ağaçları ve masaların arasına yerleştirilmiş minik bahçeler, buraya neredeyse bir kış bahçesi havası veriyordu. Kadife kaplı sandalyeler, yarım daire şeklinde konumlandırılmış pembe ve yeşil tonlarındaki şık koltuklar, mekânın samimi ama zarif atmosferini tamamlıyordu.

 

Yine de, sanki absürt bir şey yapmışım gibi çevredeki insanların, bir ortama girdiğimde tesettürümden ötürü bana yönelttiği "sen buraya ait değilsin" bakışlarına alışamıyorum. Kendimi farkında bile olmadan sıktığımı, ancak Bükra benimle konuşunca fark ettim.

 

Yüzüme bakıp gülümseyerek, "Hadi güzel bir yer bulalım, buranın biraz ilerisinde, dönemeçten sonraki masalar deniz manzaralı oluyor," dedi. Beni rahatlatmaya çalışıyordu. İçimdeki bu sıkıntıyı yüzüme yansıtmadığımı sanıyordum ama galiba yine bu konuda pek de başarılı olamamıştım.

 

Etrafa göz gezdirirken ekledi: "Gerçi burası bile bu kadar doluysa arka tarafın boş olması imkansız gibi."

 

Yüzü düşüyordu ki bizim gibi giriş kapısından girip yanımızdan geçmek için müsaade isteyen biri omzuna dokununca kendini topladı. Eliyle kafasının arkasını kaşıyıp, "Olsun, gel bir bakalım. Belki de imkansızlar gerçek olur," dedi.

 

"Ben de haklısın, hem daha fazla burada dikilmeyelim," diyerek onun gösterdiği tarafa doğru yöneldim. Bükra tam arkamdaydı. Biz ilerledikçe, masalarda oturan müşteriler, sanki burada asla olmaması gereken biri girmiş gibi, rahatsız edici bakışlarını üzerimden ayırmıyorlardı.

 

Sanki alnımda "canlı bomba" yazıyordu.

 

Etrafa baktıkça gördüğüm bu manzara karşısında iyice keyfim kaçtı. Yanımda, böyle güzel bir tevafukla karşılaştığım yeni bir arkadaşım olmasaydı ve aklımdan geçenin onu kıracağını bilmeseydim, şu an tek yapmak istediğim şey buradan koşar adım uzaklaşmaktı.

 

 

---

 

 

Restoranın köşesini döner dönmez içerinin tıklım tıklım olduğunu fark ettim. İçimde hafif bir hayal kırıklığı belirdi. Tam Bükra'yı kırmadan buradan gitmemiz gerektiğini söyleyecekken, en sondaki iki kişilik masada oturan çift ayaklandı.

 

Bükra hemen heyecanla kolumu dürttü. "Hadi bak, ne dedim sana? Bazen imkansızlar da gerçek olabilir!" diyerek gülümseyerek masaya doğru ilerlemeye başladı. Onun bu coşkusu karşısında göz devirmek istesem de peşinden gittim.

 

Ben masaya otururken, Bükra mekanın en sonundaki sandalyeyi çekip tam karşıma geçti. Sırtı duvara yaslanmıştı. Çantalarımızı çıkarıp masanın üstüne koyduk. Gerginliğimi hâlâ tam anlamıyla üzerimden atamamıştım ama en azından gördüğüm manzara içimi biraz olsun açmıştı. Bükra'nın neşesi, ortamın yumuşacık ışıkları ve duvarlardaki sıcak kahverengi tonlar rahatlık veriyordu. Sanki sadece burada, sadece onunla vardım.

 

Bükra'nın yüzünde hafif bir mahcubiyet belirdi. "Yani, kusura bakma. Bu kadar kalabalık olacağını düşünemedim. Ben geldiğimde daha sakindi, yine öyle olur sanmıştım," dedi.

 

Etrafa sinirli bir bakış attı. "Bazıları nedense sanki uzaydan gelmişiz gibi bakıyor," dedi. Gülümsedim.

 

"Boş ver, baksınlar!" diyerek elimle havada umursamaz bir hareket yaptım. Gülümsememeye çalışsa da benim bu rahat tavrım onu da beni de biraz gevşetti.

 

Menüyü alıp hızlıca göz gezdirdi, sonra bana uzattı. "İstediğin bir şey var mı? Gerçi ben sana en beğendiğimi alacağımı söylemiştim ama yine de özel bir şey varsa söyle, ekleyeyim. Hangi tür kahveyi seversin? Ve tabii tatlı, tatlısız olmaz!"

 

Gülümseyerek menüye baktım ama kelimeler gözümde dans ediyordu. Çok küçük yazılmış, resimsizdi ve isimler bana yabancıydı. Açıkçası biraz da stresten, rahat seçebileceğimi sanmıyordum.

 

Menüyü ona geri uzatıp "Sen neyi önerirsen onu içerim," dedim. "Ama kahve olarak şekersiz ve sert olursa güzel olur."

 

Dükkanın girişini işaret ettim. "Bu arada, içeri girerken nefis bir elmalı kek kokusu aldım. Eğer ondan da varsa harika olur!" dedim, parmaklarımın ucunu birleştirerek "mükemmel" işareti yaptım.

 

Bükra hızla başını salladı. "Tamam o zaman, ben siparişi vereyim. Ama fark ettin mi, kaç dakikadır oturuyoruz ve garson hâlâ bu tarafa uğramadı! En iyisi ben gidip söyleyeyim. Hem kendim de bir göz atayım, anlarsın ya..."

 

Bunu söylerken göz kıptı. "Gastronominin içine girdikten sonra bana bayat kekleri günlük günlük diye yutturamazlar"

Gülümseyerek ona katıldım. "Kesinlikle! Seni kandıramazlar"

 

"Aynen öyle!" diyerek yanımdan ayrıldı.

 

Mekanda tek başıma oturuyordum. Bir an için düşündüm: Ya biri gelip benimle konuşmaya çalışırsa? Sonuçta kötü niyetli insanlar da vardı, herkes bizim sandığımız gibi değildi. Kendimizi güvende hissetsek de dünya her zaman güvenilir değildi. Ne kadar denize ve mekandaki çiçeklere odaklanmaya çalışsam da içimdeki gerginlik bir türlü geçmiyordu. Bükra'ya da bunu hissettirmek istemiyordum ama üzerimdeki ağırlıktan da kurtulamıyordum.

 

Tam o sırada, arkamdan ince, tiz bir kız sesi duydum. Başımı hızla sesin geldiği yöne çevirdiğimde, bana doğru süzülen beyaz bir uçan balonla göz göze geldim. Refleksle balonu, ipinden yakaladım ve başımı kaldırarak balona seslenen kişiye baktım. Yaklaşık üç-dört yaşlarında, sarı saçlı, kahverengi gözlü, yanakları al al olmuş tatlı bir kız çocuğuydu. İçimde bir sıcaklık hissettim. O an sanki tüm mekandaki kötü bakışlar, huzursuzluklar silinmişti. Sadece ben ve o vardık.

 

Gülümseyerek yerimden kalktım ve dizlerimi kırarak onun boyuna indim. Balonu ona uzatarak, "Al bakalım, tatlı kız," dedim. Küçük kız önce bana biraz çekingen ve şüpheyle baktı ama elimde balonu görünce hafifçe utandı. Sonra minik parmaklarıyla ipin ucunu sıkıca kavradı. Sanki bir şey söylemek istiyordu ama kelimeler dudaklarından çıkmıyordu. Sonunda yumuşak bir sesle, "Teşekkür ederim," dedi.

 

O kadar tatlı söylemişti ki! Yanaklarını sıkmamak, onu kucağıma alıp havaya kaldırmamak için kendimi zor tuttum. Büyük bir samimiyetle gülümsedim ve onun gibi konuşarak, "Rica ederim, ne demek," diye karşılık verdim.

 

Balonunu eline aldıktan sonra etrafa çekingen bakışlar atmaya başladı. "Anne! Anne!" diye sesleniyordu. Birileri geri gidip geliyordu ama küçük kız sürekli "Anne!" diyerek etrafına bakınıyordu. İlk başta annesi uzaktan izliyor mu diye düşündüm. Bana bu kadar rahatsız edici bakan birinin çocuğunu kucağıma almam onu daha da sinirlendirebilirdi. Biraz bekledim, belki ailesi yakınlardadır diye düşündüm ama küçük kız artık dudaklarını büzüp ağlamak üzereydi. Dayanamadım.

 

Tekrar onun boyuna eğildim ve gözlerinin içine bakarak, "Seni annenin yanına götüreyim mi? Gel, kucağıma," dedim ve kollarımı açtım. Küçük kız hiç tereddüt etmeden hemen bana sarıldı. Onu nazikçe kollarıma alıp geldiği yöne doğru annesini aramaya başladım. Sonuçta, annesi de onu merak etmiş olmalıydı.

 

Restoranın ana bölümüne geçmek üzereydim ki, aniden sert ve sinirli bir ses duyuldu: "Sen kimsin de benim kızıma dokunuyorsun?"

 

Olduğum yerde kaldım. Hızla sesin geldiği yöne döndüm. Saçlarını topuz yapmış, hafif kilolu, üzerinde bol bir kısa kollu tişört ve kot pantolon olan bir kadın, öfkeyle bana doğru yürüyordu. Böyle bir tepki beklememiştim. Küçük kız annesini görünce "Anne!" diye ağlamaya başladı. Kadın, çocuğu adeta benden koparır gibi kucağımdan aldı ve onu sakinleştirmeye çalışırken bir yandan da bana bağırıyordu: "Sen kimsin? Neden benim çocuğumu kucağına alıyorsun?"

 

Tartışmak istemiyordum. Burada beni destekleyecek kimse yoktu, olayın daha da büyümesini istemiyordum. Sakin ve kendimden emin bir şekilde, "Sakin olun hanımefendi. Kızınız benim oturduğum masaya geldi ve annesini arıyordu. Ağlamaya başlayınca ben de size getirdim," dedim. Ama kadın beni dinlemiyordu. Sadece kızını teselli ediyor, "Tamam anneciğim, artık güvendesin," diyordu.

 

Bir dakika... Beni dinlemiyor muydu? İçimde bir öfke yükseldi ama kendimi sakin tutmaya çalıştım. Kadın bu sefer doğrudan bana dönerek, "Sen benim çocuğuma nasıl elini sürersin? Çocuğumu mu kaçırıyordun yoksa?" diye sert bir şekilde sordu.

 

Bu kadarı fazlaydı. Sesim istemeden yükseldi: "Ne saçmalıyorsunuz hanımefendi? Kızınız sizi arıyordu, ağlıyordu! Ben bekledim, belki peşinden geliyorsunuzdur diye ama kimse yoktu. Ben sadece size getirdim. Kaçırmak mı? Siz ne diyorsunuz?"

 

Bu sırada, kadının arkasında oturan ve oldukça pısırık görünen eşi yerinden kalkıp, "Sakin olun! Sen de sakin ol canım!" diyerek durumu yatıştırmaya çalıştı.

 

Ona dönerek, "Ben gayet sakinim beyefendi. Ama eşiniz bana iftira atıyor. Önce onu sakinleştirin," dedim. Kadın tam karşılık verecekken, elinde iki kahve ve büyük bir elmalı kek tabağıyla Bükra geldi. Yanıma sokulup, endişeyle "Ne oluyor Mihri? İyi misin?" diye sordu. Hafifçe eğilip, hızlıca olanları anlattım.

 

Bükra hemen yanıma geçti ve kadına dönerek, "Bence bunu daha fazla uzatmayalım hanımefendi. Arkadaşım, kızınızı size getirdi. Bir teşekkür etmek yerine neden böyle davranıyorsunuz anlamıyorum," dedi.

 

Kadının eşi, onu biraz sakinleştirip masaya oturtmaya çalıştı. Küçük kız artık ağlamıyordu, annesinin omzuna yaslanmıştı. Adam, başını hafifçe eğerek, "Teşekkür ederiz. Eşim adına özür dilerim," dedi.

 

Daha fazla burada kalmak istemiyorduk. Zaten ortam yeterince gerginleşmişti. Hızlı adımlarla oradan uzaklaşıp masamıza döndük.

 

 

____

 

Tarık'tan

 

 

Bir süredir karşımda konuşan Yağız’ın dediklerini anlamıyordum. Sadece dinliyormuş gibi görünüyordum ama söyledikleri kulağıma bile gelmiyordu. Anlamak istemiyordum. Burada, bu deniz manzaralı kafede onlarla buluşmayı kabul ettiğime pişmandım. Ne işim vardı ki burada? Sanki buraya gelmekten daha iyi bir planım varmış gibi...

 

Kahvaltı masasında dedem, artık bu karamsar ve bunalımlı halimi üzerimden atmam için kuzenim Yağız’la buluşmamı önermişti. Önce karşı çıktım. Yağız’la hiçbir zaman aynı frekansta olmadık. Zevklerimiz, düşüncelerimiz uyuşmazdı. Ama dedem ısrar etti. “Bir değişiklik olur oğlum, farklı bir insan yüzü gör,” dedi. Onu kırmamak için kabul ettim.

 

Ama Yağız, benim rahatsız olacağımı bile bile bir de kız arkadaşını getirmişti. Telefonda söyleme gereği bile duymamıştı.

 

Kız, sanki yanında erkek arkadaşı yokmuş gibi gözlerini benden ayırmıyordu. Biraz daha zorlasa içime düşecek gibiydi. Yaklaşmaya çalışıyordu, bakışları her şeyi ele veriyordu.

 

Yağız ise hiç oralı değildi. Onun bu tavırlarına alışmış mıydı, yoksa normal mi karşılıyordu bilmiyordum. Bu tarz ilişkiler bana göre değildi. Adam kıskanmıyordu bile...

 

Yağız, eski alışkanlıklarını bırakmamıştı. Para, siyaset, ekonomi... Kaç dakikadır konuşuyordu bilmiyorum. Yoksa bana mı zaman geçmiyor gibi geliyordu? Sıkıntıyla gözlerimi denize çevirdim. Masamızın çaprazında oturan çift, manzarayı tamamen kapatmıştı. Deniz kenarında olduklarını unutmuş gibiydiler, birbirlerine eğilmiş, gülüşerek konuşuyorlardı. Gözlerimi kaçırıp uzaklara baktım. Ama içimdeki sıkıntı deniz gibi dalgalanmaya devam ediyordu.

 

“Şu son bahis durumları hakkında ne diyorsun?” diye sordu Yağız aniden.

 

Boş gözlerle ona döndüm.

 

Ne bahisleri? Ne diyordu? Hiçbir fikrim yoktu. Onu dinlemiyordum bile ama o bunu hiç umursamıyor gibiydi. Daha fazla belli etmemek için “En son ne diyordun?” diyerek sohbeti hatırlamaya çalıştım.

 

Yanımdaki kız hemen atıldı. Sesinde cilveli bir heyecan vardı. Gözleri içinden geçenleri ele veriyordu. “Hani bahisler hakkında... Son durum nasıl oldu sence?”

 

Ona hiç bakmadım bile.

 

Yağız’a dönüp, “O konularla pek ilgilenmiyorum,” dedim kısaca.

 

Yağız şaşkınlıkla başını salladı. “Ama olur mu, inanılmaz paralar dönüyor!”

 

İçimde bir şeyler sıkıştı. Madem o beni dinlemiyordu, neler yaşadığımı umursamıyordu… Babamın öldüğünü biliyordu. Kazadan haberdardı. Ama şu an tepkisine bak!

 

Dişlerimi sıktım.

 

Öfkemi bastırmaya çalışarak derin bir nefes aldım. Buradan hızla kalkıp sandalyeyi masaya çarpıp gitmemek için kendimi zor tutuyordum. Peki neyi bekliyordum?

 

Yanımdaki yapışkan kızın telefon numarasını teklif etmesini mi?

 

____

 

Kafenin ana bölmesinden oturduğumuz tarafa doğru gelen iki genç kıza bakışlarımı çevirdim. Biri örtülüydü, bu mekânda gördüğüm tek kapalı kızdı. Belki de bu yüzden dikkatimi çekmişti. Sanki bir yerlerden tanıdık geliyordu. Gözlerimi ondan ayırmadan daha dikkatli baktım. Yüzü arkadaşına dönük olduğu için tam seçemiyordum ama içimde tuhaf bir his vardı. Derken başını çevirdi ve ben yine o, içimi güneş gibi ısıtan gülümsemeyle karşılaştım. Oydu. Papatya tarlasında gördüğüm kız.

 

Onu bir daha ne zaman göreceğimi merak etmiştim ama kader beklenmedik bir anda yollarımızı kesiştirmişti. İçimden bunları geçirirken köşedeki çiftin masadan kalktığını fark ettim. İki kız hızla boşalan masaya yöneldiler. Kapalı olan kız kimseye bakmıyordu. Sanki sadece arkadaşına odaklanmış, çevresine görünmez bir duvar çekmişti. Neden böyle yaptığını anlamam birkaç saniye sürdü. Sonra etrafa göz gezdirince fark ettim. Benim gibi ona bakan birkaç kişi daha vardı. Bakışları sabitti, rahatsız ediciydi. Yargılayıcıydı. İşte bu, onun kendini soyutlamasının sebebiydi.

 

İki kız masaya geçip mutlu bir şekilde oturdu. Ama maalesef, güneş gibi gülümseyen kız sırtını dönmüştü. Onu göremiyordum. Diğer kız tam karşısına oturmuş, heyecanlı heyecanlı konuşuyordu. Artık burada kalmak için bir sebebim vardı. Hatta Yağız’ın sinirimi bozan sohbetine bile katlanabilirdim. Arada bir ona kulak veriyor gibi yapsam da gözlerim kapalı kıza kayıyordu. Sık sık yüzünü görmek için ona bakıyordum.

 

Derken, arkadaşı masadan kalktı. Muhtemelen sipariş verecekti. O yalnız kalmıştı. Başını denize çevirmiş, arkadan izlendiğinden tamamen habersizdi. Belki de böyle olması daha iyiydi. Bakışlarımdan rahatsız olabilirdi. Buradaki diğer bakışlar gibi olduğumu düşünebilirdi. Ama ben ona öyle bakmıyordum.

 

Birden, masasına yaklaşan küçük bir kızın balonu elinden kaçtı. O an, hızla hamle yapıp balonu yakaladı. Ardından hemen yerinden kalkıp diz çöktü. Küçük kıza büyük bir ilgiyle gülümsedi. O an, yüzüne yayılan mutluluğu gördüm. O gülümseme, içtendi. Samimiydi. Gözlerinden o küçük sarışın kıza şefkat ve sevecenlik akıyordu sanki. Dişlerini göstererek kocaman gülümsediğinde, içimde bir şeyler kıpırdadı. Onun sadece dış görünüşüne değil, ruhuna da çekildiğimi hissettim.

 

Bu his neydi bilmiyordum ama bildiğim tek şey, gözlerimi ondan alamadığımdı.

 

Uzaktan izliyordum her şeyi. Küçük kıza balonunu sıkıca eline tutturduktan sonra yanından ayrılmak istemiyor gibiydi. Nedense, kızın yanında hiçbir ebeveyni yoktu. Kızın geldiği tarafa baktım, gelen giden de yoktu. Kafedeki insanların uğultusundan başka.

 

 

Ve tahmin ettiğim gibi, minik kızı çok hassas bir şekilde, kırılacak bir cam gibi, özenle kucakladı. O an bir gariplik vardı içimde. Kendimle ilgili bir şeyler… Ne kadar da yakışıyordu ona! Bir an, ne kadar da güzel ve şefkatli bir anne olur diye geçirdim içimden. Bir anne böyle olmalıydı. Ama bu düşünce, içimde bir şeyleri karıştırmaya başladı. Annemle ilgili hatıralar, içimdeki bir boşluk… O çocuğa gösterdiği o şefkat, sanki bir şekilde geçmişime dokunuyordu.

 

Kucağındaki minik kızla birlikte, kafeteryanın ana bölümüne adımladı. Yine, kimseyle göz göze gelmeden, siyaha çalan kahve harelerini kimseyle buluşturmadan, bu kısımdan çıkıp dışarı doğru ilerledi.

 

"Ben bir sigara yakayım" diyerek, Yağız’ın artık iyice sabrımı taşıran geveze muhabbetini böldüm. O an içimde pek iyi bir his yoktu. Bir şeyler yolunda gitmiyordu gibi hissediyordum. Onu takip etmeye karar verdim.

 

Sandalyemi geriye itip kalktım.

Yağız’ın kız arkadaşı hemen atladı:

"Ben de içecektim, birlikte gidelim."

 

Ona bu sefer gerçekten öldürücü bakışlarla baktım. Sert ve sinirli bir sesle ekledim:

“Tek çıkacağım, sakın peşimden gelme.”

 

Masadan ayrılıp kafenin köşesini dönene kadar içimdeki kötü hissin sebebini tam olarak anlayamamıştım. Ancak o an kulağıma gelen hırçın ve saldırgan bir kadın sesi her şeyi açıklığa kavuştu:

 

"Sen kimsin? Neden benim çocuğumu kucağına alıyorsun?"

 

Sese doğru hızla ilerledim. Sıkışık ve kalabalık masaların arasından geçerken içimdeki huzursuzluk daha da arttı. Nihayet sesin sahibini görebildim.

 

Az önce kucağına aldığı sarışın minik kıza bakılırsa, bu kadın onun annesiydi. Ama nasıl olurdu? Ne hakla kızını ona getirtip, iyilik yapan birine böyle çıkışıyordu? Ve nasıl olur da karşısındaki kızın olayı kibarca açıklamasını görmezden gelip onu dinlemiyordu?

 

İçimde aniden yükselen öfkeyle onu savunmak istedim. Hatta bir an, doğrudan önüne geçip cadaloz kadına karşı o kızı korumayı düşündüm. Şu an iki tarafı da net bir şekilde görebiliyordum. Biraz daha yaklaşıp müdahale etmek için hazırlandım.

 

Ama sonra...

 

Onun kendinden emin, sakin ve güçlü sesini duyduğumda olduğum yerde kaldım.

 

Bunu beklemiyordum. Onu ilk kez sinirli görüyordum. Oysa diğer zamanlarda hep masumca gülümsüyordu. Sanırım onun kendini savunamayacağını düşünmüştüm. Onu hafife almıştım.

 

Ama yanılmıştım.

 

Kimseye ihtiyaç duymayacak kadar iyi savunuyordu kendini. Karşısındaki kadına saygısızlık etmiyor, ama aynı zamanda hakkını da çiğnetmiyordu. İçimden garip bir his geçti. Çok kısa bir an, onunla gurur duydum sanki. Ya da belki de sadece öyle sandım.

 

Kumral saçlı arkadaşı yanına gelmiş, onu destekliyordu. Birkaç dakika sonra ikisi de kafenin arka tarafına yöneldiler. O an başımı eğip hızla dışarı çıktım.

Masadan kalkma sebebimi hatırlayıp bir sigara yaktım.

 

Zehirli dumanı içime çekerken kendimi sakinleştirmeye çalıştım.

 

Ama içimde bir soru yankılanıyordu:

 

"Neden?"

 

Ondan neden kaçtım?

Neden beni görmesini istemedim?

 

Tam olarak bilmiyorum. Ama o an, onunla göz göze gelmek istemedim. Beni tanımasını istemedim. Belki de beni takip ettiğini düşünüp rahatsız olabilirdi. Ve onu rahatsız etmek, isteyeceğim son şeydi.

 

Ona bakınca, dinine bağlı olduğu anlaşılıyordu. Ama daha da önemlisi, bunu sadece dış görünüşüyle değil, ahlakına da yansıtıyordu. Onun duruşunda öyle derin bir huzur vardı ki... İçinde öyle bir tatmin duygusu taşıyordu ki...

 

Bense...

 

Bende olmayan neydi?

 

Beni dışarıdan gören biri, dinle hiçbir bağlantım olmadığını rahatça anlayabilirdi. Ama insanlara kötü davranmayı ya da onları aşağılamayı seven biri de değildim. Eğer o gün ruh halim iyiyse, iyi bir insan olurdum. Ama değilse...

 

Beni bundan alıkoyacak bir kural yoktu hayatımda. Bir neden yoktu.

 

Bazı günler iyi biri olurdum, bazı günlerse karşımdakinin cehennemi. O anki ruh halime göre değişirdi.

 

Ama içimde çözemediğim sorular vardı. Cevapsız kalan arayışlar beni tüketiyordu. Ve benim gözlerim, onunki gibi ışıl ışıl bakmıyordu.

 

Her an ölebileceğimi ve öldükten sonra toprak olup yok olacağımı düşündükçe... hiçbir şeyin tadı kalmıyordu.

 

Aynı babam gibi.

 

Şu an topraktan farkı yok. Yoktu... ve bir daha da olmayacaktı.

____

 

Mihri'den

 

Az önce geçen gerginliğin ardından nihayet kahve ve kekimizi masaya koyup sandalyelerimize oturduk. İkimiz de rahatlamak için derin derin deniz havasını soluyorduk. Ne kadar kadının karşısında sakin kalmaya çalışsam da biriyle tartışmak hep beni gerer, kalp atışlarımı hızlandırır, ellerim soğur ve titrer. O an haklı olduğumu bilsem de kendimi yatıştırmam zor olur. Derin derin nefes alıp kendimi hissetmeye çalışırken, Bükra sinirle söze girdi.

 

"Allah Allah, kadının derdi ne ya? Sana öyle davranmaya ne hakkı var? İyilik yapıyorsun, yaranamıyorsun."

 

Aslında onun öyle davranmasının sebebini çok iyi biliyordum da, eliyle "boş ver" işareti yaptı. "Neyse, bir şey demeyeyim en iyisi. Böyle insanlara moralimizi bozmak bile gereksiz. Gel kahvelerimizi içelim."

 

Yüzünü bir gülümseme kapladı ve sıcak bir sesle ekledi: "Bir kahve bize iyi gelecek." Kıkırdadı. "Yaralarımızı saracak."

 

Ben de ona ince bir tebessümle karşılık verdim. Haklıydı, buraya sohbet edip kahvemizi içmeye gelmiştik. İnsanları dış görünüşleriyle yargılayacak kadar kendini geliştirememiş kişilerin tavırlarıyla uğraşmaya değil.

Ayrıca, üzerine kalp şekli yapılmış muhteşem bir latte sanatı masamda duruyorken...

 

Havanın sıcaklığına rağmen genelde soğuk olan ve stresin etkisiyle daha da soğuyan parmaklarımla sıcak porselen fincanı kavrayıp kahvemden kocaman bir yudum aldım. Kahvenin yoğun aromasının sütle karışması yumuşacık bir tat vermişti. Şekersiz olmasına rağmen süt, ona hafif bir tatlılık katmıştı.

 

Kahvenin üstündeki köpük üst dudağıma bulaşmıştı, bunu fark etmem ancak Bükra'nın gülen gözleriyle bana bakmasıyla oldu. Hızlıca kekin kenarına sıkıştırılmış peçeteye uzandım ve üst dudağımı sildim. Ben de ona gülümseyerek sordum:

 

"Çıktı, değil mi? Bıyıklı değilim artık?"

 

"Değilsin, değilsin merak etme. Hadi kekimizin de tadına bakalım." diyerek çatalımı önüme doğru koydu. Birlikte keki çatalla bölüp yemeğe başladık. Kek bir başka güzeldi.

 

Elmayla karışmış yoğun bir tarçın kokusu ve ağızda dağılan dokusuyla tüm kafamdaki sıkıntıları unutturup beni bulutların üzerine çıkarmıştı adeta.

 

"Hmmm, bayıldım! Bu kek enfesmiş!" dedim kahvemden bir yudum daha alarak.

 

Bükra da kahvesinden içti. "Beğenmene çok sevindim. Biraz önceki tatsızlık olmasaydı daha iyiydi ama olsun, ne yapalım. Elden bir şey gelmiyor bazen."

 

"Ha? O mu? Ben kek yiyince unuttum onu çoktan. Hiç önemli değil, endişelenme lütfen."

 

Gülümseyerek başını salladı. Kekin nasıl bittiğini bile anlamamıştık. Bükra son lokmayı ağzına atıp ekledi:

 

"Bu kekin tek kusuru var."

 

"O da?"

 

Biraz düşünüyormuş gibi yaptı.

 

"Az olması! Şu an olsa bu kekten iki tepsi daha yerim!"

 

"Aynen! Ben de! Küçücük bir dilimdi bile ateşpahası!"

 

"Sen dert etme, ben sana daha güzelini yaparım. Hem de bu fiyata iki tepsi çıkartırım. Bana güven!"

 

"Eminim! İnşaAllah bakalım, belki de bir gün senin elinden yeriz."

 

"Olur, yeriz."

 

Kahvelerimizin son yudumlarındaydık. İkimiz de ayrılık zamanının geldiğinin farkındaydık. Aklıma ilk tanışmamız geldi ve tanıştığımız anda aramızda geçen birbirimize dua etme tevafuku...

Kahvelerimizin son yudumlarıyla birlikte, ikimiz de ayrılma zamanının geldiğini fark ettik. O anda, ilk tanıştığımızda birbirimize dua ettiğimiz an aklıma geldi. Eskiden bir sohbette dinlediğim ve tam da bugüne uygun olduğunu düşündüğüm bir alıntı vardı.

 

“Şu an tam zamanı değil miydi?” diye düşündüm. Kesinlikle eminim, Bükra da severdi. Bir an, acaba sıkılır ve istemez mi diye bir endişe geçti içimden. Ama hızla bu düşünceden sıyrıldım. Yanımdan hiç ayırmadığım defterimi çantamdan çıkardım. Sayfaları karıştırarak gözlerimdeki notları tararken, bir yandan da başımı kaldırıp Bükra’ya baktım. O merakla ne yaptığımı inceliyordu.

 

“Bugünkü karşılaşmamızla ilgili aklıma eskiden not aldığım çok güzel bir yer geldi. Seninle paylaşmak istiyorum, olur mu?” dedim.

 

Bükra, başını sallayarak, "Tabii ki, çok sevinirim," dedi.

 

Ve buldum. Gözlerimde okuduğum satırlar:

 

"Mü'minin mü'mine en iyi duası nasıl olmalıdır?

Elcevab: Esbab-ı kabul dairesinde olmalı. Çünkü bazı şerait dâhilinde dua makbul olur."

Şerait-i kabulün içtimaı nispetinde makbuliyeti ziyadeleşir.

Ezcümle: Dua edileceği vakit, istiğfar ile manevî temizlenmeli,

sonra makbul bir dua olan salavat-ı şerifeyi şefaatçi gibi zikretmeli

ve âhirde yine salavat getirmeli. Çünkü iki makbul duanın ortasında bir dua makbul olur."

(Mektubat - 279)

 

“İyi ki Allah aklıma getirmişti, şu an burayı okumak ne kadar anlamlı,” dedim. Sesli olarak okumaya başladım. Ardından biraz da Osmanlıca kelimeleri anlamakta zorlanmış olabileceğini düşündüm. Bu yüzden açıklama yapma gereği duydum.

 

“Yani burada esbab-ı kabul dairesinde derken, kabul edilebilecek sebepler dairesinde olan demek istiyor,” dedim.

Bükra, ilgiyle dinliyordu ve başını sallayarak onayladı.

 

"Yani, bazı şartlar var bu dünyada. Şimdi, ben uçmak için dua etsem, komik olurdu, değil mi? Bu dünyada Allah'ın koyduğu kurallar çerçevesinde dua etmeliyiz."

 

Bükra güldü. "Çocukken, bazen dağların üstüne doğru uçmak için dua ederdim," dedi. "Çocukluk işte."

 

"Çocuklukta olur, benim de çok değişik dualarım vardı," dedim. "Bir dua formülü var burada. Hediye paketi gibi düşün:

İstiğfar, yani tövbe etmek, onu temizlemek. Ardından salavat ile birkaç hediye kağıdına sarıyoruz. Sonra, duanın sonunda tekrar salavat getirip bir kat daha sarıyoruz. En son salavat biraz kurdele gibi de oluyor," diyerek gülümsedim.

 

Bükra’ya baktım, "Açıklayıcı olabildim mi?" diye sordum.

Bükra gözlerindeki samimiyetle, "Kesinlikle çok güzel anlattın, Allah razı olsun," dedi.

 

Saat iyice geç olmuştu. Kafeden çıktığımızda, bir anda Bartu abimle sözleştiğim aklıma geldi. Nasıl da unutmuşum!

Camideki tanışma, yoldaki sohbet, kafedeki olay derken tamamen uçup gitmişti aklımdan.

Umarım onu çok endişelendirmemişimdir.

 

 

Nasıl buldunuz mutlaka yazın heyecanla bekliyorum 🤗

 

Tüm yorumlara cevap veriyorum

Papatyalar 🌼

 

⭐ Atmayı unutmayın OLUR MU ??

 

(⁠✯⁠ᴗ⁠✯⁠)

​​​​​

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 23.02.2025 01:07 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...