4. Bölüm

4. GEÇMİŞİN GÖLGESİ

Elveria
elveria_

Tufan Şahiner

 

Başım ağrıyordu, zonkluyordu. Göz kapaklarım, üstüne beton dökülmüş gibi ağır geliyordu ama odanın içindeki hafif loşluğu hissettim. Dün gecenin sersemliğiyle gözlerimi araladım. Nefes almaya çalışırken ciğerlerime çektiğim hava o kadar tanıdıktı ki... Keskin yasemin kokusu ciğerlerime doldu. Gözlerimi daha da açtığımda kafamı geriye çektim. Kafamı gömdüğüm yerden çıkardıktan sonra farkettiğim yüzle yutkundum.

 

Yıldız bana sarılmış uyuyordu. Kolları belime dolanmıştı. Yıllarca bu anı hayal ederdim hep. Ama imkansızdı. Yıldızın kabuğu kırılırsa zehrini akıtırdı. O zehirde hem seni boğar, hem kendi boğulurdu. Kırılmıştı kabuğu. Ben razıydım boğulmağa. Ama o da boğuluyordu.

 

Kollarım hâlâ beline sarılıydı, sanki yıllardır kaybolduğum bir limana sonunda varmışım gibi sıkıca sarılmıştım ona. Sanki tufanda bir sığınacak bulmuş gibi. Kalbim öyle sert çarptı ki göğüs kafesim daraldı. Yıldız'ın saçları yastığa dağılmıştı. Kısaydı kesmişti. Canım yanardı kestiğinde. Yandı da.

 

Yüzü huzurluydu. Her zamanki gibi kaşları biraz çatılmış ama yine de uykunun verdiği bir yumuşaklık vardı.

 

Nasıl olmuştu bu? Hatırlamıyordum. Dün gece... Sarhoştum. Hayatımda ilk kez belki de sarhoştum. Onun bana geldiğini hatırlıyorum. Sonrası bulanık ama hatırladığım tek şey, ona dokunduğumda içimde kopan fırtınaydı.

 

Şimdi burada, yanı başımda, sıcaklığı tenime değiyorken... Onu her şeyden çok istiyordum.

 

Ellerimi yavaşça hareket ettirdim, beline daha sıkı sarıldım. Sanki en ufak bir hareketimle bu anı yok edecektim. Sanki bir hayaldi ve birazdan uyanacaktım. Her zamanki gibi gidicekti. Uyandığımı belli etmemek ister gibi nefesimi tuttum. Ona dokunmayı ne kadar özlediğimi fark ettim o an.

 

Yıldız'ın uykulu bir mırıltıyla daha çok sokuldu bana. Önce biraz huzursuzca hareket etti. Sonra göğsüme gömdü başını, kollarını daha da doladı. Nefesini tişörtümün üzerinden hissettim.

 

İçim titredi.

 

Bu, gerçek miydi?

 

Gözlerimi sımsıkı kapattım. Bir an, sadece bir an, bu anın sonsuza kadar süreceğini hayal ettim. Onu kaybetmediğimi, hâlâ benim olduğunu...

 

Ama bu bir hayaldi, değil mi? Kalkıcaktım ve biticek bir hayal.

 

Yavaşça elimi kaldırıp yüzüne dokunmak istedim. Onun sıcak tenini parmaklarımın tersinde hissetmeyi, saçlarını geriye itmeyi, alnına ufacık bir öpücük bırakmayı, kokusunu içime çekmeyi... Özlemiştim.

 

Ona dokundukca, öptükce utangaç hallerini, kızarmış yanaklarını, hayran hayran bakan gözlerini, ama hala meydan okuyan bakışlarını çok özlemiştim.

 

Onu bu kadar yakından görmeyi, kokusunu içime çekmeyi, tenine dokunmayı, sesini duymayı... Her şeyini.

 

Yeniden dokunmaya, yeniden sevmeye hakkım var mıydı?

 

Onun sevgisini hakk etmiyordum. Üzmüştüm onu, ağlatmıştım. Göz yaşına öleceğim kadını ağlamıştım. Düşmüştü eğitimlerde kaldıramamıştım. Yara alınca gizlice odasına girer pansuman yapardım. Parfümümle uyurdu, bitince delirmişti. Yenisini vrememiştim. Hep izlemiştim kenardan onu. Hep bakmıştım camına uzaktan. Uykusuz kalmıştı, uyumamıştım. Beklemişti beni, gidememiştim.

 

O da bırakıp gitmişti beni. Ödeşmiştik, bitirmişik. Bitti dedi ama bekledi. Bitti dedim ama özledim.

 

Gitmemeliydim. Hata yapardı gitseydim. Üstünde leke varken hata yapardı. Beni unutsun istedim, silsin, hayatına baksın istedim. İnat etti, beni unutmak varken nefret etmeyi seçti. Nefreti ona zarar verdi. Ben kenardan sevmeyi seçtim başaramadım. 3 sene uzaktan baktım. Başkalarına gülünce canım yandı, yara alınca ruhum titredi. Her baktığım yüzde onu gördüm.

 

Yıldız biraz daha kıpırdandı, göz kapakları titredi. Uyandığını hissettim.Yutkunamadım. Onun, beni burada bulduğunda ne yapacağını bilmiyordum. Belki de beni itip uzaklaştıracaktı. Belki de hiçbir şey olmamış gibi kalkıp gidecekti.

 

Ama ben... Gitmesine hazır değildim.

 

Onu kaybetmek istemiyordum. Bir daha onsuz kalmak, onsuz uyumak istemiyordum.

 

🍂

 

Yıldız Yürek

 

Üzerimde bir uyku sersemliği vardı. Yerimde hafifçe kıpırdandım, kucağımdaki yastığa biraz daha sarıldım. Fazla sertti bu yastık ama tanıdık, müptelası olduğum bir kokuyu taşıyordu. Onun gibi kokuyordu...

 

Bir dakika. Nasıl?

 

Gözlerimi kıpır kıpır araladım. Karşımda, bana bakan bir çift ela göz bulbayı beklemiyordum. Hiç beklemiyordum. Kolları belime dolanmıştı; pranga gibi. Ama bu pranga, daha çok bir koruma kalkanıydı sanki. Yıllar olmuştu böyle hissetmeyeli. Hasret kalmıştım bu kokuya, bu ana, bu hislere.

 

Unutmamıştım. Nefret etmeyi seçmiştim sadece.

 

Elimi kaldırıp itemedim. Gözlerimin içine öyle bir baktı ki... İtersem düşer gibi. Kalbimin özlemle yumuşadığını hissettim. Ama her zamanki gibi nefretime sığındım. Hızla kollarından kurtulup üstümdeki örtüyü çektim ve yataktan kalktım. Oturarak sırtımı başlığa yaslayıp derin bir nefes aldım. Kafamı toplamaya çalıştım. Ya da sadece kalbime duvarlar örüp kilitler vurmaya...

 

BİR DAKİKA BİR DAKİKA BİZ AYNI YATAKTAMIYIZ, OLAMAZ. BİR ŞEYLER YAPSANIZA YOK ANCAK SİZ KARDEŞ KARDEŞ KARDEŞ UYUYUN.

 

"Sarhoş olman yetmezmiş gibi bir de beni yatağına mı attın?" dedim, hem şaşkın hem öfkeli ses tonuyla.

 

"Ben seni hiç yatağıma atmadım," dedi sakince. "Gerçek anlamda da... hiç yatmadık."

 

Hep bir geri vitez yap sen. İcraat yok ki. Sanırsan köyün imamı. Bizim köyün imamı bile kaç kız-

 

ÇIK KAFAMIN İÇİNDEN! HEMEN!

 

Duraksadı. Bakışları üzerimde gezindi, beni süzdü.

 

"Güzelim," dedi.

 

Komutan Şahiner sahalarda. Uçuş modunu açmış. YEEHUU

 

Donup kaldım. Nefesim boğazımda düğümlendi, yutkunamadım. Gözlerini kaçırıp tavana bakmaya başladı. Parmağımı sallaya sallaya bağırdım:

 

"Küstahsın! Senden..."

 

"Nefret ediyorsun. Seni sevmem için bir sebep daha."

 

"Saçmaladığının farkında bile değilsin."

 

"Sen," dedi, "değerli insanlardan nefret edersin."

 

Yatağın üstünde doğruldu, oturduğu yerden bana yaklaştı.

 

"Hâlâ değerli biri olmam... yeter bana."

 

"Peki ya sana karşı hiçbir şey hissetmezsem?" dedim. "Vazgeçer misin beni sevmekten?"

 

Kelimeler ağzımdan dökülmeden önce düşünemedim bile. O ise kendinden emin bir şekilde elini uzatıp saçlarıma dokundu.

 

"Kulağa fazla imkânsız geliyor," dedi.

 

"Ya benden nefret edersen?"

 

"Bu dünyada mümkün olmayan yegâne şey..." dedi. Yutkundum. Tüm kan yanaklarıma hücum etti. Geriye yaslandı ama yüzünde hâlâ o çapkın gülümsemesi vardı. Arsızdı.

 

"Özlemişim," dedi.

 

İçimde öfke kabardı. Kendime, bu hale düştüğüme sinirlendim. Utandırmaya bayılıyorsu beni. Yumruğumu, az önce yastık olarak kullandığım göğsüne geçirdim.

 

" Küstahsın, kendini beğenmiş, ego dağı, hödüksün!"

 

"Yakışıklı, karizmatik, zeki ve de sek-"

 

ADAM HAKLI YALNIZ.

 

"Ay, başlama!" dedim ayağa kalkarak. "Ben seni kılıçtan atmak için bahane arıyorum Yüzbaşım. Kendini kandırma, fazla da alışma. İlk hatanda kalemini kıracağım!"

 

Gözlerini devirmeye çalıştı ama başaramadı. Bu haliyle ufak bir gülücük attım.

 

"Lavabo" dedi. "Koridordaki sol kapı,"

 

İnatsın sen adam ne yapacağını ezbere biliyor.

 

 

🌟

 

 

Kafamı sallayıp lavoboya geçtim. Aynanın önüne geldim, yüzüme uzun uzun baktım. Yüzüme su attım. Aynaya baktım.

 

"Bu adamı gerçekten s-"

 

"Kes artık! Yeter senin de ondan nefret etmen gerekiyor... Bu nefret. Kalbimin orta yerinden gelen, içimi lime lime eden bir nefret!" Deli deli kendimle konuşuyordum.

 

"Yalan. Kendi yalanına inandıkça daha çok batıyorsun. Onu özlüyorsun. Her gece adını söylememek için dudaklarını ısırıyorsun. Sustukça büyüyor içinde. İsmini anmayınca unutamıyor, görmeyince silinmiyor, konuşmayınca unutmuyorsun. Acıyı çekince rahatlamıyorsun!"

 

"Ben ondan nefret ediyorum! Bunu bin kere söyledim! Bin kere daha söylerim! Sevgi falan değil bu!"

 

"Ama onun adını bile anmaya cesaret edemiyorsun. Çünkü ismi bile seni çökertecek. Onun varlığı seni hâlâ etkiliyor. Hâlâ seviyorsun. Sevdiğini kabul edemeyecek kadar kırgınsın. Korkuyorsun. Neden bu kadar korkuyorsun mutlu olmaktan?"

 

"Çünkü... çünkü biz hak etmiyoruz! Onunla mutlu olmayı hak etmiyorum! O kadar insanın canı yanarken ben sevinemem, ben gülemem! Aklımdan bile geçmeyecek! O konu kapandı. Bitti! Bir daha... bir daha aynı hatayı yapmayacağım. Bir daha ona acımayacağım!"

 

"Ama aşk, hesap kitap bilmez. Ne kazandırır, ne kaybettirir... Aşk seni zincire vurdu Yıldız. Kabul et. Onunla kaderin bağlandı bir kere. Seversin, nefret edersin... ama ondan asla kurtulamazsın."

 

"Yeter artık... SUS!"

 

🫀🥀

 

Hafif ve yavaş adımlarla lavabodan çıkıp, mutfağa doğru yürürken, salona da uğradım. Meşhur kitapları yine oradaydı. Kitaplığa göz gezdirirken, aldığı kitaplardan ikisi dikkatimi çekti. Gözlerim ve parmak uçlarım, farkında olmadan başka bir kitaba yöneldi. Ona son verdiğim kitap... Hani, bir zamanlar ona âşıkken okuyup altını çizdiğim onlarca cümleyle dolu olan. Hâlâ buradaydı, dolabında, sessizce beni bekliyormuş gibi.

 

"Bir Gün" David Nicholls

 

"Bir aya geri veririm" demişti, vermemişti. Verememişti... Elime aldım, sayfalarını hızla çevirdim. Çizdiğim cümlelerden biri parmaklarımda durdu kaldı.

 

"Bazı insanlar hayatımıza girer, iz bırakır ve biz artık asla eskisi gibi olamayız."

 

Haklıydı... İzler bırakırdı ruhumuzda, ruhumuza aldıklarımız. Yaralar iyileşirdi, kapanırdı ama izler geçmezdi. Hele bir insan bizde yaraysa, onun yüzüne baktığımızda, ruhumuzda bıraktığı her iz yeniden sızlardı. Ama hem yara, hem ilaçsa o dokununca, bir anlığına da olsa geçerdi. İnsan garipti, ne istediğini çoğu zaman bilmezdi.

 

Tam o sırada, mutfaktan eskiye ait bir ses yükseldi "Kahvaltı hazır."

 

Gülümsedim. Kitabı yerine koyup yavaşça mutfağa geçtim. "On parmağımda on marifetim, kaçırma beni," dedi göz kırparak. Gözlerimi devirdim, duvarlarımı aşındırmaya çalışmasından nefret ediyordum.

 

"Siyah zeytin seversin sen," dedi tabağıma koyarken. Kendine ise beyaz peynir aldı. Dereotlu peynirli omlet yapmıştı bana, unutmamıştı en sevdiğimi.

 

"Kendime sade yaptım," dedi çocuk gibi.

 

"Neden ki? Peynirli yapsaydın ya, daha lezzetli oluyor," dedim.

 

"Sadece severim ya..." dedi, hafif kırılgan bir ses tonuyla.

 

"Aaa" dedim kaşlarımı yukarıya kaldırıp şaşırarak. "Unutmuşum."

 

"Olsun. Çayları sen dök," dedi bu sefer daha sert bir tonda. Emir verir gibi konuşmasına alınsam mı bilemedim.

 

Mutfak tezgâhına yaslandım, demliği alıp ince belli bardaklara çay dökmeye başladım. Çaydanlıktan sıcak suyu döktüm, kendime bir, ona iki şeker attım. Karıştırırken bana gülümsüyordu.

 

"Ne var?" dedim. "Evindeki misafiri çalıştıracak yegâne insansın."

 

Çaylarımızı önümüze koyduk, kahvaltımıza başladık. Anlam veremediğim yüzündeki o gülümseme hiç eksilmedi. Hakikaten lezzetliydi.

 

On parmağında on marifet vardı bu adamın. Mutfakta böyle olan, acaba yatakta...

 

Susar mısın? Susturayım mı beş kardeşle?!

 

Eyvallah... Ben susayım, sen kendini kandır.

 

Kahvaltının tam ortasında kapı çaldı.

 

"Sabah sabah kim acaba?" dedim şaşkınlıkla.

 

"Bilmem ki," dedi tedirgin bir sesle. Buzdolabının üstünden silahını aldı. Ben de koridordaki aynanın çekmecesinden başka silahını çıkardım.

 

Kapının göz deliğinden baktıktan sonra kapıyı açtı. Şaşkınca "Anne, Gül..." dedi.

 

"Abi," dedi sonra Gül bana bakıp "Yıldız abla..." diye devam etti. "Sultanım," dedi bu sefer Şahiner Aliye ablaya. Aliye ablanın bakışları bizim aramızda gidip geliyordu. Şaşkın gözlerle bir bana bir oğluna bakıyordu. Olayı çok yanlış anlamıştı.

 

Aslında çok doğru anlamıştı. Olması gerekeni anlamış. Ama bunlarda öyle bir icraatlar yok ki. Bir gözümüz gönlümüz acılsın.

 

Hiç sırası değil tatlım.

 

Birden "Abooo" dedi panik yaparak. "Yıldız, benim melek kızım senin ne işin var bu günahkarın cehenneminde." Diye bana sarıldı. O sırada Gül abisinin boynundan sallanıyordu.

 

"Yalnış anladın Aliye abla..." diye elini öptüm. "Ben yeni geldim zaten, işe gidiyorduk biz."

 

"Evet, şimdi çıkacaktık." Diyerek o da annesinin elini öptü. Aliye abla nasıl sarıldı oğluna kokusunu içine çekti anne şefkatiyle. Annesinin yanaklarını da öptü. Özledim seni anne...

 

Bana döndü sonra annesi soru sormadan. "Hadi çıkalım Yıldız" dedi alel acele.

 

"Siz ber-" diyecekti ki, Gül.

 

"Hadi acele et Yıldız. Ev size emanet sultanım. Kendinize dikkat edin." Dedi.

 

"Tufanım, melek kızım sana emanet. Allah sizi korusun." Diye Aliye abla arkamızdan seslendi.

 

Biz birlikte evden çıktıktan sonra, ben arabama doğru yürüdüm.

"Nereye? Yakıttan tasarruf yapsana, gel bırakayım işte," dedi.

"Hiç gerek yok. Kimseye, hele ki sana hiç muhtaç olamam," deyince

"Yakıtın az kalmıştı akşam..." dedi, "Yolda kalırsın... Gel, inat etme."

 

Bir anda kafamdan şimşek çaktı. Nasıl ya? Sarhoş değil miydi o dün gece? Diye düşünüyordum.

"Nasıl yani? Sen dün akşam sarho-"

"Ben sarhoş olmam demiştim. Ama gece sarhoş olmamam mümkün değildi," deyince gözlerim fal taşı gibi açıldı.

 

"Sahtekâr... Rengi belli olmayan bukalemun." Dedim.

 

"Hala mı ya?" diye kahkaha attı.

 

"Hala" dedim "Ben kendim gidicem. Yolda kalırsam da kalırım. Buna ben karar veririm"

 

"Annem camdan bize bakıyor. Dün gece hakkında yalnış mı düşünsün? Seni götürmem için geldiğini anlamalı." Diye sorunca gözlerim cama kaydı. Gerçekten de bize bakıyordu. Çaresizce onun arabasına yürüdüm.

 

"Canın çıksın, geber, gıcık şey."

 

Arabasına vardığımda kapıyı açtı benim için. Bindim, o da sürücü koltuğuna oturdu. Kemerimi taktım, arabayı çalıştırdı. Üzerinde askeri üniforması vardı, ama benim üzerimde yoktu. Eve gidip değiştirmem lazımdı. Alaya böyle gidersem yedi düvel bizi konuşurdu.

 

"Benim eve uğrayalım, şoför bey," dedim hafif tatlı-sert bir ses tonuyla. Dudaklarına ufak bir gülümseme kondurdu.

 

Bu adam bizim sağlığımıza zarar...

 

Önüme döndüm, elimi teype uzattım. Flaş kart takılıydı. Rastgele bir şarkı açıldı.

 

Hayalet sevgilim...

 

Ceza mı bu

Çektiğim çile mi

Yıllardır tuttuğum nöbet bitmeyecek mi?

Bir küçük kar tanesi gibiyim

Avucunda eriyen dön bebeğim

 

Cezaydı bu ayrılık.

Ama bu ceza, sadece ona değil, bana da kesilmişti.

İpi elinden bırakan oydu belki, ama kesen bendim.

Ve ne acıdır ki, o ipi keserken, gözyaşları içinde ağlayan da bendim.

Bir yanım hâlâ, "Gelip tutsun," diye bekliyordu.

Tutmasını, "Gitme," demesini... belki sadece bir adım atmasını istiyordum.

Ama gelmedi.

Gözüm yollarda kaldı, ama o hiçbir zaman dönmedi.

Şimdi... şimdi artık bana dön diyemez.

 

Gözyaşlarını görürsem

Erir kanatlarım

Uçamam rüyalarında yanına

Sonsuzluk senle başladı

O küçük dünyamda

Unutma gittiğinde yarım kaldım

 

Çünkü ben gitmiştim.

Hem de gerçekten gitmiştim.

Kolay olmadı.

Onu arkada bırakmak, bunca anıyı sırtıma yükleyip yürümek hiç kolay olmadı.

Ama gittim.

Doğru olanı yaptım sanıyordum; onu öylece, ardımda bırakıp gittim.

Fakat o... peşimden gelmedi.

 

Çöllerdeyim yanıyorum

Kutuptayım üşüyorum

Ceza benim çekiyorum ne olur dön

Uzanıyorum tutamıyorum

Özlüyorum ağlıyorum

Yasak mısın anlamıyorum ne olur dön

 

Onsuz kalınca yandım.

İçim kavruldu, nefesim kesildi gecelerde.

Sonra... sonra üşüdüm.

İçimdeki sıcaklık gitmişti çünkü.

Ama alıştım.

Hem soğuğa, hem de sıcağın yakıcılığına alıştım.

Çünkü artık ne o vardı yanımda, ne de ona ait bir sıcaklık.

Ceza dedim ya...

Bu cezayı ben kesmiştim.

Onu kendimden bıraktım, ama kendimi de ondan kopardım.

Yani hem onu bıraktım, hem kendimi cezalandırdım.

 

Uzanmamıştı bile.

Bir "Acaba?" dememişti, bir kere bile dönüp bakmamıştı ardına.

Oysa uzansaydı, belki hâlâ elinden tutardım.

Belki hâlâ bir yolumuz olurdu.

Ben unutmamak için direnirken, o belki çoktan unutmuştu.

Belki beni değil, başkasını tutmuştu elinden.

Belki de artık onun kalbinde başka birinin izi vardı.

Ve ben...

Ben, onun kalbindeki eski bir yolcudan ibarettim artık.

 

Bana uzansın diye...

"Ben buradayım," desin diye bekledim.

Gelsin istedim.

Gözlerim kapıda kaldı.

Kalbim beklemekten yoruldu.

Özledim.

İçime gömdüm, sustum.

Ağladım...

Ama yine de gelmedi.

 

Sevmesen de beni özledim sesini

Git desem de yine gitmesen

Yıllardır çektiğim bu hasret mi çile mi?

Haram mısın bana bi' bilsem

 

Yarım kalmıştık biz.

Aslında hiç bitmemiştik.

Ne bir nokta konmuştu cümlemize, ne de bir veda sözü yakışmıştı aramıza.

Sadece yarım kalmıştık.

Bitmemiş bir kitap, söylenmemiş bir şarkı, atılmamış bir adım gibi...

Eksik, kırık ve sessiz.

 

Sevmesen de beni özledim sesini

Git desem de yine gitmesen

Yıllardır çektiğim bu hasret mi çile mi?

Haram mısın bana bi' bilsem

 

Biz birbirimize haram değildik aslında.

Ama mutluluk bize haramdı.

Ne zaman tebessüm edecek olsam, içimdeki sızı izin vermedi.

Ne zaman bir umut yeşerse, geçmiş gelip kuruttu.

Kanlı...

Kanlı tuğlalarla çiçekli evler yapılamaz.

Çünkü o evi ayakta tutacak ne bir umut kaldı içimde, ne de bir sevgi kırıntısı.

 

Bebeğim benim, hayalet sevgilim

Bebeğim benim, hayalet sevgilim

Hayalet sevgilim

 

O bir hayalet değildi.

O, tek sevgilimdi.

İçimde hâlâ yankılanan, silinmeyen tek ses...

Tek iz...

Ve belki de, tek yaraydı.

 

Telefonu çalınca şarkıyı kapattı. "Efendim Albayım, Yıldız Yüzbaşı yanımda," dediğinde ona döndüm. Turgut Albay onu niye aramıştı ki?

 

"Emredersiniz komutanım," dedikten sonra telefonu kapattı. Ona şaşkın gözlerle baktığımı görünce, "Turgut Albay bizi odasına bekliyor," dedi.

 

"Sebep?" diye sordum merakla. Ayrıca Kılıç Timi'nin komutanı benim, niye beni aramıyor?

 

"Telefonun kapalıymış, o yüzden sana ulaşamamış," dedi, sanki aklımı okur gibi. "Sebebine gelince, odasına gidince söyleyecek."

"Ee in artık," deyince evimin önünde olduğumuzun farkına vardım.

 

"Hadi, sen de git, ben bir taks-" diyecektim ki:

"Yıldız, ne saçmalıyorsun? Bir, aynı yere gidiyoruz. İki, benim yüzümden araban orada kaldı. Üç... Üçü bulamadım," diyince kahkaha attım.

"Beklerim seni, hadi git."

 

Biliyordum, beklerdi.

"Gerek yok ama... yine de olur, gidelim bari birlikte."

 

Arabadan inip hızlı adımlarla merdivenleri çıkarken duraksadım. Okan evde değil miydi? Operasyona gitmişti ama çoktan dönmesi gerekirdi. Kalbimin kasıldığını hissettim. İçimi korku bürüdü. Okan'ın özellikle Alfa Timi'nde olması canımı sıkıyordu. Teğmendi, askeriyedeki ilk seneleriydi. Başarılıydı ama yine de korkuyordum. Kıraç'tan şüphe ederken onun Kıraç'a bu kadar bağlanması canımı sıkıyordu. Alayda herkes şüpheliydi gözümde. Okan da dahil...

 

"Allah'ım sen sınama beni... Sen bana bir daha yaşatma," dedim kendi kendime.

 

Bunları düşünürken çoktan üst kata çıkmıştım. Hızlıca odama geçip üzerimdekileri çıkardım. Üzerimi alayda değiştirmiştim ama yedek üniformamı evde bulunduruyordum. Üzerimden çıkardıklarımı kirli sepetine attım. Üniformamı giyip aynaya baktım. İlk giyinip memlekete gittiğimde babamdan yediğim tokadın yerini yanağımda hissettim.

 

Kadından asker olur mu? Kadın dediğin çocuk doğurur, erini memnun eder, evinde oturur, yemeğini yapar, temizlik eder.

Kadınsan, kızsan yapamayacakların anne rahmine düştüğün andan belli olurdu. Giyeceğin renkten, bazen evleneceğin adama kadar...

 

Asker olup ne olacaksın, komutanların altına mı yatacaksın? Diyen babamın sesi kulağımda yankılandı.

 

Rütbe atlıyorsan ya birinin torpili, ya da metresi olduğunu söylerlerdi.

 

Derin bir nefes aldım. Omuzlarımdaki yıldızlara baktım.

"Dikkat et, tırnakların kırılır," diye dalga geçilen tırnaklarımla kazımıştım onları oraya. Dolaptan beremi aldım. Bordo beremi.

 

Kiminin ruju, kiminin ojesi, kiminin topuklu ayakkabısı bordo olurdu. Benim berem bordoydu. Kadınlara en çok yakışan renk bordoydu bence.

O yüzden, "Devam!" dedim kendi kendime.

Beremi takıp kapının önünde postallarımı geçirdim. Hızlı adımlarla indim aşağıya. Arabanın önünde durmuş beni bekleyen Yüzbaşı Şahiner'i gördüm. Çok yakışıklıydı bu dağ bukalemunu. Bir güzel süzdü beni.

 

"Isparta ihtiyacın yok. Güzelsin," dedi.

 

Yutkundum. Kalbime zarardı bu halleri ama aldırış etmedim.

 

"Biliyorum. Ama senin bilmediğin bir şey var; güzel olduğun kadar kalbim de sana kitli. Hadi Yüzbaşım, gitmemiz gerek," dedim.

 

"Olsun, çilingir de oluruz, güzelim." diyince gözlerimi devirdim. Her şeye bir lafı vardı.

 

O şarkıdan sonra konuşacak bir şeyimiz olmadığından direkt alaya geldik.

 

❤️‍🔥

 

Alayın bahçesinde talim yapan Kılıç bizi görünce hazır ola geçtiler.

"Rahat, asker!" dedim.

Önce bir şaşırdılar ama belli etmemeye çalıştılar.

 

"30 dakika sonra talimi bitirip toplantı odasında olun,"

dedim.

 

"Emredersiniz, komutanım!" dediler bir ağızdan.

 

"Teğmenim," diye döndü Yüzbaşı Şahiner Tuna'ya, "Üsteğmen Demirtaş'la Asteğmen Akay nerede?"

 

"Toplantı odasındalar, komutanım. Galiba Yusuf Komutanım bir şeyler bulmuş. Sorgudan çıkan bilgileri ve raporları okuyordu. O zaten saat 5'te geldi, talimini yapıp işe başladı," deyince Şahiner şaşırmıştı.
Benim için ise normal bir şeydi. Yusuf çok iyi bir çocuktu. Yazılım mühendisimizdi. Fazla sahada olmazdı ama bazen de çıkardı. Talimi, eğitimi yerindeydi, zeki biriydi.

 

"Berkay Komutanım da erlerden birinin suikastine uğramış. Onunla ilgileniyor," deyince kaşlarım havalandı.

 

"Suikast mı?" dedim, kendimi gülmemek için zor tutarken.

 

"Evet komutanım," dedi Tuna.

 

"Birileri kahvaltıda yürek yiyor galiba," dedi Efe. Sonra duraksadı.
"Özür dilerim komutanım, o anlamda demedim," diye gevelemeye başladı.

 

Mert yumruğunu sıkıp,
"Biz tam olarak şu silkeleyeceğimiz herifi ne zaman misafir olarak ağırlayacağız, komutanım?" diye sorunca Şahiner,
"Bakarız," dedi.

 

"Bakalım komutanım, bir güzel bakalım. Bizzat bakımını üstlenirim," dedi Batuhan Abi.

 

"Abi, yani komutanım, evcil hayvan mı ki, niye bakımını üstleniyoruz?" diye en salakça soruyu soran elbette Efeydi. Kafasına şamarı yedikten sonra anlamıştı.

 

"Vatan hainlerine hayvan demek, hayvanlara hakarettir, Efecim," diyen Metti.

 

"Bu çocuk niye böyle oldu? Çok mu vurduk da böyle oldu?" diye kendi kendine düşünüyordu Tuna.

 

"Allah'ım, sen akıl dağıtırken neden bu garip en dibe düşmüş? Hiç mi bir toz tanesi almaz insan?" diye söyleniyordu.

 

Onların yanından ayrılıp alaya doğru yürümeye başladık. İçeri girdiğimizde kafamızda olan bordo bereyi ikiye katlayıp apoletimizin altındaki boşluğa koyduk.

 

"Senin işlerin bunlar, değil mi? Kimse Üsteğmen'e, hele ki Berkay gibi askeri istihbarattan birine suikast düzenlemez," deyince çok sakin bir tavırla,
"Alakam yok. Olsa bile sana hesap veriyor muyum, Yüzbaşı Şahiner?" dedim.

 

Aslında yoktu da. Çünkü ben Berkay'a "adamın açığını yakala" dedim. Adam kara delik yaratmış resmen. Gözünü seveyim, istihbaratın adamları dünyaya sorun çözmek için geliyorlar.

 

Turgut Albay'ın odasının önüne gelince Şahiner kapıyı çaldı. İçeriden "Gel!" emrini duyunca kapıyı açtı, bana yol verdi. İkimiz de içeriye geçip hazır ola geçip baş selamı verdik.

 

"Oturun," dedi. Koltuklara karşılıklı oturunca yüzünü bana döndü.

 

"Alfa Timi, iki gün önce çıktıkları operasyonda pusuya düşmüş," dediği anda içimde bir şeyler kırıldı. Sanki damarlarımda akan kan bir anda dondu, kalbim yerinden söküldü de yere düştü gibi. Boğazıma bir yumru oturdu, nefes almaya çalıştıkça ciğerlerim daraldı. Duvarlar üzerime geldi, sanki hepsi ruhumu emiyor, beni var olduğum yerden silmek istiyordu. Zaman bir anda durdu... kelimeler zihnime çarpıp parçalanırken, tek bir şey düşünüyordum.

 

Okan... Kardeşim...

 

Dilime kadar geldi ismi ama söyleyemedim. Albay devam etti. "Esir düşmüşler ama orada olan istihbarat muhbirlerimiz sayesinde kurtulmuşlar," deyince boğazımı sıkan iki el gevşedi sanki.

 

"Şehidimiz yok, çok şükür," dedi.

 

"Nasıl olmuş bu?" diye sordu Şahiner.

 

"Bilmiyoruz. Araştıracağız," dedi.

 

"Müsaadeniz olursa Kılıç Timi araştırma yapsın," diye teklifte bulundu Şahiner.

 

"Olur, uygundur," dedi Albay.

 

"Konuşma ihtimalleri var mı?" diye sordum. Okan iyiydi. Ama önemli olan şu anda vatandı. O hain, her gün bir vatan evladının kanına giriyordu.

 

"Sanmıyorum ama içimiz rahat olsun diye prosedür gereği yalan makinesine bağlayabiliriz," deyince kafamı salladım.

 

"Operasyonda iki tane çete başkanı yakalandı. Onların sorgusundan çıkan bilgiler dâhilinde ilerleyin evlatlar. Kılıç Timi'nden beklentilerim yüksek, biliyorsunuz. Çıkabilirsiniz," dedi.

 

"Yıldız kızım," diye seslendi arkadan bana. Dönüp albaya baktığımda "Okan iyidir kızım." Dedi. Başımı minnetle salladım. Sonra odadan çıktım.

 

🍂

 

Şahinerle toplantı odasına gelmiştik. Toplantı odasının kapısını Şahiner'le birlikte açtım. İçeride Kılıç Timi tam kadro dizilmişti. Her birinin yüzünde disiplinin, tecrübenin ve biraz da yorgunluğun izi vardı. Kapının sesiyle birlikte aniden ayağa kalktılar.

 

"Dikkat!" dedi Efe, sesi tok ve netti.

 

Tümü hazır ola geçti. Botların zeminde çıkardığı tek ses, odanın içindeki sessizliğe nizam kattı. Adımlarımı yavaşça attım, masanın başına kadar geldim. Sandalyeyi çekerken kısa ama net bir tonda,
"Oturun." Dedim.
Komut anında yerine geldi. Tıkırtılarla sandalyeler çekildi, herkes yerine geçti.

 

"Son durumlar ne?" diye sordum, doğrudan konuya girdim. Gereksiz sözlere, oyalamalara zamanımız yoktu.
Berkay hafifçe öne eğildi, sesi netti:
"Sorgudan bazı isimler çıktı komutanım. Henüz kesinleşmiş değil ama bazı bağlantılar var."

 

Gözlerimi Şahiner'e çevirdim. O da başını sallayarak tamamladı:
"Kayhan'ı araştırıyoruz. İsmi geçenlerle geçmişte temas kurmuş olabilir. Onun hattından bazı veri akışları alınmış."

 

Bir an için düşündüm. Kayhan... Dışarıdan düzgün, içeriden çürük biri olabilir miydi?
"İzini sürmeye devam edin. Her detayı istiyorum. Ne biliyorsa, kimle konuştuysa, hepsi." Dedim.
Tuna araya girdi,
"Komutanım, Kayhan'ın eski bir görev kaydı var. Doğrudan bizle bağlantılı değil ama Şırnak'ta kısa bir süre görev yapmış."

 

Gözlerim hafif kısıldı.
"O bölgedeki arşivleri açın. Ve orada görev yapmış personelin isimlerini karşılaştırın. Kimlerle kesişmiş, kimlerle teması olmuş..."

 

Şahiner dosyayı önümdeki masaya koydu.
"Bu sabah yeni veriler geldi. Hepsini toparladık, göz atmak istersen buradalar."

 

Dosyayı hafifçe araladım. Kalbim yavaş ama dikkatli atıyordu.
Bu masa bir savaş alanı değildi belki ama kararlar burada alınırdı. Ve bazen bir kararla hayatlar kurtulurdu - ya da sönerdi.

 

Dosayı incelemeye başladım. 45 dakika geçtikten sonra saatime baktım. Alfa timinin sorgusu başlamıştı ona yetişmem gerekirdi. Kılıça dönerek "Alfa timi operasyonda esir düşmüş, bir azdan sorguya alınıcaklar. Ben orada bulunucam." Dedim.

 

Şahinere dönerek "Yüzbaşım sizinle devam edin." Dedim ve hızlı adımlarda odadan ayrıldım.

 

☠️

 

Karanlık bir odanın camlı bölmesinin ardındaydım. Odanın içi loştu; gri ve gri tonları arasında kaybolmuş gibiydi. Masanın karşısında Kıraç oturuyordu. Yalan makinesine bağlanmak üzereydi. Gömleğinin kolları sıvanmıştı. Bileğine, göğsüne, parmak uçlarına kablolar yerleştiriliyordu. Her biri ayrı bir iz, ayrı bir şüphe gibi görünüyordu.

 

Yanağındaki çizik, gözünün kenarındaki morluk dikkat çekiyordu. Ama dik oturuyordu. Hiçbir şey olmamış gibiydi. Onun sabrı hep öyleydi. Sessizdi, ama inatçı.

 

Görevli, standart prosedür sorularını sormaya başlamıştı.

 

"Adınız?"
"Kıraç Bozkurt."

 

"Doğum tarihiniz?"
"16 Mart 1998."

 

"Şu anda bir sorgudayız, doğru mu?"
"Evet."

 

"Doğruları söyleyecek misiniz?"
"Evet."

 

Makine düzgün çalışıyordu. Nabzı sabitti, ses tonunda dalga yoktu. Ama ben... elimde olmadan yumruklarımı sıkmıştım. Çünkü bu 'sıradan' sorular, yaklaşan fırtınanın habercisiydi.

 

Kıraç bir an başını kaldırıp camın olduğu tarafa baktı. Beni görüp görmediğini bilmiyordum ama... o bakış. O bir saniyelik boşluk... sanki geçmişin tüm yükünü omuzlarında taşıyordu.

 

Görevli daha keskin bir tonda sordu bu sefer:
"Şimdi ciddi sorulara geçeceğiz. Hazır mısınız?"

 

Kıraç kaşlarını çattı. Sesi soğuktu ama netti:
"Hazırım."

 

İşte o an, oda daha da küçülmüş gibiydi. Cam buğulanmıştı ama ben kıpırdamamıştım. Çünkü sıra en keskin soruya gelmişti.

 

"Vatanına hiç ihanet ettin mi?"

 

Zaman durmuştu.

 

Nefesimi tutmuştum. Gözlerim bir an kapanmıştı. Yutkunmuştum ama boğazım kurumuştu. Kalbim, sanki onun kalbiyle birlikte atıyordu o anda. Bir an... sadece bir an... durup düşündü Kıraç.

 

Sonra kararlı bir ses yankılandı odada:
"Hayır."

 

Ve makine sessiz kaldı.

 

Doğruyu söylüyordu.

 

Ama onun gözleri... makineden daha fazlasını söylüyordu. Öfke vardı orada, evet. Ama kırgınlık daha derindi. Vatanına değil... kendisine ihanet edildiğini bilen bir adamın bakışıydı o.
Ve o anda anladım...

 

Yalan makinesine bağlanmak kolaydı. Ama bazı doğrular, kabloların ölçemeyeceği kadar ağırdı.

 


🔥🔥

 

Mert hızlı adımlarla hedefine yürüyordu.
Ayakkabısının çıkardığı ses, alayın yatakhanesinin kadınlar katında yankılanıyordu. Odaların çoğu boştu; bazıları ordu evinde, bazıları ise kendi evinde kalıyordu. Sadece iki-üç astsubay vardı. Alfa Timi'nin başına gelenleri duyduktan sonra kalbi yerinden çıkacak gibi oluyordu. 13 numaralı odaya geldiğinde durdu. Önce derin bir nefes aldı, sonra demir kapıyı tıklattı.

 

"Gelme, kimseyi görmeye tahammülüm yok."

 

Kapıyı araladı. İçeriye süzüldü, kapıyı kapattı.

 

"Sana gelme ded-" diye çıkıştı ki, Asya Mert'i görünce duraksadı. Asya'nın üzerinde siyah bir tişört, altında bol kesimli haki yeşil bir pantolon vardı.

 

"Mert..." dedi duraksayarak. Sanki ona ihtiyacı var gibiydi. Sonra hemen kendini toparladı. "Senin ne işin var burada? Gelmeyin demedim mi, komutanım?" diye eklemeyi de unutmadı.

 

Mert iki adım yaklaştı, önünde durdu. Elinin tersiyle Asya'nın yaralı, mosmor yüzünü okşadı.

 

Asya donup kaldı. Beklemediği, tadını bilmediği bir şefkatti bu. Mert'in elinin sıcaklığıyla nefesi hızlandı. Kimse umursamazdı onun canını, yaralarını. Bu sıcaklığa yabancıydı; açtı, hasretti.

 

"Öldü mü?" diye sordu öfkeyle. Eli ne kadar narin, ince davransa da öfkeden boynundaki damarlar bile belirginleşmişti. Asya'nın çenesini tutup başını kaldırdı.

 

"Hıhı," diye mırıldandı Asya.
Bir anda Mert'in sarılmasıyla dona kaldı. Yutkunamadı. Birinin ona sarılmasını beklemiyordu. Hele Mert'in... Asla.

 

Mert de hesaba katmamıştı sarılacağını. Dokunana kadar bilmiyordu. Elini sırtında gezdirince Asya'nın inleme sesi kulağına geldi. Kaşları çatıldı, kızı geri itti. Soğuk hava vurdu Asya'ya; boşluğa düştü bir an.

 

"Ne oldu sırtına?" diye sordu, ani bir öfkeyle.

 

"Yok bir şey olmadı, komu-"

 

"Asya..." dedi Mert uyarıcı bir tonla.

 

"Yok bir şey dedim ya! Bana inanmıyorsan niye soruyorsun? Allah Allah!" diye çıkıştı hemen. Zaten her yeri ağrıyordu. Ast-üst ilişkisini koruyacak hâlde değildi.

 

"Aç sırtını!" dedi aniden Mert.

 

"Ne?"

 

"Duydun, emrimdir. Dön arkanı, aç sırtını," diye diretti.

 

"Şu anda üniforman yok üzerinde. Sivilsin. Ayrıca bana böyle bir şeyi diretme hakkın yok."

 

"Sorun oysa gider giyer gelirim. O zaman ne yapacaksın?"

 

Yutkunamadı Asya. Anlam veremedi bunun nedenine. Niye onun yaralarıyla ilgileniyordu ki? Çoktu yarası. Kimse sarmazdı. Eli yetmeyince kalırdı, zamanla kurur, kabuk bağlardı.

 

"Senin benimle derdin ne? Niye ilgilendiriyor bu seni?" diye sordu Asya.

 

Mert de bilmiyordu bunun nedenini. Kendini tutamıyordu. Buraya gelene kadar nefessiz kalmış gibiydi sanki. Bir urgan boğuyordu onu bu ana kadar. Ama belli etmedi bunu.

 

"Askerimin sağlığı benim için önemli," diye kandırdı kendini.
"İlk yardım çantası nerede? Otur şu yatağa, Fırtına Kuşu. Yaralarına bakalım."

 

"Hangi birine?" diye mırıldandı ağzının içinde. Teslim oldu bu sefer. Gücü kalmamıştı. Kanadı kırık bir Fırtına Kuşu'ydu o. Artık fırtınaya direnemedi.

 

Mert ilk yardım çantasını dolaptan aldı. Asya sendeleyerek yanaştı yatağa. Oturdu ama bacağının ağrısı yüzünden rahat hareket edemiyordu. Mert arkasında oturdu yatağa. Asya yavaştan sıyırmaya başladı tişörtünün bel kısmını.

 

Mert yaraları görünce aklı durdu sanki. Anlam yetisini kaybetti. Çok yara görmüştü, çok yara almıştı; hiçbiri bu kadar acıtmamıştı. Gözleri, yara izleriyle dolu derin çiziklere, morarmış etlere takıldı. Bir an nefes almakta zorlandı. Vücudu adeta taş kesilmişti. Gözlerini kapattı, boğazındaki düğümü yutmaya çalıştı. Asya gözlerini sıkı sıkı kapatmıştı.

 

Mert, ilk yardım çantasından pamuk ve tentürdiyot çıkardı. Pamuğa tentürdiyot damlattı, canı yana yana Asya'nın beline baktı. Nereden başlayacağını bilemedi. Yavaş yavaş dokundurmaya başlayınca, Asya'nın dudaklarından ufak bir inleme döküldü.

 

Mert, pamuğu dokundurduğu yere üflemeye başladı. Onun canı yandı sanki. Yavaşça merhem sürmeye devam etti. Bir eliyle merhem sürerken diğer eli Asya'nın avcundaydı.

 

Asya acıyı bilirdi, şefkati değil. Sanki acıyı alıp götürüyordu küçük avucunun içinde olan o kocaman el.

 

Beline merhem sürmeyi bitirip tişörtü kaldırdı Mert, sırtına da sürebilmek için. Asya'nın içini tedirginlik bastı. Bu şefkatin bir erkek tarafından geliyor olmasından korkuyordu. Bilmezdi ki sevilmeyi. Kullanılmaktan korkardı.

 

Sütyeninin kopçasının açıldığını hissettiği anda hızlıca kafasını geriye çevirdi. Gördüğü manzarayla masum bir gülümseme belirdi yüzünde.

 

Mert gözlerini kapatmış, tentürdiyotlu pamuğu yavaşça sırtındaki yara izlerine dokundurup üflüyordu. Bu an, sanki tüm acısını alıp götürmüştü.

 

Mert son kez pamuğu yaraya dokundurup üfledikten sonra tişörtü geri çekti. Asya elini geriye atıp kopçasını kapattı. Gözlerini araladığında, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle mavi gözlü Asya'yı gördü. Fazla yakınlardı. Tarçın kokusu burnuna doldu.

 

"Teşekkür ederim," dedi Asya.
Yüzünde çok güzel bir gülümseme vardı. Çok yakışıyordu ona gülmek. Bu gülümseme öldürürdü Mert'i. Bunu fark ediyordu ama hâlâ isyandaydı.

 

"Burada kalamazsın. Yaraların ağır, biri olmalı yanında. Kadınlardan biri-" diyecekti ki Asya lafını böldü.

 

"Gerek yok."
Kimseyle yakınlık kurmazdı öyle kolay kolay. Mert ise duvarlarını fazlasıyla yıkmıştı. Yenilerini, o olmayan bir zamanda yapması gerekirdi. Tuğlalarla, daha kalınından.

 

"Ne demek gerek yok, var," diye diretti Mert.

 

"Yok."

 

"Var."

 

"Yok."

 

"Var."

 

"Yok dedim mi, yok! Bak, beni sinirlendirme," deyince Asya...

 

"Sinirlen. Var, biri yanında kalmalı," diye üsteledi Mert.

 

"Ben ararım Yıldız ablayı. Onda kalırsın, en iyisi," diyince Mert, Asya inkâr etmeden elini kaldırıp onu susturdu. Cebinden telefonunu çıkarıp Yıldız Komutan'ı aradı. Timden biri hasta olunca gözü gibi bakardı, anne şefkati vardı onda.

 

"Alo abla, evde misin?" diye sordu Mert. Yıldız bir şeyler dedikten sonra,
"Çorba yaptın mı, içerdim diyecektim."
Yıldız yine bir şeyler söyledi ama Asya işitemiyordu.
"Tamam abla, anladım. Yok, hâllediyorum ben," deyip kapattı telefonu.

 

"Yıldız abla ne diyor?" diye sordu merakla Asya. Mert'nın dalgın bakışlarını yakalayarak.
Mert gözlerini kaçırdı. "Bugün alayda kalacakmış, araştırma yapması gerekiyormuş..." dedi, sesi düşüktü. Asyanın yüzünden belli oluyordu moralinin bozulduğu, her halinden anlaşılıyordu.

 

Mert, onun bu halini görünce daha fazla dayanamadı. "Merak etme sen," dedi kendinden emin bir şekilde. "Bu gece bende kalıyorsun."

 

Asya hemen ellerini havaya kaldırdı, panikle: "Hayır! Hayır, hayır, hayır! Hayatta olmaz! Asla senin evinde kalamam. Herkes bir laf eder, sonra bin laf olur, laf lafı kovalar!"

 

Mert gözlerini devirdi. "Son kez söylüyorum Asya. Ben zaten o evde kalmıyorum, bomboş ve tertemiz. Sadece senin rahatça iyileşmen için bir çözüm bulmaya çalışıyorum."

 

Asya inatla başını iki yana salladı. "Hayır! Gelmeyeceğim!"

 

"Peki, ben de seni kaçırırım" dedi Mert, bir anda kararlı bir ifadeyle ona doğru eğildi ve hızlıca kucağına aldı.

 

Asya bir anda ne olduğunu anlayamadan, "Ne yapıyorsun?! İndir beni hemen!" diye bağırdı. "Mert, indir dedim!"

 

"Komutana bağırılmaz!" dedi Mert gülerek. Kucağında ufak kalmıştı Asya. "Geliyor musun, gelmiyor musun Fırtına Kuşu? Ona göre davranacağım," dedi Mert, kararlılığı sesine yansımıştı. "Gelmezsen kaçırırım seni. Zaten bu hayatta bir tek kız bile kaçırmadım, o da eksikti..."

 

Asya'nın gözleri büyüdü. Kaçırırdı bu deli bunu. Zaten her yeri ağrıyordu. Direnmenin anlamı yoktu.

 

"Tamam tamam! İndir beni. Geleceğim. Sadece birkaç parça eşya alayım üzerime... Ama bak, en fazla iki gün kalırım, haberin olsun!"

 

Mert hafifçe gülümsedi. "Bakarız," dedi sadece.
Gözlerinde sakladığı bir şey vardı. Belki umut, belki huzur. Belki de sadece Asya'nın sonunda onunla gelmeyi kabul etmiş olmasının sıcaklığı.

 

❤️‍🔥❤️‍🔥❤️‍🔥

 

Tüm Alfa timi, yalan makinesinden geçmişti hepsi temiz çıkmıştı. İşkencede hiçbiri konuşmamıştı, zaten ihtimal vermiyordum. Kıraç'ın sorgusunu bizzat izlemiştim. Kıraç sorgudan temiz çıktı. Güveni belki sarsılmıştı ama önemli olan hain olmamıştı.Yakup iti karanlık odayı kitlenmişti. Yarın sorguya alınacaktı.

 

Yusuf araştırmasına devam ediyordu. Toplantı masasında Kılıç Timi olarak hepimiz toplantı odasındaydı, bir tek Mert yoktu. Kaşlarımı çatıp, bizimkilere döndüm. "Mert nerede?" diye sordum..

 

"Evine gitti, Komutanım," dedi Efe. "Annesi aramış, evden bir şey alacakmış. Şimdi birazdan gelecek."

 

Başımı sallayarak onayladım, sonra da işimin başına döndü. Ben Kayhan ismini araştırıyordum. İran'da, Rusya ve Avrupa'da bir sürü sözde güvenlik şirketi ve ilaç firmalarıyla bağlantıları vardı. Bu şirketler, mülteciler üzerinden deney yapan, kadın ticaretiyle uğraşan cani şirketlerdi. Hepsi Türkiye karşıtı tehdit oluşturuyordu. Kayhan'ın yaptığı faaliyetler, gizli kuryelikle şirketler arası bağlantıları illegal olarak yürütüyordu. Yusuf'la Berkay, sorgudan çıkan isimleri araştırıyordu, daha doğrusu ismi. Drago. Tuna ve Batuhan abi, bu isimlerin geçtiği eski dosyalara bakıyordu.

 

Batuhan abi bana dönüp, "Komutanım, bir şey buldum," dedi. "Geçen yıl bizim yakaladığımız Yedi Uyuyan Kahraman grubunun bir üyesi, Patroclus'ti. Hatırlıyor musunuz?"

 

Başını sallayarak onayladım. "Patroclus, Yunan mitolojisinde Achilles'in en yakın arkadaşı ve kuzenidir." Ekledi.

 

"Bunların gerçekten akraba olma ihtimalleri var mı?" diye sordu Efe sonra da devam etti. "Achilles, Yunan mitolojisinde Truva Savaşı'nda en güçlü savaşçılardan biridir ve neredeyse ölümsüzdür, çünkü sadece topuğunda zayıf bir nokta vardır."

 

Şahinler lafa atladı: "Aradığımız adam topal olabilir."

 

"Haklısınız, Yüzbaşım." Dedim. "Başçavuşum profili oluşturmamız için kullanılabilir. Tabii ki, Patroclus eski dosyasına da bir daha bakalım."

 

"Komutanım, bir şey bulmuş ola bilirim," dedi Yusuf. "Bu üç ismin bağlandığı tek bir Aetheris Innovations şirketi var. Genel olarak transfer işlerini illegal yürüttüğü ile ilgilendiğini düşünüyorum."

 

Tuna bilgisayara bakarak devam etti. "Ama ismim biraz daha araştırdım ve Aresium ismine ulaştım."

 

Bir anda kulaklarım uğuldamaya başladı, sanki dünya bir anda sessizleşti ve içimdeki her şey dondu. O ismi duyduğumda kalbim, sanki tüm işlevlerini bir anda durdurmuş gibi hissettim. Gözlerim bulanıklaştı, nefesim kesildi. O şirketin adı, yıllar önce gömdüğüm bir yara gibi yeniden yüzeye çıkıyordu. O an her şey geçici gibi geldi, sadece o ismi duyduğum an vardı. Bedenim, zihnim, her şeyim geçmişe hapsoldu. Yine o karanlık sokaklar, o korkunç anılar gözümün önüne geldi. İçimden bir şey koparcasına ağlamak istedim ama dilim tutukluydu. O ismi, o markayı, o hatayı duymak... Hayatımda bir kez daha geri dönüşü olmayan bir noktaya geldiğimi hissettirdi.

 

Berkay devam etti: "Aslında, bundan 7 yıl önce kurulmuş bir tim varmış. Hayalet Timi. Araştırdığıma göre, şirketi bitirdikleri yazıyor. Ama dosya gizli. Bazı bağlantılarımı kullandım. Timde bulunan 3 kişi şehit düşmüş. Bir kişi hain ilan edilmiş, bir kişi ise sağ. Timde olanların hiçbir üyesinin ismi yok. Sadece Hayalet birin yaşadığı belli."

 

Tuna, "Ya hain, hayalet biri de öldürdüyse?" diye fikir sundu.

 

Hayalet Timinin ismini onları dudaklarından duymak, tüm vücudumu geriyordu. Gözlerim Şahinere kaydı. Başını önüne eymişti. Bizim bitirdiğimiz şirket bitmemişmiydi. O kadar can, o kadar yaşananlar boşuna mıydı. Geçmişimiz yine mi peşimizden gelicekti.

 

🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟

 

OY VERELİM LÜTFEN. BOL BOL DA YORUM YAPALIM.

 

5500 fazla kelime oldu🤍

 

Uzun bölümler seviyor musunuz? bilmiyorum ama bana söyleyin ben en az 4500 kelime tutmaya çalışıyorum.
Yani hepsini okuyor musunuz?
Kısa daha iyiyse 2500 kelime tutarak bölüm ata bilirim. Ama çenem düşünce yazıyorumm.

 

YouTube kanalımız: Elveria_

 

NASILSINIZ??

 

GEÇMİŞTEKİ KONULARI ÇÖZECEĞİZ.🤭

 

TUFAN NASIL BİRİ?

 

YILDIZ NASIL BİRİ?

 

MERT NASIL BİRİ?

 

ASYA NASIL BİRİ?

 

GEÇMİŞTE NELER OLDU???

 

SİZİ SEVİYORUMMMMM💞

 

Bölüm : 06.05.2025 00:40 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...