10. Bölüm
Mihrimah Altun / Bir Demet Papatya / 9.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

9.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

Mihrimah Altun
aydaki_yazar04

❗D̳i̳k̳k̳a̳t̳ ̳b̳u̳ ̳b̳ö̳l̳ü̳m̳ü̳ ̳d̳a̳h̳a̳ ̳g̳e̳r̳ç̳e̳k̳ç̳i̳ ̳y̳a̳z̳m̳a̳k̳ ̳i̳ç̳i̳n̳ ̳h̳a̳s̳t̳a̳n̳e̳y̳e̳ ̳b̳i̳l̳e̳ ̳g̳i̳t̳t̳i̳m̳ ̳b̳e̳n̳d̳e̳n̳ ̳o̳ ̳g̳ü̳z̳e̳l̳ ̳o̳y̳ ̳v̳e̳ ̳y̳o̳r̳u̳m̳l̳a̳r̳ı̳n̳ı̳z̳ı̳ ̳s̳a̳k̳ı̳n̳ ̳e̳s̳i̳r̳g̳e̳m̳e̳y̳i̳n̳ ̳ü̳z̳ü̳l̳ü̳r̳ü̳m̳ ̳🥺❗

 

 

 

 

"Kim Allah’ı anarsa, o kalbi huzura erer." (Buhârî, Rikâk, 8)

 

___

 

Tarık'tan

 

Giriş kattaki salonun, bahçe kapısına bakan koltuğunda yarı yayılmış bir şekilde oturuyordum. Dedem’in kütüphanesinden ilgi çekici bulduğum, dışı deri kaplı bir defteri karıştırıyordum. Kaplaması sağlam görünse de sayfalarının rengi, zamanın ona dokunduğunu belli ediyordu. İlk sayfasında dedemin ismini görünce daha da dikkat kesildim. Sayfaları çevirdikçe bunun, onun gençlik yıllarından kalma anılarla dolu bir defteri olduğunu fark ettim.

 

Bazı sayfalarda notlar, bazı sayfalarda şiir denemeleri vardı. Defteri dik tutarak sayfaları çevirmeye devam ederken, bir anda eskilikten sarıya dönmüş ikiye katlanmış bir kâğıt düştü. Merakla eğilip aldım ve dikkatlice katlarını açtım. Gözlerim satırlarda dolaşırken başta ne olduğunu anlayamadım. Ta ki sayfanın sonunda dedemin adını, soyadını ve imzasını görene kadar…

 

Bu bir mektuptu. Dedemin mektubu. Ve anladığım kadarıyla bir aşk mektubuydu. Babaanneme yazılmıştı. Onun böyle bir şey yazacağını hiç tahmin etmezdim ama cümleler öyle özenle seçilmişti ki… Çok güzel yazmıştı. Demek ki dedemin böyle şiirsel bir yanı da varmış.

 

Eskiden aşklar ne güzelmiş… Uzaktan severek, kendi gözünden bile sakınarak, kırmadan, incitmeden yüreklere girmek ne güzelmiş… Cesaret edip bir mektup yazarlarmış sevdiğine, sonra heyecanla cevabını beklerlermiş. Şimdi ise son model telefonlar, anında ulaşan mesajlar olmasına rağmen ilişkiler çürük, sevgiler sahte, samimiyet eksik. Aşklar gönüllere ulaşmıyor, muhabbetler ilmek ilmek işlenmiyor.

 

Belki de bu yüzden hep mesafeli duruyordum. Sevgiyi yanlış yerlerde gördüm. Oysa sevgi masumdu. Onu biz kirlettik.

 

Mektubu özenle tekrar katlayıp defterin arasına yerleştirdim. Sayfaları karıştırmaya devam ederken birkaç mektup daha buldum. Bazıları dedemden, bazıları babaannemdendi. Hepsi istisnasız özenle yazılmış, sevgi dolu, saygılı cümlelerle süslenmişti. Etkilendim. İmrendim. Ve biraz da hüzünlendim.

 

Mektuplara dalmışken bir anda kapı çaldı. Mutfaktaki işlerle meşgul olan Funda, hızlı adımlarla gidip açtı. Bulunduğum yerden kapıdaki kişiyi net görebiliyordum ama Funda önüme geçtiğinde görüntü kayboldu. Yalnızca sesi duydum.

 

O tanıdık ses…

 

Evet, evet… Dün gece balkonda ağlayan kızdı. Bir şeyler söylüyordu ama net duyamıyordum. Kitabı hızla oturduğum kanepeye bırakıp kapıya doğru yaklaştım, kendimi göstermeden. Funda, kapıyı kapatmak üzereyken kısık ama net bir sesle "Kapatma." dedim.

 

Funda, kapının önünden çekilip mutfağa doğru yöneldi. Elinde bir kova vardı. Kapının arkasından hafifçe başımı uzattım ve onu gördüm.

 

Papatya tarlasındaki kız.

 

Aklımda, zihnimde hep öyle kalmıştı. Papatya tarlasındaki kız… İsmi neydi acaba?

 

Tam bunu düşünürken, bir anda Burçak'la konuşması kulağıma geldi. Küçük bir bebekle konuşur gibi konuşuyordu, sesi nazikti. “Mihri… Mihri…” diyordu.

 

İsmi bu olmalıydı.

 

Mihri… Ne güzel isim. Ne demekti acaba? Ama anlamını bilmesem de ona çok yakıştığına emindim.

 

Dış taraftaki demir kapının kapanma sesi duyuldu. Bahçeden çıkmıştı.

 

Bir yere gidiyordu ama nereye?

 

Tek bir başınaydı. Neden bilmiyorum ama onu kaybetmek istemedim. Daha yeni bulmuşken gitmesine göz yummak istemedim.

 

Onunla konuşmak istiyordum. Belki tanışmak… Belki de sadece sessizce uzaktan izlemek…

 

Ne yapacağımı bilmiyordum ama içimde ani bir hisle hareket ettim. Üst kata çıkıp hızla ceketimi aldım, üstüme geçirdim. Anahtarlarımı cebime attım, aynaya bakıp birkaç el hareketiyle saçlarımı düzelttim.

 

Hazırdım.

 

Aşağı indiğimde Dedem, kendini pek iyi hissetmediği için uyuyordu. Funda, mutfaktaydı. Ona bir şey söylemedim. Zaten hesap verecek de değildim.

 

Garajdan motoru çıkardım. Güvenlik pedalını indirip çevik bir bacak hareketiyle seleye oturdum. Gidonu kavrayıp motoru çalıştırdım.

 

İçimden gülümseyerek "Hadi bakalım oğlum, ufak bir takip işimiz var." diye geçirdim.

 

Ve gaza bastım.

 

_____

 

 

Aradan fazla zaman geçmemişti. Çok geçmeden görüş alanıma girdi. Dikkatini çekmemek için takip mesafesini uzun tutmaya çalıştım. Ama biraz fazla yaklaştığımı fark edince motoru yavaşlattım. Uzaktan izlemeye başladım. Başı önünde, sakin adımlarla yürüyordu. Yokuş çıkarken biraz zorlanıyor gibiydi.

 

Yanına gidip yardım teklif etmeyi düşündüm ama sonra vazgeçtim. Kabul etmeyeceğini biliyordum. Belli ki dinine bağlı biriydi. Tesettürü, yürüyüşündeki vakur duruş, ağırbaşlılığı… Hepsi bunu gösteriyordu. Küçükken babaannemden duymuştum: “Dindar kızlar erkeklerden uzak durur.” Belki de bu yüzden ona yaklaşmamaya dikkat ediyordum. Ya da belki de… Asıl sebep buydu: Kendi hislerimle yüzleşmeye cesaret edemiyordum.

 

Dur-kalklarla devam eden yolculuğu, üzerinde büyük harflerle "KABRİSTAN" yazan demir kapının önünde sona erdi. Kapıyı açıp içeri girdi.

 

İçimde bir şeyler tuhaf bir şekilde sarsıldı.

 

Burası…

 

Burasını çok iyi biliyordum.

 

Burası, hiç gelmek istemediğim yerdi.

 

Nasıl olmuştu da o da buraya gidiyordu? Onu takip ederken nereye doğru gittiğine hiç dikkat etmemiştim. Ama şimdi, o demir kapının arkasında kaybolduğunda fark ettim.

 

Bu mezarlık, babamın yattığı yerdi.

 

Boğazım düğümlendi. Bir an geri dönmeyi düşündüm. Ama burada ne işi olduğunu merak ediyordum. Onun da bir yakını burada mıydı?

 

Motoru yolun kenarında güvenli bir yere çektim, anahtarı üzerinden aldım ve kapıya yöneldim. Elimi ağır demir kapıya uzattım. Hafifçe ittirdiğimde paslı menteşeler gıcırdayarak açıldı. Arkama bakmadan içeri girdim.

 

Adımlarımı yavaşlattım. Sessiz olmam gerekiyordu.

 

Gelmişken bari bir şey yapayım diye düşündüm ve mezarlığın sol tarafındaki eski, yosun tutmuş musluğa yöneldim. Kenarları çatlamış plastik şişelerden birini aldım ve doldurmaya başladım. Su, ağır aksak akıyordu. O sırada Mihri'yi çoktan gözden kaybetmiştim.

 

Şişeyi doldurduktan sonra babamın mezarına yöneldim. Gözlerim etrafta dolaşıyordu. Buraya daha önce de gelmiştim ama hiçbir şeyi hatırlamıyordum. O gün her şey bulanıktı. Sadece acı vardı. Belki de hatırlamak istemediğim içindi.

 

Sonunda, o soğuk mermer dikdörtgenin önüne geldim.

 

Mezar kupkuruydu. Bakımsızlıktan toprak çatlamıştı. Oysaki gelirken gördüğüm mezarların bazıları yemyeşildi, çiçeklerle doluydu.

 

Şişedeki suyu yavaşça toprağa döktüm. İsteksizce.

 

Bunu neden yaptığımı bile bilmiyordum. Dedem her geldiğinde böyle yapardı. Bir anlamı olmalıydı.

 

Ama bana göre bu su hiçbir şeyi değiştirmezdi. Babam artık yoktu. Ve bu kupkuru toprak babam değildi.

 

Elimi uzatıp soğuk mermeri avuçladım. Sonra başımı eğdim. Hiçbir şey hissetmemeye çalıştım. Çünkü şu an içimde acıdan, kederden ve kocaman bir boşluktan başka hiçbir şey yoktu.

 

Ta ki...

 

Ta ki o sesi duyana kadar.

 

Kulaklarımı dolduran, içimdeki boşluğu bir anda sıkıştıran ama aynı zamanda huzura boğan o ses.

 

Yine oydu.

 

Aynı sesti.

 

Anlamını bilmediğim, hatta ne olduğunu bile tam olarak anlayamadığım ama nedense büyüleyici gelen o ses.

 

İki elimle dayandığım soğuk mermerin üzerinden başımı kaldırdım. Sesin geldiği yöne baktım.

 

Babamın mezarından birkaç mezar ötede, başında oturmuştu.

 

Ve yine, o papatya tarlasında gördüğüm kitabı okuyordu.

 

Doğruldum. Uzaktan izledim. Gözlerimi ayırmadan.

 

Başında bulunduğu mezarın ayak ucuna usulca oturmuştu. Sanki mezarı incitmek istemezmiş gibi… Gözlerini ayırmadan, hafif dalgalanan bir sesle o kitabı okuyordu.

 

Büyük ihtimalle ağlıyordu.

 

Bense, ellerimi ceplerime sokup babamın mezarına yaslandım. Ve dinledim.

 

Ne kadar okursa okusun, ne kadar sürerse sürsün… Dinleyecektim.

 

Çünkü zamanın bir önemi yoktu.

 

Onu her gördüğümde, sanki bütün dünya silinip sadece o ve ben varmışız gibi hissediyordum.

 

Ve şu anda, bu gerçekten de böyleydi.

 

Koskoca mezarlıkta yalnız ikimiz vardık.

 

Tek fark, benim onu görüyor, onun ise benim farkımda olmamasıydı.

 

 

O güzel ses neden sonra kesildi. Başını mezar taşına çevirdi, eliyle ağır ağır okşadı. Sonra ufka baktı. Bir an yüzündeki sakinlik uçtu, panikledi. Aceleyle elindeki kitabı çantasına koydu ve hızlı adımlarla çıkışa yöneldi.

 

Arkasından öylece bakakaldım.

 

Bu kızda beni çeken neydi?

Her gördüğümde içime dolan şey, okuduğu kitabı her duyduğumda kalbime işleyen o his neydi?

Yıllarca doldurmaya çalıştığım, neyle uğraşsam kapanmayan o boşluk, nasıl olur da bir anda tarif edemediğim bir huzurla dolabiliyordu?

 

Cevabını bilmiyordum.

 

Zihnimde yankılanan sorularla birlikte babamın mezar taşına son kez dokundum. Mermer buz gibiydi. Yavaşça ayağa kalktım.

 

Görmek istemiyordum burayı.

Bu kara toprağı...

Babamın adını taşıyan soğuk mermeri...

 

Sanki burada ne kadar az durursam, onun bir trafik kazasında ellerimde öldüğü gerçeği de o kadar silikleşecekti. Sadece bir kâbus gibi kalacaktı belki de.

 

Geniş adımlarla mezarlığın demir kapısına yöneldim. Çıkışı bilerek ağırdan aldım. O beni görmesin diye.

 

Demir kapıdan çıktım ve arkamdan kapattım. Yola baktım—kimse yoktu. Bu kadar hızlı mı gitmişti? Geniş adımlarla motorumun yanına geçtim, anahtarı kontağa taktım ve selesinin üzerinde bıraktığım kaskı hızlıca başıma geçirdim. Emniyet kilidini kapatma zahmetine bile girmeden doğrudan motora atladım ve marşa bastım.

 

Motor kısa sürede ısındı. Etrafı hızlıca kontrol ettim, yol zaten pek yoğun değildi. Geldiğimiz rotanın aynısını takip ederek ilerlemeye başladım. Çok geçmeden görüş alanıma girdi. Hızlı gidiyordu bu sefer. Belki de saat geç olduğu içindi.

 

Ben de hızımı düşürüp mesafeyi korumaya dikkat ettim. Ama köyün çıkışındaki kahvehanenin önünde oturan sarhoş heriflerin bakışları sinirlerimi hoplattı. Kendimi tutmak için derin bir nefes aldım. Ancak o an fark ettim ki dişlerimi sıkarak ilerliyormuşum. O bakışlardan gerilmiştim. Sinirimden ellerim bile terlemişti.

 

Şu an burada bir olay çıkarmak istemiyordum. Ama ne olur ne olmaz diye tetikteydim. Motoru ağır ağır ilerletirken gözlerim hâlâ onun üzerindeydi. Artık köyün çıkışına varmıştık. Siteye ulaşmak için aşağı doğru inmesi gerekiyordu ama o sola, biraz daha yukarıda kalan büyük çınarın olduğu yamaçtan içeri girdi.

 

Kaşlarımı çattım. Ne yapıyordu?

 

Beni fark etmeyecek kadar uzaktaydım. Motoru durdurdum ve hâlâ onu izliyordum. Tam o sırada cebimdeki telefon titredi.

 

Tek elle çıkarıp ekrana baktım. Kian.

 

Önce sessize attım. Ama telefon ısrarla çalmaya devam edince, acil bir şey olabileceğini düşünüp açtım.

 

“Efendim.”

 

Kian’ın sesi, her zamankinden daha tedirgindi. Bunu anlamamak imkânsızdı. Ama o bunu örtmeye çalışıyordu.

 

“İşler nasıl gidiyor? Şeref Amca’nın sağlığı nasıl?”

 

“İyi. Sağ ol.” Net bir şekilde konuya girdim. “Şirkette durum ne?”

 

Kian bir an duraksadı.

 

“İşte...” derin bir iç çekti, ardından devam etti. “Pek iyi değil.”

 

Öyle olacağını tahmin etmeliydim.

 

“Dün bayiler toplantısı vardı. Senin yerine ben katıldım. Toplantının başları iyi geçti ama sonlara doğru, tahmin ettiğimiz gibi bazıları niyetini belli etti. Artık gizleme gereği bile duymuyorlar.”

 

Ne demek istediğini anlıyordum. Ama anlamak istemiyordum.

 

İçim sıkıldı. Babamın koltuğunu doldurmak gibi bir isteğim yoktu. O toplantılarda, en küçük hatamı gözleyen rakip firmaların yetkililerinin karşısına geçmek istemiyordum. Hazır hissetmiyordum.

 

“Peki sen ne yaptın? Nasıl bitti toplantı?”

 

“Tabii ki seni ve şirketimizi savundum.” Sesinde gerilim vardı. “Senin bu pozisyona en uygun kişi olduğunu, fazlasıyla yetkin olduğunu açıkladım. Neyse ki bize destek veren bayiler de vardı. Ama...”

 

Devam etmesini bekledim.

 

“Ama o tahmin ettiğimiz muhalif çoğunluk, hâlâ seni istemiyor. ‘Eğer gerçekten yetkinse neden burada değil?’ diyerek bizi köşeye sıkıştırmaya çalışıyorlar. Şirket içeride iyi, ama dış bayilerle olan bağlantılar şu an pamuk ipliğine bağlı. Buraya gelmen için elini çabuk tutsan iyi olur.”

 

Sinirle yumruğumu sıktım.

 

Daha yeni o kahrolası insanların ortamından sıyrılmıştım. Şimdi yine peşimi bırakmıyorlardı. Bazı işlerden, görevlerden kaçamıyordun.

 

Derin bir nefes aldım. Cevap vermeye hazırlanıyordum ki gözüm tekrar çınar ağacına kaydı.

 

Kaşlarım çatıldı.

 

O yoktu.

 

Onun yerine orada, elinde yarısı kırık bir cam şişe tutan sarhoş bir adam vardı.

 

Kan beynime sıçradı. Telefon sadece birkaç dakika sürmüştü. Bu kadar sürede nasıl kaybolmuş olabilirdi?

 

Panikle, “Tamam, kapatıyorum. Sonra konuşuruz. Şu an acil bir durum var.” diyerek telefonu kapattım.

 

Motorun gazına yüklendim.

 

 

Saniyeler içinde kendimi ağacın yanına nasıl attım, bilmiyorum. Motorun kontağını kapatıp güvenlik pedalını indirdiğimi bile fark edemeden, adeta içgüdüsel bir hızla atladım. Sinirle, kontrolsüzce, gözüm dönmüş gibi o adama doğru yürüdüm. O kızı—Mihri'yi—görememek kanımı dondurmuştu. Aramızda birkaç metre vardı ama düşünmeden, hiçbir şeyi hesaplamadan, sağ yumruğumu adamın kafasına geçirdim.

 

Adam acıyla inleyerek yere düştü. Kıpırdamıyordu. Bayılmıştı. Ama umurumda bile değildi.

 

Mihri nerede?

 

Panikle etrafıma bakındım. Kimse gözükmüyordu. Hayır… Buradaydı. Az önce buradaydı!

 

Kalbim deli gibi çarpıyordu. Siteye giden sağ yolu kontrol ettim. Boş. Arkamı döndüm, çalıların arasına göz gezdirdim. Yok… Bu kadar kısa sürede kaybolmuş olamazdı! İçimde boğuluyormuşum gibi bir his vardı.

 

Son bir umutla uçurumun kenarına yaklaştım. Gördüğüm manzara kalbimi durdurdu.

 

Aşağıda, çalıların arasında savrulmuş gibi yatıyordu.

 

Beynim durdu. Midem kasıldı.

 

Düşünmeden atlamak geçti içimden. Ama sonra? Onu nasıl çıkaracaktım? Ya bir yerini daha çok incitirsem?

 

Kaskımın vizörünü hızla açıp derin bir nefes aldım. Kendimi toparlamam gerekiyordu. Panik, işimi daha da zorlaştıracaktı. Yumruğumu sıktım, hızlıca etrafı taradım. Bir çözüm bulmalıyım!

 

Gözlerim yamacın altına inen dar bir patikaya takıldı. Orası… Oradan ulaşabilirim!

 

Vakit kaybetmeden oraya doğru koştum. Toprak dik ve kaygandı. Ayaklarımın altındaki taşlar kayıyordu ama düşmeyi göze alarak hızla aşağı inmeye devam ettim.

 

Saatlerce sürmüş gibi gelen birkaç dakika sonunda sonunda yanına vardım. Telefonumun fenerini açıp ona yaklaştım.

 

Mihri, hafif sağına dönük, boylu boyunca uzanmıştı. Kıyafetleri çalıların arasına takılmış, başörtüsü biraz açılmış, nefesi belirsizdi. Yaklaştıkça ayakkabılarının kaybolduğunu fark ettim. Büyük ihtimalle uçmuşlardı.

 

Gözlerim onu tararken bir anlığına geçmişe gittim.

 

Bunu daha önce yaşamıştım. Babam… Hayır, hayır! Bu sefer olmayacak. O iyi olacak. Olmalı.

 

Diz çöküp, yutkunarak yüzüne baktım. Nefes alıyor muydu? Gözleri kapalıydı, hareketsizdi. Elimi uzattım ama duraksadım. Ona dokunabilir miydim? Kızar mıydı? Ama şu an bunun sırası mıydı?

 

Bunu benden başka yapacak kimse yoktu.

 

Titreyen ellerimle dizlerinin altından ve sırtından destek alarak onu kucağıma aldım. Hafifti… Tehlikeli şekilde hafif. Yüzü bana dönüktü, başı yana düşmüştü. Nefesini kontrol ettim. Zayıftı, ama vardı.

 

Şükürler olsun!

 

Hemen başörtüsünü düzelttim. Açılan elbisesinin uçlarını bileklerine kadar çekerek üzerinin örtüldüğünden emin oldum. Ama üstü çok inceydi. Böyle hastaneye gidemezdi. Üşüyordu.

 

Hiç düşünmeden, üzerimdeki siyah deri ceketi çıkarıp dikkatlice giydirdim. Küçük bir çocuğa giydirir gibi, yavaşça, onu rahatsız etmeden.

 

Sonra etrafa göz gezdirdim. İleride, iki çalının arasına sıkışmış ayakkabıları gördüm. Biraz daha ileride çantası vardı. Onları da aldım.

 

Zaman kaybedemem.

 

Hızla, ama dikkatlice geldiğim dik patika yokuşuna yöneldim. Onu incitmemeliyim. Düşmemeliyim. Daha fazla zarar vermemeliyim.

 

Bu sefer koruyacağım.

 

Ne pahasına olursa olsun.

 

Dik patika neredeyse bitmişti. Son bir tümsek kalmıştı motorun yanına ulaşmama… Tam ayağımı attığım anda, bastığım kumlu toprak aniden kaydı.

 

O an… Zaman sanki durdu. Kalbim boğazıma tıkandı. Panikle ayaklarımı yere bastırdım, dengemi korumak için tüm gücümle yere abandım ama… Bir yandan da kucağımdaki kızı, onu, daha da sıkı kavradım.

 

Düşeceğiz sandım… Her şey bir anda bitecek sandım. Düşmekten korkmuyordum. Korkum, onu… kollarımın arasındaki o narin bedeni incitmekti. Ona bir şey olursa… Kendimi asla affedemezdim.

 

Zaten korkmuştu… Zaten yaralanmıştı. Bir adım daha geriye gidemem, bir saniye daha kaybedemem. Her geçen saniye, her nefes, aleyhimize işliyor. Zamana karşı yarışıyorum… Ve kaybetmeye tahammülüm yok.

 

Ayağımı bu kez daha dikkatli, daha sağlam bastım toprağa. Tüm gücümü toplayıp sıçradım… Motoru bıraktığım yamaca çıktım sonunda.

 

Sıçrayışın etkisiyle bir an sendeledim… Dizlerim çözülecek gibi oldu. Ama hemen toparlandım. Göz ucuyla ona baktım…

 

Gözleri kapalıydı. Nefes alışı belli belirsizdi. Ne kadar da masum… Ne kadar çaresizdi şimdi.

 

Vücudunda ne olduğunu bilmiyorum… Hangi kemiği kırık? Nereyi tutmalı, nasıl taşımalı… Bilmiyorum. En çok da… En çok da şu ihtimal korkutuyor beni: İç kanama.

 

O ihtimal aklımın bir köşesine saplandı kaldı. Kovalıyorum… ama gitmiyor.

 

Hızlı, telaşlı adımlarla motorun yanına vardım. Beynim sanki durmuştu… Ne düşünebiliyor, ne karar verebiliyordum. Ter içinde kaldım. Ellerim titriyordu. Kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi.

 

Ambulansı mı aramalıyım? Belki şu yoldan geçen bir araç… Ama kimse yok. Yol bomboş. Kimse gelmeyecek…

 

Kahretsin! Ne yapmalıyım? En doğrusu ne? Hangi yolu seçsem, hangisi onu kurtarır?

 

Derin bir nefes… Sakinleş Tarık… Sakinleş. Kendime belki onuncu, belki yüzüncü kez fısıldadım.

 

Onu motorla götürmeliyim… Evet, en hızlı yol bu. Tek seçeneğim bu. Ama ya sarsarsam? Ya daha kötü olursa?

 

Düşünmeye vaktim yok. Karar verdim.

 

Hemen motorun yanına koştum. Artçı pedalları açtım. Onu kollarımda biraz daha sıktım… Sanki biraz daha sıcaklığı gelse, biraz daha nefes alsa…

 

Usulca, kalbimi avuçlarında tutar gibi arkaya yerleştirdim. Ama hiç bırakmadım. Bırakamadım… Çünkü bırakırsam, sanki sonsuza kadar kaybedecekmişim gibi.

 

Onu hafifçe oturttuktan sonra hızla öne geçtim. Kollarını belime sardım. Ellerini tuttum… Emniyet kemerim gibi sıktım bileklerini.

 

“Bırakma…” dedim fısıltıyla. O duymadı ama ben duydum. “Bırakma…”

 

Motorun anahtarını çevirdim. Çalıştı. Kaskın izin verdiği kadar arkama dönüp onu kontrol ettim… Hala gözleri kapalıydı. O an bir şey koptu içimde. Ama zamanı değil… Zaman şimdi savaş zamanı.

 

Sağıma soluma bir kez daha baktım… Ayakları pedalda mı? Tamam. Her şey yerli yerinde. Artık gitmeliyiz…

 

Motorun gazına yüklendim. Direksiyon avuçlarımda titredi… Ama umurumda değildi. Yol önümde uzanıyordu ve ben… Bütün hayatımı o yola bıraktım.

 

Hızlı ama dikkatli… Hızlı ama sarsmadan…

 

Aklımda binlerce kötü senaryo… Her biri ciğerimi dağlıyor. Kalbim öyle hızlı atıyor ki… Göğsümün içi yanıyor.

 

Korkuyorum… Evet, ben… Tarık Grunewald… Hayatımda ilk defa bu kadar korkuyorum.

 

On dakikaya hastanedeydik… Ama geçmişin hayaletleri arkamdan bırakmıyordu. Kafamın içinde fısıldıyorlardı:

 

“Hadi… Hadi bir hata yap… Hadi bir virajı alama… Hadi düş, hem kendini hem onu öldür…”

 

Boğazım düğümlendi. Burnumdan değil… Artık ağzımdan nefes alıyordum. Ama o da yetmiyordu… Havasız kaldım. Boğuluyordum.

 

Boğuldukça… O narin bileklerini daha da sıktım. Daha da kendime çektim. Sanki güvende olduğunu ona hissettirebilirmişim gibi… Belki de kendimi inandırıyordum.

 

Sonunda… Hastane göründü.

 

On beş dakikalık yol… Sanki bir ömür sürdü. Her saniyesi ölümdü. Her saniyesi kabus.

 

Motoru hızla çekip durdurdum. Hemen, sanki bir can simidine sarılır gibi, onu kollarıma aldım.

 

Dermanım kalmamıştı ama umurumda değildi… Ayaklarım yere basmaz olmuştu ama yine de koştum. Son gücümle… Hastanenin acil kapısına, son umudumu taşıyarak koştum.

 

Etrafa bağırdığımın bile farkında değildim…

Ta ki acil servisten bana doğru koşan hemşire ve doktorların,

“Sakin olun! Lütfen, kendinizi kaybetmeyin!”

diye teselli etmeye çalıştıklarını duyana kadar…

 

O an… Ne söyledim, nasıl izah ettim bilmiyorum. Hatırlamıyorum.

Tek hatırladığım, etraftan koşuşturup gelen sağlık görevlilerinin onu sedyeye yatırmaları…

Ardından acilin arka tarafındaki, daha kritik hastaların götürüldüğü "Kırmızı Alan" yazan bölüme doğru koşturmaları…

 

Ve ben…

Yine yapayalnız kalmıştım.

O tanıdık his… Bir kez daha iliklerime kadar işlemişti.

Kimse yoktu yanımda… Ne yardım isteyebileceğim, ne de gözünün içine bakıp teselli arayacağım biri…

 

O kadar çaresiz, o kadar güçsüz hissediyordum ki…

İşte en çok bu kahrediyordu beni.

Yüreğimi yakıyordu.

 

Kim olduğunu bile fark etmediğim birilerinin beni kolumdan tutup bekleme koltuklarından birine oturtmasıyla başımı eğdim.

İki elimin arasına aldım kafamı…

Ve sadece…

Sadece bu korkunç histen, bu kalp daralmasından çıkmayı diledim.

 

Ne kadar da güçsüzdüm.

Şu an, bu durumu hiçbir şekilde düzeltemezdim.

Ne para, ne şan, ne mevki…

Hiçbir şey… Giden birini geri getirmezdi.

 

Ama… Hayır…

O gitmemişti!

 

Peki neden zihnimde yine aynı düşünceler dönüp duruyordu?

Tıpkı babamı kaybetmeden önceki o anlar gibi…

Tıpkı o çaresizlik… Tıpkı o korku…

 

Şu an dayanacak bir şeye… Bir güce… İlahi bir kudrete ihtiyacım vardı.

Çünkü ne ben… Ne de o doktorlar…

Hepimiz insanız… Hatalı, kusurlu, güçsüz… Beceriksiz…

 

Ama biliyordum…

Her şeyin üstünde bir kudret vardı.

Ve şu an ondan başka kimse yardım edemezdi bana…

 

Kafamı ellerimin arasından kaldırdım…

Derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım.

Ve kalbimin en derininden, en samimi halimle…

 

“Ne olur… Kurtar onu…

Yalvarırım… Birinin daha ellerimde ölmesini kaldıramam…

O ölmesin… Yaşasın…

O gülüş… O umut olsun…

O güneş gülüşlü kızın hayatını bana değil… Hayata bağışla…

Korkuyorum Tanrım… Ne olur iyi olsun…”

 

Gözlerimi araladığım anda onu götürdükleri koridorun ucundan bana doğru hızlı adımlarla gelen genç bir doktor gördüm.

Telaşlıydı…

 

“Siz…” dedi, nefes nefese…

“Eşi misiniz?”

 

Bir an duraksadım… Panikten ne diyeceğimi bilemedim.

Doktor yineledi:

“Eşi misiniz beyefendi? Hastanın durumu ile ilgili konuşmam lazım… Lütfen, gelin…”

 

Ne olduğunu anlamadan kolumdan tuttuğu gibi yan taraftaki boş bir muayene odasına çekti beni.

Kapıyı kapattı…

Heyecanlı heyecanlı söze girdi:

 

“Bakın, lafı dolandırmayacağım…

Sakin olun… Metanetinizi koruyun…

Hastamız çok güçlü bir panik atak geçirmiş…

Aynı zamanda içten, sol kaburga kemiklerinde kırıklar var…

Bileği de burkulmuş…

 

Ama en kötüsü…

Geçirdiği panik atağın yan etkilerinden biri olarak kalbi birkaç kez durmuş…

Buraya geldiğinde de kalbi durmuştu…”

 

O an…

Doktorun ağzından çıkan her kelime kalbime ok gibi saplanıyordu…

Nefes alamıyordum…

Gözlerim bulanıklaştı… Doktorun yüzünü seçemiyordum artık…

 

Hele… “Kalbi durmuştu” dediği an…

Bir şeyler koptu içimde…

 

Öfkeyle, korkuyla doktorun yakasına yapıştım…

Omuzlarından tutup deli gibi silkeledim:

 

“Ne demek durmuş!? Ne diyorsun sen!?

Kalbi durmuş muydu!? Peki… Peki şu an!?

Söylesene! Şu an nasıl!? Söyle!!”

 

Kendimde değildim…

Tıpkı babamı kaybettiğim o gün gibi…

Aynı… Aynı his…

 

Doktor, yüzündeki sakinliği hiç bozmadan,

Ellerimden yakaladı ve beni geri itti:

 

“Beyefendi… Sakin olun!

Evet… Durdurdu.

Ama çok şükür… Kalp masajına yanıt verdi…

Şu an kalbi normal seviyede atmaya devam ediyor…

 

Fakat… İç kanama riski var.

Bu yüzden 24 saat kritik…

Gözetim altında kalacak…”

 

“Kalbi atıyor…” dediği an…

Ellerim yavaşça çözüldü…

Adeta bütün sinirlerim boşaldı…

Tepkisiz kaldım…

 

Doktora bakışlarım… Ruhsuz… Yorgun… Bitkindi…

 

Yaşıyordu…

Yaşayacaktı…

Bir an…

 

O kadar korkmuştum ki…

Onu da kaybetmekten…

İliklerime kadar hissetmiştim bu duyguyu…

 

---

 

Tarık’tan

 

Endişeli ve yorgun gözlerle, hasta yatağının yanındaki refakatçi koltuğunda oturuyordum. Karşımda, hastane battaniyesine sarılmış, yüzünde o tarifsiz masumiyetiyle boylu boyunca uzanmış Mihri’ye bakıyordum. Gözlerimi ondan bir an bile ayıramıyordum. Sanki başını azıcık çevirse ya da kaşları kımıldasa, o anı kaçırırım diye korkuyordum.

 

Saat çoktan 22.00’yi bulmuştu. Akşamdan beri süren bitmek bilmez testler, tahliller, tetkikler röntgenler sargılar… En sonunda onu yeni odasına yatırmışlardı. İçimde bir huzursuzluk vardı; saatlerdir kimse gelmemişti. Ailesi yok mu, nerede bu insanlar? Merak ettim.

 

Dayanamadım, usulca yerimden kalktım. Sessizce kapıyı aralayıp odadan çıktım. Gişedeki görevliye doğru yürürken, elimde tuttuğum kimliğe baktım. Adını okudum usulca… Mihri Suare. Sanki isminde bile bir şiir gizliydi.

 

Kimliği uzattım, sesim neredeyse fısıltıydı.

“Bu hastanın kimliğinden… Ailesine ulaşabilir misiniz? Ben… Ben kendisini tanımıyorum.”

 

Bu cümleyi kurarken boğazıma bir şey düğümlendi. Söylediğim o kelimeler, içimde ince bir sızı gibi dolandı. Ne kadar tanımıyordum ki? Saatlerdir başındaydım. Ölmesin diye dua etmiştim…

 

Görevli kadının yüzü ciddileşti, kimliği alıp bilgisayara bir şeyler yazmaya başladı. O an içimde bir şey ağır ağır çöktü. Dün gece onu ağlarken izlediğim an geldi aklıma… Yalnızdı. O gözyaşları... İnsanın öyle sessiz ağlaması için içinde çok derin yaralar olması gerekirdi.

 

Bir an düşündüm. Nasıl bir ailesi vardı ki, bunca saat ulaşamamışlardı? Ya da… Belki de yoktu? Belki o da benim gibiydi… Sadece "aile" denen bir kavrama sahip ama gerçekte, kalabalıklar içinde bir yalnızdı....

 

"Ailesi vardı fakat yuvası yoktu" belki de

 

Gözüm ucuyla yattığı odadaki kalp atışlarını gösteren cihaza baktım Ekranda attıkça atan bir kalp vardı orada… Her ses, her titreşim, içimde bir yerlerde unuttuğum umudumu bana yeniden hatırlatıyordu sanki.

 

İçimden, kendimi buna inandırmak ister gibi mırıldandım:

"Kalbi atıyorsa umut var…"

Gişedeki ciddi suratlı görevli kadının:

"Tamamdır ailesi ile iletişime geçiyoruz."

demesi ile gişenin üzerine geri bıraktığı kimliği alıp tekrardan onun yattığı odaya döndüm.

 

Ve aynı koltuğa oturdum.

 

Bir eli sargılıydı.

 

Elimi uzattım. Düşerken hafifçe yaralanmış ve burada yeni sargılanmış olan elini tuttum, nazikçe… Her an kırılabilecek bir mücevhere dokunur gibi.

 

Bir an düşündüm. Şimdi gözlerini açsa… Beni bu şekilde elini tutarken görse… Bana çok kızar mıydı? Rahatsız olur muydu? Ya da beni bir sapık gibi mi görürdü?

 

Bu düşünceyle, hızla sargılı elini tekrar nevresimin üzerine bırakıp elimi çektim. O sırada burnuma yine o ince papatya kokusu doldu. Elimi kokladım. Evet, ondan geliyordu… Ellerinin kokusu bile papatyaydı. Güneş gülüşlü kızın…

 

Tam o anda, gözlerini hafifçe araladı. Ağzından belli belirsiz mırıltılar döküldü. Göz göze geldiğimiz an, biraz önce yüzümde oluşan gülümseme silindi. Şaşırdım. Böyle uyanmasını beklemiyordum.

 

Öylece bakakaldım gözlerine. Evet… O kahvenin en koyu tonundaki gözler yine bana bakıyordu. Bakışlarında şaşkınlık, merak ve "Ben neredeyim?" der gibi bir hal vardı.

 

____

 

Mihri'den

 

Zorlanarak ağırlaşan göz kapaklarımı araladım. Başımın içinde uğultular vardı, beynim zonkluyordu… Sanki her şey üstüme çöküyordu. Ne olduğunu hatırlamaya çalıştım ama zihnimde sadece boğuk fısıltılar dönüp duruyordu.

 

Bir şeyler söylemek istedim… Ama dudaklarımdan sadece anlamsız mırıltılar döküldü.

 

Başımı hafifçe kaldırabildiğimde, gözüm karşıma takıldı… O an nefesim kesildi.

O gözler… O orman yeşili gözler…

Papatya tarlasının kenarında gördüğüm o derinlik şimdi karşımdaki adamda bana bakıyordu. Aynı yoğunluk, aynı sessiz çağrı…

 

Bir an kendime sordum… "Bu bir rüya mı? Yoksa hâlâ baygın mıyım?"

Ama o kadar netti ki… Kumral saçları dağılmış, yüzü bana dönük… Baştan aşağı siyahlar içinde bir adam.

"Kim bu?" diye geçirdim içimden. "Neden burada… Neden bana böyle bakıyor?"

 

Bakışlarımı kaçırmak istedim ama yapamadım. Gözlerim gözlerine mıhlanmış gibiydi.

"Beni böyle izleyen biri… Tanıdık mı? Hayır… Ama neden bu kadar tanıdık geliyor?"

 

Bir an gözlerimi kapattım… Kafamın içinde yine dedemin mezarı… Çınar ağacının gölgesi… Mezar taşına uzanan elim…

Bir nefes… Derin, sarsıcı bir nefes çektim içime.

 

Gözlerimi yeniden açtığımda… O, daha da yakınımdaydı. Gözleri endişe ve korkuyla üzerimdeydi.

 

"İyi misin?" dedi, sesi kısık ve boğuktu… Belki de titriyordu…

Bir daha sordu: "İyi misin? Kendine gel…"

Nefesi öylesine yakınımdaydı ki… Bir an içimde tuhaf bir sıcaklık hissettim.

 

Sadece başımı hafifçe sallayabildim. Dudaklarımın arasından güçlükle çıktı kelimeler:

"İ… iyiyim…"

 

Ama yalan söyledim. İyi değildim. Neler olduğunu, nerede olduğumu bilmiyordum.

"Güvende miydim gerçekten ?"

 

"Derin nefes al… Sakin ol… Güvendesin…" diye fısıldadı.

 

Onun dediğini yaptım. Derin derin nefesler aldım, sanki her nefesimde biraz daha buraya, bu an’a dönüyordum.

 

Gözlerimi açıp başımı biraz kaldırınca… O da fark edip biraz geri çekildi.

Aramızda mesafe olsa da… O bakış hala üzerimdeydi. Öylece beni izliyordu… Sessizce, bir şey söylemeden.

 

Zor da olsa dudaklarımı araladım:

"Neredeyim…? Ne oldu bana?"

 

Ve içimden yine sordum… "Sen… Kimsin?"

 

 

"Önce sakin ol." diyerek hemen yatağımın yanındaki refakatçi koltuğuna oturdu. Bacaklarını hafifçe ayırdı, ellerini önünde birleştirip derin bir nefes aldı. Sakin kalmaya çalışsa da gözlerindeki öfkeyi gizleyemiyordu. Yüzüme bakarak konuştu:

 

"Köyün çıkışındaki çınar ağacının oradaki dik yamaçtan yuvarlanarak düştün."

 

Yüzünün bir anda gerildiğini, ellerinin yumruğa dönüştüğünü fark ettim. Ne kadar öfkelendiğini anlamak zor değildi. Başını hafifçe yana çevirdi, dişlerini sıkarak devam etti:

 

"Yani... Daha doğrusu düşürüldün."

 

O an sanki başımın içinde bir uğultu koptu. Tarif edemeyeceğim kadar yoğun bir ses… Tarık’ın sesi giderek uzaklaştı, söylediklerini seçemiyordum artık.

 

Dudaklarının arasından birkaç küfür mırıldandı ama anlayamadım. Sonra sesi titreyerek devam etti:

 

"Elinde yarısı kırık bir şişeyle, kendini bilmez bir sarhoş… Seni korkutmaya kalktı."

 

Gözlerimi kısarak onu dinlemeye çalıştım. Hafızamın derinlerinden bir şeyler su yüzüne çıkıyordu. Evet… Evet, şimdi hatırlıyordum!

 

Bir anda iki elimle başımı tuttum, acıdan inledim.

 

"Ah… Başım çatlayacak… Dayanamıyorum…"

 

O an zihnimde bulanık bir görüntü belirdi. O adamı hatırlıyordum… Elinde şişeyle, üstüme doğru gelen o sarhoş adamı… Sonrasında sadece yerde yatıyordum… Gökyüzü… Ve gecenin karanlığında parlayan tek bir yıldız…

 

Ani hareketimle birlikte göğsümün sol tarafında, kalbimin tam üstünde dayanılmaz bir ağrı hissettim. Daha önce hiç böyle bir acı yaşamamıştım.

 

Zihnimde yankılanan sesler… Gerçek miydi, yoksa zihnimin bana oynadığı bir oyun mu? Hatırladıklarım bir kâbusun kalıntıları mıydı, yoksa yaşadığım çıplak gerçek miydi? Ayırt edemiyordum… Kafam, zihnim, kalbim… Her şey bulanıktı.

 

Ta ki...

 

"Mihri… Bana bak."

 

Bu ses… Zihnimdeki bütün uğultuları dağıttı. Sanki etrafı kaplayan sis bir anda dağıldı, fırtına dindi. Zihnim, yıldızlarla dolu bir gece göğü gibi berraklaştı. Ve bana seslenen kişi… O en son gördüğüm parlak yıldızdı sanki.

 

Başımı yavaşça ona çevirdim ama gözlerimi doğrudan gözlerine dikemedim. Yalnızca üzerine bakıyordum, utangaç bir çocuk gibi.

 

Tekrar, daha kararlı bir sesle seslendi:

 

"Gözlerime bak… Lütfen."

 

Bunu söylerken oturduğu yerden kalktı, yanıma geldi. Yatağımın başucunda durdu, başını hafifçe eğip gözlerimin içine baktı.

 

Bu sefer bakabildim… Gözlerinin derinliklerine… Orada bana karşı anlamlandıramadığım bir sıcaklık, sanki yüreğimi saran bir yakınlık vardı. Teselli etmek ister gibiydi.

 

"Öncelikle… Evet, yamaçtan düşürüldün. Ama şu an iyisin. Korkmanı gerektirecek hiçbir şey yok."

 

Her kelimesini büyük bir dikkat ve titizlikle dinliyordum. Söyledikleri içime su serpiyor, yavaş yavaş nefes almamı kolaylaştırıyordu.

 

Tam o anda gülümsedi… Çok ince, belli belirsiz bir gülümsemeydi ama öyle yakışmıştı ki… Gülümseyince koyu yeşil gözleri hafifçe kısıldı, sağ yanağında minicik bir gamze belirdi.

 

"İyi olacaksın." dedi. Gözlerinde öyle bir güven vardı ki… Beni inandırmak ister gibi bir kez daha tekrarladı: "Her şey güzel olacak."

 

Ardından yüzü tekrar eski haline, o sakin ve donuk ifadesine döndü. Hafifçe arkasını döndü.

 

"Ben doktoru çağırayım. Uyandığında haber vermemi istediler." dedi.

 

Bana bir kez daha baktı. O an, ona hem şaşkın hem de derin bir huzurla bakıyordum. Kalbimin tam ortasında bıraktığı o sıcaklıkla… Beni hastane yatağında bırakıp seri adımlarla odadan çıktı.

 

________

 

Tarık'tan

 

Ailesine ulaşmalarını istediğim gişe görevlilerinin yanına vardığımda, "Ailesi geliyor mu?" diye sordum.

 

Ciddi ve suratsız kadın, telefonunda oynadığı oyundan başını kaldırıp gözlüklerinin üstünden bana baktı.

"Evet beyefendi, geliyorlar. Çok merak etmişler, apar topar yola koyulmuşlar. Onlar da kızlarına ulaşamamış, polise haber vermişler." dedi.

 

Başımı hafifçe sallayıp "Peki, anladım." diyerek onun yattığı hastane odasının girişindeki bekleme koltuğuna yorgunca bıraktım bedenimi.

 

Onlar gelmeden buradan ayrılamazdım. Gerçekten onu ailesinin ellerine teslim etmeliyim diye düşündüm. Yoksa içim rahat etmezdi. Şu an benim hakkımda neler düşünüyor bilmiyorum… Ama anlamlandıramadığım bir şekilde, o kapıyı açıp içeri girerek ona… Ona, onu kucaklayarak o dik yamaçtan çıkardığımı, motorumda bana sarılarak buraya kadar geldiğini ve yine kucağımda acil kapısından girdiğini anlatmaya hazır değildim.

 

Çünkü bunları anlattığım zaman bana vereceği tepkiden korkuyorum. Aslında... Bana olan o masum ve temiz bakışlarını kızgın, kırgın ya da nefretle kaplı görmek istemiyorum. Bu yüzden kaçıyorum.

 

Cebimdeki telefona elimi atıp çıkardım. Bir sürü cevapsız arama ve mesaj birikmişti. Bazıları Kian'dandı. Telefonu onunla konuşurken acil bir şekilde kapattığım için her şeyin yolunda olup olmadığını soruyordu.

 

Ona kısa bir mesajla cevap verip diğer mesajlara ve aramalara baktım. Birkaç tanesi de dedemden gelmişti. Başımın çaresine bakabileceğimi biliyordu ama elinde değildi… Endişelenmişti büyük ihtimalle. Ona haber vermeden çıkıp bu kadar uzun süre eve gelmediğim için olabilir.

 

Tam dedeme mesaj yazıyordum ki… Bir anda birkaç ayak sesi ve hafif konuşmalardan başka ses olmayan katta, panik ve stresten deliye dönmüş gibi hareketler yapan, aralarında hararetli hararetli konuşan, gözlerinden korku ve endişe fışkıran iki kadın belirdi.

 

Biri, bir elli boylarında, yaşlı ama dinç, kendinden emin yürüyüşlü. Diğeri ondan biraz daha uzun, daha genç ve şık giyimli bir kadındı. Koşar adım tam karşısında oturduğum gişeye doğru ilerliyorlardı.

 

Bu panik ve telaşlı hallerinden, onların Mihri'nin ailesi olduğunu anlamam hiç de zor olmadı.

 

Yüksek sesli birkaç konuşma yaptıktan sonra, gişedeki donuk yüzlü kadının eliyle benim oturduğum koltuğun hemen yanındaki oda kapısını göstermesiyle yanımdan rüzgar gibi geçerek odaya daldılar.

 

Kapıyı kapatmamışlardı, hafif aralıktı. Şu an oturduğum yerden bile içerideki bütün konuşmalar çok net duyuluyordu.

 

"Mihri, iyi misin canım? Neler oldu sana? Çok endişelendik!" dedi genç olan kadın.

 

Biraz daha yaşlı olan da aynı anda konuşuyordu.

"Endişelendik ne kelime! Deliye döndüm resmen. Kalbim sıkıştı inanır mısın? Tansiyonlarım fırladı. Bekledik bekledik, gelmedin. Bir de yanında telefonun da yok!"

 

Genç kadın araya girdi.

"Ya evet, bir de telefonun yok! Telefon olsa bir şekilde ulaşırdık sana. İnanır mısın, polise gittik. Kayıp ihbarında bulunduk. Onlar da belli bir saat geçmeden arayamayacaklarını söylediler."

 

Yaşlı kadın bir yandan sürekli konuşuyordu.

"Ya evet çocuğum, öyle dediler. Dağları taşlara çıkıp seni arayasım geldi. Yüreğimize indirdin gerçekten. Çok şükür ki iyisin!"

 

Genç olan devam etti:

"İyisin değil mi?"

 

Kapının aralığından gördüğüm kadarıyla Mihri artık güvendeydi. Görevimi yapmış gibi hissettim.

 

Son bir defa kapının aralığından ona baktım. Yanındaki genç kadınla konuşuyordu, gülümsüyordu. Ve bir anda gözleri benim olduğum tarafa baktı… Sanki… Ya da bana öyle geldi.

 

Hızla başımı çevirdim. Hızlı ve seri adımlarla hastaneden çıktım ve motorumu bıraktığım yere ilerledim.

 

Buradaki işimi tamamlamıştım. İçim rahat olmalıydı, değil mi? Ama nedense… Onu bu şekilde bırakmak, içimde bir şeyleri acıtmıştı.

 

Belki de ona bir veda etmeliydim… Ya da olanları anlatmalıydım. Ama diğer yanım ağır bastı.

 

"Hayır," dedi. "O seni neden tanımak istesin ki? Senin gibi biri ve o… Siz tamamen ayrı dünyaların insanısınız."

 

Evet, belki biz gerçekten çok ayrı dünyaların insanıydık.

Ama… Ben onun gözlerinde kendi dünyamdan bir şeyler görmüştüm

 

 

________

 

Mihri'den

 

Sağ tarafımda kalan hasta yatağının kaldırıp indirme düğmelerine bakarken, bir yandan da buraya nasıl getirildiğimi ve başıma neler geldiğini düşünüyordum. İlk uyandığım o ana göre biraz daha sakinleşmiş, biraz daha durulmuştum.

 

Tam o sırada kapı açıldı. Başımı hemen çevirip, içeri girenin kim olduğuna baktım. Bana, yarım kalan buraya geliş hikâyemi anlatmasını beklediğim kişiyi görmek istiyordum... Ama kapıdan giren o değildi. Panikle, telaşla yanıma koşan anneannem ve teyzemdi.

 

Bir anda ilgi bombardımanına uğramış gibi hissettim. Anneannem bir yanımdan sarılıyor, teyzem ise ellerime, ayaklarıma bakıp kontrol ediyordu. Yaralarıma uzanan ellerinin titrediğini hissettim. Onları böyle görünce gülümsedim ama gözlerim ister istemez doldu. Sanki o an, hastane yatağında olmanın ağırlığı bedenime daha çok çöktü. Ayağım ve göğsümde hissettiğim acılar, başımda uğuldayan ağrıyla birleşince... Burada ilk uyandığımda hiç görmek istemeyeceğim bir kâbusun ortasında bulmuştum kendimi.

 

Ama şimdi kâbus dağılmıştı.

 

Daha önce hiç hastaneye yatırıldığımı bile hatırlamıyorum...

 

 

 

Anneannem bana sımsıkı sarıldıktan sonra derin bir oh çekti. "Ah, çok şükür çocuğum... İyisin. Bir an o kadar korktum ki..."

Elini başının üstünden geçirdi, sanki kötü düşünceleri savuşturur gibi. "Allah’ım muhafaza... Neler geldi aklıma bir bilsen!"

Sonra elini kalbine götürdü, göğsüne bastırdı. Teyzem hemen atıldı: "Anne, tamam... Hadi biraz otur." diyerek onu yanımdaki refakatçi koltuğuna yönlendirdi.

 

Teyzem bana dönmeden önce, "Daha doktorla net konuşamadık." dedi. Derken kapı yeniden aralandı.

 

Kot pantolonu, topuklu ayakkabıları ve beyaz doktor önlüğüyle, platin sarısı saçları toplanmış bir kadın doktor içeri girdi. Kırmızı ruju hemen dikkatimi çekti. Yanında genç bir çocuk... Sekreteri olmalıydı.

 

Teyzem hemen atıldı: "Tam sizinle görüşecektik." dedi.

 

Doktor hafifçe başını sallayıp bana döndü. "Bakıyorum uyanmışsın. Nasıl hissediyorsun? Ağrıların var mı?"

 

"Var," dedim hemen. "Ayağım sızlıyor. Bir de..."

Elimle sol kaburgamı işaret ettim. "Burada... Ani hareket yapınca sanki kaburgalarım batıyor gibi hissediyorum."

 

Doktor başını salladı. "Bunlar beklediğimiz tepkiler. Maalesef yaşadığın düşüşün etkisiyle sol kaburgalarında küçük bir kırık ve çatlak var. Ayağın da hafif burkulmuş. Zaten alçıya aldık."

 

Anneannem hafif hafif dizlerine vurmaya başladı.

"Vah vah... Neler olmuş benim çocuğuma!"

 

Doktor, hafif imalı bir bakışla teyzeme döndü. "Sizinle biraz özel konuşabilir miyiz?" diyerek kapıya yöneliyordu ki seslendim: "Doktor hanım... Bir de... Başımda çok şiddetli bir ağrı ve uğuldamalar var. Nasıl düştüğümü, buraya nasıl geldiğimi hiç hatırlamıyorum. Sadece... Bazen bir şeyler geliyor aklıma ama... Halüsinasyon mu, kabus mu, gerçek mi ayırt edemiyorum."

 

Doktor durdu. Bakışları yumuşadı. "Büyük ihtimalle düşüşün etkisiyle başını vurduğun için olmuş olabilir. Endişelenme. İlaçlarını kullandığın ve güzelce dinlendiğin sürece hiçbir şeyin kalmaz." Zarif bir gülümsemeyle başını eğdi ve odadan çıktı. Teyzem de peşinden.

 

Anneannem bana döndü: "Yavrum... Çok mu ağrıyor? Tüh be çocuğum... Nereden gelirdi aklımıza böyle bir şeyin olacağı?"

 

Bir süre sustu. Sonra aklına gelen soruları peş peşe sıralamaya başladı: "Peki... Kim getirdi seni buraya? Düştün madem... Nereden düştün? Buraya nasıl geldin? Ambulans mı getirdi? Nasıl oldu yavrum?"

 

O an içimde tarifsiz bir boşluk hissettim. Ellerime bakarak onu dinledim. Sonunda hafifçe başımı çevirip sessizce cevap verdim: "Bilmiyorum... Burada ilk uyandığımda başımda biri vardı. Uyandığımı görünce ‘Doktoru çağırmaya gidiyorum.’ dedi ve çıktı. Onu görmediniz mi? Kapının önünde biri yok muydu?"

 

Anneannem bir an düşündü. Yüzü anlamamış gibi boş bakıyordu. "Belki de..." dedim. "Bir yere kadar gitmiştir, gelir herhalde. Çünkü... Buraya nasıl getirildiğimi ondan öğrenmek istiyorum."

 

Tam o sırada teyzem odaya girdi. Hemen gülümseyerek konuşmaya başladı: "Pekâlâ fıstığım... Bu kadar üzülmek, karalar bağlamak yeter. Tamam, ufak birkaç şey yaşanmış olabilir ama çok şükür ki iyisin. Tekrar yanımızdasın. Hadi... Bunu kutlayalım mı? Bir şeyler yiyelim. Hem... Açsındır."

 

Bir anda yüzüme kocaman bir gülümseme yayıldı. Teyzemi işte bu yönüyle çok seviyorum. İçimden, ‘İyi ki... İyi ki varsın teyzem.’ dedim.

 

Ellerimi çırptım: "Olur! Çok da güzel olur! Gerçekten çok açım."

 

Teyzem başını salladı: "Ben doktor hanımla konuştum. Besleyici bir et sulu çorba içebilirmişsin. Ve... Daha sürprizi söylemedim! Bartu’yu çağırdım. O senin keyfini yerine getirir. Hem yemekleri getirecek, hem de kendisini."

 

"Gerçekten mi? Çok sevindim... Çok iyi yapmışsın teyzem!"

 

Anneannem birden hatırlamış gibi çantasını karıştırmaya başladı. "Bu arada... Polise kayıp ihbarında bulunmak için giderken annenlere de ulaşmıştık. Ah, nasıl unuttum!" dedi ve hemen telefonundan annemi görüntülü aradı.

 

"Of..." dedim içimden. "Şimdi çok endişelenmiştir. Annem kesin deliye dönmüştür. Bir de uzakta, elimden bir şey gelmiyor diye kahrolmuştur."

 

Anneannem başını salladı: "Öyle yavrum... Hemen konuş da iyi olduğunu görsün. Fazla bir şey söyleme... Sadece serum veriyorlar falan de."

 

Başımı salladım. Bilmiş bir tavırla: "Merak etme anneannem... Ben şimdi onun endişelerini yatıştırırım."

 

 

Annem telefonu ilk çalışta açtığında," yavrum," diyen sesinden ve endişe ile dolan gözlerinden beni ne kadar merak ettiğini hemen anlamıştım. Telefonda yüzüne bakınca, gözümden ince bir yaş aktı ama hiç çaktırmadan kocaman gülümsedim. Her zamanki gibi, "İyiyim annem, merak etme," dedim.

 

Çoğu zaman içim kan ağlasa da hep "İyiyim" derdim karşımdakilere… Öyle olmasam da. Bazen kendime diyorum ki; ağız dolusu kan kussam bile hızlıca kolumla silip, "İyiyim ben," diyerek kocaman gülümseyecekmişim gibi geliyor.

 

İçimizdeki yaralar, ruhumuzda oluşan ağrılar, çatlaklar çoğu zaman dışarıdan gözükmez. Belki de bu yüzden sahte bir maskeyle "İyiyim" deyip insanları buna inandırırız. Çünkü ruhumuzda olanı sadece Allah bilir… Bir de gözlerimize bakıp kalbimizi okuyabilenler görebilir belki...

 

Ama şimdi fiziksel olarak yaralı olduğum için herkes benim için çok endişeleniyordu.

 

Annemle bol gözyaşlı, bol duygulu bir sohbetin tam ortasındaydık ki… Hastane kapısı hızlıca açıldı.

"Ben geldim! Nerede bizim yaralı küçük hanım?" diyerek içeri Bartu girdi.

 

Başımı telefondan kaldırıp ona döndüm. İki eli poşetlerle doluydu. Gözüm hemen o poşetlere kaydı. Merak ettim… İçlerinde neler vardı acaba?

 

Bartu poşetleri girişteki minik masaya bırakıp yanıma geldi. Anneme dönüp,

"Bak anne, gerçekten iyiyim. Ufak bir düşüş işte… Serumumu da aldım, her şey yolunda. Ne olur daha fazla ağlama," dedim.

 

Annemin yanında sessizce bizi dinleyen Enes ve Hüma'ya göz kırpıp, avucumu öpüp onlara doğru üfledim.

"Size de öpücük gönderiyorum miniklerim."

 

"Biz de seni öptük ablacığım!" diye bağırdılar sevinçle.

 

Anneme, "Hadi Bartu abim geldi. Şimdi biz yemek yiyeceğiz. Allah’a emanet ol," dedim. Hep birlikte el salladılar.

Şükür ki, babam yanlarında değildi. Çünkü bu durumda bile eminim beni suçlardı.

 

"Sen de canım yavrum… Dualarım seninle. Allah’a emanet ol. Her gün arıyorsun beni, tamam mı bak? Aramazsan kırılırım. Hadi, bak mutlaka ara!" diyerek beni sıkıca tembihledi ve telefonu kapattı.

 

Bartu’nun geldiğini gören anneannem, "Hoş geldin Bartu oğlum," diyerek onu selamladı.

Teyzem ise oturduğu sandalyeden kalktı, "Hoş geldin Bartucuum," diyerek getirdiği poşetlere yöneldi.

 

Bartu, "Hoş buldum," diyerek hemen başımın tepesinde bitti.

"Nasıl oldun bakalım küçük hanım? Bir yerden düşmüşsün falan, öyle bir şeyler dediler ama... Bayağı iyi gözüküyorsun, her zamanki gibi minnak bir turp gibi!"

 

Gülerek söylediği benzetmeye hafif şakayla karışık karnına doğru vurdum.

"Sensin minnak turp bir kere, tamam mı?"

 

Benim vuruşumdan kaçınırken o da, "Bana yumruk atacak kadar iyisin ya, hiçbir şeyin yok senin," dedi.

 

"Evet," dedim. "Gayet de iyiyim. Elhamdülillah."

 

"İyi iyi canım, ben de öyle ol istiyorum zaten."

 

Teyzemin yanına, poşetlerin olduğu tarafa döndü.

"Teyzen beni arayıp ufak bir hastane odası partisi düzenleyeceğini söyleyince ben de girdiğim ilk marketten elime geçen tüm abur cuburları alıp geldim."

 

"Ooo evet, parti yapıyoruz!" diyerek coşkuyla biraz önce tuvaletten çıkan Alp de araya girdi.

 

Teyzem, Bartu gelmeden önce Alp'i yanlarına bırakıp kayınvalidesinden almaya gitmişti. Alp de beni böyle görüp epey üzülmüştü. Beni teselli etmek için de alçımın üzerine imza atmıştı...

Teyzem, Bartu ve anneannem minik masayı yatağımın ve refakatçi koltuğunun ortasına çektiler. Etrafına hastaneden buldukları birkaç tabure ve sandalye koydular. Bartu’nun getirdikleriyle masayı donatmaya başladılar.

 

Hepimize et suyuyla hazırlanmış, nefis kokulu sıcacık bir çorba... Yanında da bol malzemeli dürümler... Sadece o an, işte o an midemin sesini duydum. Hepsinin önünde sıcacık dürümler varken, ben sadece sessizce bakakaldım.

 

Tam o sırada kapı açıldı. Bir hemşire elinde minik, kapaklı bir tabldotla içeri girdi ve hasta yemeğimi bıraktı. Onlar iştahla dürümlerine gömülürken, ben o tatsız tuzsuz hastane yemeğini iştahsızca ağzımda çevirdim durdum.

 

Halimizi gören herkes gülmeye başladı. Utanıp gülümsedim ama dayanamadım:

 

"Ne gülüyorsunuz? Hadi değişelim isterseniz... Gerçekten bu yemeği yemek çok zor. Bir de karşımda dürüm yiyorsunuz! Hiç yapılır mı hastaya böyle?"

 

Bu sözlerimle birlikte kahkahalar arttı. Alp hemen araya girdi:

 

"Mihri ablacığım... Benimkinden yiyebilirsin istersen."

 

Alp’in teklifine gülümsedim ama kibarca teşekkür ettim. Sadece çorbamı içip tabldottan birkaç çatal alabildim.

 

Yemekler yenince teyzem, Alp’in yardımıyla yemeklerin çöplerini poşete doldururken, Bartu da getirdiklerini toparlayıp temizlenen masaya diziyordu.

 

Ben ise duvardan teyemmüm alarak önce yatsı namazını, ardından akşamın farzını kaza ettim. Ellerimi açıp Rabbime şükrettim. "Daha beter olabilirdi… Elhamdülillah her halimize." Dualarım bittiğinde ellerimi yüzüme sürdüm ve başımı kaldırdığımda karşımda renkli bir masa vardı.

 

Bartu, Alp’in kulağına bir şeyler fısıldadı. İkisi de aynı anda göz göze geldiler ve bir anda gülerek bağırdılar:

 

"Mihri'nin hastane partisi başlasın!"

 

Gözlerim doldu... O an her şeyi unuttum.

 

 

---

 

1 Gün Sonra

 

Kuş cıvıltıları kulağıma doldu. Gözlerimi hafif araladığımda güneşin sıcacık ışıkları yüzümü ısıtıyordu. Oh... Çok şükür. Bu kez tanıdık ve huzurlu bir ortamdaydım.

 

Başımı yastıktan kaldırmaya çalıştığım an, zonklayan baş ağrım yeniden yokladı beni. Dişlerimi sıkarak kendimi hafifçe doğrulttum. Yavaşça yatağımın ucuna ilerleyip ayaklarımı uzattım.

 

Hastanede geçirdiğim o gece geldi aklıma... Bartu ve teyzemin benim için yaptığı o küçük hastane partisi... Gerçekten o gece bütün ağrılarımı, sızılarımı unutturdu bana. Ruhum iyiydi... O yüzden bedenimin acılarını ikinci plana atabilmiştim.

 

Saat geç olduğu için fazla uzun sürememişti ama o kadar keyifliydi ki... Bartu’nun getirdiği abur cuburlardan gizlice onlar Uno oynarken sessizce birkaç tane ağzıma atmış, suçlu yakalanınca gülmüştüm.

 

Gece boyu zaman zaman şiddetlenen ağrılar ve kabuslar yüzünden pek uyuyamamıştım ama Rabbimin yardımıyla ve sevdiklerimin desteğiyle geçti... Sabah da son kontroller yapıldı ve çok şükür taburcu oldum.

 

Yatağımın kenarındaki tekerlekli sandalyeye dikkatlice geçtim. Anneannemin bir arkadaşından ödünç aldıkları bu sandalye benim üç haftalık yoldaşım olacaktı. Çünkü ben... Hep yatakta duracak biri değilim. Daralırım... Boğulurum...

 

Teras katındaki balkona çıkabilmek, biraz olsun güneş görmek, temiz hava almak bana çok iyi gelecekti. Belki de daha hızlı iyileşmemin yolu buydu.

 

Sandalyeyi yavaşça hareket ettirdim. O an içimde bir burukluk büyüdü... "Hayat... Ne tuhaf bir şeysin sen."

 

Daha birkaç gün öncesine kadar yürüyebiliyor, dilediğimce koşabiliyordum. Şimdi ise elimle ittiğim bir sandalyenin içindeydim. Şunu fark ettim... Biz insanlar çoğu zaman sahip olduklarımızın değerini ancak kaybettiğimizde anlıyoruz. Ne büyük nimetmiş ayakta durabilmek, yürüyebilmek... Ama ne yazık ki o nimet elimizden gidene kadar fark etmiyoruz.

 

Zorlanarak demir balkon kapısını açtım. Sandalyemin tekerlekleri küçük bir sarsıntıyla eşiği aştı. Sonunda balkondaydım.

 

Bugün hava yine çok güzeldi... Gökyüzünde ara ara parçalı bulutlar, ama güneş yine sıcacık... Derin bir nefes aldım. Toprağın, havanın kokusu içime doldu.

 

Çiçekleri sularken balkondaki yan terasa bakan köşeye geldiğimde... Saksının hemen yanında hafif buruşmuş bir kağıt parçası dikkatimi çekti. Ne olduğunu merak ederek eğildim.

 

Uzanıp kağıdın ucundan çektim... Fark ettim ki, yarısı diğer balkondan sarkıyordu. Usulca çekip elime aldım.

 

İlk başta sıradan bir kağıt parçası sandım. Ama sonra... Üzerine çizilmiş minik bir yıldız gördüm.

 

Bir mektuptu...

 

Ve o an içimde kocaman bir merak doğdu...

 

 

------

 

Mektubu merak ettiniz mi? 😅

 

Umarım beğenmişsinizdir bu güzel yorumlarınızı ve oylarınızı Sakın benden eksik etmeyin hepsi tek tek benim için çok değerli.❤️

 

Şimdiden destekleriniz için çok teşekkür ediyorum. 🫶

 

Bölüm : 22.03.2025 23:31 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...