
Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayınn!
İyi okumalarr 🤍
.............
Bakışlarımı elimi tutan Savaş'ın yüzüne çıkarmıştım ama o bana bakmıyordu. Usulca elimi tutuyor ve benim yaptığım gibi sessizce kulübeleri süzüyordu. Bakışları sertleşmişti, o da biliyordu bazı şeylerin artık eskisi gibi olmayacağını ama bunu yanımda dillendirmekten kaçınıyordu. Hayatım birkaç günde tepetaklak olmuştu.
Derin bir nefes alıp gözlerimi şeytanın kısılmış gözlerinden çekip tekrar kulübelere çevirdim. Gökyüzü, sanki buraya vedamızı hissetmiş gibi sabahki güneşin yerini kasvetli bulutlara bırakmıştı. Yağmur yağacağa benziyordu.
Yavaşça iç çektim ve elini tutmaya devam ederken başımı usulca Savaş'ın omzuna yasladım. Bir kanadını etrafıma dolayarak beni daha çok çekti kendine. Hafifçe güldüm.
"Sanırım artık yeni bir yolculuğa hazırım." Dedim ve gözlerimi kapattım. Bakışlarının bana döndüğünü hissettim.
Burnumun üzerinde soğuk bir yağmur damlası hissetmemle gözlerimi açtım ve başımı kaldırdım. Yağmur gitme zamanının geldiğini söylüyordu. Zamanla hızlanan damlalara homurdanarak baktım.
"Dolunay," Şeytan adımı mırıldandığında ne demek istediğini anladım. Artık gitmemiz gerekiyordu. Zaten yağmurda daha fazla kalırsam kanatlarım ıslanacak, hassas tüyler ağırlaşacak ve yürümemi kesinlikle zorlaştıracaklardı.
Yavaşça yutkundum ve yanan gözlerimi umursamadan şeytanın beni yönlendirmesine izin verdim. Arabaya gelene kadar elimi bırakmamış, arka kapısını açarak binmemi sağlamıştı. O da şoför koltuğundaki Alp'in yanına, ön koltuğa oturduğunda bir süre etrafa sessizlik çöktü. Sessizliği bozan ise Alp'in arabayı çalıştırması oldu. Bizi sessizce izleyen abi kardeş kesinlikle düşüncelerini ele vermeselerde Alp’in birkaç kez sırıtarak bize baktığına şahit olmuştum.
Yol boyunca birden fazla kez imalı sözlerde bulunmuştu ama şeytan her seferinde onu susturmuştu.
Arka koltukta ben ve Ela sessizce oturuyorduk. Savaş ve Alp ise bir şeyler hakkında konuşuyorlardı ama pek ilgilendiğim söylenemezdi. Başımı cama yaslayıp üşümemek için kanatlarımı bedenime doladım ve camdan süzülen yağmur damlalarını izlemeye başladım. Ormanın içinde, gür ağaçların arasında patika boyunca ilerliyorduk. Nereye gittiğimiz hakkında hiçbir fikrim yoktu. Sadece Krallığa gittiğimizi biliyordum.
Krallıkla ilgili endişelerim vardı... Ya Savaş'ın ailesi beni sevmezse? Yanlarında fazlalık olmak istemiyordum, bu durum canımı çok sıkıyordu. Savaş'ın her seferinde sorun yok demesi beni rahatlatmıyordu. Biliyordum bir sorun vardı. En büyük olanı ise Savaş'ın ailesine benim yüzümden yalan söylemesiydi. Umarım bu yalan çok büyük bir kavgaya yol açmazdı çünkü şeytan uzun zamandır yanlarında değildi ve bunun sorumlusu bizzat bendim.
Benden hoşlanmayabilirlerdi.
Yolculuktaki rahatsız uykumdan, arabanın durmasıyla uyandım. Boynum arabada uyuduğum için tutulmuştu. Oflayarak diğerlerinin yaptığını yaparak arabadan indim ve pelerinime sarılarak kapıyı arkamdan kapattım. Etrafı incelerken yüzüm buruştu. Yağmur dinmişti ama bulutlar ısrarla gökyüzünde durmaya devam ediyordu. Kısık bakışlarımı gökyüzünden çektim ve önümdeki büyük kaya kütlesine çevirdim. Bir dağın önünde durmuştuk.
"Neden burada durduk?" Arabanın bagajından bir takım kılıç ve hançer çıkaran Alp ve Savaş’a yöneltmiştim sorumu. Ela’da yanlarındaydı.
Hayır, onlara ne için ihtiyaç duydukları hiç ilgimi çekmiyordu, bunu sormayacaktım. Şeytan iki kılıcı ve hançerleri kemerine sabitleyerek yanıma geldi. Dağa kısa bir bakış attı. Siyah pelerini kanatlarını örtüyor, arkasında dalgalanıyordu. Bu durumda bile nasıl bu kadar muhteşem görünüyordu?
Benim saçlarım uyuduğum için karışmış, üzerimdeki kıyafet ise şimdiden buruşmuştu.
Vampirlerin yanındayken ona sırnaşan güzel kızı hatırlayınca irkildim. Bu halimle o kızın yakınına bile yaklaşamazdım ama evet, şu anda kıskançlık krizine girmenin sırası değildi.
"Geçiş kapısı burada." dediğinde daldığım düşüncelerden sıyrılarak kaşlarımı çattım ve bakışlarımı ondan çekerek dağa yönelttim. Taş kütlesi son derece normal görünüyordu.
Savaş gözlerini dağdan çekti ve Ela’ya dikti. Ela, ne demek istediğini anlamış gibi harekete geçti. Büyük dağın tam karşısına geçip ellerini bir noktada yan yana sabitleyen büyücü kızı merakla izledim. Bir takım sözler mırıldanıp geri çekildiğinde ise hiçbir şey olmamıştı.
Kaşlarım daha fazla çatıldı. Dağ hala sıradandı. Bir çeşit kapıya falan dönüşmesini ya da açılmasını beklemiştim aslında ama sanırım bu çok fantastik kaçardı.
Kanatların var Dolunay ve yanındaki kız bir büyücü. Daha ne kadar fantastik olabilir ki?
Asla susmayan iç sesime gözlerimi devirdim.
Boğazımı temizledim ve konuşmaya başladım. "Kapının açıldığına emin miyiz?" Savaş bana yandan bir bakış atarak sırıttı.
"Yine aynı hataya düşüyorsun, melekcik. Bir şeyin olması için senin onu görmen gerekmiyor. İnanman yeter." Kapı açılmıştı ama biz onu göremiyorduk...
Ela elini yavaşça kaya parçasına tekrar uzattı ve başını arkasına çevirerek bana baktı. İzlediğimden emin olmak istiyordu. Yüzünde yumuşak bir gülümseme belirdi ve önüne dönerek elini sert kayanın, dağın içine daldırdı. Görüntü karıncalansada dağ olduğu yerde duruyordu ama tanrı aşkına, sanki buhardan yapılmış gibiydi. Eli dağın içinden geçmişti!
Bu sahne karşısında şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. Başka bir boyuta geçiyorduk ve bundan insanların haberi yoktu. Doğaüstü varlıklar böyle saklanıyorlardı. Aramızda dolaşsalarda asıl yaşadıkları yer bu boyut olmalıydı.
Ela, başını tekrar bize çevirdi ve konuşmaya başladı. "Sizi kapının diğer tarafında bekliyor olacağım." Dedikten sonra tereddüt etmeden dağın içine girerek gözden kayboldu.
Dudaklarımı endişeyle dişledim ve başımı şeytana çevirdim. O ise bakışlarını bende değil, dağda sabitlemişti. "Alp..." diye seslendiğinde kapıya yakın duran Alp bize döndü. Şeytan gözleriyle beni işaret etti. "İlk defa başka bir boyuta geçecek..." Dedi ve devam etti. "Bir sorun olur mu?"
Alp duraksadı. Kaşlarını çatmış, bir şey düşünüyor gibiydi. “Ne yalan söyleyeyim...” dedi ve ellerini beline yaslayıp bakışlarını dağ ile benim aramda gezdirdi. "Hiçbir fikrim yok. Bunu daha önce hiç düşünmemiştim." Cevabıyla gözlerimi devirdim. Harikaydı.
Bıkkınlıkla iç çeken ve yüzünü sıvazlayan şeytanı umursamayan Alp, bana bakarak konuşmaya devam etti. "Bir şey olmaz..." Dudaklarını büzdü. “Diye umuyorum."
Şeytan saçlarını karıştırdı ve şüpheyle kısılan gözleriyle bana baktı. "Dolunay... ters giden bir şey hissedersen bana söyleyeceksin." Ciddileşmişti. "En ufak şeyi bile bileceğim." Sözünü ikiletmedim ve başımı olumlu anlamda salladım.
Yanıma gelip daha fazla bekleme yapmadan beni sırtımdan, dağın olduğu yere doğru itekledi. Yavaş adımlarla ilerliyordum, Savaş ise tam arkamdaydı.
Dağın tam önüne geldiğimizde endişeyle duraksadım. O sırada ise ensemde bir nefes hissetmemle irkildim. Savaş başını kulağıma doğru eğmişti. "Tam arkanda olacağım. Korkma." Başımı hafifçe salladım ve dudaklarımı dişlemeyi bırakıp gözlerimi kapatarak ilerledim.
Karşı tarafa tek parça geçmek istiyordum, filmlerdeki gibi parça parça değil ve Vampirlerin elinden bile sağ salim -bu biraz şüpheli olsada- kurtulan ben bir geçitte yaralanırsam onurum ve gururum kesinlikle beni terk ederdi.
Derin derin nefesler alarak ileri doğru aceleci adımlarla yürüdüm. Şeytanın eli hala belimdeydi, şimdilik bir sıkıntı yoktu. Sadece dışarıdan daha soğuk bir hava basıncı bütün bedenimi kaplayarak titrememe neden olmuştu ama hala tek parçaydım.
Karşı tarafa geçtiğimizi havanın ısınmasından anladım. Tam gözlerimi açıp tek parça olduğum için sevinç çığlıkları atacaktım ki şey...
Siktir.
Etraf bulanıktı. Gözlerimin bozuk olmadığına emindim ama şimdi... etrafı aşırı derecede bulanık görüyordum. Önümde ilerleyen Alp bulanık bir silüetten ve birazda renklerden ibaretti. Çevreden bahsetmek bile istemiyordu çünkü yoktu. Sadece yeşillik ve havada uçan siyah beyaz şeylerden ibaretti. Onların melek ve şeytanlar olduğunu tahmin ediyordum.
Bu sadece benim başıma gelmek zorundaydı zaten!
En azından tek parçaydım...
İç sesime karşın sinirle iç çektim. Kapının yan etkisi olmuştu.
Tereddüte düşen sesimle hala yanımda olduğunu hissettiğim şeytana seslendim. Alp’le konuşarak benimle yürüyordu. Etrafta çok ses olsada beni duymasını umuyordum. "Savaş..." Yerimde duraksadım. "Sanırım bunu söylemem gerekiyor. Bence çok önemli yani. Bilemedim şimdi..." dediğimde şeytanın sırtımdaki eli kasıldı ve ani bir şekilde beni kendine çevirdi. Bir şey olduğunu anlamıştı.
Ne yazık ki sadece yüzünün silüetini görebiliyordum. Diğer her şey bulanıktı. Yanına bir kişi daha geldiğini hareketlenmeden anlamıştım. Bu Alp olmalıydı. Şeytan ellerini yüzüme çıkardı. "Sorun ne? Neyin var?" Gözlerimi bulanıklığın geçmesi için tekrar kırpıştırdım. Dikkatli bir şekilde yüzümü incelediğini hissediyordum.
"E-etraf bulanık." dedim. Sesim titremişti çünkü endişesi beni de strese sokuyordu!
Şeytan başını hızla Alp’e çevirdi. Yüz ifadesini göremediğim için ne yaptığını anlayamıyordum. "Alp!" Dedi ve konuşmaya devam etti. Ne dediklerini duyamıyordum. Tek odaklandığım etraftı. Gittikçe bulanıklaşıyordu! Bu nasıl oluyordu?
Şeytanın elini izimde hissettiğimde irkildim. Ne yapmaya çalışıyordu? "Savaş?" dediğimde hızlıca konuşmaya başladı.
"Şimdi seni uyutacağım, uyandığında her şey düzelmiş olacak." Başımı olumsuz anlamda salladım. Kollarına tutunarak onu engellemeye çalıştım.
"Hayır! hayır olmaz! Etrafı görmem lazım benim!" Bilinmemezlik beni delirtiyordu. Elini izimden çekmediğinde itirazımın bir işe yaramadığını anladım. Dinlemiyordu beni. “Savaş! Uyumak istemiyorum şeytan!”
Nefes alıp verişim yavaşlarken bilincimin kapandığını hissediyordum. Gözlerim kapanmadan önce şeytanın sesi kulağımda yankılandı. Kucağına bir külçe gibi yığıldığımda kolları ve kanatları beni sımsıkı sarıyordu.
Bu bağ beni delirtiyordu!
"Üzgünüm melekcik..."
........
Uykumdan, birinin beni ısrarla dürtmesiyle uyanmıştım. Huzursuzca homurdandım ve yattığım yerden doğrularak gözlerimi açtım. Ela’nın ısrarcı yüz ifadesi görüş açıma girdiğinde gözlerimi ovuşturdum ve derin bir nefes aldım.
Neyse ki etraf bulanık değildi. Eskisi gibi görüyordum. Sanırım geçici bir yan etkiydi.
"Hadi, kalk artık Dolunay! Acele etmemiz lazım." dediğini algılayamadığım için yüzüne dik dik bakmaya devam ettim. Niye acele ediyorduk? Benim daha o şeytandan soracak bir hesabım vardı. İznim olmadan resmen beni herkesin ortasında uyutmuştu.
Homurdanarak yatakta oturur pozisyona geldim ve etrafa göz gezdirdim. Büyük, oldukça büyük bir yatak odasındaydım. Burası neredeyse bir daire büyüklüğündeydi ve mobilyalar incelikle tasarlanmış gibi duruyordu. İçeride birinin ihtiyacı olacak her şey vardı. Küvetten duvara dayanmış yemek masasına kadar... Yattığım çift kişilik büyük yatağa ve kadife kırmızı kumaşlara bakılırsa bu evin sahibi oldukça zengindi. Dışarıda büyük bir balkon bile vardı. İçeriden bir kısmını görebiliyordum.
Peki... benim burada ne işim vardı?
Ela soru dolu bakışlarıma karşın cevap verdi. "Sana sonra anlatacağım, şimdi gerçekten acele etmemiz gerekiyor." Dediğinde iç çektim ve yataktan kalktım. Kimin odasında olduğumu dahi bilmiyordum. Tek tesellim yanımda Ela’nın olmasıydı.
"Banyo yan tarafta." Ela eliyle banyoyu işaret ettiğinde başımı sallayarak oraya ilerledim. Bazı şeyleri üsteleyecek gücüm yoktu çünkü uyku sersemiydim ve bağım şeytanı göremediğim için huzursuzlanmaya başlıyordu.
Büyük banyoya aldırış etmeden lavabonun önüne geldim. Musluğu açıp yüzümü soğuk suyla yıkayarak uykumun açılmasını sağladım. Yüzümü yan taraftaki havluyla kuruladıktan sonra bir süre karşımdaki aynayla bakıştım. Biz niye acele ediyorduk ve Savaş neredeydi?
"Dolunay!" Ela'nın seslenmesiyle daha fazla oyalanmadan banyodan çıktım. Yanına gittiğimde yatağın üzerine bıraktığı beyaz elbiseyi çatık kaşlarla inceledim. Biz gerçekten de neredeydik?
Elbise beyaz, sade bir elbiseydi. Sadece... asla insanların arasında giydiğim modern elbiselere benzemiyordu, hayır. Bu tarz bir elbisenin ortaçağda giyinildiğini düşünüyordum ama etrafta elektrik vardı. Uçları yere kadar uzanan, belinde bir korse olan elbisenin sırtı kanatlarım için hafif açıktı. Elbiseyi incelemeye devam ederken konuşmaya başladım. "Neredeyiz biz?" dediğimde Ela cevap vermedi. Masanın üzerinde hararetle bir şeyle ilgileniyordu.
Derin bir nefes aldım ve üzerimi inceledim. Üstümdeki kıyafetler kötü sayılmazdı, neden başka bir kıyafet giyiyordum ki?
Ela yanıma, elinde bir tarakla ve birkaç gümüş takıyla geldiğinde gözlerimi şüpheyle kıstım. "Baloya mı gidiyoruz? Ne bu hazırlık?" dediğimde gülümsedi ve makyaj masasına oturmamı sağladı.
"Kral ve Kraliçenin karşısına kötü bir görüntüyle çıkmak istemezsin diye düşündüm." Tanrım! Biz bir saraydaydık! O yüzden burası bir odaya göre daha büyük ve şatafatlıydı. Ela saçlarımı dikkatle taramaya başladığında aynadan çatık kaşlarımla onu izliyordum.
Biz Savaş'ın evine gitmiyor muyduk? Ne işimiz vardı sarayda?
"Savaş nerede?" dediğimde sırıtması daha da büyüdü. “O şeytana soracağım bir hesap var. Beni uyutmamalıydı.” Tabii bu biraz bahaneydi, onu bir an önce görmek istediğimi bilmesine gerek yoktu. Saçıma birkaç toka sıkıştırıp gümüş takıları bedenime takıştırdığında eserini görmek için geri çekildi ve memnun kalmış gibi gülümsedi. Hakkını vermeliydim, dağılmış görüntümü kesinlikle birkaç dakikada toplamıştı.
Güzel görünüyordum. Sanırım bu halimi ilk şeytana göstermek istiyordum.
"Bunu giysen iyi olacak." Ela bana yataktan aldığı elbiseyi uzattı. Tereddüt etsemde haklıydı, kral ve kraliçenin karşısına böyle çıkamazdım. Üstelik geleneklerini bilmiyordum, saygısızlık olarak algılayabilirlerdi.
Elbiseyi lavaboda giydikten sonra dışarı çıkıp duvar kenarındaki aynadan kendime bakmıştım. Elbise askılı olduğu için omzumdaki koruyucu olduğumu gözler önüne seren izim belli oluyordu. Kanatlarımın rengiyle oldukça uyumluydu. Botlarım hala ayağımdaydı, zaten elbiseden belli olmuyorlardı.
Bakışlarım boynuma kaydı. Mert'in yaptığı dövme tamamen gitmişti. Onu neredeyse unutacaktım. Hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolmuştu ve içimden bir ses bunun saraydaki şifacılar sayesinde olduğunu söylüyordu.
Kahverengi dalgalı saçlarımı düzelterek Ela’ya döndüm. Rengim yerine gelmişti, hastalandığıma dair bir iz bile yoktu. Çok iyi hissediyordum.
"Çok güzel görünüyorsun." Ela konuştuğunda hafifçe gülümsedim. O da mükemmel görünüyordu. Zindanda karşılaştığım kız gitmiş, yerine güçlü bir kız gelmişti. Üzerindeki mor elbise ve cübbe büyücü olduğunu gözler önüne seriyordu.
Daha fazla bekleme yapmadan ve birazda merakla adımlarımı odanın içindeki büyük balkona yönelttim. Biliyordum, acelemiz vardı ama bunu görmem gerekiyordu. Balkonun kapılarını açıp temiz havaya çıktığımda, nutkum tutuldu. Bu balkon büyük bir şehre... Şehre demek az kalır, ülkeye açılıyordu. Evler ve ağaçlar göz alabildiğince uzanıyordu. Hava güneşliydi, etraf rengarenkti. Bizim yaşadığımız insan şehri gibi değildi. Daha güzeldi. Kesinlikle sihirliydi. Sonu bile gözükmüyordu...
İşte burası kesinlikle bir krallıktı.
Melek ve Şeytan Krallığıydı.
"Dolunay," Ela bana seslendiğinde bakışlarımı bu büyüleyici görüntüden çekmek zorunda kaldım. Odanın kapısına dayanmış, gitmek için beni bekliyordu. Bana şehri görecek zamanı vermişti. Ona minnettardım.
Derin nefesler alarak ve birazda heyecanla yanına ilerledim. Bir kral ve kraliçeyle tanışacağıma inanamıyordum! Çok ani olmuştu.
"Artık gerçekten hızlı olmalıyız. Kraliyet ailesini bekletmek istemeyiz." Dediğinde biraz endişelenmiş olabilirdim. Kraliyet ailesi demişti. Ailesi... prens ve prensesler. Bu endişemi dahada arttırmıştı işte.
Koruyucu olduğumu öğrenmiş olmalılardı, sanırım bu yüzden benimle konuşmak istiyorlardı. Koruyucular, yani Yiğit ve ben onlar için önemliydik. Kraliçe beni vampirlerden kurtardığında bu kesinleşmişti.
Melek ve şeytan muhafızların ara ara sıralandığı uzun koridorlarda ilerlerken onlara bakmamak için özen gösteriyordum. Nedense ciddiyetleri beni geriyordu. "Alp nerede?" diye sorarak sessizliği bozdum.
"Abim askerlerin başına geçti. Uzun zamandır tutsak olduğumuz için yoktuk." Askerlerin başı dediğine göre komutan oluyordu. Alp bir komutandı, zaten pekte sıradan bir askere benzemiyordu.
Sonunda büyük, altından yapılma ve çevresine melek ile şeytan resimlerinin kazındığı kırmızı kapının önünde durduk. İki yanına dört muhafız yerleştirilmişti. Muhafızlar bizi dikkatle incelediğinde yutkundum. Ortamdaki ciddiyet beni çok geriyordu. Bu kapı taht salonuna açılıyor olmalıydı.
Muhafızlar sonunda içeri girebileceğimize kanaat getirmiş olacaklar ki büyük kapıyı yavaşça aralamaya koyuldular. İçeri bizden önce giren muhafız kim olduğumuzu kraliyet ailesine haber verdi.
Doğa Koruyucusu. Ben kesinlikle buydum ve sanırım artık koruyuculuğu daha çok benimsiyordum.
Derin derin nefesler alarak yanımda Ela ile içeri girdim. Onun varlığı beni rahatlatıyordu ama keşke şeytanda burada olsaydı diye içimden geçirmeden edememiştim. Sonra ise salonunun büyüklüğü karşısında duraksamıştım. Her bir tarafta muhafız vardı. Zeminden daha yüksekte duran uzaktaki bir platforma büyüklükleri farklı beş adet taht yerleştirilmişti. Kral ve Kraliçe en ortadaki eşit iki tahtta oturuyordu. Arkalarında bile muhafızlar vardı.
Kraliçe bir melekti, başına altın bir taç özenle yerleştirilmişti. Kral ise bir şeytandı. Onun tacı kraliçe ile aynıydı ama tacın boynuzlarının etrafını saran kıvrımları daha keskindi. Ürkütücü göründüğünü söyleyebilirdim.
Kraliçenin yanında benden dört beş yaş küçük melek bir kız vardı. Tahtı ve tacı diğerlerinden küçüktü. Kralın tam yanındaki tahtta ise oğlu oturuyordu. En büyük oğulları olmalıydı, bir melekti ve kral ile kraliçeden sonra en büyük taht ile taç onundu.
Bakışlarım en sondaki tahta kaydı.
Tam umursamadan bakışlarımı çekecektim ki anladığım şeyle donakaldım. Gözlerimi kırpıştırarak en son tahtta oturan şeytanın mavi gözlerine büyük bir şokla baktım.
Tahtta Savaş oturuyordu...
Ve sırıtarak bana bakıyordu. Önce neler olduğunu idrak edemedim, sonra ise başındaki altın tacı gördüm.
"S-savaş?" Şok dolu ses tonum taht salonunda yankılandı.
Şeytanın sırıtması dahada büyüdü ve tahtta daha çok yayıldı. O da beni süzüyordu.
Kralın konuşmasıyla kendime geldim ve şaşkın bakışlarımı Savaş’tan çekmek zorunda kaldım.
.............
Devam edecek...
İnstagram; irem_cft_
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 44.32k Okunma |
4.65k Oy |
0 Takip |
43 Bölümlü Kitap |