9. Bölüm
Mihrimah Altun / Bir Demet Papatya / 8.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

8.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

Mihrimah Altun
aydaki_yazar04

---

 

 

> “Başkalarına nasıl davranıyorsanız, hayat da size öyle davranır.” – Paulo Coelho

 

 

 

 

 

Telefon çalarken, sabırsızlıkla Bartu abimin açmasını bekledik. Bükra, sağ olsun, kendi telefonundan aramayı teklif etmişti. Biz de tekrar caminin yanına dönüp müsait bir banka oturmuştuk.

 

 

Nedense panikle benim de ondan rica etmek aklıma gelmemişti. İnsan bazen öyle bir dalgınlığa düşüyor ki en basit şeyleri bile düşünemez hale geliyor.

 

 

Birkaç uzun çalma sesinden sonra telefon açıldı. Karşı tarafta kısa bir sessizlik oldu. Derin bir nefes sesi duyuldu, ardından tok bir erkek sesi:

 

 

"Selam bebeğim."

 

 

Bükra bana şaşkınlıkla baktı, ben de anında hoparlörü kapatıp telefonu kulağıma götürdüm. Ah Bartu abim… Şimdi kim bilir, hangi numarasını verdiği kızın ona geri döndüğünü sanıyordu!

 

 

Biraz cazgır bir sesle çıkıştım:

 

 

"Benim! Benim, Bartu abiii! Mihri!"

 

 

Sesimi duyunca, o her zamanki rahat tonuna döndü:

 

 

"Aaa, Mihri sen misin? Ben de başka biri sandım, fena umutlanmıştım. Neyse, "

 

 

"Hani beni eve bırakacaktın?"

 

 

"Evet evet, bırakacağım. Sen neredesin?"

 

 

"Camiyi biliyorsun ya, hemen yanındaki çocuk parkındayım. Burada sarı bir kaydırak var, tam önündeyim."

 

 

Ayağa kalkıp etrafa daha dikkatli baktım. "Cami şu an tam arkamda kalıyor."

 

 

"Tamam küçük hanım, geliyorum."

 

 

"Sen neredesin peki? Çok sürer mi?"

 

 

"Yok yok, merkezde bir arkadaşın mekânına uğradım. İki dakikaya oradayım."

 

 

"Tamam, hadi hemen gel."

 

 

Telefonu kapatıp Bükra'ya uzattım. O sırada içimden Bartu'nun rahatlığına gülümsedim.

 

 

Bana böyle karşılık vermesi, anlayışlı ve alttan alan tavrı… Genelde her şeyi şakaya vurması hep hoşuma gidiyordu. Eğer bu unutma olayını babamla yaşamış olsaydım, başımın etini yerdİ:

 

 

"Kocaman kız oldun, biraz sorumluluk sahibi ol! İnsan nasıl unutur böyle bir şeyi?"

 

 

Ama insanız. Unuturuz, hata yaparız, bazen yetişemeyiz. Hayat zaten yeterince zor değil mi? Bir de biz birbirimizi yormasak…

 

 

Bartu gibileri olmasa, hayat fazla ciddi ve yorucu olurdu. İnsan bazen hata yapabilmeli, bazen de biri onu affedebilmeliydi.

 

 

 

 

Beni sakin bir yüzle bekleyen Bükra’nın yanına geri oturdum. Hafif mahcup bir şekilde gülümsedim, ortamın daha az garip olması için:

 

 

"Abim," dedim. Sonra düzelttim. "Yani, abim gibidir… Süt abim aslında."

 

 

Bükra meraklı gözlerle beni dinliyordu. Anlatmaya devam ettim:

 

 

"Ailesi, annemlerin yakın bir arkadaşıydı. Annem de beni emzirirken onu da emzirmiş, abim gibi olsun, beni koruyup kollasın diye düşünmüş. Küçükken hep birlikte oynardık, çok eğlencelidir," diyerek hafifçe başörtümü düzelttim.

 

 

Bükra kibarca gülümsedi. "Gerçekten mi? İlk başta sesini duyunca bayağı farklı konuştu," dedi.

 

 

"Ha, o mu?" dedim, gülümseyerek ona doğru eğildim. Sanki bir sır veriyormuş gibi alçak sesle ekledim:

 

 

"Aramızda kalsın ama… Biraz flörtöz biridir."

 

 

Bükra başını uzaklaştırıp kaşlarını kaldırdı, hafifçe gözlerini kocaman açarak tepki verdi.

 

 

"Hmmm, öyle desene…"

 

 

Ama sonra ciddileşti. "Eğer iyi ve seni kollayan biriyse hayatını kolaylaştırır, ama değilse işler tam tersi olabilir," dedi.

 

 

Galiba abisiyle arası pek iyi değildi. Fazla sorgulamak istemedim ama bu anlaşılıyordu. Anlatmak isterse zamanı geldiğinde zaten anlatırdı.

 

 

Tam o sırada Bükra’nın yüzüne tekrar heyecan geldi, başını çevirip bana döndü.

 

 

"Bu arada, biraz önce kafede okuduğun bir alıntı vardı ya?"

 

 

"Evet, evet," dedim, gülümseyerek. "Risale-i Nur’du o."

 

 

"Evet işte! Orada bazı Osmanlıca kelimeler geçiyordu, değil mi?"

 

 

"Evet," dedim merakla. "Osmanlıca hakkında bilgin var mı?"

 

 

"Aslında biraz eski kelimelere ve Osmanlıcaya ilgim var. Bir dönem çokça araştırıp yeni kelimeler ezberlemeye çalışıyordum. Çünkü şu an günümüzde kullandığımız Türkçe o kadar yetersiz ve az ki… Bir araştırmaya göre, bir üniversiteli bile 400-500 kelimeyle konuşuyor."

 

 

"Evet," dedim heyecanlanarak. "Sana tamamen katılıyorum. Gerçekten bu konu beni de çok rahatsız ediyor."

 

 

Bükra iyice heyecanlanmıştı, sesi bunu belli ediyordu. Hafifçe yükselmişti.

 

 

"Çok şükür benim gibi düşünen biri!" dedi. "Biliyor musun, bu konuda çok yalnız hissediyorum çoğu zaman. Genelde arkadaşlarım İngilizce kelimelerle konuşuyor ya da kelimeleri olabildiğince kısaltmaya çalışıyorlar. Çoğu eski Türkçe kelimemiz unutuldu."

 

 

O sırada rüzgar hafifçe esti, saçları yüzüne doğru savruldu. Eliyle nazikçe kulağının arkasına topladı.

 

 

"Biliyorum, belki seni şaşırttım," diye devam etti. "Gastronomi okuyorum ama bu tarz farklı ilgi alanlarım da var."

 

 

"Hayır, hiç şaşırmadım," dedim samimi bir gülümsemeyle. "Benim de pek çok farklı alanda ilgilendiğim şeyler var. Ve bu çok güzel. Çeşitlilik, bir insanın daha renkli olmasını sağlar."

 

 

"Kesinlikle öyle!" dedi Bükra, gözleri ışıldayarak.

 

 

Sonra bir an duraksayıp ekledi:

 

 

"Bu konuyu şundan açtım… Kuşadası merkezinde, yaza özel bir aylık Osmanlıca kursu verildiğini öğrendim. Benim böyle eski kelimelere ilgim olduğunu bilen bir arkadaşım söyledi. Bugün buraya gezmeye geldiğimde, namazdan önce oraya uğradım ve öğretmeniyle konuştum."

 

 

"Aaa, öyle mi? Çok güzel! Peki, ortam nasıldı? Konuşmanız nasıl geçti?"

 

 

"Şey… Güzel de… Aslında sadece…" diye duraksadı.

 

 

"Ne oldu?" diye sordum merakla.

 

 

"Ortamda hiç tanıdığım kimse yoktu," dedi. "Biraz yalnız hissedebileceğimden endişelendim. Bazen sınıfta ders anlatılırken konuyu tam anlayamıyorum. Yanımda bir arkadaşım olursa, dersten sonra birlikte konuşarak daha iyi pekiştirebiliriz."

 

 

O an gözlerim parladı, içimde tatlı bir heyecan yükseldi. İşte tam da aradığım şeydi bu!

 

 

Acaba?… dedim kendi kendime.

 

 

Sonra cesaretle gözlerinin içine baktım. "Bu arkadaş ben olabilir miyim?"

 

 

Bükra’nın yüzü aydınlandı, gözleri büyüdü. "Yaa, olur musun gerçekten?" dedi sevinçle. "Aslında ben de teklif edecektim ama belki Osmanlıcayı sevmiyorsundur diye çekindim. Sonra o alıntıyı okuyunca, senin de bu tarz şeyleri sevebileceğini düşündüm."

 

 

"Evet, evet tabii ki seviyorum! Eski kelimelerin anlamlarına hep hayran kalmışımdır. Hem şu an pek meşguliyetim yok, yazı böyle değerlendirmek harika olur."

 

 

"Tamamdır, anlaştık o zaman!" dedi mutlulukla. "Ben sana kursun konumunu atarım ve linkini yollarım. Online formu doldurup kaydolabilirsin."

 

 

"Olur tabii. Ben de sana teyzemin numarasını vereyim, oradan ulaşabilirsin bana."

 

 

"Peki, tamam. Öyle yaparız. Ama sen ne tarafta oturuyordun? Gidiş-geliş nasıl olacak?"

 

 

"Soğucak Köyü var ya, belki duymuşsundur," dedim. "Orada oturuyorum. Anneannemin yanındayım bir süreliğine. Teyzem bırakır ya da abim bırakır. Dolmuşla da giderim. Birkaç gün nasıl olur bilemem ama merak etme, bir şekilde hallederim."

 

 

"Tamam o zaman, harika!" diyerek sevinçle ellerini çırptı.

 

 

 

 

Duyduğum motor kornasıyla başımı hızla Bükra’dan çevirip karşıya baktım. Bartu, tam karşımızdaki yolun kenarında, motorunun üzerinde oturmuş, bize doğru bakıyordu. Güneş, kırmızı-siyah motorunun metal yüzeyine vuruyor, parlak yansımalar oluşturuyordu. Onu daha fazla bekletmemek için aceleyle yerimden kalktım. Çantamı omzuma asarken Bükra’ya dönüp gülümsedim.

 

 

"İşte, biraz önce bahsettiğim Bartu," dedim hafif bir heyecanla.

 

 

Bükra başını hafifçe sallayarak anladığını belirtti. Ben hızlı adımlarla motorun yanına ilerlerken o da birkaç adım gerimde kalmıştı. Yanına vardığımda Bartu, kaskını ağır bir hareketle çıkarıp eliyle kıvırcık saçlarını düzeltti. Gözlerinde her zamanki umursamaz ama bir o kadar da kendinden emin bakışı vardı.

 

 

Motorunu incelerken, "Kusura bakma, namazdan hemen sonra seni aramayı unuttum," dedim hafif mahcup bir ifadeyle.

 

 

Bartu’nun motoru gerçekten göz alıcıydı. Karizmatik bir havası vardı; kırmızı detaylar, siyah gövdeye harika bir kontrast katıyordu. Gözüm motorun gövdesindeki parlak logo ve egzoz borusunun şık kıvrımlarına takıldı. Tam başımı kaldırıp Bartu’ya bakacakken onun bana değil, arkamdaki Bükra’ya gözlerini sabitlediğini fark ettim.

 

 

Hafif bir kızgınlıkla elimi yüzünün önünde sallayarak:

 

 

"Hey! Ben buradayım. Nereye dalıp gidiyorsun, dalgın koca oğlan?"

 

 

Bartu gözlerini kırpıştırarak kendine gelip başını salladı, sonra sırıtarak:

 

 

"Ah, sen de mi buradaydın minik hanım?"

 

 

"Evet Bartu Bey, asıl ben buradayım. Sen ne tarafa bakıyorsun acaba?"

 

 

Bartu hafifçe kulağıma yaklaşıp alçak bir sesle:

 

 

"Bu arkadaki güzellik senin arkadaşın mı?"

 

 

Kaşlarımı çatarak, "Niye öyle diyorsun kıza? Evet, benim arkadaşım. Yeni tanıştık, sakın kızı ürkütme! Saçma sapan bir şey söyleme," diye uyardım onu.

 

 

Bartu ellerini kaldırarak masum bir ifade takındı. "Tamam canım ya, ben öyle biri miyim?"

 

 

"Gayet de öyle birisin."

 

 

Bartu, koluna takılı ikinci bir kask getirmişti. Kolundaki kaskı işaret ederek:

 

 

"Ver de takayım. Hadi, gidelim artık," dedim.

 

 

Hızlı bir hareketle kolundan çıkarıp bana uzattı. Ama gözleri hâlâ fırsat buldukça Bükra’ya kaçamak bakışlar atmaktan vazgeçmiyordu.

 

 

Tam kaskı almak üzereyken, aklıma teyzem geldi. Onun nerede olduğunu merak ediyordum. Bir an duraksayıp, "Bu arada, telefonu versene, bir teyzemi arayayım. Nerede olduğunu merak ediyorum," dedim.

 

 

Bartu, hafif alaycı bir gülümsemeyle "Aa, tabii, senin telefonun yoktu değil mi?" diyerek arka cebinden telefonunu çıkardı. Parmak iziyle kilidini açtıktan sonra bana uzattı.

 

 

Teyzemin numarası kayıtlıydı. Rehberde ismini bulup aradım. Birkaç çalmanın ardından telefonu açtı.

 

 

"Merhaba teyzem, nasılsın, neredesin?" Soruları peş peşe sıralamıştım.

 

 

"Merhaba canım, iyiyim." Sesi rahat geliyordu, ama arka planda hafif bir uğultu vardı.

 

 

Şüpheyle kaşlarımı çatarak, "Araba mı kullanıyorsun?" diye sordum.

 

 

"Evet canım. Çok şükür yatılı kalmamıza gerek kalmadı, Alp ile beraber dönüş yolundayız."

 

 

Aramamın iyi bir zamana denk geldiğini fark ettim. "Öyle mi? O zaman çok iyi olmuş gerçekten.

 

 

Teyzem devam etti

 

" Ben de tam annemi arayıp eve döndün mü diye soracaktım."

 

 

"Hayır ama dönüyoruz Bartu ile buluştuk da bugün çok şükür"

 

 

Teyzemin sesi biraz daha neşelendi. "Buluşmanız çok güzel olmuş. Bu akşam yemeğe büyük teyzemlere davetliyiz canım, siz de gelin. Bartu da davetli artık."

 

 

Bu teklif hoşuma gitmişti. Telefonu hafifçe ağzımdan uzaklaştırıp, Bartu’ya dönerek "Akşam yemeğine diyor, teyzem çağırıyor. Gelirsin değil mi?" diye sordum.

 

 

Bartu umursamaz bir şekilde başını salladı. "Gelirim, gelirim."

 

 

Telefonu tekrar ağzıma yaklaştırıp, "Tamam teyzem, gelirim diyor. Biz motorla geçiyoruz, orada buluşuruz," dedim.

 

 

"Tamam canım," diyerek telefonu kapattı.

 

 

Telefonu Bartu’ya geri uzattım. O da cebine koyduktan sonra kaskını bana doğru uzattı. "Şimdi şu kaskı tak bakalım, minik hanım," diyerek göz kırptı.

 

 

Başörtümü bozmamaya dikkat ederek kaskı taktım ve boğazımdaki emniyet kilidini bağlamakta zorlanınca Bartu devreye girdi. Bükrâ bizi izliyordu. Vizörü açıp ona baktım.

 

 

"Biz gidiyoruz, Allah’a emanet ol. Beni mutlaka ara, yani teyzemin numarasını," diyerek telefon işareti yaptım.

 

 

Bükrâ, zarif bir gülümsemeyle başını salladı. "Merak etme, arayacağım," diyerek el salladı.

 

 

Tam motorun yanına yönelmiştim ki bir an duraksayıp ona geri döndüm. "Gel buraya," diyerek kollarımı açtım. Bükrâ önce şaşırdı, ama sonra gülümseyerek bana sarıldı.

 

 

"Kendine dikkat et, tamam mı?" diye fısıldadım.

 

 

"Sen de," dedi hafifçe başını sallayarak.

 

 

Birkaç saniye sıkıca sarıldıktan sonra geri çekildim ve ona son bir kez gülümsedim. O arkasına dönüp parktan uzaklaşırken, ben de Bartu’nun arkasına binmeye çalışıyordum.

 

 

 

O kadar uzun zamandır motora binmemiştim ki neredeyse artçı olmayı unutmuştum. Bir an elimi ayağımı nereye koyacağımı bilemedim.

 

 

Kalp atışlarım hızlandı. Yine motora binerken kaygı bozukluğum peşimi bırakmıyordu. Elleriyle rahatça gidonu kavrayan Bartu’nun aksine, ben dengesiz bir şekilde duruyordum. Derin bir nefes aldım ve dikkatlice arkasına oturdum.

 

 

Sonra, tereddüt ederek beline sıkıca sarıldım.

 

 

Bartu, kaskın izin verdiği kadar başını bana çevirerek:

 

 

"Yavaş kız! Boğdun beni ,Hazır mısın?"

 

 

Ellerimi biraz gevşettim. Korktuğum için çok sıkı kavramıştım galiba. Ama elimde değildi bu.

 

 

Mümkün olduğunca güçlü bir sesle:

 

 

"Hazırım!" dedim.

 

 

Ama aslında, daha çok kendimi inandırmaya çalışıyordum.

 

 

Motor harekete geçer geçmez bacağım kontrol edemeyeceğim bir şekilde titremeye başladı. Rüzgâr yanaklarımı okşuyor, motorun güçlü titreşimi vücuduma yayılıyordu.

 

 

Ne kadar kendimi sakinleştirmeye çalışsam da titrememi durduramıyordum. Derin nefesler aldım, manzaraya odaklanmaya çalıştım. Yol kenarındaki ağaçların hızla geriye doğru kayışı, güneşin sıcak dokunuşu, denizden gelen hafif tuzlu esinti…

 

 

Kaza olmayacak... Her şey yolunda... Her şey yolunda... Allah benimle...

 

 

Kendi kendime tekrar ederek sakinleşmeye çalışsam da Bartu’nun sesiyle irkildim:

 

 

"Motor neden sallanıyor? Mihri, iyi misin?"

 

 

O an titrememi saklamaya çalışsam da artık gizleyemediğimi fark ettim. İçimdeki tedirginlik su yüzüne çıkmıştı.

 

 

"Bir sorun yok," dedim ama sesim pek de ikna edici çıkmamıştı.

 

 

Bartu dikiz aynasından beni kontrol etti ama fazla üstelemedi. Yine de bir şeylerin ters gittiğini hissettiğini biliyordum.

 

 

 ---

 

 

Bahar teyzemin evinin sokağına girince içimden kocaman bir "Oh!" çektim. Sonunda varmıştık. Yolun sol tarafında boylu boyunca deniz olmasına ve günün en sevdiğim vakitlerinden ikindiye denk gelmesine rağmen, motora bindiğimde üzerimden atamadığım kaygı bozukluğu peşimi bırakmamıştı. Sürekli kendimi rahatlatmaya çalışıp derin nefesler alsam da, vücudumu gevşetmeye uğraşsam da içimdeki huzursuzluk geçmiyordu. Sanki her an bir kaza olacakmış gibi bir hisle yolculuk etmiştim.

 

 

Yine de uzun bir aradan sonra motora binmek benim için değişik bir deneyim olmuştu. Bartu'nun motoru durdurmasıyla ondan destek alarak dikkatlice aşağı indim. Kaskın boğazımın üzerindeki kilidini biraz zorlayarak gevşettim, başımdan çıkarıp kolumun altına aldım. Başörtüm yamulmuştu.

 

 

Bizi pencereden gören Karya ablam hemen koşarak bahçeye çıktı ve evin ön girişindeki demir kapıyı biraz zorlanarak da olsa açtı. Bana doğru koşup boynuma sarıldığında yüzümde kocaman bir gülümseme belirdi.

 

 

"Canımmm!" diye sonunu uzattı. "Çok özlemişim seni ya!"

 

 

Ben de aynı içtenlikle karşılık verdim. "Bende seni çok özledim canım ablam!"

 

 

Uzun bir sarılmanın ardından elimi tutarak, "Hadi içeri geçelim, bizi bekliyorlar," dedi. Bahçeye doğru yöneldik. O sırada Bartu da motorunu garaja bırakıyordu.

 

 

Bahçenin yan tarafındaki demir merdivenlerden inerek zemin kata indik. Asıl bahçe buradaydı. Bir yanda boylu boyunca uzanan nar ağaçları, diğer yanda küçük ama çok sevimli bir semizotu bahçesi vardı. Tabii ki bahçenin olmazsa olmazı kocaman bir salıncak da buradaydı. Zaten buradaki çoğu evde mutlaka böyle bir salıncak bulunurdu.

 

 

Bahçeyi uzaktan izlemekle yetinerek evin girişine yöneldik. Kayra ablam sinekliği açıp "Hadi buyur buyur," dedi. O terliğini ben ayakkabımı çıkarıp içeri girdik.

 

 

Burası da tıpkı anneannemin evi gibiydi. Zemin kat Amerikan mutfak olarak tasarlanmıştı ama onların mutfağı daha geniş ve açıktı. Mutfak ve salonu ayıran büyük, altı kişilik bir yemek masası vardı. Salonda ise bir televizyon ve yan yana dizilmiş iki çekyat duruyordu.

 

 

Beni özlemle bekleyen büyük anneannemin yanına gidip, yılların verdiği yaşlılıkla damarları belirginleşmiş elini öpüp hürmetle alnıma koydum.

 

Beni görünce Ege şivesiyle, "Çocuğum, yavrum benim! Taa ne yollardan gelmiş benim çocuğum!" diyerek bağrına bastı. Uzun bir süre de bırakmadı.

 

 

Onu ben de çok özlemiştim. Büyük anneannem 90 yaşında vardı. Ananemin annesi ama yaşına rağmen oldukça sağlıklı ve zekiydi. Genç halimle bile onun bu kadar aklı başında olmasına hayret ediyordum. Çünkü çoğu yaşıtı maalesef alzheimer oluyordu.

 

 

Büyük anneannemden ayrılınca, bu sefer Bahar teyzemle uzun bir sarılmanın ortasında buldum kendimi. Anneannem de buradaydı, mutfakta salatanın sosunu hazırlıyordu. Büyük ananem beni görünce hemen annemi yâd etti.

 

 

"Suedam, yavrumu çok özledim be!"

 

 

"Merak etme Ananem," dedim, "Onlar da gelecekler inşallah."

 

 

"İnşallah yavrum, onlar da sağ salim gelsinler bir an evvel," dedi, gözlerinde özlemin verdiği nemle.

 

 

Bahar teyzem beni baştan aşağı süzüp gülümsedi. "Oyy tatlı dillim benim, kocaman kız olmuş!"

 

 

"Canım teyzem benim," diyerek karşılık verdim tatlı iltifatına. Bahar teyzem hep böyleydi. O ve anneannem üvey kardeşlerdi ama Bahar teyzem hiçbir zaman bizi üvey gibi görmemişti. Annemin öz ablası gibi davranırdı. Gerçi anneannem onu pek sevmezdi ama Bahar teyzem hep sabırlı, sevecen ve anlayışlı biri olmuştu.

 

 

Bu sırada Karya ablam ellerini yıkayıp banyodan çıktı.

 

 

"Hadi annem, sofrayı serelim artık! Acıkmışlardır, muhabbete yemek yerken devam ederiz."

 

 

"Tabii çocuğum, hemen serelim," diyerek büyük teyzem de masayı kurmaya yöneldi. Ben de ellerimi yıkayıp onlara yardım etmek için ayaklandım.

 

 

Bartu ise garip bir şekilde değişmişti. Normalde dışarıda umursamaz tavırlarıyla bilirdim onu ama buraya gelince tam bir beyefendi oluyordu. Büyük anneannemin önüne oturmuş, koyu bir muhabbete dalmıştı. Sanki eski bir dostuyla sohbet ediyormuş gibi, ciddiyetle onu dinliyor ve arada bir başını sallıyordu.

 

 

 

Sofranın kurulmasıyla birlikte içeriye neşeyle teyzem ve Alp girdi.

 

 

"N’aber gençler?" diye seslendi Bahar teyzem.

 

 

Alp, elindeki içecek ve tatlı poşetini koşarak Bahar teyzemin eline verirken herkes de yavaş yavaş masadaki yerini alıyordu.

 

 

Bahar teyzem, "Özgü, hadi çabuk ellerinizi yıkayıp gelin, çorbalar soğumasın!" dedi.

 

 

"Tamam, canım." dedi Özgü. "Alp, hadi banyoya!"

 

 

Onlar ellerini yıkamaya giderken ben de tam Karya ablamın yanına oturdum.

 

 

Sofra, baştan başa nefis yemeklerle doluydu. Özellikle de fırından yeni çıkmış, çıtır çıtır patates dilimleri ağzımı sulandırıyordu. Ayıp olmasın diye sabırla bekliyordum ama gözlerimi onlardan çekemiyordum. Bahar teyzem çok marifetliydi ama bu patatesleri her zamankinden de lezzetli olmuştu.

 

 

Büyük anneannem, "Hadi, bismillah." diyerek ilk kaşığını tarhana çorbasına daldırınca herkes yemeğine başladı.

 

 

Bir süre kimseden ses çıkmadan herkes yemeğiyle ilgilendi. Bir yandan da Bahar teyzemi övmekten geri kalmıyorduk.

 

 

"Hmm, çok nefis olmuş teyzem, ellerine sağlık!" dedim.

 

 

Anneannem de ona katıldı. "Gerçekten Bahar, bu dolmanın tarifini istiyorum bak!"

 

 

Bahar teyzem gülerek, "Tabii, veririm abla." dedi.

 

 

Sonra gözlerini masada sessizce yemeğini yiyen Bartu'ya çevirdi.

 

 

"Ee, sen neler yaptın Bartu?" diye sordu.

 

 

Bartu, başını tabağından kaldırıp hafifçe gülümseyerek, "Yemekleriniz aklımı başımdan aldı Bahar teyzem." dedi. "Yoksa sizleri çok özledim. Almanya’da hiç böyle nefis yemekler yok, buralara hasret kaldım."

 

 

Bartu'nun abarta abarta anlattığı Almanya'daki okul maceralarını keyifle dinliyorduk. Karya ablamla birbirimizi dürtüp Bartu'ya bakıp bakıp gülmemek için kendimizi zor tutuyorduk. Masadaki neşe bulaşıcıydı; herkes keyifliydi.

 

 

Ta ki teyzemin telefonunun tiz zil sesi havayı kesene kadar.

 

 

Sesle birlikte sofradaki sohbet yavaş yavaş sustu. Herkes, teyzemin sofradan kalkıp telefona bakmasını bekliyormuş gibi bir an duraksadı.

 

 

İçime, nereden geldiğini bilmediğim bir sıkıntı çöktü. Anlamsız bir kötü his… Üzerimden atamıyordum. Bükra aramış olamaz mıydı? Oydu kesin.

 

 

Ama teyzemin telefon ekranına bakıp, ardından bana dönerek, "Mihri, baban arıyor." demesiyle hislerimin sebebini anladım.

 

 

Kaşığımı yavaşça tabağımın kenarına bıraktım. İçimde yükselen o rahatsız edici ağırlık, yüzüme de yansımış olmalıydı. Çünkü sofradaki keyifli havanın üzerine çöken gölge, herkese hissedilir gibi gelmişti. Endişeli ifademi silmeye çalıştım ama ne kadar başarabildiğimden emin değildim.

 

 

Bütün mutluluğum uçup gitmişti.

 

 

Sessizce sandalyemi geri ittim. Kendimi sakin olmaya zorlayarak, teyzemin bana uzattığı telefonu elinden aldım.

 

 

Kimsenin daha fazla huzurunu kaçırmak ya da ortamın gerginliğini artırmak istemediğim için bir elimle telefonu kulağıma götürüp, "Efendim babacığım." derken bir yandan da sinekliği açıp kapının önünden bulduğum bir terliği giyiyordum. Bahçeye çıkmaya çalışıyordum.

 

 

Ben çıkarken ortamdaki garip sessizlik, Bartu’nun anılarını anlatmaya devam etmesiyle biraz olsun dağılmış gibiydi.

 

 

"Nasılsın bakalım? Hiç bizi arayıp sormuyorsun."

 

 

Dudaklarımdan farkında olmadan derin bir nefes döküldü.

 

 

"İyiyim babacığım, sağ olun."

 

 

Soruyu görmezden gelerek devam ettim.

 

 

"Siz nasılsınız?"

 

 

Annemle daha dün konuşmuştuk. Buraya geldiğimden beri teyzem ve anneannemin telefonu sayesinde annemle sık sık konuşuyordum.

Enes ve Hüma sohbetlere arkadan katılıyorlardı.

 

Genelde bu telefon görüşmeleri babam okuldayken olduğu için çok şükür karşılaşmamıştık. Annemin kasıtlı olarak bu saatleri seçtiğini biliyordum, babamla konuşmak zorunda kalmamam için.

 

 

Ama beyefendi kasıtlı olarak beni aramıştı. Söyleyeceği bir şeyler vardı, bundan emindim. Ya da belki de sadece benim huzurumu kaçırmak için aramıştı.

 

 

"Sağ ol, biz de iyiyiz. Keyfin yerinde herhalde?" dedi babam, alaycı bir ses tonuyla.

 

 

Gayet kendimden emin, özgüvenli bir şekilde tane tane konuştum.

 

 

"Elhamdülillah, güzel geçiyor burada zaman."

 

 

"Cengiz’in aramalarını neden açmıyorsun peki?"

 

 

O ismi duymamla birlikte olduğum yerde kaldım. Kaskatı kesilmişti yine bütün vücudum. Ne güzel unutmuştum o ismi işte! Uzaklaşmıştım ya da ben öyle sanıyordum. Bu kadar süre boyunca ondan kurtulduğumu sanarak kendimi mi kandırıyordum acaba?

 

 

"Telefonum…" dedim, "Telefonum kırıldı, şu an kullanamıyorum."

 

 

"Hımm…"

 

 

Sesinde "Ben seni bilirim." der gibi bir anlam vardı.

 

 

O an beni arasaydı, sorsaydı, zaten telefonumun bir süredir kullanılamaz bir halde olduğunu bilirdi. Ama ne acı ki, bunu ancak elin oğlunun bana ulaşamaması üzerine yapılan bir şikâyet sayesinde öğreniyordu.

 

 

İşte bizim seninle aramızdaki mesafe bu kadar uzak, demek geldi içimden. Ama diyemedim. Bütün kelimeler içimde kabardı kabardı, ama dilime dökemedim. Döksem ne olacaktı ki? Sanki anlayacak mıydı beni?

 

 

"Telefonun kırıldı, öyle mi?" diye tekrar etti, doğrulamak ister gibi.

 

 

"Cengiz de beni aradı bugün. Sana bir süredir ulaşamıyormuş."

 

 

Bu sinir bozucu konuşmayı dinlerken, bir yandan da bahçede nar ağaçlarının arasında yürüyerek kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum.

 

 

Benden cevap gelmeyince devam etti:

 

 

"Ha, bu arada bana senin nerede olduğunu sordu. Ulaşamayınca endişelenmiş."

 

 

Telefonun diğer ucundaki sesin alaylı bir gülmeye dönüştüğünü fark ettim.

 

 

"Ben de senin Kuşadası'nda, anneannenin yanında olduğunu söyledim."

 

 

"Niye?"

 

 

Tek kelime… Çaresiz bir şekilde dökülmüştü ağzımdan.

 

 

O ise umursamazlığından hiç ödün vermeden konuştu.

 

 

"Niye mi? Unuttun mu? O senin nişanlın. Nerede olduğunu bilmeye hakkı var. Hem kaç gündür ulaşamamış, belli ki seni merak etmiş. Ben de nerede olduğunu söyledim. Kötü mü yaptım?"

 


Gülüyordu. Canımı acıttığını bile bile gülüyordu.

 

 

 

Bir süre kıpırdamadan kaldım. Telefonu daha fazla kulağımda tutmaya sabrım yoktu. O iğrenç gülüşünü duymaya…

 

 

Derin derin nefes aldım. Yanımda kimsenin olmadığına bir kere daha şükrettim.

 

 

"Allah’ım…" dedim içimden. "Sen bana bir sakinlik ver."

 

 

Kendimi toparladıktan sonra telefonu tekrar kulağıma götürdüm.

 

 

"Anladım "

 

 

Dişlerimi sıkarak ekledim:"babacığım"

 

 

"Allah’a emanet olun. Beni sofrada bekliyorlar."

 

 

"Öyle mi? Tamam o zaman."

 

 

Sesinde keyifli bir ton vardı.

 

 

"Herkese selam söyle."

 

 

Şu "herkese iyi adam" rolü yapması yok mu…

 

 

"Allah’ım, sen sabır ver!"

 

 

Telefonu kapattıktan sonra bir süre sadece ayağımdaki terliklerle bastığım toprağı izledim. Öylece boş boş izledim toprağı. Sanki boşluktaydım…

 

 

"Neden?" dedim içimden. "Her şey tam iyi gidiyordu. Sanki bir anda… Ya da ben öyle sanmıştım."

 

 

İçimde doğan ufak bir isyan vardı. Ama hemen başımı gökyüzüne kaldırdım. Peygamberimizin üzüldüğünde göğe bakarak sabrettiğini hatırladım. Uzun uzun izledim pamuk beyazı bulutları.

 

 

Ve dedim ki:

 

 

"Rabbim, sen böyle olmasını nasip ettiğine göre, vardır bunda da bir hayır. Ne kadar şu an göremesem de…"

 

 

Kendi kendime telkinler yaparak, sakinleşmeye çalıştım. Şu an bu bana ne kadar ağır gelse de…

 

 

Ufak bir hatırlatma

 

Oy vermeyi ve yorumlarda fikrini benimle paylaşmayı unutma

 

Merakla bekliyorum 🤗

 

___

 

 

"Canım, iyi misin? Bir sorun yok değil mi?"

 

 

Arkamdan gelen sesi duyunca döndüm. Kayra abla, endişelendiği için peşimden gelmişti. Yüzümdeki endişeyi silmeye çalıştım, alelacele bir gülümseme oturttum dudaklarıma.

 

 

"İyiyim, iyiyim. Bir şey yok. Size selam söyledi."

 

 

Gözlerinden hala endişeli olduğu okunuyordu.

 

 

"Öyle mi? Aleykümselam."

 

 

Dikkatimi başka yöne çevirmek için eliyle semizotu bahçesini işaret etti.

 

 

"Bak, bu semizleri annem sizin için dikti. Gelince kendi ellerinizle toplayın diye. Sen çok seviyordun."

 

 

"Evet, evet!" dedim. "Hâlâ çok seviyorum. İstanbul çok güzel bir şehir ama maalesef her yer beton yığınına dönmüş. Buldukları bir karış toprağa bile ev yapmadan duramıyorlar. Haliyle, biz de böyle bahçelere, ufacık bir yeşillik alanına hasret kalıyoruz."

 

 

"Burada bol bol yeşillik var. Ne kadar istersen!"

 

 

Kayra abla, beni rahatlatmaya çalışıyordu. Gülümsedim, bu sefer içten. Havadan sudan konuşarak gerilmemi hafifletiyordu.

 

 

"Hadi gel, birkaç tane toplayalım," diyerek semizotu bahçesine yöneldi. Telefonumu cebime koyup peşinden gittim.

 

 

Birkaç tanesini nasıl toplayacağımı gösterdikten sonra diğerlerini ben toplamaya başladım. Semizotlarını tam kökünden çekmek gerekmiyordu. Topraktan çıktığı yerden birkaç santim yukarıdan kırarak koparmak gerekiyordu ki tekrar tekrar, Allah’ın izniyle çıkmaya devam etsin.

 

 

Gülüşerek kollarımızı semizotlarıyla doldurduk. Ne de güzel kokuyorlardı!

 

 

"Ohh, mis! Bunlardan Bahar teyzem çok güzel yoğurtlu salata yapar," dedim derin bir nefes alarak.

 

 

"Aynen canım, sen yeter ki iste. Annem senin için canın ne çekiyorsa yapar."

 

 

Birbirimize bakıp gülerek eve doğru yöneldik.

 

 

Salona girdiğimizde, büyük ananem kendi köşesine çekilmişti. Bartu, telefonuyla ilgileniyordu. Teyzem Alp’e tabağını bitirtmeye çalışıyor, anneannem ve Bahar teyzem yemek hakkında sohbet ediyorlardı. Çoğu kişi yemeğini bitirdiği için bulaşık zamanı gelmişti.

 

 

Kucağımız dolu halde içeriye girerken Bahar teyzem gülümseyerek bize döndü.

 

 

"Oyy, canım benim! Ne kadar iyi etmişsiniz onları toplayarak. Ben de zaten sizin için ekmiştim!"

 

 

Kocaman gülümsedim.

 

 

"Karya abla söyledi. Çok teşekkür ederiz teyzem, ben çok seviyorum biliyorsun."

 

 

"Tabii canım, bilmem mi!"

 

 

Semizotlarını mutfaktaki leğene bırakıp Karya abla ile bulaşıklara giriştik. Bahar teyzem, "Sen misafirsin, otur," dese de gülerek onu kanepeye oturttuk. Eline de çaydanlıktan doldurduğum sıcak çayı tutuşturdum.

 

 

Karya abla ile omuz omuza verip bulaşıkları yıkarken bir yandan sohbet ettik. Bulaşık yıkamak bize terapi gibi gelmişti. Babamla az önce yaptığım o rahatsız edici konuşma bile artık sinirimi daha az bozuyordu. Zihnimde gerilere itmeye çalışıyordum o bana endişe ve rahatsızlık veren konuşmayı.

 

 

Karya abla gerçekten anlayışlı bir insandı. Onunla her şeyi konuşabilirdin ve asla yargılamazdı. Bu yönüyle Bartu abime benziyordu. Zaten o da bu yıl felsefe bölümünde son sınıftaydı.

 

 

Sohbet havadan sudan ilerlerken konu benim gelecekteki üniversite planlarıma geldi.

 

 

"Ee, ne yapacaksın? Üniversite hakkında bir planın var mı?"

 

 

Biraz var, biraz yok… Tereddütlüydüm. Geleceğin neler getireceğini ben de bilmiyordum. Yine de içimde tutmak istemedim.

 

 

"Aslında edebiyat okumak istiyorum. Kitaplara ne kadar ilgim olduğunu biliyorsun."

 

 

"Aa, edebiyat mı? Tam senlik! Küçüklüğünden beri kitap kurdusun."

 

 

Gülümseyerek başımı salladım.

 

 

"Ve acaba edebiyat öğretmeni olabilir miyim diye de düşündüm. Malum, ailemizde öğretmenden bol ne var? Ben de mi olsam acaba?"

 

 

İmalı bir şekilde gözümü kırptım. İkimiz de kahkahalarla güldük. Sonuçta Bahar teyzem de öğretmendi. Fizik öğretmeni… Ama dışarıdan bakan biri asla tahmin edemezdi. O kadar naif, minyon ve yumuşaktı ki. Tabii öğrencilerine karşı nasıl olduğunu bilemiyordum.

 

 

Öğretmenlik deyince aklıma ilk gelen babamdı. Ve bu düşünce beni korkutuyordu. Babam ve öğretmenlik… Benim için birleşmiş iki kavram. Ama ben onun gibi olmak istemiyordum.

 

 

İnsanlara bir şeyleri dikte eden, zorlayan biri olmaktan korkuyordum. Bazen anneannem de böyle oluyordu. Onları öyle görünce tamamen soğuyordum bu hayalimden. Ya ben de öyle olursam? Ya öğrencilerime iyi şeyler öğretmek niyetiyle başladığım bu yolda, farkında olmadan onları yaralayıp bırakırsam?

 

 

Bu konuyu başka birisine söylerken bir türlü cesaretimi toplayamıyor gibi hissediyordum.

Bulaşık yıkarken neyse ki musluğun su sesi gürültülüydü. Allah’tan kimse duymamıştı. Karya abla ise kulağıma doğru eğildi.

 

 

Bu konunun hususi kalmasını istediğimi anlar gibiydi.

 


"Olursun," dedi yumuşak bir sesle. "Hem de çok güzel bir öğretmen olursun. Niye olamayasın ki?"

 

 

 

---

 

 

Bulaşıklar, çaylar, geçmişi yâd etmeler, anılar, hatıralar, muhabbetler, birbirine takılmalar derken çoktan yatsı vakti gelmişti bile. Karya abla ile aramda geçen hususi konuşmadan sonra biraz daha kendi halime çekilip çayımı yudumlarken ortamı izledim.

 

 

İçimdeki endişeler belli olmasın diye bol bol yapmacık gülümsedim çevremdekilere. Ne kadar istemesem de, kendime ne kadar "Bir şey olmaz, önemli değil" desem de, Cengiz'in benim burada olduğumu bilmesi içimde tarif edemediğim bir sıkıntı hissetmeme neden oluyordu. Ve bu, kimsenin bilmemesi gereken bir sırdı.

 

 

Yatsı ezanının okunmasıyla birlikte herkesi giriş kattaki, Amerikan mutfakla birleşen geniş salonda bıraktım ve mermer merdivenlerden yukarı çıkarak birinci kata ulaştım. Burası yalnızca kocaman bir salondan oluşuyordu. O kadar büyüktü ki, Bahar teyzem yarısını altı kişilik büyük bir masa ve dolaplarla kapatmış, diğer yarısını ise bir oturma grubu ile dekore etmişti. Loş ışık altında mobilyaların gölgeleri duvara yansıyordu, dışarıdan gelen hafif bir rüzgâr perdeleri kıpırdatıyordu.

 

 

Köşedeki sandığın üzerinden bir seccade alıp namaza durdum. Sanki her secde edişimde omuzlarımdaki ağırlıklar biraz daha hafifliyordu. Biraz daha rahatlamıştım, ya da rahatladığımı sanıyordum. Ama içimde hâlâ çözülmeyi bekleyen düğümler vardı.

 

 

Namazdan sonra ellerimi açtım. İçimde bir şeyleri dökme isteği vardı ama hangi kelimeyi seçmeliydim? Hangisi şu iç sıkıntımı anlatabilirdi? Beni gören, içimi bilen, kalbimi bilen... Biliyorum, biliyorsun. O hâlde neden bu huzursuzluk hâlâ geçmiyor?

 

 

Tam duaya başlayacakken, alt kattan gelen ayak sesleriyle irkildim. Büyük anneannem hariç herkes kalkıyordu ve buradaki dış kapıyı kullanacakları için yukarı çıkmışlardı. Bir anda salon kalabalıklaştı.

 

İçimde biriken duyguları kimseye belli etmeden dökmek istiyordum ama kalabalıklarda asla içimden geldiği gibi, rahat rahat, uzun uzun dua edemiyordum. Hele bir de gözlerim dolarsa…

 

 

İşte o zaman hiç kendimi tutamazdım. Hızlıca dua edip ellerimi yüzüme sürdüm, dolmak için hazır bekleyen göz pınarlarımı hafifçe silerek tamamen boşalmak için sabırsızlanan minik damlalardan kurtulmaya çalıştım.

 

 

"Mihri, hadi eve gidiyoruz artık."

 

 

"Tamam, büyük anneannemin elini öpeyim hemen arabaya geliyorum."

 

 

Koşar adımlarla giriş kata indim. Büyük anneannemin ayakları rahatsız olduğu için merdivenleri çıkamıyordu. Elini öptüm, yine benden ayrılmak istemez gibi uzun uzun sarıldı. Sonra tekrar yukarı çıktım, Bahar teyzem ve Karya ablama da sarıldıktan sonra arabaya bindim.

 

 

Bartu motoruna binmiş, hareket etmeye hazırdı. Ona arabanın içinden el sallamakla yetindim. O da el sallayarak karşılık verip gazı açtı.

 

 

Alpin ve teyzemin neşeli sohbetlerine karşın, fazlasıyla suskundum. İçimde patlamaya hazır bir volkan vardı ve şu an tek yapabildiğim, sessizliğin içinde kendimi tutmaktı. Gözlerimle yolu izlerken, aradaki mesafenin kısa olması sebebiyle eve varmamız uzun sürmedi.

 

 

 

---

 

 

Teyzemin arabayı park etmesinin ardından, anneannemden anahtarları alıp hızlı adımlarla evin merdivenlerine yöneldim. Artık gerçekten çok yorulmuştum. Yalnız kalmaya, Rabbimle konuşmaya, biraz yaşananları sindirmeye ihtiyacım vardı.

 

 

Demir kapıyı açmaya çalışırken göz ucuyla yan villanın bahçesini kontrol ettim. Yine köpek çıkıp havlar diye… Bir önceki seferden ufak bir korku kalmıştı içimde. Neyse ki öyle bir şey olmadı.

 

 

Teyzem, Alp ve anneannem de neredeyse gelmişlerdi. Bahçe kapısını açık bıraktım. Aslında köpekleri severdim, yalnızca onunla tanışamamıştık. Belki yarın, dedim içimden.

 

 

Anneanneme çok yorgun olduğumu söyleyip ikinci kattaki banyoda elimi yıkadım. Abdestliydim zaten. Son bir güçle merdivenleri birer ikişer çıkarak en üst kata vardım. Sonunda, anneannemin güvenlik amaçlı evden çıkmadan önce kitlediği, pimapen kapıyı açtım. Ve işte... Artık güvenli alanımdaydım.

 

 

Üzerimdekileri çıkarıp, pamuklu ve üzeri minik kalp desenli pijama takımımı giydim. Başımı da rahat bir başörtüsüyle sarıp terasa çıktım.

 

 

Başıma göğe kaldırır kaldırmaz kocaman bir dolunay beni karşıladı. Ayı görür görmez yüzümde hafif bir tebessüm belirdi.

Bilmiyorum… Ayı her gördüğümde mutlu oluyordum. İçim kıpır kıpır ediyordu.

 

 

Bugün yıldızlar daha silikti sanki. Sadece bir yıldız, yine parıl parıl parlıyor ve varlığını belli ediyordu. Lacivertin en koyusundaki gökyüzünde…

 

 

Altıma bir sandalye çekip, bu sefer kokulu bir mum yaktım. Birkaç defterimi ve kitabımı da yanıma almayı ihmal etmedim. Gerçi çok onlarla uğraşacak hâlim yoktu ama yanımda olmaları bile yeterdi.

 

 

Aya baktım ve derin bir iç çektim.

 

 

"Allah'ım..." dedim. Aya bakarak konuşuyordum Rabbimle.

 

 

"Ben çok yoruldum... Çok çaresiz hissediyorum. Aynı bu gökyüzü gibi... Olduğum yer, önüm, arkam… Her yer kapkaranlık. Sadece Sana bakıyorum ve Senden ümit ediyorum. Ne olur bana yardım et..."

 

 

Cümlelerimin sonlarına doğru gözlerim dolmuştu. Ve bu sefer... Tutmadım damlalarımı. Sıcak gözyaşlarım, yanağımın kenarından süzülerek aşağıya aktı.

 

 

____

 

 

 

Tarık' tan

 

---

 

 

Yağız ile buluştuğum kafeden döndüğümden beri odamdan çıkmamıştım. Akşam yemeğine bile inmek istemiyordum. Bugün, o kızla tekrar karşılaşmış olmam hâlâ aklımı kurcalıyordu. Ne kadar zihnimden uzaklaştırmaya çalışsam da, bir şekilde kendimi yine o anları düşünürken buluyordum. Buna en büyük kanıt, saatlerdir elimde tuttuğum kitaba boş boş bakmam ve tek bir satır bile okuyamamamdı.

 

 

Odada bunalmıştım. Kitabı masanın üzerine bırakıp ceketimi aldım, sigaramı da cebime attım ve terasa yöneldim. Gıcırdayan demir kapıyı itip dışarı çıktım. Ufak bir çakmak kıvılcımıyla sigaramı ateşledim, derin bir nefes çektim ve dirseklerimi terasa yaslayarak manzarayı seyretmeye başladım.

 

 

Bu gece dolunay vardı.

 

 

Etrafın sessizliğini, yan balkondan gelen demir kapının kilidinin açılma sesi ve ardından birkaç sandalye tıkırtısı böldü. Yan tarafta kimin oturduğunu bilmiyordum, merak da etmemiştim. Sadece birkaç kez dedemin sevdiği bir dostunun orada oturduğunu söylediğini işitmiştim.

 

 

Sigaramdan bir nefes daha çektim.

 

 

Ve ardından... İnce bir kız sesi dikkatimi çekti.

 

 

Nedense... sadece meraktandı.

 

 

İki terası ayıran demir paravanın yanına iyice yaklaştım ve kulak kabarttım.

 

 

Bu ses... bir şekilde tanıdıktı. Ama daha da fazlası vardı. Sesinde bir şey vardı... Çaresizdi.

 

 

"Allah'ım..."

 

"Ben çok yoruldum... Çok çaresiz hissediyorum. Aynı bu gökyüzü gibi... Olduğum yer, önüm, arkam… Her yer kapkaranlık. Sadece Sana bakıyorum ve Senden ümit ediyorum. Ne olur bana yardım et..."

 

 

İçimde bir şeyler kırıldı sanki.

 

 

Neden böyle yardım istiyordu? Kimdi ki o? Ve neden bu kadar yorulmuştu?

 

 

Hıçkırık seslerini duyunca dudaklarımı birbirine bastırdım. Bir an... içimde bir rahatsızlık hissettim. Belki de üzülmüştüm.

 

 

Ve sonra, bir şey oldu.

 

 

Ani bir kararla başımı demir paravanın yanından uzatarak, bu sesin sahibine baktım.

 

 

O an... bunu neden yaptığımı ben de bilmiyordum.

 

 

Merak mıydı? Endişe mi? Sadece teselli etmek mi? Belki de... kader.

 

 

Ve işte... oradaydı.

 

 

Bu sesin sahibi…

 

 

Buraya geldiğimden beri aklımdan çıkmayan ve bir şekilde hep yollarımın kesiştiği... o kızdı.

 

 

---

 

--

 

 

Mihri'den

 

 

Okuduğum kitapta bir kelimeye denk geldim. Bir anda içime bir sızı düştü, gözlerimden iki damla yaş süzüldü. O iki damla yaşta özlem var, hasret var... Çocukluğumun en güzel anlarında olan birinin şu an olmayışı var. Bu satırları yazarken bile dudaklarım titriyor.

 

 

Okuduğum kelime "kalender"...

 

 

Biz küçükken dedemin bize anlattığı ve efsaneleştirdiği kuşun adıydı Kalender. Canım dedem, seni çok özledim. Eskiden seni bu kadar iyi anlayamazdım ama şimdi anlıyorum ve özlüyorum. Kim özlemez ki?

 

 

Bizi hep güldüren, şakalar yapan, şiirler yazan, yemek yerken bile kitap okuyan, çok güzel açılardan fotoğraflar çeken, uzun boylu, hafif göbekli, kahveyi çok seven; kimseyi kırmayan, dökmeyen, hayvanları seven bir dedeyi...

 

 

Maalesef onunla çok uzun zaman geçiremedik ama yine de onu en çok hatırlayan torunu benim. En büyük torunuyum. Ruhuna hediyeler gönderiyorum. Sevgi ve hasretle anıyorum seni, dedem...

 

 

Şimdi burada olsaydın, sana neler neler anlatmak isterdim. Eminim beni dinlerdin güzel öğütler verirdin ama nasip işte....

 

 

Defterimin kapağını usulca kapattım. Biraz daha sakinleşmiş, üzerimdeki üzgünlük ve sinir geçmiş, dinginleşmiştim.

 

 

Yorgunluğumdan ötürü kapanan gözlerime inat hâlâ bir şeyler okuyup defterime notlar alıyordum. Ama galiba bu gece yazdığım son satırlar bunlar olacaktı. Defterimi ve kitabı üst üste masanın üzerine koyup yatağıma uzandım.

 

 

Hani bazen insan çok sevdiği hâlde birini görmeye gidemez ya... Bilmiyorum, belki yüzleşmek istemez. Belki ben de böyle garip bir şey yaşıyorum. Buraya geldiğimden beri her yerde dedemden izler var. Onu görmek istiyorum ama göremeyeceğimi bildiğim için mezarına da gitmek istemiyorum.

 

 

Sanki şu an uzakta bir yerde, çalıştığı iş yerinde. Mezarda değil. Çıkıp gelecekmiş gibi... O mezarı görünce öldüğünü bir kez daha kabullenmek zorunda kalacakmışım gibi geliyor. Belki de o yüzden gitmek istemiyorum.

 

 

---

 

 

Yüzüme vuran güneşin sıcaklığıyla uyandım. Gülümsüyordum. Hiç bitmesini istemeyeceğim bir rüya görmüştüm. Dedem, vefat ettiğinden beri beni ilk defa ziyaret etmişti rüyamda.

 

 

Çok farklı bir ortamdaydık. Etraf bembeyazdı. Dedemin üzerindekiler her zaman giydiği tişörtü ve pantolonuydu. Üstü başı tertemizdi ve eliyle beni çağırıyordu.

 

 

Ağzına baktım ama sesini duyamıyordum. Dudaklarını okudum.

 

 

"Gel," diyordu. "Gel..."

 

 

Bir yandan gülümsüyor, bir yandan da gözlerimden akan yaşları elimin tersiyle siliyordum. Beni çağırıyordu. Artık gidecektim.

 

 

Dün gece yorgunluktan etrafa biraz dağınık bıraktığım eşyalarımı topladım. Kirlilerimi ayıkladım ve üzerime en sevdiğim bol mint yeşili elbisemi giydim. Bu sefer kombinime uyacağını düşündüğüm krem rengi şalımı taktım.

 

----

 

Merdivenlerden inerken karşıma teyzem çıktı. Gözleri mahmur, saçları darmadağınıktı. Eski pijamaları üzerine yapışmış, esnerken elini ağzına kapatma gereği bile duymuyordu. Bir yandan saçlarını karıştırırken, uykulu bir sesle,

 

"Günaydın, fıstığım," dedi.

 

Onun bu hâline elimde olmadan güldüm.

 

"Günaydın, teyzem," dedim.

 

Beni baştan aşağı süzdü, gözlerini hafifçe kısarak,

 

"Çok şıksın bugün, bakıyorum bir yere mi gidiyorsun?" diye sordu.

 

Gülümsemem silindi. İçimde hafif bir sıkışma hissettim. Gözlerimi kaçırarak,

 

"Evet," dedim. "Çok önemli biriyle konuşmaya gidiyorum."

 

Yüzümdeki ciddiyeti fark edince o da sesini yumuşattı.

 

"Kim olduğunu öğrenebilir miyim peki?"

 

Başımı hafifçe salladım. Gördüğüm rüya zihnimde belirdi, dedemin gülümsemesi gözlerimin önüne geldi. Bu bana cesaret verdi. Teyzemin gözlerinin içine bakarak,

 

"Evet," dedim. "O önemli kişi dedem. Bugün onu görmeye gidiyorum."

 

Dedemin ismini duyunca yüzündeki ifade değişti. Anladığını belli eden şefkatli bir gülümsemeyle başını salladı.

 

"Güzel bir buluşma olacak belli ki," dedi. Ardından saçlarını göstererek, "Ben bunları görenleri güldüremeyecek bir hâle sokayım. Alp’i de uyandırıp iniyoruz kahvaltıya."

 

Teyzemin arkamdan hâlâ beni izlediğini hissederek merdivenlere yöneldim. İçimde hafif bir huzursuzluk vardı ama dedemin gülümsemesi gözümün önüne geldiğinde içimde sıcak bir his yayıldı. Belki de gerçekten güzel bir buluşma olacaktı.

 

Hızlı adımlarla mutfağa indim. Ocakta, kaynadığı belli olan bir çaydanlık duruyordu. Altı kısılmış, üzeri kapağıyla örtülmüş bir tava vardı. Anneannem ise ne mutfakta ne de salonda gözükmüyordu.

 

Merakla bahçeye çıktım. Sabahın serinliği tenime çarparken, bahçenin biraz arka tarafına yöneldim. Sebze ve yeşilliklerin olduğu bölümde, anneannem domates ve salatalık topluyordu. Üzerinde bol ve rahat bir eşofman altı, dirseklerine kadar kıvrılmış kısa kollu, geleneksel desenli bir bluz vardı.

 

Beni görünce yüzü aydınlandı.

 

"Günaydın, günaydın çocuğum! Gel," diyerek beni yanına çağırdı.

 

Bir el hareketiyle işaret ederek,

 

"Birlikte toplayalım," dedi.

 

Bu güzel teklife içim ısınmıştı. Koşar adım yanına giderken,

 

"Tabii, toplayalım anneannem," diye karşılık verdim.

 

Kahvaltı sofrasındaki çeri domatesleri göstererek, "Bak Alp, ben topladım!" diyerek övünüyordum. Beni kıskanan Alp ise, "Tüm mini domatesleri ben yiyeceğim, sana hiç kalmayacak!" diye aklınca sinir etmeye çalışıyordu.

 

Ben de onunla yaşıt gibi çocuklaşıveriyordum hemen.

 

"Hayır, o domatesleri ben topladım! Benim miniğim onlar!" diyerek çatallarımızla domates tabağına ulaşmak için birbirimizi itiyorduk.

 

Üstelik bu sefer yanıma oturmuştu. Çatalına takılan her domatesi hızla ağzına atıp bana gıcık gıcık gülerken, hırsla çiğniyordu. Biraz onun bu domates kapmaca oyununa uyduktan sonra sırtımı dönüp yalandan küsmüş gibi yaptım.

 

Önce önemsemedi ama hemen sonra sırtıma dokunan minik bir baş parmağı hissettim.

 

"Tamam, tamam, küsme abla! Sana da ayırdım, hem de en şekerini!"

 

Bizim bu halimize, aralarında sohbet eden anneannem ve teyzem güldü. Ben de tekrar Alp’e dönüp gülümsedim. Bunu görünce yüzünde fark edilir bir rahatlama oldu.

 

Kahvaltı bulaşıklarını teyzemle birlikte hallettikten sonra, ellerimi havluyla kurularken ona döndüm:

 

"Ben yavaştan hazırlanıp çıkayım, teyzem."

 

O da elindeki son bardağı durulayıp başını salladı.

 

"Tamam canım, sen kendi planına göre takıl."

 

Tam üst kata çıkıp çantamı alacakken anneannem:

 

"Yavrum, bugün evin biraz aşağısındaki karadut ağacının meyve toplama günü. Hadi hazırlan, gel birlikte gidelim!" dedi.

 

Teklifini o kadar hevesle yapmıştı ki, gözlerindeki o ışığı söndürüp reddetmek istemedim. Dut toplamayı da aslında çok severim. Genel olarak bahçe işleriyle ve bitkilerle uğraşmaktan hoşlanıyorum galiba.

 

"Dutları toplayayım, öyle giderim." diye düşündüm. Dedemi de aslında fark etmeden yine erteliyordum...

 

Başörtümü yapmak için banyoya yöneldim.

 

Ağacın yanına doğru yürüyorduk ama üç kişiydik. Alp Efendi de tam kapıdan çıkarken:

 

"Ben de geleceğim! Ben de geleceğim!" diye peşimize takılmıştı.

 

Hoş, ondan rahatsız da değildim.

 

Evin biraz aşağısında, yürüme mesafesindeydi bu dut ağacı. Anneannemin anlattığına göre, tüm site için çok önemliymiş. Buradakiler yıllardır aynı yerde yaşadıkları için, bu ağacın meyveleri olgunlaşınca toplamak bir gelenek hâline gelmiş.

 

Ağacın yanına vardığımızda gerçekten de anneannemin anlattığı gibi, devasa bir karadut ağacıyla karşılaştım. Bütün dalları tatlı tatlı dutlarla dolmuş, ağırlıklarından dolayı yere doğru eğilmişti.

 

El birliğiyle dut toplamaya başladık. Sitedeki büyük çocuklar, büyüklerin yardımıyla ve merdivenle dalların üstüne çıkıp, aşağıda benim de bir ucundan tuttuğum kocaman sofra bezine dutların düşmesini sağlıyordu.

 

Bir yandan anneannemlere yardım ederken, bir yandan da topladığımız dut kovalarından gizlice dut aşıran Alp’e baskın düzenledim.

 

Bu dut toplama işi tahmin ettiğimden uzun sürmüştü ama çok keyifliydi. Hiçbir şikayetim yoktu. Anneannemin beni tanıştırmak istediği birkaç komşusuyla da tanıştım. Hepsine karşı beni gururla tanıttı.

 

"Aaa, Ülke Hanım, torununuz ne kadar büyükmüş! Siz çok genç duruyorsunuz!" dedikçe anneannem kendini daha genç hissediyor, bana bakıp gülümsüyordu.

 

Komşularla geçen sohbetin arasında birisi:

 

"Aaa, Şeref yine gelmedi... Eşi vefat ettiğinden beri bu etkinliğe katılmıyor."

 

Başka bir komşu anneanneme dönüp:

 

"Siz onun payını götürür müsünüz?" diye sordu.

 

Anneannem memnuniyetle kabul etti.

 

Bu dut toplama etkinliği tahmin ettiğimden uzun sürmüştü. Eve geldiğimizde ikindi vaktiydi. Sağ olsun, teyzem bizim için çok güzel yemekler yapmıştı. Özellikle tarhun çorbası nefisti.

 

Namazımı kıldıktan sonra yemek masasına oturdum. İnsan acıkınca yediği her şey daha lezzetli geliyor...

 

---

 

Çorbamı hızlıca bitirdikten sonra aceleyle saatimi kontrol ettim. Akşam vaktinin okunmasına yaklaşık bir saat vardı. Tabaklarımı mutfağa bırakıp odama çıktım.

 

İyi ki dut toplamaya giderken koyu renk bir şey giymişim diye Allah’a şükrettim, çünkü gerçekten karaduttan lekelenmişti. Üzerimdeki siyah elbise bile değiştirildiği halde hâlâ lekeliydi. Tekrar sabah giydiğim elbisemi giyip çantama her zaman koyduğum eşyaları yerleştirdim. Bu sefer kimliğimi de almayı ihmal etmedim, ne olur ne olmaz diye düşündüm.

 

Merdivenleri indim. Anneannemler bahçedeki masada çay içiyorlardı. Onların yanından geçerken, “Afiyet olsun.” dedim.

 

Anneannem, “Nereye?” diye sorunca gözlerinin içine bakıp kocaman gülümsedim.

 

“Dedeme gidiyorum.” dedim.

 

Onun gülümsemesi daha hüzünlüydü sanki. “Benden selam söyle.” dedi. “Ha, bir de giderken yan tarafta oturan komşumuz Şeref Bey’e dut haklarını teslim et. Bizden de selam söyle.”

 

Dut kovalarını elime alırken başımı sallayarak onu onayladım. En son onlara el sallayarak bahçenin demir kapısını açtım ve yan komşumuzun bahçesine yöneldim.

 

Bir elimde dut kovasıyla, dikkatlice gıcırdayarak açılan demir kapıyı ittirdim. Kapıyı açmamla birlikte bahçenin en sol köşesindeki kulübeden bembeyaz, küçük bir koyun gibi pofuduk tüyleri olan kocaman bir köpek çıktı.

 

Önce sadece göz göze geldik. Bakıştık. Gülümsemeye çalıştım ve hareketlerimle “Ben zararlı değilim.” demeye çalıştım. Çok sakin olmaya ve onu korkutmamaya özen göstererek dikkatli adımlarla evin girişine doğru yürüdüm. Tasması vardı ama kulübesine bağlı değildi. Ben evin zilini çalana kadar da yerinden hiç kıpırdamadı; sadece sakince beni izliyordu.

 

Zili çaldım ama gözüm sürekli köpekteydi. Çok şekerdi ve onu sevmek için sabırsızlanıyordum. Ama huyunu suyunu bilmediğim için endişeliydim. Bana saldırır mıydı?

 

Biraz uzun gelen bekleyişin ardından kapıyı benim boylarımda, uzun siyah saçlı, kot pantolonlu ve üzerinde beyaz kısa kollu bir tişört olan bir kız açtı. Yüzündeki ifade donuktu. Önce yüzüme, "Ne için geldin?" der gibi baktı.

 

Aradaki rahatsız edici sessizliğin daha fazla uzamaması için elimdeki kovayı ona doğru uzattım.

 

“Dutlar…” dedim. “Dut getirmiştim, size… yani daha doğrusu Şeref Bey’e… Burası onun evi değil mi? Bunlar onun payı. Anneannem gönderdi.”

 

Kızın tepkisizliğinden ve bahçeden başını hiç çevirmeden bana bakan köpeğin gözlerini üzerimde hissetmekten iyice gerilmiştim. Sanki biraz saçmalamıştım

 

 

Elimdeki kovayı uzattığımda, o nazikçe aldı. Yüzünde ince bir gülümseme belirdi, gözlerindeki bakış yumuşamıştı. Herhalde biraz içine kapanık biriydi… Ya da çekingen.

 

Kısık bir sesle,

 

"Evet, burası Şeref Bey’in evi. Ben kendisine iletirim."

 

dedi. Tam kapıyı kapatıyordu ki köpeği göstererek araya girdim.

 

"Acaba onun ismi ne?"

 

Parmağımla, dik kulaklı ve pamuk gibi bembeyaz tüylere sahip köpeği işaret ettim.

 

"O, Burçak. Merak etme, dost canlısıdır."

 

"Aa, öyle mi? Sevebilir miyim o zaman? Tüyleri çok kabarık, kendimi sevmemek için zor tuttum."

 

Böyle az konuşan insanların yanında kendimi her zaman çok fazla konuşuyormuş gibi hissediyorum ama bence onlar az konuşuyor.

 

O, bir şey demedi. Bunun üzerine,

 

"Tamam o zaman."

 

diyerek hafifçe başımı salladım ve Burçak’ın yanına doğru ilerledim. Beni görünce hafifçe yaklaştı.

 

Kedilerimden bildiğim için önce elimi uzattım, uzun uzun kokladı. Ardından, sakin ve yavaş hareketlerle başını okşamaya başladım. Sevdi sanki, hareketleri bunu söylüyordu. Sonra iki elimle gıdısını sevdim, gerçekten çok tatlıydı.

 

"Burçak, demek adın bu. Memnun oldum o zaman."

 

Sanki küçük bir çocuğa söylüyormuş gibi, heceleyerek devam ettim.

 

"Mih-ri. Tamam mı? Unutma bak, bir daha görüşeceğiz."

 

diyerek el salladım. Arkama dönüp baktığımda, bana kapıyı açan kızın kapıyı kapatmadığını fark ettim. Garipti… Kapı aralıktı ama kapıda kimse gözükmüyordu. Pek fazla önemsemeden bahçeden çıkıp dedemin mezarına doğru yürümeye başladım.

 

 

---

 

Yol tahmin ettiğimden uzun sürmüştü. Köye kadar olan yol epey rampalıydı ve yokuş çıkmak beni gerçekten zorlamıştı. Biraz da geç kalmıştım. Köyün ara sokaklarında yürürken yine o rahatsız edici bakışların hedefi olmak içimi daraltsa da onlara bakmamaya çalıştım. Önüme bakarak yürüdüm, adımlarımı izledim ve sessizce gülümsemeye çalıştım.

 

Mezarlık, köyün hemen bitimindeydi. Uzun, iki adam boyundaki demir kapısını biraz zorlanarak ittirdim. İçeri girdiğimde burası bana çok sakin ve huzurlu geldi. Biraz önceki insanların bakışlarının arasında hissettiğim rahatsızlığın aksine, burada dingin bir atmosfer vardı.

 

Etrafa göz gezdirdiğimde bazı mezarların üzerinin çiçeklerle ve yemyeşil otlarla kaplandığını, bazılarınınsa kuru ve bakımsız olduğunu fark ettim. Hatta bazı mezarların taşları bile yoktu, sadece bir tahta parçasıyla işaretlenmişlerdi. Mezarların arasından yürürken hepsinin ruhuna Fatiha okumayı da ihmal etmedim.

 

İşte, gelmiştim. Dedemin yanındaydım.

 

Benim esprili dedemin, canım dedemin yanındaydım.

 

Mezarını görünce gözlerim dolup taştı. Damlalar, onları durdurmaya fırsat bile bulamadan yanaklarımdan hızla süzülmeye başladı. Ağır adımlarla daha da yaklaştım.

 

Üzerinde "Münir Yalçın" yazan mezar taşına dokunduğumda, soğukluğu içimi ürpertti.

 

Ve üzerinde "Kalender" yazan o anlattığı masallardaki kuşun motifi iyice ağlamamı arttırdı.

Bu motif özellikle anneannem seçmişti onun bize anlattığı bu hikayeyi unutmayalım diye.

 

(Burada minik bir not bu mezar gerçekten öz dedemin mezarı buradan onu rahmetle anıyorum ruhuna bir Fatiha okursanız çok memnun olurum)

 

"Dedem…"

 

Sen hiç soğuk değildin. Senin göbeğin her zaman yumuşak ve sıcacıktı.

 

Dedemin ayak ucuna oturdum. Ne kadar konuştuk bilmiyorum ama bir sürü şey anlattım ona. Hafızlığımı bitirdiğimi söyledim, taç giydiğimi... Ama merasimlerimi anlatmaya dilim varmadı. En son, üzüntülerimi de döktüm ona.

 

"Neden dedem, kimse beni anlamıyor?"

 

"İstemediğim bir insanla evlendirmeye çalışıyorlar..."

 

"Ah dedem, keşke yanımda olup bana ne yapmam gerektiğini söylesen."

 

Konuşmamızdaki tek fark, onun yalnızca dinlemesiydi. Ama yine de konuşuyorduk, bundan emindim. Anlattığım şeylere hayalimde cevap veriyordu sanki.

 

Başucunda bir Fatiha ve Yasin okuduktan sonra, rüzgarın bedenimi üşüttüğünü hissettim. Zamanın nasıl geçtiğini bile anlamamıştım. Güneş çoktan batmak üzereydi.

 

Oturduğum yerden kalkarken,

 

"Allah’a emanet ol dedem. Yine geleceğim."

 

dedim. Hızlı adımlarla mezarlıktan çıkıp köyün içine daldım.

 

 

Köyün sonlarına doğru yürürken, yaşlı amcaların toplandığı kahvehane gözümün ucuna ilişti. Buradan yükselen keskin alkol kokusu içimi ürpertti. Yolun ortasına kadar taşan sarhoş kahkahalar ve mırıldanmalar, içimdeki huzuru gölgeledi. Ayetel Kürsi ve Felak-Nas dualarını okuyarak adımlarımı hızlandırdım. Gecikmiştim. Belki de bu yüzden tedirgindim.

 

Anneannemlerin sitesine inmeden önce, yamacın tepesinde duran devasa çınar ağacını gördüm. Yamaçtan bakınca, Kuşadası'nın ışıkları göz kırpıyordu. Güneş ufukta kaybolmuş, gökyüzü kızıl ve mora boyanmıştı. Manzaranın büyüsüne kapılıp ağır adımlarla çınara doğru ilerledim.

 

Elimi ağacın gövdesine dayayıp gözlerimi kapattım. İçime derin bir nefes çektim. Huzur… İşte bu anı unutmamak için zihnime kazımak istedim. Tam o anda—

 

Çıııııng!

 

Keskin bir cam kırılma sesi havayı yırttı. O an sıçrayarak irkildim. Birkaç metre geride, yamacın kenarında biri vardı. Bir adam. Elinde kırık bir cam şişenin boğazını sıkıca kavramış, dengesiz adımlarla bana doğru ilerliyordu. Üzerinden taşan içki kokusu midemi bulandırdı.

 

"Sizin gibi gericilerin burada ne işi var?"

 

Sesi sarhoşluktan peltekleşmiş, kelimeleri ağzında ezerek konuşuyordu. İçimde korku dalga dalga yayıldı. Geriye doğru bir adım attım. Sonra bir adım daha.

 

Adamın yüzü gölgelerin içinde kayboluyordu ama elindeki cam parçasının ışıltısı netti. O bulanık bakışlar, anlamsız bir öfkeyle doluydu. O an zihnimde tek bir şey yankılandı: Kaç.

 

Fakat nereye?

 

Ayağımın altındaki taş kaydı. Dengeyi sağlamak için kolumu çınar ağacına uzattım ama çok geçti. Bir anlık boşluk hissi... Dünya döndü, gökyüzü tersine devrildi. Yamacın sert toprağı ayaklarımın altından kayıp gitti.

 

Son gördüğüm şey, gökyüzünde yanıp sönen bir yıldız oldu.

 

 

! Nasıl bölüm amaaa 😅

Yorumları bekliyorum yağdırın!

Oy vermeyi sakın unutmayın bak kırılırım gerçekten ✨

 

 

 

 

Bölüm : 08.03.2025 22:53 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...