34. Bölüm

34. Bölüm

İrem Çiftçi
berceste_sb

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayınn!

İyi okumalarr 🤍

.........

"Hadi, açıl lütfen." Parmaklıkların olduğu yere biraz daha bastırdım. Tekrar tekrar denemekten ellerim aşınmıştı ama pes etmeyecektim. Buradan çıkacaktım ve her şey eskisi gibi olacaktı, sadece gücümü tekrar kullanmalıydım ama bu kahrolası güç bir türlü dışarı çıkmıyordu!

Hanımefendinin keyfini bekliyorduk. Daha geçen kullandığım gücümü şimdi kullanmama izin vermiyordu. Parmaklıkları açmama ise kesinlikle yardım etmiyordu. Tek bir sarmaşık bile onları kırmama yeterdi ama koruyucu güçlerim sanki içime kaçmıştı. Son olaydan sonra çıkmamakta ısrarcıydılar.

Keyfi bilirdi, sahibi burada öldükten sonra bakalım istediği yerde çiçek böcek çıkarabilecek miydi(!) Şimdi ihtiyacım olan şey buradan kurtulmaktı. Oturduğum yerde açan kahrolası çiçeklere ihtiyacım yoktu ama sanki kendilerini gözüme sokmaya çalışıyorlarmış gibi parlayan çiçeklere homurdanarak bakıyordum şimdi.

Güçlerim benimle dalga geçiyordu!

Bir anlık dalgınlıkla soğuk demir yüzünden elimi kestiğimde irkilerek geri çekildim. Avcumdan süzülen sıcak sıvıya iç çekerek baktım. Çok derin kesildiği için elim kandan gözükmüyordu ve ben vampirlerin olduğu bir saraydaydım. Ne kadar güzel bir zamanlamaydı... Üstelik ellerim, ayaklarım ve kanatlarım bağlıydı. Kesinlikle bir akşam yemeğine benziyordum.

Öfkeyle dolan gözlerimi avcumdan çektim ve acıya aldırış etmeden duvara yaslandım.

Ellerimle yüzümü sıvazladım, başımı bıkkınlıkla geri attım. Parmaklıkları açmak için bir gün boyunca bütün yolları denemiştim ama lanet olası demirler bir türlü açılmıyordu. Elimdeki kan yüzüme bulaşsada umursamadım. Kir, kan ve çamur içindeydim. Günlerdir oradan oraya sürüklenmekten bıkmıştım. Aslında normal bir insanın şu ana kadar açlıktan ve susuzluktan öleceğini düşünüyordum ama sanırım kurt tarafım ölmeme izin vermiyordu. Elbette yorgundum ama bu birkaç günlük bir yorgunluk gibiydi. Tuhaf bir histi...

Olduğum yere uzun zamandır kimse gelmemişti. Bir gün boyunca buradan çıkmak için uğraşmıştım ve kimse beni ziyaret etmeye, yemek ya da su vermeye tenezzül etmemişti.

Hafifçe öksürmemle gözlerimi kapattım. Arada sırada öksürüyordum. Sanırım hasta olacaktım ama bu seçenekler arasında bile değildi. Kesinlikle hasta olamazdım. Özellikle burada, vampirlerin ininde ve tutsakken.

"Çok yanlış yer..." diye mırıldandım. Hasta olursam asla çıkamazdım. Güce ihtiyacım vardı. Ben bunları düşünürken sanki nispet edermişçesine boğazım daha çok sızlamıştı. Hastalık level atlıyordu. Ne kadar hoştu!

Bakışlarımı aşınmış avuçlarıma çevirdim. Kan kurumuştu, neredeyse bir seri katile benziyordum...

Oflayıp tekrar ayağa kalktım ve parmaklıklara yöneldim. Bir açılma noktası olmalıydı...

Bulunduğum mahzenin kapısının açılmasıyla yerimden sıçradım. Parmaklıklara yaklaştım ve gelen kişiye en sinir bozucu olduğunu düşündüğüm ukala bakışlarımı attım. "Ziyaretçi kabul etmiyorum, o yüzden defol git."

Mert gülerek bulunduğum zindana yaklaştı ve alay dolu gözlerle beni inceledi. "Yaramazlık yapıp yapmadığını kontrol etmek için geldim." Dedi ve bakışlarını kesilmiş kanlı elime çevirdi. "Anlaşılan rahat durmamışsın."

Dudaklarımı büzdüm ve sırıtan yüz ifadesini inceledim. "Buradan çıkana ve seni gebertene kadar rahat durmayacağım." Sözlerimle gözlerini devirdi.

"Buradan çıkamayacaksın, Dolunay. Kendine başka bir hobi bulmaya başlasan iyi edersin..." Dedi ve havadaki kan kokusunu almak istermişçesine derin bir nefes çekti içine. "Ayrıca vampirlerin olduğu bir yerde elini kesmek sence ne kadar mantıklı?” Kendini tutamadığı çok belliydi. Kahrolası vampir, istediği kadar kudurabilirdi.

Omuz silkerek kollarımı önümde kavuşturdum ve duvara yaslandım. Bıkkınca bir nefes daha aldı. Hemen ardından burnunu tutarak seri adımlarla zindandan çıkmıştı. Birkaç kez homurdanmayı da ihmal etmemişti. Hoş, zaten burada kalsaydı kendini tutamayacaktı. Kanımı içerse bu sefer güç müç dinlemez onu gerçekten gebertirdim.

Elimi kesmem bir işe yaramıştı en azından. Yavaşça iç çekerek zindana kısa bir bakış attım. Şu ana kadar birilerinin gelip beni kurtarması gerekmiyor muydu? Hani filmlerde ve kitaplarda öyle oluyordu? Ben niye günlerdir buradaydım? Beyaz atlı prensimin falan gelip beni şu ana kadar çıkarması ve sarayımıza giderek mutlu mesut yaşamamız gerekiyordu ama ne yazık ki şeytanım beyaz atlı bir prens değildi. Daha doğru bir tabirle o siyah atlı bir prens olurdu.

Düşüncelerimle kıkırdadım. Kesinlikle deliriyordum.

Sanırım onu benim kurtarmam gerekecekti. Abimin geleceği falan yoktu, mucizevi şekilde bir iyilik meleği falan da gelmeyecekti büyük ihtimalle... Eh, zaten Savaş’ta kendinde değildi. Nerede olduğunu bildiğinden bile şüpheliydim.

Film çekmiyoruz Dolunay, yalnızsın anla işte... Sus derdim ama ne yazık ki haklısın iç sesim. Hemde çok haklısın.

Sonuç olarak güçlerim patlayıp beni aniden mükemmel bir koruyucu yapmayacaktı. Şey, sanırım bunu beklemek çok ütopik olurdu. Geçen sefer ki olay ne yazık ki sadece öfke patlamasıydı.

Oflayıp burnumu çekerek eski yerime döndüm. Boğazım aşırı derecede ağrıyordu. Biraz gözlerimi dinlendirmek istemiştim ama geri açtığımda uyuyakaldığımı fark ettim. Dışarıdan bir takım sesler geliyordu. Gözlerimi devirdim ve oraya hitaben konuştum. "Mert, defolup gitmeni söylerken ciddiydim seni kahrolası vampir!" Bir rahat vermiyordu!

"Mert değilim, o yüzden bu cümleyi dikkate almayacağım..." Tanıdık bir ses duymamla hızla yerimden doğruldum. Alp...

"A-ama siz nasıl?" Şaşkın bakışlarımı Alp'in yanında, zindanımı açmaya çalışan Ela’ya çevirdim. İyi görünüyorlardı, temizlenmiş ve yeni kıyafetler giymişlerdi. Alp’in üzerindeki zırh resmen parlıyordu, üzerine bir sürü keskin alet ve iki kılıç yerleştirilmişti. Ela’nın üzerinde ise mor bir cübbe vardı.

Ela bir takım sihirli sözcüklerle kapıyı açmaya çalışırken Alp konuştu. "Seni burada bırakacağımızı düşünmüyordun herhalde." Dedi ve devam etti. "Sana bir borcumuz var, koruyucu. Biz kimseyi geride bırakmayız." Ela parmaklıkların sonunda açılmasıyla sevinçle çığlık attı ve üstüme atladı. Sıkıca sarıldığımızda dolan gözlerime rağmen güldüm ve bende ona sarıldım.

“Teşekkür ederim. Çok teşekkür ederim.” Dedim ve geri çekilip kızarmış gözlerimi Alp’e çevirdim. Şeytan asker bana yaklaşıp zırhındaki gözden çıkardığı hançerle kelepçelerimi kırdı. Parçalanan kelepçeler yere düşerken bileklerimi ovuşturup kanatlarımı esnetmiştim.

Sonunda dışarıya adım attığımda Ela kenara çekildi, Alp ise yüzünü buruşturup üzerimi inceledi. "Berbat görünüyorsun." Dediğinde kardeşi onu dürttü.

"Sağ ol ya" dedim ve gülerek başımı salladım. Elbette berbat görünüyordum.

"Her neyse, daha fazla oyalanmayalım. Buradan çıkmamız gerekiyor." Dediğinde Alp, Ela onu onayladı. Büyücü kız yanıma yaklaşarak yanında getirdiği çantadan çıkardığı siyah pelerini bana uzattı.

"Bunu giy ve başını kapat." Dediğini yapıp kanatlarımı sırtımda sıkıca katlayıp uzun beyaz tüyleri pelerinin altına sığdırmaya çalıştım ve başlığını sıkıca kapattım.

Mahzenin büyük, demirden yapılan kapısına doğru ilerlerken planlarının ne olduğunu ve içeri nasıl girdiklerini soracaktım ama Alp benden hızlı davranarak aklımdaki soruyu cevapladı. "Şimdi Dolunay, bizi iyi dinlemeni istiyorum çünkü bir kez anlatacağız." Dedi ve mahzenin kapısının önünde durarak bana döndü. "Tek başına ilerlemek zorundasın. Biz Savaş’ı alacağız."

Alp’in söyledikleriyle rahat bir nefes aldım. Tamda onları şeytanı almaya ikna etmeyi düşünüyordum. Onu geride bırakamazdım.

Ela cebinden boş bir sayfa çıkardı ve ellerini üzerine getirdi. "Salida del palacio..." dediğinde boş kağıdın üzerinde beliren haritaya kaşlarımı çatarak baktım. Evet, bu kız kesinlikle büyücüydü.

Ela parmağıyla haritanın üzerindeki bir yeri işaret etti ve yanıma yaklaşıp o yeri görmemi sağlayarak konuşmaya başladı. "Senin için bu koridoru boşalttık. Koridor, arkadaki çıkış kapısına gidiyor." Haritanın üzerinde parmağını gezdirerek çıkış olduğunu tahmin ettiğim bir yeri gösterdi. "Kapıdan çıktıktan sonra halkın içine karışacaksın ve bir kulübeye gireceksin." Haritanın üzerinde siyah, eski bir kulübe belirdi. "İçerideki kadın bizden, sana yardımcı olacaktır. Ona koruyucu olduğunu söylemen yeterli." Dedi ve kağıdı aceleyle elime tutuşturdu.

"Biz gelmeden yerinden kıpırdamıyorsun ve o kadın dışında kimseyle konuşmuyorsun, Dolunay." Alp gözlerimin içine baktı. "Anlaşıldı mı?" Başımı olumlu anlamda salladım.

İçimi yiyip bitiren soruyu nihayet sorma vakti gelmişti. "Savaş? O da gelecek değil mi?" Sorduğum soruyla ikisi de duraksadı.

"Merak etme, sizi kavuşturacağız" Dedi Alp sırıtarak. Kızardım ve bakışlarımı kaçırdım. "Pekala, çok oyalandık. Gidelim."

Birkaç dakika sonra Alp ve Ela’dan ayrılmış, gerçektende boş olan koridorlarda ses yapmamaya çalışarak elimdeki haritayla ilerliyordum. Acaba buradaki vampirleri nasıl halletmişlerdi? Gerçi Alp’in gücünün bir kısmına avcıların zindanında şahit olmuştum. O asker kesinlikle birkaç vampiri yenebilecek güçteydi.

Başımı salladım ve gereksiz düşüncelerimden sıyrıldım. Bir an önce çıkış kapısını bulmalıydım. Birkaç koridor sonra gözlerim büyük, siyah ve aralık olan kapıya takıldığında adımlarımı yavaşlatmıştım. Çıkış kapısı bu olmalıydı. Resmen sevinçten çığlık atacaktım!

Çok düşünmeden kapıyı araladım ve temiz havaya çıktım. Güneş ışınları gözlerimi yakıyordu ama umursamadım. Temiz havayı derin derin içime çekerek başımı eğdim ve kimseyle göz göze gelmemeye çalışarak siyah kulübeyi aramaya başladım. Bakışlarım yerde olduğu için birine çarptım ama o kişiye bakmadan, "Pardon" diye mırıldanıp yanından hızla geçtim.

Etraf çok kalabalıktı. Yan yana dizilmiş farklı çeşit dükkanlar olduğu için kulübeyi bulmam zor olmuştu ama en sonunda karşımda büyük siyah kulübeyi görmemle tedirgin nefesimi yavaşça dışarı vermiştim.

Dikkat çekmemek için hızlıca kapıyı açıp içeri girdim ve arkamdan kabaca kapattım. Temkinli bir şekilde etrafa kısa bir bakış atarak Ela'nın bahsettiği kadını aramaya başladım.

İçerisi çok sessizdi. Sanki kimse yaşamıyordu...

Tam yanımdaki geniş salondan ses gelmesiyle irkilerek oraya döndüm. "Koruyucu," Orta yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir kadın önümde durmuş beni süzüyordu. Sonunda beni süzmeyi bıraktı ve konuşmaya devam etti. "Ben sarayda çalışıyorum. Kraliçe beni buraya koruyucuyu ve oğlunu kurtarmam için gönderdi." dediğinde afalladım.

Annemin eskiden yaşadığı, Ela ve Alp’in geldiği krallıktan, Melek ve Şeytan krallığında bahsediyordu. Bu kadında bir melekti. Sırtında katladığı kanatları parlak bir beyazdı.

"Kraliçenin burada olduğumuzdan haberi var mı? Ama nasıl?" Gerçek bir kraliçeden bahsediyorduk, vampir olandan değil. Beni tanıyor muydu?

"Elbette haberi var. Bizi bunun için görevlendirdi." Dedi yemek masasındaki bir sandalyeyi çekip oturarak. “Sadece planı gerçekleştirmemiz için hazırlanmamız gerekti, o yüzden biraz geç kaldık. Ela ve Alp gönüllü oldular. Koruyucuya, yani sana borçlu olduklarını söyleyip hiç düşünmeden buraya gelmeyi teklif ettiler.”

Daha demin kraliçenin oğlunun da burada olduğunu söylemişti... Yani bir prensin. O da mı burada tutsaktı? O da mı vampirlerin eline düşmüştü? İyide bir prensin daha korunaklı yerde olması gerekmez miydi? Burada ne işi olabilirdi ki?

"Şu prens...o da mı tutsak?" dedim kapının yanından ayrılıp kadına yaklaşarak.

Kadın başını yavaşça salladı ve hüzünle gözlerime baktı. "Krallığa haber gittiğinde herkes çok endişelendi. Özellikle kral ve kraliçe. Resmen sarayda kargaşa çıktı.” Kadın sıkıntıyla iç çekti. “Zaten prens uzun bir süredir ortalarda yoktu. Bizde çözüm yolu olarak bunu bulduk." Dedi ve bakışlarını üzerimde gezdirdi. "Sen... İyi misin?"

Gözlerimi kapattım. Gerçekten iyi miydim? Kesinlikle değildim. "İyiyim, çok iyiyim..." Titriyordum. Sinirlerim boşalmıştı. Bir kraliçe sayesinde kurtulmuştum, şeytanda onun sayesinde iyi olacaktı. Kraliçeye kesinlikle bir minnet borcum vardı. Savaş ve ikimiz ona borçluyduk.

Kadın eliyle sandalyeyi işaret etti. "Otur istersen. Onların gelmesi uzun sürer." Dedi ve bakışlarını tereddüt eden bedenimde gezdirdi. Yüz ifadesi anlayışla yumuşadı. "Merak etme tatlım, burası büyüyle korunuyor. Bizim dışımızda kimse giremez."

İç çekerek sandalyeye yerleştim ve pelerinin başlığını geriye iterek yüzümün ortaya çıkmasını sağladım. Konuşmaya başladığında kadını dikkatle dinledim. "Sarayda koruyucular hakkında konuşuluyordu. Hemde çok uzun bir zamandır. Herkes seni merak ediyordu." Dedi ve duraksadı. "Şimdi ise herkes büyük bir ihtimalle prensi bekliyor." Merak dolu bakışlarımı yüzüne çıkardım.

Kimdi bu prens? Aslında tanısam dahi pek umrumda olacağını sanmıyordum, şimdilik tek istediğim Savaş'ın kurtulmasıydı ve buradan gitmekti ama sanırım kraliçeye borçluyduk, o yüzden yanımızda prens olmadan gidemezdik.

"Kim bu prens?" Sorar gözlerle kadına baktım. "Ben tanıyor muyum? Belki yardımım dokunur." Bu soru kesinlikle nezaketendi çünkü işe yarayacağımı hiç sanmıyordum. Daha kendimi zor kurtarmıştım.

Kadın tam soruma cevap verecekken kapı açıldı. Ela ile Alp içeri girdi. Hemen oturduğum sandalyeden kalktım. Savaş ortalarda gözükmüyordu. Kaşlarımı çattım ve bakışlarımı Alp’e yönlendirdim. "Savaş nerede? Onu bulamadınız mı? Kurtaracağız demiştiniz..." Alp sabırsızlığım karşısında güldü ve konuşmaya başladı.

"Merak etme, yemedik şeytanını." Dedi, ardından bir adım atarak yana çekildi. Kapıdan giren bedeni görmemle gözlerim parladı.

Benim ona yönelmeme izin vermeden hızla içeri girip kollarını bedenime dolayan şeytanla gözyaşlarımı serbest bıraktım. “Savaş!” başımı boynuna yaslayıp iç çekerek ağladığımda şeytan ellerini saçlarıma çıkardı ve yavaşça okşadı. Çok özlemiştim...

"Buradayım melekcik, bırakmadım seni..."

.......

Devam edecek...

İnstagram; irem_cft_

Bölüm : 06.06.2025 22:22 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...