Yeni Üyelik
keyboard_arrow_left keyboard_arrow_left4.
Bölüm
@bayanmandalin
~ 5 YIL SONRA ~

"Ahmet abi, bir bakar mısın?" dedi Gülsüm parmaklıkların arasından. Kollarını dışarı sarkıtmıştı. Üstünde lacivert kazağı, altında ise siyah eşofmanı vardı. Saçlarını arkadan at kuyruğu yapmıştı. Ahmet, koyu siyah forması ve elinden düşürmediği jopu ile tam işinin eri gibi duruyordu. Hapishanede kaldığı sürece, çok kişi tarafından sevilmese de, çok kez dayak yemiş olsa da yönetim kurulu tarafından sevilen bir insandı. Genellikle içine kapanıktı. Bir çok kez, intihara teşebbüs etse de engel olunmuştu. Ahmet geldi, "Efendim?" dedi.

"Ahmet abi, başım ağrıyor da, aspirin verir misin?" dedi.

"Bir işler mi karıştırıyorsun sen yine?" diye sordu Ahmet kalın kaşlarını çatarak.

"Yok vallahi abi bir işler karıştırmıyorum!" dedi Gülsüm. Ahmet'in sık sık baş ağrıları tuttuğundan cebinde hep aspirin taşıdığını biliyordu.

"Eh tamam o zaman, al bakalım bunu," dedi Ahmet. Aynı anda ise beyaz şekere benzeyen küçük hapı bir çırpıda, adeta kutunun jelatinini kırarak çıkardı ve uzattı. Aslında Gülsüm yalan söylüyordu. Artık sık sık bulunduğu hücredekiler tarafından dayak yediği ve kavga ettiğinden dolayı bunalıyordu. Bu sebeple sık sık intihar etmeye teşebbüs ediyordu. Aspirinin kan sulandırıcı bir etkiye sahip olduğunu bildiğinden dolayı bilerek içmişti. Etki sağlaması için yarım saat kadar yatağında oturarak bekledi. Oyalanmadı bile. 

Sonrasında, tuvalet için ayrılan kısma girdi. Önce biraz bekledi, etrafa bakındı. Gri fayanslarda hiç bir çıkıntı bulamayınca, gözleri beyaz, parlak lavabolarda gezindi. Yaklaştı. Ellerini yasladı. Ayakları ile güç almak istercesine gerginleşti, sonrasında kafasını hızla lavabonun üzerine indirdi. Büyük bir gürültü koptu. Kemiği kütledi, kanlar adeta fışkırdı. Kırmızının en hakiki rengine sahip bu sıvı, fışkırmaya devam ediyordu. Kimi gürültü üzerine kapıya yığılmış, kimisi parmaklıklara koşmuş korkuyla bağırıyordu. Ardından ikinci gürültü yükseldi banyodan. Sendeleyen Gülsüm, kafası kırmızının en hakiki tonuna boyanmış halde yere yığıldı. Titriyordu. Üşüyordu. 

Koşarak ahmet geldi. Kulağında telefon, 112'ye konum bildiriyordu. Bir yandan endişe ile eğildi. Yüzünden akan kanları boynuna ulaşan Gülsüm'ün, şakağına iki parmağını koydu narince. Sonrasında, yüz kızartıcı bir küfür ederek homurdandı. "Anasını satayım! Nabzı çok yavaş, kahretsin!" dedi. Revir çok dar ekipman olanağına sahip olduğundan kanı durdurmalarının mümkünatı yoktu. O esnada, Gülsüm mırıldandı. "Yaşamak, istemiyorum..."

Ahmet, kardeşi gibi severdi Gülsüm'ü. Sertçe yutkundu, boğazında oluşan yumruyu söküp atmak istercesine. Belki ağlamıyordu ama, yüreği içinden ağlıyordu... İç dünyası, kaostu. Bulutlar, gözyaşından yağmuru, sicim sicim akıtıyordu. Gönlünde kanayan her yanı yıkamak istercesine, daha ötelere sürüklüyordu bu gözyaşları. Ahmet, kardeşini kaybediyordu. Manevi kardeşini...

*

O anda, kan ter içinde uyandı Simay ile Eylül. Gülsüm rüyalarında, kırmızı kazağı ile siyah eşofmani ileydi. Her yanı kanlar içindeydi. Ama ince kaşları, çatıktı. Kahvenin en koyu tonundaki gözleri, öfke ile doluyordu. "İftiracılar, iftiracılar!" diye bağırmıştı. Sonra, siyahın en koyu tonuyla beslenen bir boşluğun içine, kendisini salıvermişti. İşte, o esnada Simay ile Eylül uyanmıştı. Gördüklerini anlattılar annelerine. Sonrasında ise, itiraf ettiler GülsüM'e attıkları iftirayı. İlk anda hatırlamasa da anneleri, üzerinden üç yıl geçen hazin olayı hatırlayınca öfkelendi. Bağırdı, çağırdı. Babaları yurt dışında iş gezisine gittiğinden evde yoktu ve bu yüzden rahattı bağırırken. Eylül ile Simay ise, sadece mahzun bir ifadeyle ayaklarına bakıyorlardı. Anneleri oda içinde volta atıyor, sınrada dönüp, sağ işaret parmağını sallayarak kızıyordu. 

En sonunda duvarın yanında duran tabureye adeta çöktü, dolgun parmaklarını saçlarının arasına geçirerek "of, " çekti. "Allah'ın belaları, ne iş açtınız başıma! " diyerek son bir kez daha azarladı ikizleri. Sonrasında, hışımla kalktı. Salonun en köşesine ilerledi, sehpanın üzerinde duran antika ev telefonunun üzerindeki tuşlara yanda açık duran deftere bakarak hızla bastı. Ahizeyi kulağına dayadı. Bir süre bekledi. Sonrasında "Âlo? Süleyman Bey'le mi görüşüyorum?" dedi. Karşıdan cevap gelince bir çırpıda Gülsüm'ün hakkında aklında kalanları ifade etti.

Karşıdan cevap gelirken, yüzü umutsuz bir ifadeye yer sahipliği yaptı. Sonrasında, siyah gözleri ikizlere doğru sinirle döndü. Sonrasında geri önüne dönerek, cevap verdi, "Pekala, teşekkürler. Hayırlı akşamlar dilerim." 

Ahizeyi indirirken, "Umutsuz vaka, " der gibi gözlerini yavaşça kapadı. Sonra, aklının en karanlık köşesinde bir ampul yanmış edasıyla gözlerini hızla açtı. "Çabuk üstünüze bir şeyler giyin! Gidiyoruz, "

"Ner- " demesine fırsat kalmadan Simay'ın sözlerini bir göz hareketiyle yok etti. Odalarına dağılıp, oldukça hızlı bir şekilde üstlerine bir şeyler geçirdiler. Ardından çıkışta üstlerine kalın ceketlerini geçirip, botlarını giydiler. Anneleri siyah çantasına alelacele bir şekilde telefonunu ve cüzdanını attı. Üstünde bir kaç anahtar bulunan anahtarlıkta ise pofuduk ayıcığı olan anahtarlığı bir kaç kez denedi. Sonra ki denemelerde ise kapı deliğine uyum sağlayan anahtarı döndürdü. Kilit sesi duyuldu; şıngırtıların arasından. Kapıyı açtı. Çıktılar. Saniyeler geçmeden ise, kilit sesi yükseldi dışardan. Dışarıda soğuk bir ayaz kol geziyordu. Yerde su birikintilerinin oluşturduğu küçük göletlerde ise sarı ve kırmızının tonlarındaki yapraklar yüzüyordu. Gecenin en koyu tonuyla süslenen arabaya bindiler. Motor sesi yükseldi, ilerlemeye başladılar. Huzursuz edici bir sessizlik vardı. Hastaneye kadar bu sessizliği bozan tek şey, soluk alırken çıkan minik uğultulardı...

Yoğun trafik sebebiyle, zor olsa da ulaştılar hastaneye. Sora sora yoğun bakımı buldular. Kapının önünde bekleyen iki polis memurunu arkalarında bırakarak geçtiler içeri. Duvara monte edilen sıvı sabunluğa benzeyen kutudan dezenfektan sürdüler ellerine. Ardından, yürüdüler koridor boyu. Sonrasında, yataklardan birinde yatan kireç gibi yüzü tanıdılar; Gülsüm...

Kireç gibi atmıştı yüzü. Başına akan kanın ara ara kırmızı lekeleri vardı. Kafasında dikiş olacaktı ki, üstünde ise oldukça şişkin beyaz bandaj. Gözleri kapalı, ağzında maskesi vardı. Sağ elinin, işaret parmağına takılan oksimetre kırmızı ışığı ile az buçuk bir parlaklık veriyor; takılan elektrotların kabloları ise solunda kalan panelin altına bağlanıyor, panelde ise çizgi bir aşağı bir yukarı ilerleyerek klasik "dıt, dıt... " seslerini çıkarıyordu. Sol elinde ise, serum takılıydı. Kan, borudan damla damla geliyordu Gülsüm'ün eline. Oradan ise vücuduna dağılıyordu. Simay ile Eylül koştu. Genelde Simay duygusal yapılı birisi olduğundan dolayı, ağlamaya başlamıştı. Eylül yavaşça yaklaştı. "Abla... " dedi, fısıltı gibi sesi ile. Başı öne eğik, suçlu gibi bakıyordu. Adeta, "Anne ben yapmadım... " diyen çocuk misaliydi. Elleri ile serum takılı elini kavradı Gülsüm'ün. 

Burnunu çekti. Dolan gözlerini aşağı devirerek, "Her şey için... Özür dilerim. Affet beni, hak- " demesine fırsat kalmadan, uzun bir "dıt, " sesi kulakları sağır edici bir şekilde doldurdu. Gözleri açıldı, panele kenetlendi saniyeler içinde. Her şey bitmişti...

modal aç
modal aç
modal aç