
Oy verelim💕
Bol bol satır arası yorum yapalım lütfen. 💞
★
Kitapta geçen örgüt, tim, üs isimleri tamamen benim uydurmamdır.Yaşanan olayların gerçeklik ile alakası yoktur.
★
Yıldız Yürek. Şırnak
İnsan, geçmişini takip eder mi? Yoksa geçmiş, insanı bir gölge gibi esir alıp peşinden mi sürükler?
Benim başıma gelen buydu. Geçmiş, bir hayalet gibi beni kovalıyor, her adımımda üzerine düşen yükü hissettiriyordu. Beni çevreleyen o çemberin içinde, her geçen saniye biraz daha boğuluyordum.
Neyin lanetiydi bu? Neden peşimi bırakmıyordu? Hangi karanlık eller, hangi unutulmuş gözler, beni bu kadar hapseden bir yola sokmuştu?
İlk o geldi, sonra şirket... Ama asıl soru şu: Ne zaman bitecekti bu kabus? Ölüme mi kadar? Yoksa, ölmeden önce beni gerçekten boğmadan vazgeçerler mi?
Kaderin bir şifre gibi geçmişe takılı kalması neden? Geçmişin bu kadar güçlü ve boyun eğdirici olmasının ardında ne vardı?
Kadere isyan... İsyan etmek mi, gerçekten bir günah mıydı?
Dün şüpheli, bugün günahkâr.
Peki ya yarın? Yarın ne olacaktı? Yarın, geçmişin bir başka suretini mi, yoksa bir başka lanetini mi getirecekti?
Her şey, bir zincirin halkası gibi birbirine bağlıydı, ve ben, o zinciri koparmaya cesaret edemeyen bir mahkûmdum.
Bu düşünceleri bir kenara bırakıp kendimi toparladım. "Hayalet Timi şu anda konumuz değil," dedim, gözlerimi masanın etrafındaki yüzlerde gezdirerek. "Achilles'i, Patroclus üzerinden araştıracağız. Berkay, hapishaneye gidiyorsun. Patroclus'la konuş, ağzından ne ala biliyorsansa al."
"Emredersiniz, Komutanım." Dedi başını öne eğerek.
"Yusuf," dedim, sesim biraz daha sertleşmişti, "bu şirketi daha da derinlemesine araştırıyorsun. Bağlantıları, ortaklıkları, dışarıdan görüneni değil arkasındaki gölgeyi bul. Ne bulursan önüme koyacaksın."
"Emredersiniz, Komutanım." Diye yanıtladı, elindeki tablete hızlıca bir şeyler not ederek.
"Batuhan Başçavuşum," dedim göz göze gelerek, "Efe ile birlikte Achilles'i incele. Gerekirse akraba bağlarını da dahil edin. Elimizdeki detaylardan bir profil çıkarın. Kimi aradığımızı az çok bilelim. Yüzüne baktığımızda tanıyalım, yakın temasta rahat olalım."
Ardından başımı Tuna'ya çevirdim.
"Tuna, Mert gelir gelmez doğrudan arşive iniyorsunuz. Achilles ve Patroclus'la ilgili ne varsa, geçmiş kayıt, eski rapor, video kaydı, el yazısı... ne bulursanız çıkarın. İstihbaratla bağlantıyı sıkı tutun. Gölge yoksa bile iz vardır."
Herkes tek sesle yanıtladı:
"Emredersiniz, Komutanım!"
Ben ayağa kalktığımda, sandalyelerin gıcırtısıyla birlikte hepsi birden hazır ola geçti.
"Üç gün boyunca Ankara'da olacağım," dedim, sesim netti. "Binbaşı Alp Arslan'la bir görüşmem var. Emir komuta zinciri Yüzbaşınız Şahiner'de. Sorun istemiyorum. Kolay gelsin."
"Sağ ol!" dediler yüksek ve kararlı bir sesle.
Toplantı odasından çıkıp koridor boyunca albayın odasına yürümeye başladım. Arkamdan kapı kapatma sesi duydum, ama umursamadım. Beni takip eden bir çift botun sesinin sahibi belliydi.
"Yıldız..." dedi sabit tutmaya çalıştığı sesiyle. "Kime diyorum ben," deyip kolumdan tutup kendine çektiğinde, kolumu elinden kurtarıp ona döndüm.
"Yerini bil yüzbaşı." Dedim öfkeyle "Sen ne hakla bana emir veriyorsun, bitiremediğin bir işi için de beni suçla istersen."
Nefesini verdi, kendini toparlamaya çalışıyordu. Cümlelerini doğru seçmeye çalışıyordu. "Bir yanlışlık var. O şirket çoktan bitti, yeniden geri gelmiş olamaz. Ellerimle yaptım ben." Dedi. Sanki bu ihtimalin olması onu bitirecek gibiydi.
Alayla güldüm, "Senin bitire bildiğin bir iş var mı?! Gerçekten söylesene bu zamana kadar hangi işi bitirebildin ki, kimin arkasında durabildin ki?" dedim. Yüzünde pişmanlık vardı. Benim vicdanım niye bu kadar suskundu? Şu anda tek kelimem onun kalbini paramparça edebilirdi. Suçluydu çünkü, bir o kadar da masum...
"Bir daha o ellerinle bana dokunma." Dedim her kelimenin üstüne bastıra bastıra. En çok da dokunuşunu özlemişken hem de.
Üzerine şaşkınlık oturmuştu. Elleriyle öfkesini bastırmaya çalışıyor, yumruk yapıp bana bakıyordu. Gözlerinde öfke vardı ama bu öfke bana değil, kendineydi.
"Ben de geliyorum, Yüzbaşım," dedi kelimelere basa basa.
Aynı kararlılıkla ben de parmağımı kaldırıp göğsüne bastırdım.
"Yerini bil, Yüzbaşı Şahiner. Yerini bil ki, bildirmek zorunda kalmayayım."
Ardından önünden geçip yürümeye başladım, Albay'ın odasına doğru.
"Yerim belli benim," diye homurdandı arkamdan.
Albayın odasının önünde durdum. Derin bir nefes alıp üniformamı düzelttim. Sonra kapıyı iki kez tıklattım.
"Girin!" dedi içeriden, tok ve buyurgan sesiyle.
Kapıyı açtım, dimdik durarak içeri girdim. Bir adım attım ve esas duruşa geçip selam verdim.
"Yüzbaşı Yıldız Yürek, bir konu arz edecektim komutanım!"
Odada doktor önlüklü bir kız vardı. Büyük bir ihtimalle yaşı benden küçüktü. Sarı saçlı, mavi gözlü bir kızdı. Beni görünce baş selamı verdi. Karşılık verdim.
"Tamam, babacım, ben o zaman gidiyorum. İzninizle Albayım." Dedi tatlı bir ses tonuyla. Yavaş adımlarla odadan ayrıldı.
Çok güzel bir kızdı.
Albay başını hafifçe kaldırıp bana baktı. Her zamanki gibi yüz ifadesi sertti, ama gözleri tetikteydi.
"Rahat, astsubayım. Dinliyorum."
"Komutanım," dedim net bir sesle, "üç günlük Ankara izni talep ediyorum. Binbaşı Alp Arslan'la yapılması gereken kritik bir görüşmem var."
Bakışlarını üzerimde gezdirdi. Birkaç saniye boyunca bir şey söylemeden inceledi beni. Sonra başını hafifçe salladı.
"İzin veriyorum astsubayım, acil bir durum yok henüz."
"Sözlü emriniz yeterlidir komutanım. Teşekkür ederim," dedim.
"Yıldız," dedi birden, ben çıkmaya yeltenirken. "Bu Binbaşı Arslan'la görüşmenin resmî bir kapsamı var mı, yoksa özel bir mesele mi?"
Gözlerine baktım, tereddüt etmeden cevap verdim.
"İçeriği resmi değil, ama dolaylı olarak bazı birlik kararlarını etkileyebilir, komutanım."
Başını ağır ağır salladı. "Anlaşıldı. Disiplin sınırını aşmadığın sürece serbestsin."
"Emredersiniz komutanım," dedim tekrar selam durarak. Tam arkamı dönüp çıkacakken duraksadım. Asıl mesele bu değildi.
"Komutanım... Bir durum daha var." Sesim, bu kez daha temkinliydi.
Gözlerini dikti bana. "Söyle Yüzbaşı."
"Er Yakup Tezcan... Üsteğmen Berkay Demirtaş'a silah doğrulttu. Suikast girişiminde bulundu."
Bir saniyelik sessizlik oldu. Sonra Albay'ın yüzü kasıldı. Yumruğunu masaya indirdiği an, bulunduğum oda bir anlığına sarsıldı sanki. "Ne dediğini farkında mısın sen, Yüzbaşı?!"
Gözümü kırpmadan baktım. "Evet komutanım. Şu anda hücrede tutuluyor."
Boşluğa saplanan bakışları hızla toparlandı. "Derhâl sorgu odasına alın. Hemen!"
"Emredersiniz komutanım," dedim. Selam verip hızla dışarı çıktım.
Adımlarım koridorun metal zemininde yankılandıkça, içimde bir yerde Yakup'un gerçekte hain olma durumu vardı. Bundan henüz kimsenin haberi yoktu.
•°•°•°•°•°•°•°•°•°•°•°•°•°•°•°•°•°•°•°•°•°•°•
Albay Turgut'un adımları sorgu odasında yankılandı. Kapının gıcırtısıyla birlikte içeri dolan soğuk, zaten buz kesmiş havayı daha da keskinleştirdi. Gözüm, karanlıkta belli belirsiz kıpırdayan siluete takıldı-Yakup. Elleri kelepçeli halde masaya sabitlenmiş, başı eğik. Ama hâlâ o kibirli suskunluğu taşıyor. O suskunluk, ihanetinin itirafı kadar ağırdı.
Turgut albay hiç konuşmadan önünde durdu. Elini arkasında birleştirmiş, gözleriyle yakıyordu. Onun o sert duruşunu ilk kez bu kadar keskin gördüm. Gözlerinde yalnızca öfke değil, utanç da vardı. Bize, bana, hepsinden önemlisi onca şehide ihanet eden bu adamla yüzleşmek bile bir acıydı.
Yakup başını kaldırdı. O tanıdık, bulanık bakışla Albay'a baktı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi. Sanki aramızdan biriymiş gibi. Mideme ağır bir yumruk yemişim gibi hissettim. Soğuk tenimde değil artık-iliklerimdeydi.
Albay konuşmadı. Zaten kelimeler gereksizdi. O bakışla bile yargılamıştı onu. Ve ben orada, köşede, sadece nefes alarak bile fazla ses çıkarıyormuşum gibi hissediyordum. Yakup'un ihanetinin yankısı, odadaki sessizliği paramparça ediyordu. Albayın gözünde bir askerin canını, benim gözümdeyse bir timin canını yakmaya çalışmıştı.
"Sen ne hakla benim askerime, devletimin verdiği silahı doğrultursun? Bu ne cüret, ne saygısızlık!" dedi albay, tok bir sesle.
Yakup, korkudan ellerini sıkmış, süt dökmüş kediye dönmüştü. Alp Abi'den haber gelmedikçe, alayda bir hainin olduğunu albaya söyleyemezdim. Ama o da yılların tecrübesini taşıyordu; sıradan bir askerin üsteğmenini vuracak kadar ileri gideceğini düşünmüyordu. Berkay işi temiz görmüştü. İstihbaratçılara ayrı bir hayranlığım vardı.
"B-ben ö-öyle bir şey yapmadım, ko-komutanım," diye kekeledi. Açığa çıktığının farkında değildi; bu yüzden inkâra devam ediyordu, kansız.
"Devlet seni fazla mı besledi ki su içtiğin kuyuya tükürür oldun? Giydiğin üniformaya ihanet edip, silah arkadaşına doğrulttun silahını!"
Albay, Yakup'un üzerine öfkeyle yürürken her adımı odanın sessizliğinde yankılandı. Gözlerinde, yılların deneyiminin verdiği keskin bakış ve kararlı bir ifade vardı. Konuşmaya devam etti:
"Bu silah, devletimizin namusudur! Her bir kurşun, vatanın bekası için atılmak zorundadır! Eğer sen bu kutsal görevdeki yeminini unutup, kendi çıkarlarını öncelemeyi düşünüyorsan, o zaman ben de sana hatırlatmak zorunda kalırım," dedi; sesi titremeyen bir kudretle yankılandı.
Yakup bir süre sustu. Alnındaki ter damlaları, korkusunun arttığını gösteriyordu. Ellerini sıkı sıkıya kavradı ama ne yapacağını bilemez hâldeydi.
Albay daha da sert bir sesle devam etti:
"Bizler burada birbirimize silah değil, güven veririz! Bizim canımız, kanımız bu vatanın, bu milletin uğruna akıyor. Ve sen... sen mi bunu kirleteceksin? Silah arkadaşına karşı ha? O namuslu silah arkadaşına, yeminli bir askere bir tek kurşun bile doğrultmaya cüret ettin!"
Albay, elindeki belgeleri masa üzerine fırlatıp Yakup'a doğru adım adım ilerledi. Sesi artık tüm odada yankı buluyordu.
"Vatan sana her şeyini verdi ama sen o yeminini unuttun! Şimdi buradan çıkabilmen için sadece bir yol var: Kendini kurtar, itiraf et ve bu hainliği bir an önce kabul et. Yoksa senin için bu orduyu çok daha derin bir şekilde kaybetmek zorunda kalacağız."
Yakup'un gözleri, albayın her bir kelimesine, her bir bakışına karşı korku ve çaresizlikle doluydu. Kolları hâlâ sıkıca bağlıydı. Bu durum, onun ne kadar sıkıştığını ve yalnız kaldığını daha da belirginleştiriyordu.
"S-sadece... s-sadece bir yanlış anlama," diye fısıldadı. Sesi titrek ve kısıktı. İçindeki korku, inkârını derinleştiriyor ama her kelimesi kırılgan bir duyguyla çelişiyordu. "O... o silah... ben sadece..."
Albay'ın sert bakışları altında gözleri daha da bulanıklaştı. Sözcükleri boğazında takılı kalıyor, içindeki çaresizlik belirginleşiyordu. Ancak hâlâ inkâr etmeyi sürdürüyordu. Hainliğini kabul etmek, ruhunda bir uçurum açıyordu.
"Ben... ben yapmadım, komutanım! İnanın... ben hain değilim!" diye bağırdı. Sesindeki korku ve çaresizlik iyice artmıştı. Albay'a yaklaşan her adım onu daha da sarsıyor, ama o son bir umutla kendini savunmaya çalışıyordu. "Bu, komploya kurban gitmiş bir insanın inkârıdır! Lütfen inanın bana! Ben ihanet etmedim, yapmadım!"
Yakup'un gözlerinde derin bir korku ve vicdan azabı vardı. Ama her şeyin içinden çıkılmaz bir hâle geldiğini bilerek yine de inkârını sürdürüyordu.
Albay bana ve Şahiner'e dönüp baktı. Hemen hazır ola geçtik.
"Sorguyu devralın," diye emir verdi. Cevap netti:
"Emredersiniz, komutanım."
Albay odadan çıktıktan sonra gözlerim onunla kesişti. Bizim sorgularımız güzel olurdu. Ve oldukça sessiz geçerdi.
Sorguları nasılsa, sevişmeleri de o tarz olur bunların...
Karşımda duran adamın ela gözlerinden adeta ateş çıkıyordu. Tehlikeli bakışları Yakup'a çevrildi. Bu gözler, "Azrail'in kargoculuğunu yapıyorum," diyordu.
"Eee Yakup Bey, misafirliğiniz nasıl geçiyor? Memnun musunuz inşallah?" Ellerini yana açıp alayla konuştu. Ben yavaş adımlarla Yakup'un arkasına geçtim. Avına yaklaşan iki kurt gibiydik.
Siyah cama dönüp göz kırptım içerdekilere. Bu, "Kameraları kapatın ve odadan çıkın." İşaretiydi. Cevap olarak ışığı kapatıp açtılar. Kameralar kapalıydı. Meydan bizimdi.
Şahiner, Yakup'un önüne gelip masaya yaslandı.
"Bak Yakup," dedi, sesi buz gibiydi. "Buradan ya yürüyerek çıkarsın... ya da biz seni taşırız. Seçim senin."
Ben hâlâ arkasındaydım. Yavaşça başımı eğdim, nefesimi ensesinde hissettirecek kadar yaklaştım.
"Seçim şansın olduğunu düşünmen... ne hoş," diye fısıldadım.
Yakup ürperdi. Küçük bir titreme... Fark etmeseydim bile, Şahiner fark ederdi. Onun gözleri, bir yalanı kaşıktan ayıracak kadar keskindi.
"Ben öyle bir şey yapmadım. Yalan söylüyor o. Deli miyim ben, niye bir üsteğmene silah çekeyim?" dedi titreyerek.
Sorgu odasında gür bir kahkaha yankılandı. Benim kahkahamdı. "Ciddi misin? Ben delirdiğini düşünüyordum oysa. Vatanına ihanet etmek için delirmek gerek," dedim, omuzlarına elimi koyarak sıkmaya başladığımda. Ufak bir inilti sesi duydum.
Onu öne itip "Konuş lan!" diye bağırdım. Sesim sorgu odasında yankılanıyordu. Masanın etrafında yavaş yavaş adımlar atmaya başladım. Göz temasını bozmadan devam ettim. "Elbette üsteğmenime silah doğrultacak cesaret yok sende. İtlerde olmaz cesaret; o, kurtlara mahsus bir özellik. Üstüne alınma."
"Anlamıyorum, komutanım. Neyden bahsettiğinizi..." Bakışları tedirgindi. İkimiz arasında gidip geliyordu.
Elimi uzatıp göğsüne dikili olan al bayrağı söktüm, öpüp cebime koydum. Bu bayrağı taşımayı hak etmiyordu. Bu üniforma, bu vatana ihanet edenlere haram olmalıydı. "Anlatayım... Hangi nedenle odama girdin?" diye sorduğumda şaşıran sadece o değildi. Şahinerin de yüzünde şaşkınlık vardı.
Yakup'un yüzüne indirdiğim yumrukla Şahiner onun arkasına geçmeye başladı. Elimi uzatıp boğazına yapıştım.
"Hâlâ anlamadın mı? Kim istedi odaya girmeni? Kim istedi lan? Kim, senin gibi su içtiği kuyuya tüküren? Söyle, söyle! Sizi o kuyuda boğacağım!"
Nefessiz kalmaya başlamıştı. Eğer ben önlem almasam, kaç anne nefessiz kalacaktı? Onlara tattırmak istediği duygunun binde birini tatsın istedim. Elimi boğazından çektiğimde nefes kalmıştı.
"Ben, ben..." diye gevelemeye başladı.
"Ne 'ben' lan! 'Sen' diye bir şey mi var? Sana her şeyini bu vatan, bu devlet vermedi mi?" diye kükreyen Şahiner'di. Kafasını tutup masaya çarptı. "Sen çocuklarına, ailene, vatanına nasıl ihanet edersin?!"
Yakasını kavrayıp, "Kızın var ya, kızın... Sen kana bulanmış ellerinle, ihanet ettiğin vatanında kızının saçlarını nasıl okşayacaktın lan? Aynaya bakınca utanmayacak mıydın? O anneler ağlarken sen nasıl uyuyacaktın?!"
"Tehdit ettiler... Komutanım," diye yüzünü tutup ağlamaya başladı. "Kızımın okuldan fotoğraflarını odamda buldum. Yapmazsam onu öldürürlerdi. Yaptıktan sonra kafama sıkacaktım ama siz sağ salim döndünüz. Özür dilerim, kızım için, ailem için yaptım Komutanım. Korktum, bilmiyorum... Yüzlerini görmedim. Yemin ederim bilmiyorum," dediğinde kalbimde bir boşluk hissettim.
Ne kadar zordu fedakârlık... Evlatlardan geçmek, vatana sadık kalmak... Kendinden önce başkalarını düşünmek ne kadar da zordu.
"Bize anlatsan korurduk aileni. Bize değil, onlara güvenmeyi seçmişsin. Seçimler bedel ödetir, Tezcan. Unutulmaz bedeller ödetir," dedi Şahiner. Kendisinin ödediği bedellerden...
Öne eğilip üniformasından 'Er Tezcan' yazısını söktüm. Kapıya döndüğümde yere attım. Bu soyadın yeri o üniformanın göğsü değildi... Yerlerdi.
Kapıdan çıktıktan sonra Mert'in "Dikkat!" sesini duydum. Hazır ola geçmiş Tuna, Mert ve Batuhan abiyi gördüm. Gözleri ışıldıyordu.
"Misafirimizi ağırlayalım beyler," dedim. "Yabancılık çekmesin."
Mert aniden "Allah..." diye bağırınca, Batuhan abi şaşkın gözlerle ona bakıyordu. "Benim anladığım anlamda değil mi Komutanım?"
Gözlerimi devirdim. "Evet Mert, o kıt aklınla anladığın anlamda. Ama yorgunsan dinlen sen. Sonuçta kişisel işlerin var," diye ortadan kayboluşuna imada bulundum. Anında kızardı. Yutkundu, Tuna'ya baktı. Tuna bıyık altından gülüyordu.
"Yok Komutanım, o nasıl laf... Hadi beyler, misafiri bekletmeyelim," dedi konuyu dağıtarak. Başka zaman bunun ifadesini alırdım.
Koridorda yürümeye başladık. Yorgundum gerçekten. Sorgu yormuştu. Dağda gezsem yorulmazdım. Vatan görevi yormazdı ama böyle mide bulandırıcı hainler çok yoruyordu.
Şahiner, "Eve git, yoruldun. Ben dosyaları hallederim," dedi.
"Gideceğim," diye onayladım. "Tim sana emanet, sakın operasyona çıkmıyorsunuz. Fazla inisiyatif alma. Benden habersiz iş gö-"
"Yıldız, ilk kez tim yönetmiyorum," dedi öfkeyle.
"Doğru ama yönettiğin timlerin akıbeti belli. Benim timimden de, benden de uzak dur," diyerek onu arkamda bıraktım. Kalbinin, ruhunun gözlerinin ne halde olduğunu umursamadan. O da umursamamıştı... aynı koridordan o da yürüyerek uzaklaştı. Ben de...
😔🥀
Eve vardıktan sonra hızlıca merdivenleri çıktım. Aklım Okan'daydı. Sorgusuna girmemiştim. Allah bilir, ne haldeydi. Alfa Timi'ne bir haftalık izin çıkmıştı. Hepsi yaralıydı. Kapının anahtarını önceden almıştım. Bir lojmanda altlı üstlü oturuyorduk biz. Kıraç'la Okan aynı evde kalıyordu. Benim kaldığım ev ise eski personellerden birinindi. Şırnak'ta kendi evim olmadığından lojmanda kalıyorduk. Bazı şahıslar gibi her yerde ev alma lüksümüz yoktu, malum.
Babasının hediyesi o. Kendi kendine konuşurken bile adama laf sokuyorsun. Nasıl bir kin bu arkadaş?
İç sesim susturulamıyordu.
Okanların kaldığı evin kapısını anahtarla açtım. Ayakkabımı çıkarırken gördüğüm kadın ayakkabılarıyla kaslarım gerildi. Bunlar, geçen gün geldiğimde gördüğüm beyaz çiçek desenli spor ayakkabılardı. Nalan, Kıraç'ı görmeye gelmişti belli ki. Kıraç'ın romantik anlarının katili olmak istemediğimden sessiz adımlarla Okan'ın odasına yürüdüm.
Canım kardeşim... Özlemiştim onu.
Kapıyı açıp odasına süzüldüm. Üstü çıplaktı ve yara bere içindeydi. Konuşturmak için hayvan gibi işkence etmişlerdi kansızlar.
Küçük adımlarla yanına yaklaştım. Gözleri gözlerimdeydi. Okan, anne şefkati görmemiş bir çocuktu.
Annem, onu doğurduktan sonra bir mektupla bizi bırakıp gitmişti. Altı yaşımdaydım Okan'ı kucağıma aldığımda. Okuma yazmayı komşu çocuklarından öğrenmiştim, o mektubu okuyabilmek için. Annem, Okan'ı emzirmemişti bile...
Bunların hiçbirini ona anlatmamıştım. O zamanlar anneme öfkeli olsam da bazen kalbim yumuşuyor, onu anladığımı düşünüyordum. O hastane belki de annemin kurtuluşuydu. O ev bizim cehennemimiz, o adam da celladımızdı.
O, evladını sevmeyecek bir kadın değildi. En azından değildi... Ben öyle umuyordum. Kardeşime de öyle anlatmıştım.
Yaralarına baktım, çok derindi.
"Uzan, yaralarına bakayım. Merhem sürelim," dedim.
Ellerini alıp tek tek öptüm. Gözümde hiç büyümüyordu. Bal gözlerini yumup açtı, sonra yüzüstü yatağa uzandı. Yanağını yastığına koydu, oradan bana bakmaya çalışıyordu. Tentürdiyotu pamuğa batırdım. Sırtındaki yaralara sürmeye başladım. Canı yanıyordu ama alışıktı. Küçüklüğünden alışıktı... Alıştırmışlardı.
"Abla," dedi yavaşça.
"Söyle, canımın içi," dedim tek nefeste, yaralarına ilaç sürerken.
"Geç geldin," dedi kırılgan sesiyle.
Dünya başıma yıkıldı sanki. Onun o kırılgan sesini duyacağıma, tüm kemiklerim kırılsaydı.
"İşlerim vardı, biliyorsun. Okan'ın biter bitmez geldim işte. Ablalar hep gelir."
"Ablalar gitmez," dedi tek nefeste, çocuk gibi.
Anneler giderdi...
"Ablalar bırakmaz," dedim.
"Ablalar korur." Deyince gülümsedim. Eğilip sırtına ufak bir öpücük kondurdum. Yaralı sırtına baktım. Kasları belirgindi, her çizgisi yılların emeğini taşıyordu. Kollarındaki kaslar en ufak hareketinde belli oluyordu. Kardeşim büyüyordu... Küçük Okan'ın kalbi, bu bedende hayat buluyordu. Kalbi atıyordu, yaşıyordu...
Yere dizlerimin üstünde oturdum. Bir tek onun karşısında diz çökerdim ben. Yüzümü onunla aynı hizaya getirdim, kafamı yastığının yanına koydum.
"Ablalar gitmez, ama senin ablan üç günlük Ankara'ya gidiyor," dedim göz kırparak.
"Üç günlük yemek yapıyorsa, hiç sorun yok. Benim için hava hoş," dedi. Yüzünde çapkın bir gülümseme vardı. Neler geçiyordu bunun aklından? Kafasına bir tane şaplak attım.
"Eşek sıpası, eve kız atmak falan yok! Aklını alırım senin," dedim sahte bir öfkeyle. Yoktu öyle huyları.
"Abla yaa, ne alaka kız filan? Benim param mı var kız bulmaya? Fakir erkeklere bakmıyorlar," dedi sitemkâr sesle.
Kim beğenmiyordu benim kardeşimi? Hayırdır? Böyle yakışıklı, boylu poslu, bal rengi gözlü birini kim beğenmezdi?
Şimdiden görümcelik yapıyorsun sen... Vay o gelinin haline!
"Neyse, cimrilik etmesen herkes peşinden koşar diyeceğim ama... Kadınlar kimsenin peşinden koşmaz, aslanım. Mesele para değil... kader," dedim ve yanağına ufak bir öpücük kondurdum.
"Hadi uyu," dedim, saçlarını taramaya devam ettim.
Okan'ım... Benim her şeyimdi. Tek varlığım. Onun için her şeyimi feda ederdim, ettim de.
Gözlerimi kapattım. Yağmur yağıyordu bugün. Yıllar önce, babamın bizi yetimhaneye bıraktığı gün gibi. Özgürlük zannettim... Ceza gibiydi orası. Benden her şeyimi çalmışlardı. Çocukluğumu, gülüşümü, mutluluğumu... Her şeyimi almışlardı. Elimde bir tek Okan kalmıştı.
Gözlerimi kapattım ve bir çift damla gözyaşı aktı. O lanet güne geri döndüm...
Bir saklambaç oyunu kanla bitemezdi...
İki damla kanla...
14 yaşındaydım. Yağmurlu bir gündü. Çocuklar dışarıda saklambaç oynayamazdı; yağmurda oynamak yasaktı. Okan'ın ısrarıyla katılmıştım oyuna. İçine kapanık bir kızdım o zamanlar da. Asker olmak istiyordum. Bilgisayar yoktu. Şehir kütüphanesinden Harbiye ile alakalı bilgiler araştırıyordum ama pek bir şey bulamamıştım. Ta ki hocalarımdan birinin oğlu, bir gün okula üniformasıyla gelene kadar... Tabii, ben hemen yanına tünemiştim. Tüm sorularımın cevabını almıştım.
"Askeriyeye kızların alımı zordur. Sevgili, nişanlı, evli durumlarında hiç almıyorlar hatta," demişti. O günden beri kalbimi sevgiye kilitlemiştim. Tek aşkım vatanımdı.
Kadınların alımı zordu ama imkânsız değildi. Bu yüzden mükemmel olmak istiyordum. Okulda Fransızca ve İngilizce eğitimi veriliyordu. Hocalardan ne öğrenebiliyorsam öğreniyordum. Geceleri uyumuyor, oyun oynamıyordum. Çünkü asker olmak için çabalıyordum.
Keşke o gün de oynamasaydım...
Çocukların beni bulamayacağını düşündüğüm, boş koridorun sonundaki odanın içindeki dolaba saklanmıştım. Nefesimi tutarak bacaklarımı kendime çekmiş, saklanıyordum. Saklanmak bana iyi bir şey çağrıştırmıyordu.
Uzun eteğimle ayaklarımı gizledim. Etek giymeyi severdim eskiden. Prenses gibi hissederdim.
Artık eteklerden nefret ediyorum.
"Burada beni zor bulurlar, hem kafamı da dinlerim," diye düşünmüştüm. Birden kulağımın duyduğu sesle vücudum buz kesti. Yetimhane müdürü Sadık Bey'in sesiydi.
"Elimde sağlık kontrolünden temiz çıkan üç çocuk var. Eminim organları güzel para edecek. Anlaştığımız meblağı yarın hesabıma yatırırsanız çocukları alırsınız. Ömer Kulaç, Okan Yürek ve Nail Doğan," dediğinde, kulaklarım Okan'ın ismiyle uğuldamaya başladı.
Bedenimdeki tüm kan dondu. Kalbimin çarpıntısını kulaklarımda duyuyordum. Kalbim, duyduğum sözlerle daha da daraldı. Midemdeki sancı içimi kemirmeye başladı. Boğazıma bir yumru oturmuştu sanki; nefes alamıyordum.
Kendimi saklandığım dolaptan dışarı attım. Öfkeden gözüm hiçbir şeyi görmüyordu. Aklım durmuştu. Tek bir düşünce vardı: Kardeşimi korumalıyım, bedeli ne olursa olsun.
Ama bedelinin bu kadar ağır ve iğrenç olacağını bilmezdim.
"Yapamazsın! Onlar daha çocuk! Cani misin sen?!" diye öfkeyle bağırdım.
Onlar çocuktu, sen büyük müydün Yıldız?
Sadık'ın yüzünde iğrenç bir gülümseme belirdi. Öfkeli gözleriyle beni süzdü. Onun bakışları altında kendimi rahatsız hissettim. Midem bulandı; o yavaş adımlarla bana yaklaşırken ben geri geri gitmeye başladım. Gözlerim hemen kapıyı aradı. Bu odadan çıkmam gerektiğini hissettim.
Ölürsem Okan'a ne olurdu?
Beni öldüreceğini düşünmüştüm. Ruhumu çalacağını tahmin etmezdim.
"Küçük kız, aslında o kadar da küçük değilmiş," dedi, iğrenç sesiyle. "Dilin fazla uzamış, şerefsizin piçi... Kesmek gerek," diyerek üstüme yürüdü.
Dilimi keseceğini düşünmüştüm. Oysa özgürlük kanatlarımı kesecekti.
"Yapamazsın!" dedim, çenemi yukarı kaldırarak. "Okan'ı bırak, benim organlarımı al." Aklıma gelen ilk fikir buydu.
"Kardeşini kurtarmak istiyor musun?" diye sordu, hafif alaycı bir sesle. Kafamı sallayınca güldü.
"Senin çoğu organın bir işe yaramaz," dedi gülümseyerek. "Ama bazı organların zevk verebilir..." O anda ne demek istediğini tam anlamadım, ama ellerimi yumruk yapmak zorunda hissettim kendimi. Sırtım duvara dayanmıştı. Kapıya kaçamak bir bakış attım. Nefesim kesiliyordu. Onun beni iğrenç bir şekilde süzmesi, korkutuyordu.
Babamın anneme bazen böyle şehvetle baktığını hayal meyal hatırlıyordum. Bu ihtimali düşünürken vücudum dondu. Soğuk bir rüzgar çarpmış gibiydi.
Hızlıca kapıya koştum. Açmak isterken kilitli olduğunu fark edip kapıyı yumruklamaya başladım. O, saçlarımdan asılarak beni kendine çevirdi. Öyle şiddetli bir tokat yedim ki yanağıma, ağzımda metalik bir tat hissettim. Dudağımın kenarının patladığını fark ettim. Yere çökünce karnıma bir tekme attı. Hemen iki büklüm oldum. Saçımdan çekerek beni ayağa kaldırıp yatağa sürükledi. Yatağa beni fırlattığında,
"Seni kaltak! Kardeşinin yaşamasını istiyorsan, bu gece benim eğlencem olacaksın!" dedi.
"Bırak! Yapma! " diye bağırdım ama durmadı...
"Yardım edin!" diye haykırdım, kimse gelmedi...
"Yalvarırım, yapma!" dedim, yine de durmadı...
Yatağın yanında duran masadan bir vazo kapıp kafasına geçirmeye çalıştım. Bileğimden tutup, elinin tersiyle öyle bir tokat attı ki yeniden yatağa devrildim. Yatakta geri geri giderken eteğimi düzeltmeye çalışıyordum.
"Ne olur, yapma," diye yalvarmaya başladım. Gözlerim dolmuştu. Ben ona yalvarırken kemerinin önünü açmaya başlamıştı. Bir kez daha kaçmaya çalıştım.
"Anne!" diye haykırdım. Neredesin anne...
"Bırak!" dedim.
Kolumdan tutup beni yeniden yatağa fırlattı. Çığlık çığlığa bağırıyor, ona yumruklar savuruyordum. Eteğimi yırttığında gözyaşlarım akıyordu.
"Yapma! Dur!" diye yalvarıyordum.
Durmadı. Canımı yaktı.
Yardım isteyemedim.
Ağzımı kapattı.
Susturdu beni.
Çarşafı sıktığım elim boşaldı...
Acımadı. Yaraladı. Aşağıladı...
Ruhumda kapanmaz yaralar açtı...
İçimden, "Annem duyar belki," diye haykırdım.
Annem gelmedi. Gittiği gece bir daha dönmedi...
Benim ecelim olan elleriyle ağzımı kapatıp, bana ne yaklaştı.İğrenç sesiyle, "Her gün kardeşini sağ salim görmek istiyorsan, o çeneni kapalı tutacaksın. Anladın mı?" dedi.
Ona nefretle bakmaya devam ederken, diğer eliyle ellerimi zorla tuttu ve parmaklarımdan birini öyle sert sıktı ki içimden büyük bir çığlık attım. Ama kimse duymadı.
"Anladın mı?!" diye o iğrenç sesiyle tekrar sordu.
Gözlerimi sıkıca yumdum, bir daha açmamak istercesine. En azından çekip gitsin istedim. Bu an bitsin, kurtulayım istedim.
Üstümden kalkıp pantolonunun kemerini taktı. Gözlerimi açtım, tavana bakıyordum. Aklımdan geçen tek şey Okan'dı... Kardeşimdi...
Kapının kilit sesi geldi kulağıma. O kapı, şimdi ben öldükten sonra açılmıştı.
Ruhum bedenimden ayrılırken kimse duymamıştı çığlıklarımı...
Bağırışlarımı...
"Anne!" diye haykırışımı...
"Baba!" diye yalvarışımı...
Yataktan doğruldum. Ağlayamıyordum. Ağlayamıyordum çünkü ağlamanın kimseyi ilgilendirmediğini anlamıştım.
Yataktaki beyaz çarşaftaki kan lekesine baktım...
İki damla kan...
Ruhumun cinayetinin kanıydı.
Kadın olmuştum...
Çocukken kadın olmuştum...
Rızam olmadan...
Omuzlarım sarsılarak saatlerce ağlamaya başladım. Kendimi toparlayıp yataktan kalktım, canım çok acıyordu. Ağlayarak yatakhaneye yürüdüm. Herkes uyuyordu. Odada ne kadar ağladım bilmiyordum. Canım yana yana yatağıma girmiştim. Her zamanki gibi Okan buradaydı.
Sekiz yaşındaydı ama hâlâ küçüktü. Onu duvar tarafına itip yorganın altına girdim. Yağmur yağmasından korktuğu için buraya gelmişti. Her zaman bir bahane bulurdu.
Ben de korkuyordum artık yağmurdan.
"Abla..." diye mırıldandı, uyku sersemliğiyle.
"Ablan sana kurban olsun. Söyle, canımın içi," dedim anne sıcaklığıyla, ağlama sesimi gizlemeye çalışarak.
Elini kaldırdı, uykulu halde yanağıma koydu. Minik parmaklarıyla yanağımı okşadı.
Onun tokat attığı yanağıma dokundu...
"Ağladın mı sen?" diye sordu.
Masumdu... Temizdi...
Ben kirli miydim? Ben günahkâr mıydım?
"Ablalar ağlamaz," dedim, saçlarını okşayıp onu kendime çekerek.
Ağlattılar ablanı, Okan...
Canını acıttılar...
Çaldılar her şeyini...
"Ablalar bırakmaz. Ablalar gitmez. Ablalar ölmez," dedi kendinden emin bir şekilde.
Öldürdüler ablanı, Okan...
Bırakmadım seni... Asla bırakmam...
"Okan'ım..." dedim, yanağını okşayarak. Gözleri dolmaya başlamıştı. Kırılgan bir çocuk değildi; sözümden hiç çıkmazdı, yaramazlık yapmazdı. Düşünce kendi kalkar, yola devam ederdi. Anlamazdı... "Ne oldu?" diye sordum.
"Selim'in annesi geldi bugün," diye anlatmaya başladı. "Onunla oyunlar oynadı, o dersten çıkana kadar bekledi... Benim annem niye beni beklemedi? Niye gitti, abla?" diye burnunu çekti. Yaşlar çoktan yanağından süzülmeye başlamıştı bile.
İçim yandı, kavruldu. Bir bıçak kalbimi oydu sanki. Niye gittin, anne? Niye bıraktın bizi? Niye ona sevgini yasak kıldın? Niye ben 'anne' diye çığlıklar atarken hiç duymadın?
Yanağındaki yaşları elimin tersiyle sildim. "Anneler gitmez, Okan'ım... Anneler kopartılır." dedim, gittiğini bile bile. Anneler gitmezdi. Belki de kopartılmıştı. Bilmiyordu... Öyle olmuyordu. Mecbur kalmıştı.
"Ben senin annen değilim, senin ablanım," diyerek tüm gerçeği çıplaklığıyla söyledim.
Bana baktı. "Ama sen dünyanın en iyi ablusun," dedi. Bu sözüyle içimde bir şey kırıldı, ama aynı anda gülümsedim. Yanağına uzun bir öpücük kondurdum.
"Anlaştığımız gibi, yanımdan ayrılmak yok. Söz mü?" dedim, burnuma parmağımı dokundurarak.
"Söz," dedi gülümseyerek. Biraz aşağıya kayarak bana sokuldu. Canım çok acıyordu, ama aldırış etmedim. Acıya acıya bacaklarını bacaklarımın arasına aldım, üşümesin diye. Yorganı üzerine, sırtına güzelce örttüm. İri bir çocuktu...
Ama iyi yemek vermediklerinden çelimsizdi.
O uykuya daldıktan sonra gözlerimdeki yaşlara artık engel olamadım. Ağzımı kapatıp tüm gece boyunca sessizce ağladım. Ondan sonra... her gece ağladım.
22 Eylül, Yıldız Yürek'in ölüm günüydü.
Bu düşüncelerden uzaklaşmamın sebebi, telefonuma gelen bildirimdi. Gözyaşlarımı sildim. Dışarıda sağanak yağmur yağıyordu. Telefonumu çantamdan çıkarırken Okan'a baktım - hâlâ uyuyordu. Bilinmeyen bir numaraydı. "Sonra bakarım," deyip telefonu çantaya geri koydum.
Odadan sessizce çıktım. Nalan'ın kahkahasını duydum. Kıraç'ın hain olma ihtimali ortadan kalkmıştı. Nalan, nişanlısının başka biri olduğunu öğrendiğinde yıkılırdı. Birinin gözlerinde ezbere bildiğim o duyguyu yeniden görürüm diye çok korkmuştum...
Kapıyı açtım, dışarı çıktım. Üst kata çıkıp ve kendi evime geçtim. Yatak odama girdim, üzerimi çıkardım, pijamalarımı giydim. Hepsi siyahtı. Siyahı severdim, çünkü asaletin rengiydi.
Renklere küseli dört yıl oluyordu. Neyin yasıydı bu? Kim ölmüştü? Sen mi, ben mi, yoksa biz mi?
Camı açtım. Toprak kokusu ciğerlerime doldu. En sevdiğim kokulardan biriydi. Taptaze, huzur vericiydi. Camın önüne geçip derin bir nefes aldım.
Bu hayatta huzur bulduğum iki kokudan biri topraktı.
Aşağıya baktım, bu yağmurda kimseyi görmeyi beklemiyordum. Sokak genelde bomboş olurdu böyle havalarda. Ama biri vardı. O... O burdaydı. Arabasının önünde durmuş, bana bakıyordu.
Bu yağmurda ne işi vardı orada? Hasta olurdu... Ama sanki hiç yağmur yağmıyormuş gibi, dimdik duruyordu. Gözleri gözlerimdeydi.
Odama geçtim, telefonumu buldum. Gelen mesaj ondandım:
+90******: Selam, nasılsın?
Ben: Ne işin var aşağıda. Hem de bu havada.
+90*****: Sen beni mi düşündün, korktun mu hasta olurum diye?
Mesajı okuyunca farkına vardı. Gerçekten merak mı etmiştim onu.
Ben cevap vereyim istersen tatlım.
Yok hiç gerek yok. Çekemem senin safsatalarını.
Doğru söyleyeni 40 köyden kovarlarmış...
Ben: Yoo ne alakası var. Kötüye bir şey olmaz hem.
+90*****: Dışarı soğuk, sen gelme. Ben geliyim sana. Yani eve.
Fırsatçı...
Ben: Üşüyorsan içeri geç. Ama bana değil, kalorifere yaklaş.
+90*****: Ben soğuğa alışığım. Yağmur bile senin kadar üşütmüyor.
Ben: Geber, kal dışarıda. Kışta sana buz vermem.
+90*****: Vermezsin, tamam. Gel dosyaları vereyim.
Botlarımı giyip paltomu üzerime geçirdim ve dışarı çıktım. Merdivenleri nasıl indim hiç hatırlamıyorum. Karşımda sırılsıklam bir adam duruyordu. Beni görünce gözleri parladı.
"Niye geldin? Ne vereceksin?" dedim.
Yutkunmamaya dikkat ederek konuştum.
"Alparslan Binbaşı... İstanbul'dayım işte," dedi.
Gözlerimle ona bakmamaya çalışıyordu. Neden İstanbul? Niye İstanbul?
İstanbul...
Adını her duyduğumda içimde kabaran o tanıdık sızı... Sanki kalbimin köklerine işlenmiş bir yara gibi. Her sokağında bir izim, her köşesinde bir bakışın yankısı var. Karanlık bir gecede, gözlerinin içine bakarken öğrendim aşkın hem yakıp hem yaşatabildiğini.
O şehir bana onu verdi, ama aynı şehir onu benden aldı.
Kendimi toparladım hemen. "Olur, giderim," dedim.Kabanının içinden siyah kapaklı bir dosya çıkardı. Yakup'un sorgusundan çıkanlar, yakaladığımız adamın Victor'un sorgusundan çıkanları içeren dosyaydı. Alparslan Binbaşı'ya bunları sunacaktım.
Ve konuşmamız gereken çok önemli bir konu vardı: Şirket.
Dosyayı ıslanmasın diye paltonun içine koydum onun gibi.
Bana baktı. Elini ensesine götürdü. Ovmaya başladı. Bir şey sorucaktı. Belliydi.
"Şey... Nerde kalıcaksın İstanbulda...?"
Eskiden olsa 'evimizde' derdim. Ama bizim bir evimiz yoktu ki hiç. Biz bir birimize ev olmuştuk....
Kendimi toparlayıp kaşlarımı çattım. "Sana ne? Kalırım bir yerde."
"Merak ettim." dedi yumuşak tonda. Suçlu çocuk gibiydi şuan. Onu tersleyince bu hali alıyordu.
"Fazla merak bela getiri." dedi çenemi yukarıya kaldırarak.
"Huzuru isteyen kim?"
Kalbimin çarpıntısı arttı. Neden böyle olduğuna bir türlü anlam veremedim. Heyecanlandırmıştı bir kelimesi bile. Eskiyi andırmıştı yine. Bu duygudan hem nefret ediyor, hem de dibine kadar yaşamak istiyordum.
İkimizde susmuştuk. Ben gitmesini bekliyordum. Gitmesini istemem gerekirdi belki de. Ama o, olduğu yerden bir adım bile atmadı. Gözlerini üzerime dikmişti. Gözlerinde öyle bir kararlılık vardı ki, sanki yağmurun altında değil de, bambaşka bir yerdeydik. Sanki zaman durmuştu ve bu an yalnızca ikimize aitti.
Yağmur, saçlarımı alnıma yapıştırıyor, kıyafetlerim bedenime yapışıyordu. Ama o? Sanki bir damla bile değmemişti tenine. O kadar sakindi. Dudaklarının kenarında beliren hafif bir gülümsemeyle bakıyordu bana. Ne ironi... Onun tek bakışı, içimdeki fırtınayı susturuyordu.
Göz göze geldiğimizde kalbim bir anlığına unuttu atmayı. O an, içimde her şey sustu. Sadece gözleri vardı. Ve o bakış... İnsan bazen kaçmak ister, ama kalmak için her şeyini kaybetmeyi göze alır ya... İşte, tam öyle bakıyordu bana.
Yağmur yağıyordu. Ama ben ıslanmak umurumda bile olmadan, onun gözlerinde saklanıyordum.
"Evine gitsene." dedim.
"Evime mi gideyim?" dedi.
"Hıhı" diye mırıldadım. Hafızamın kapalı, kuytu köşelerinde saklı duran o anı birden gün yüzüne çıktı. Zihnimin puslu perdesi aralandı ve zaman, beni usulca geriye doğru çekti. Sessizliğin içine gömülmüş, tozlanmış bir hatıra...
~Geçmiş~
Operasyondan dönmüştük ikimiz de. Gizliden gizliye buluşurduk. Hayalet Timi de Kılıç Timi gibi özel ve gizli bir timdi. Komutanla gönül bağı olan bir teğmen hoş karşılanmazdı. Bu yüzden gizli gizli yürütmek zorunda kalıyorduk.Görevimiz bittikten sonra evlenmeyi düşünmüştük.
Görev bitmişti...
İkimiz de yaşıyorduk...
Ama bir o kadar da ölüydük...
Ruhumuzda kapanmayan yaralar açılmıştı...
Beni göğsüne yatırmıştı. Burası en güvenli evimdi. Saçlarımın uzun olduğu, mutlu olduğumuz zamanlardı. Saçlarımı okşuyordu. Alnıma bir tane öpücük kondurdu.
"Yıldız..." diye fısıldadı.
"Hmm..." diye mırıldanıp gözlerine baktım. Avcunu yanağıma koydu. Yavaşça, incitmeden okşamaya başladı. O sıcaklık kalbime işledi sanki.
"Ben bu zamana kadar evsizmişim. Sen benim evim oldun. Gitme, olur mu? Evli olmak ne demek, biliyorum artık. Evsiz kalamam." deyince gülümsedim.
"Ben bu zamana kadar üşümüşüm, seninle ısındım. Bırakma olur mu? Bırakırsan, iliklerime kadar donarım..." dedim.
Bir eli hâlâ yanağımı okşuyordu. Bakışları dudaklarıma kaydı. Yavaşça yaklaştı; önce yanağıma, sonra dudağımın kenarına... Sonra da dudaklarıma dokundu. Öptü, kana kana içti sanki beni.
Sanki her hücreme "Ben buradayım." diye mühür bastı.
Sanki kaybolduğum yerden beni geri çağırıyordu.
Biz o gece birbirimize sözler vermedik. Olacakları anlatmıştık aslında, bilmeden.
Ben gitmiştim... O bırakmıştı...
~Günümüz~
"İçeriden kilitli." diye homurdandı
"Çal belki içerdeki açar." diye umut verdim ona.
Gözleri parladı. Gerçekten bir umudunun olma ihtimaline bile sevinmişi. "Açar mı?"
"Vakti gelince açar belki..." dedim buruk bir gülümsemeyle.
Derin bir nefes aldı "Ben beklerim..." diye fısıldadı. Sanki bana ben seni beklerim sen yeterki aç dedi. Kapıdaydı o. Çalıyordu kapıyı. Geç kalınmış bir gelişti. O kapı açık olunca gelmemişti, şimdi o kadar kiliti ben açmayacak kadar yorgundum.
😭❤️🔥🥀
İnsan bir ana takılıp kalır mıydı?
O anı hayatının her dakikasına hapsedebilir miydi? Oraya mahkûm olmak ister miydi? Onu oradan kurtarmak isteyen herkesten kaçar mıydı?
Kafenin kenarında oturmuş, soğuk ve nasırlı ellerini çay bardağının sıcaklığıyla ısıtmaya çalışan Berkay'dı. Etrafı keskin bakışlarıyla tarıyordu. Askerî istihbarattandı; bu yüzden her zaman tetikteydi.
Yapılı vücuduyla genelde dikkat çekerdi ama sonradan sessizliğiyle gözden kaybolurdu. Her zaman olduğu gibi unutulurdu...
Kafeyi tararken dikkatini çeken tek bir kişi vardı. Onun gibi kafenin köşesinde, çaprazında oturmuş, sabahtan beri onu gözetleyen bir kadın... Yirmili yaşlarının ortalarında, uzun dalgalı kestane rengi saçları, minik burunlu, meraklı açık kahverengi gözleriyle sabahtan beri Berkay'ı izliyordu.
Pembe ponponlu kalemiyle, koyu kahve tonlarında küçük bir deftere notlar alıyordu. Berkay, iki zıt rengi nasıl bir araya getirmiş diye düşünmeden edemedi. Ama o deftere birazdan veda edecekti...
Birkaç not aldıktan sonra telefonu çalınca, büyük çantasından aramaya başladı. Uğur böceği sembollü kılıfıyla telefonu buldu, açtı ve sakince konuşmaya başladı. Berkay onun olduğu tarafa bakmıyordu; onu izlediğini fark edemezdi. Ancak kafenin camındaki yansımadan, çatık kaşlarının da onu izlediği belliydi. Kızın hesabı istediğini fark etti. Dalgalı saçlı kadın çantasında bir şey arıyordu. Büyük ihtimalle kulaklıktı.
Berkay bu anı fırsata çevirip hesabı istedi. Masadaki bardağı ve kaşığı düzeltti, garsona çift rakamlı bir bahşiş bıraktı. Sonra ayağa kalktı ve kimse fark etmeden çıkışa yöneldi. Çıkmadan önce, kızın oturduğu koltuğun üzerine bıraktığı defteri de aldı.
Kendini bir hırsız gibi hissetti. İçinden kendine bir küfür savurdu ama buna mecburdu. Kendisine ait sayfaları bulup yok ettikten sonra geri yerine koyacaktı defteri.
Berkay, onun hakkında yazılı olan sayfaları aramaya başladı. Aradığını bulduğunda yüzünde çocuksu bir gülümseme belirdi. Ama hemen kendini toparladı.
İstihbaratçıların duyguları, zaafları olmazdı.
Soğuk, kesici ve dondurucu olurlardı.
Onun hakkında yazılanları okudukça kaşları çatıldı. Bu kadar nokta atışı yapılmış olmasına şaşırdı. Hakkında yapılan varsayımların doğru olması canını yaktı:
Duygusuz.
Soğuk.
Donuk.
Kaya gibi.
Sert.
Yapılı vücudu var, ya polis ya da asker.
Çift sayılara takıntısı var.
Fazla yak-
Son satırın üzeri iki kez çizilmişti. Berkay'ın kaşları çatıldı. "Fazla yakıcı" olarak düşündü Berkay. Can yakan biri olduğu dışarıdan belli oluyor muydu? Bu düşüncelerden onu kurtaran, arkasından gelen öfke dolu bir sesti:
"Benim özel not defterimi ne hakla çaldığınızı öğrenebilir miyim?"
Omzunun üzerinden sesin geldiği yöne baktığında, defterini aldığı kızı gördü. 162 boylarında, üzerinde siyah bir kaban vardı. Önü açıktı. Ayağındaki kısa topuklu botlar boyunu biraz uzatıyordu.
Çenesini yukarı kaldırarak Berkay'ın gözlerine baktı:
"Defterimi alabilir miyim?"
Cevap netti:
"Hayır."
Minik adımlarla Berkay'ın yanına geldi.
"Bu defter benim özelim. Onu alamazsın. Geri verir misiniz?"
Berkay kaşlarını çatarak konuştu:
"Özel defteriniz niye beni ve başka insanları içeriyor? İnsanları gözetlemek yanlış bir davranış."
Kız yutkundu ama geri adım atmadı:
"İnsanları gözetlemiyorum. Gözlem yapıyorum. Aynı şey değil."
Berkay yüzünü ona yaklaştırdı:
"Bu önyargı. İnsanları uzaktan izleyip fikir belirtmek, izinsiz olarak onlar hakkında yazmak-"
"Ben kimseyle paylaşmıyorum bunları. Ayrıca kimse sana bayılmıyor bu notları almak için. Defterimi verir misin artık?" diyerek deftere uzandı.
Berkay bir adım geri çekildi:
"Kendime ait kısımları aldıktan sonra geri vereceğim. Bayılmadım sana."
"Ama fikirlerime baya bayılmışsın. Kendine saklamak istiyorsun." diye üsteledi kız.
"Hayır küçük hanım, önyargılarınla ilgilenmiyorum. Ama özelimi yaymana da izin veremem." diyerek defteri yukarı kaldırdı, sayfayı aramaya devam etti.
"Yazdıklarım önyargı değil, tahmin. Yanlış olduğunu söyleyemezsin. Yanlış olsaydı bu kadar peşine düşmezdin."
Bu söz üzerine Berkay dondu kaldı. Gerçekten de dediği gibi miydi? Soğuk, sert, kaya gibi, donuk biri mi?
Evet... Öyleydi.
Kızın gözlerine bakarak bulduğu sayfayı defterden yırttı. Kızın yüzünde büyük bir şaşkınlık ve aynı zamanda üzüntü vardı.
Berkay hiçbir şey demeden defteri ona uzattı. Kız hızlıca alıp arkasına sakladı. Onu korumak istiyordu. Ama bu garip adamın ne yapacağını da merak ediyordu. O yüzden izlemeye devam etti.
Berkay kâğıdı iki kez katlayıp montunun iç cebine koydu. Neden saklama gereği duyduğunu o bile bilmiyordu. Kız, ona baktığında izlediğini fark etti. Berkay dudaklarına silik bir gülümseme kondurdu:
"Tahminlerin çok doğru, haklısın. Ama üstünü çizdiğin tahmin en doğrusuydu. Ben fazla can yakıcıyım..."
Kızın gözlerinde şaşkınlık vardı. Neden böyle düşündüğünü anlamamıştı.
Berkay arkasını dönüp yürümeye başladı. Ancak arkasından gelen sesle duraksamak zorunda kaldı:
"Hayır, fazla can yakıcı değilsin. Farklı bir şey yazmıştım oraya ama söylemem." dedi kız utanarak.
Berkay'ın yüzünde büyük bir şaşkınlık oluştu. Dudaklarının kenarı kıvrıldı. Omzunun üstünden arkaya baktı. Kız başını eğmişti, fazlasıyla utanmıştı.
"Teşekkür ederim. Siz de fazlasıyla güzelsiniz, küçük hanım."
Kız biraz kızardı, başını hafifçe eğdi, elleriyle oynamaya başladı.
"Çift sayı takıntınız var. Psikolojik destek almanız gerek..." diye mırıldandı.
"Psikolog musunuz?" dedi Berkay, doğrudan.
Kız kaşlarını kaldırdı şaşkınlıkla. Şu anda kendinden çok karşısındaki adamın psikolog olduğunu düşünüyordu. Berkay, onun bu hâline gülümsedi.
Kız hızla kendini toparladı:
"Hayır, yanlış anlamayın. Kendime danışan çekmeye çalışmıyorum. Zaten acemiyim, henüz normal insanlarla bile görüşmüyorum. Sizi farklı bir uzmana yönlendirebi-"
Berkay sözünü kesti:
"Gerek yok. Zaten ben de sıradan psikologlarla görüşemem." dedi, başını hafif eğerek.
Ama yine de kız elini uzattı:
"Nisa Soykan ben. Tanışalım yine de."
"Ben de Berkay Demirtaş. Memnun oldum." dedi, elini sıkarak.
"İyi geceler, tatlı rüyalar."
Kız da fısıltıyla cevap verdi:
"İyi geceler."
Berkay önüne dönüp yürümeye başladı. Kız da arkasından bakarak gülümsedi.
🫀🫶🏻
İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı'ndan doğrudan buluşacağımız kafeye gelmiştim. Uçakta güzel bir uyku çekmiştim. Eskiden ufak bir bardak kırılma sesine bile uyanan ben, asker olduktan sonra ölümle uyur hale gelmiştim. Artık uykumun derinliği bile değişmişti; tehlikeyi buram buram hissedebilecek şekilde evrilmişti.
Bavul hazırlamaya gerek duymamıştım. Yanıma sadece birkaç parça eşya almıştım. Buraya bir günlük gelmiştim ama her ihtimale karşı üç günlük izin almayı da ihmal etmemiştim. Önlem her zaman hayat kurtarırdı.
Şu anda kafede, sakin bir köşede oturmuş Alp abiyi bekliyordum. Kafe çok kalabalık değildi. Zaten burası MİT binasının arkasında, oldukça güvenli bir yerde bulunuyordu. İnsan kendini burada biraz daha rahat hissediyordu.
Tam o sırada bir garson yaklaştı ve kibar bir tavırla,
"Hoş geldiniz, bir şey alır mıydınız?" diye sordu.
"Hayır, bir arkadaşımı bekliyorum. O geldikten sonra sipariş vereceğim. Teşekkür ederim," dedim, onun sıcak tavrına aynı şekilde karşılık vererek. Garson başını hafifçe eğerek uzaklaştı. Ben de beklemeye devam ettim.
Arkamdan tanıdık bir ses yükseldi ve yüzümde istemsiz bir gülümseme belirdi.
"Seni böyle gören de normal bir insan zanneder," dedi Alp abi, hafif alaycı bir tonla.
Hemen ayağa kalktım.
"Aşk olsun! Ben anormal miyim yani?" dedim, sahte bir alınganlık takınarak.
O ise kollarını açtı ve bana sımsıkı sarıldı.
"Soruyu cevaplamama hakkımı kullanacağım," deyince, gözlerimi devirdim.
"İyi misin?" diye sordu sonra, sesinde gerçek bir endişeyle.
"İyi olmaya çalışıyorum diyelim biz ona... Gel otur, anlatacak çok şey var," dedim hafifçe iç çekerek. O da başını sallayıp garsona işaret etti.
"Bize iki çay, koçum," dedi kararlı bir sesle. Garson başını eğerek uzaklaştı. Biz de sandalyelerimize oturduk ve üzerimize çöken o hafif ama alışıldık gerginlik eşliğinde sohbetimize başladık.
"Konuşmamız gereken çok şey var. En önemlisi, örgüt artık yalnız çalışmıyor. Aetherus Innovative şirketi, kısaca Aİ, eski Aresium şirketine bağlıymış." dediğimde, kaşları yukarı kalktı. Gözlerini bir anda öfke bürüdü.
"Duydum o şirketi. Yıllar önce özel ekiplerden birinin bitirdiğiyle ilgili birkaç malumat duymuştum." deyince derin bir nefes aldım.
Hayalet Timi'nde kimin kim olduğu bilinmezdi. İsimlerimiz yoktu, izimiz yoktu. Hayalet gibiydik. Kimse bizi bilmez, duymaz, görmezdi. Ölülerin mezarı olurdu, ama hayaletlerin... hiçbir şeyi olmazdı.
Hala mezarları yoktu...
"O timdeydim..." dediğimde, ikinci şokunu yaşadı. "Hain ilan edilip timden atılan bendim. Delil yetersizliğinden tutuklanmadım. Ama o timin, o şirketin başına ne geldi bilmiyorum. Sadece... sadece şehit olduklarını biliyorum..."
Yüzünde derin bir hüzün vardı. Şehitler... her zaman kapanmayan, her zaman kanayan yaralarımızdı.
Nefes alıp mecburen devam ettim. "Aramızdan biri haindi. Kim olduğunu patlamadan sonra öğrendik. Şahiner, hainin öldüğünü söylemişti. Ama... eğer şirket bitmediyse, onlar boşuna şehit oldu. Üstüne bir de Erdem bize ihanet etti. Bu... bu çok mantıksız."
"Şahiner?" diye sordu yargılayıcı bir tonda. Kaşları çatılmıştı. Kendimi suç işlemiş gibi hissettim. En kötü, en tükenmiş halimi görüyordu.
"Onunla görüştün mü?" diye sorunca ne diyeceğimi bilemedim.
"Şahiner, Kılıç Timine tayin edilmiş. Aynı timdeyiz. Yine..." deyince yüzünde karışık bir ifade belirdi. Kaşları biraz daha çatıldı.
"Eee yani?" diye sordu, otoriter bir tonda.
"Yani... döndü işte." dedim gözlerimi kaçırarak. "Ne yapacağımı bilmiyorum abi."
"Önemli olan aklın. Aklını dinle, yanılmazsın. Ama yine de dikkatli ol. Sırtından darbe alınca insan kolay kolay ayağa kalkamıyor. Sen zaten bir kere düştün. Bir daha düşersen ya canın yanmaz, kalkarsın; ya da öyle bir düşersin ki, o çukura bir daha çıkamazsın." dedi. Haklı olması canımı yaktı. O beni bir kere sırtımdan vurmuştu. Bir daha vurursa... kalkamazdım.
Sanki acımı anladı. Gözlerini bir anlığına kaçırdı, sonra konuyu değiştirdi. Zaten fazla vakti olmadığı belliydi.
"Gelelim şirket konusuna. Hayalet Timi'nin dosyaları çoktan imha edilmiştir. Ama yine de bir şeyler araştır. O timin komutanı Yüzbaşı Tufan Şahiner zaten. Konuş onunla. Duygularını bir kenara koy Yıldız. Ben eski Yıldız'ı değil, en acımasız askerimi istiyorum."
Derin bir nefes alıp devam etti. Ben ise pür dikkat onu dinliyordum.
"Gelelim Yüzbaşı Şahiner'e... O sıradan bir asker değil, eski istihbaratçı. Onun fark etmediği tek şey, hiç olmamış olandır. Bakışıyla sırrı çözer, sessizliğiyle korku salar... Onu kontrol altında tutarsan, ordulara bedel olur."
Başımı sallayarak onayladım.
"Hiç merak etmeyin, komutanım. Bir kez daha aynı hatayı yapmam," dedim kendimden emin bir halde. "Alaydaki haini araştırıyorum. Albay Turgut Karahan'la bilgi paylaşımı yapmalı mıyım? Bir şeylerden şüphelendi. Birkaç ilerleme de yaptık. Hepsi bu dosyada," diyerek çantamdan kalın bir dosya çıkardım. Masanın üzerinden ona uzattım.
"Albay Turgut'u tanıyorum. Baba gibi insandır. Ona güvenebilirsin. Seni asla yanıltmaz."
Başımı sallayıp, "Anladım," dedim.
Sandalyesine yaslanıp bana baktı. Gözlerinde hem gurur hem de bir parça endişe vardı.
"Bu hayatta gurur duyduğum üç kadından birisin. Bir halam Menekşe, kardeşim Eflal ve sen. Size bakınca, bazen her şeyden çekilip dünyayı size bırakmamız gerektiğini düşünüyorum." dedi yumuşak bir sesle.
İçim ısındı. Hafifçe gülümsedim.
"Eyvallah." dedim ayağa kalkarak. Ardından şakayla karışık bir tonla ekledim: "E, hesapta sizden olsun o vakit. Malum, zengin insansınız."
Sözlerimi duyunca yüzü bir anda düştü.
"Fikrimi değiştirdim. Yönetmeyin dünyayı." dedi ciddi bir ifadeyle.
Arkamı dönerken kahkahamı tutamadım. Gür bir kahkaha attım. O da hafifçe gülümsedi.
Bu küçük an, üzerimizdeki tüm ağırlığı bir anlığına da olsa hafifletti.
Ama ikimiz de biliyorduk... Asıl fırtına daha yeni başlıyordu
💥☠️
Kafeden çıktıktan sonra kafam, kafamı karıştıran sorularla doluydu.
Hayalet timi boşuna mı şehit oldu?
O şirket gerçekten bitmediyse, operasyon baştan mı bozulmuştu?
İçimizden biri ihanet etti...
Neden Erdem hem ihanet edip, hem kendinin sonunu getirdin...
Yaşıyor olabilir miydi?
Bu sorular zihnimde yankılanırken, bir vitrin camında yansıyan hareket dikkatimi çekti. Hemen yanımdaki mağazanın camına takıldı gözüm. Arkadan iki kişi beni takip ediyordu. Yürüyüşlerindeki kararlılık, gözlerindeki soğukluk... Belalarını arıyorlardı.
Adımlarımı hızlandırmadım. Panik yaparsam, onların oyununa gelirdim. Bunun yerine köşeyi dönerken sol elimin ceketimin iç cebine doğru süzüldüğünü hissettim - tabanca oradaydı. Göz ucuyla bir kez daha kontrol ettim: Hâlâ arkamdalardı, aralarındaki mesafe kısalıyordu.
Sokak daha da tenhalaşmadan bir karar vermem gerekiyordu. Ya bir ara sokağa sapıp yüzleşecektim ya da kalabalığa karışıp izimi kaybettirmeye çalışacaktım.
Bir düdük sesi duydum. Ardından bir motosikletin gürültüsü. Bu ses... çok tanıdıktı. Ve o an içimde bir şey yerinden oynadı. Beni takip edenler sadece rastgele tetikçiler değildi.
Adımlarımı sertçe yere basarak ara sokağa saptım. Arkamdakilerin hızlandığını duydum. Bu bir tuzaktı ama ben de artık kurban değildim.
Duvarın dibine yaslanıp beklemeye başladım. Kalbim her zamanki gibi sakin atıyordu. Eğitimim, korkuyu bastırmayı öğretmişti. Adımlar yaklaştı... Ve sonunda biri köşeyi döndü.
"Ne oldu komutan hanım?" dedi ilki, alaycı bir ses tonuyla. "Komut vermek kolaydı ama şimdi tek başınasın, değil mi? Hani nerde o meşhur disiplinin?"
Diğerleri gülüştü. Biri daha eklendi: "Asker olmuşsun ama hâlâ bir kadınsın. Savaş meydanı sana göre değilmiş, bizce."
O an gözlerim karardı. Bu, sadece bir saldırı değildi. Bu, benliğime, kimliğime yapılan bir hakaretti.
Dudaklarımda soğuk bir gülümseme belirdi. "Konuşmanız bitti mi?" dedim. Cevap vermelerine fırsat kalmadan harekete geçtim.
İlki bıçağını çekerken, tek hareketle kolunu büktüm ve bileğinden silahı kaptım. Dirseğimle çenesine vurduğumda bilincini kaybetti. İkinci adam arkadan sarılmaya çalıştı ama eğitimli biri için bu basit bir hamleydi. Ayaklarımı yere sabitleyip, vücudumu sağa döndürdüm, kaburgalarına dizimi geçirdim. Nefesi kesildi.
Üçüncü ve dördüncü adam birbirlerine bir bakış attılar. Bu bakışı tanıyordum - koordineli saldırı. Aynı anda hamle yaptılar. Biri sağdan, biri soldan üstüme geliyordu. Amaçları beni arada sıkıştırıp hareket alanımı kısıtlamaktı. Klasikti. Eğitimsiz birini yere sermeye yeterdi. Ama ben o değildim.
Vücudumu yere yakın konuma getirip sola doğru savruldum. Üçüncü adamın yumruğu boşluğa gitti, ama dördüncünün tekmesi omzuma çarptı. Acıyı bastırdım, ayağa kalkarken dirseğimi üç numaranın boğazına geçirdim. Hırıltıyla geriye sendeledi ama düşmedi.
O sırada dört numara üstüme atladı. Belimden yakaladı, ama yere düşmeden önce ağırlığımı dağıtıp dizimi göğsüne geçirdim. İkimiz de yere yuvarlandık. O altımdaydı. Yumruğumu kaldırdım, tam suratına indirecekken üç numara arkadan saldırdı.
İki elimle yere bastım, sıçrayarak yana kaydım. Üç numaranın saldırısı dört numaraya çarptı. Bu bana fırsat verdi.
İkisini aynı hizaya alıp hızla dönerek dördün karnına tekmeyi yapıştırdım, ardından üçü dirsekle yere serdim. İkisi de sendeledi ama yine de ayağa kalkmaya çalışıyorlardı. Israrları sinirimi daha da kabarttı.
Artık hamle sırası bende değildi; savaş kontrolsüzleşmişti. Bu iyi bir şeydi. Çünkü kontrolsüzlük içinde ben doğardım.
Kafama kadar kan ter içinde, ama hâlâ net gözlerle ikisine baktım.
"Yoruldunuz mu?" dedim.
Cevap vermediler, sadece saldırdılar.
Bileklerini yakaladım, diz darbeleriyle karınlarını hedef aldım. Kemik sesi duymam uzun sürmedi. En sonunda üç numara bayıldı. Dört numaranın sol bacağı kırılmış gibiydi, dizinin üstüne yığıldı.
İkisi de yerdeydi. Ama zafer hissi gelmeden önce, ensemde bir tıklama...
"Sakince ellerini kaldır," dedi. Sesi gençti ama titremiyordu. Eğitimliydi.
"Güzel dans ettin ama burada bitiyor."
Dudaklarımı ısırdım. Bir nefes aldım. Ellerimi ağır ağır kaldırdım.
"Kaç para verdiler sana?" dedim, zaman kazanmaya çalışarak.
"Yeterince," diye yanıtladı.
Sonum gelmişti...
🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟
OYLARI ALAYIMMM
NASILSINIZ?
BEN KÖTÜ... KOLUM HALA ALÇIDA😭. O YÜZDEN GECİKTİ BÖLÜM. TAŞINDIK BU ARADA.
İSTANBUL'DA OLANLARA GEÇMİŞ OLSUN.
BÖLÜM HAKKINDA DÜŞÜNCELERİNİZ NASIL??
YILDIZIN GEÇMİŞİ😭😭😭
BUNA RAĞMEN GÜÇLÜ DURMASI🔥
NİSA VE BERKAY KARŞILAŞIR MI BİR DAHA?
6. BÖLÜMDEN ALINTI ATICAM Wp KANALIMA.
TT Elveria_1
Yt Elveria_6
Wp Elveria_yazar_🤍
Bulamayanlar TT ve Yt biosunda var😍🤍
KOLUNUZU BENİM GİBİ KIRMAYIN. KOLUMUN ÜSTÜNE KÜÇÜK DOLAP DÜŞTÜ. TAŞINA İŞLERİNDE DİKKAT EDİN😭🫂
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |