6. Bölüm

6. YÜZLEŞME VE BİTİŞ

Elveria
elveria_

Oy verelim💕

 

Bol bol satır arası yorum yapalım lütfen. 💞

 

 

Kitapta geçen örgüt, tim, üs isimleri tamamen benim uydurmamdır. Yaşanan olayların gerçeklik ile alakası yoktur.

 

 

Bol bol satır arası yorum yapmayı unutmayın çünki ben okumayı çok seviyorum anlık tepkilerinize bayılıyorum

 

YouTube kanalımız:

 

Yıldız Yürek. İstanbul

Kafamın arkasında hissettiğim soğuk namlunun ucu, tüm bedenimi dondurmuştu. Ölümden korkmuyordum. Zira biz şehadetle nefes alırdık. Vazifemi yarıda bırakıyor olmak kanıma dokunuyordu. Vatan için ölmek, şehit olmak onurdu. Ama ben askerdim. Türk askeri. Kimseye teslim olmazdım.

 

O tetiği çekmeden ellerimi yukarı kaldırdım. Ani bir manevrayla silahı indirmeyi düşündüm. Ama arkadan,

"Sakın, deneme bile," dedi.

"Bu gece bu sokakta bir kadın daha ölecekti. Ve tecavüz süsü vereceğim. Türkiye için bir utanç olacak. Askerlerinin ne kadar zayıf olduğunu tüm dünya bilec-"

 

Diyemeden, dirseği karnına geçirip silah tutan elini çevirdim ve onu yere düşürdüm. Bir elimi yumruk yapıp tersiyle suratına indirdim.

 

Burnunu tutup geri geri giderken, yerdeki silahı ayağımla bir köşeye ittim.

"Ne o, senden korkmamı mı bekledin?! Çok beklersiniz. Bizim İstiklal Marşı'nda duyduğumuz ilk kelime 'korkma!' Ama senin için geçerli değil."

 

Cebindeki bıçağını çıkardı. Belimdeki silahı kullanmayı düşünmüyordum. Tek kurşun bile buna fazlaydı.

 

Gözlerinde öyle bir nefret vardı ki, o an dünyada tek bir amacı kalmış gibiydi: beni yere sermek. Ama o öfke bana işlemezdi. Onun taşıdığı kin, benim yıllardır taşıdığım yemin kadar güçlü olamazdı.

 

Adımlarını hızlandırdı. Bileğimdeki kaslar gerildi, gözümde tek bir an bile kaybolmadı. Bıçağı ilk savuruşunda kaçınmak için yana kaydım, ama ucundaki keskinlik sol kolumdan bir hat çizdi. Sıcak, ıslak bir sızı anında yayıldı. Ceketim parçalandı. Ama acıya alışıktım. Bu benim için sadece bir sinyaldi: ciddileşme vakti.

 

Bıçağı yeniden savurdu, bu kez aşağıdan yukarı. Eğilip dirseğimi göğsüne geçirdim. Nefesi kesildi bir an. Elimle bıçağı tutan bileğini kavradım. Kendi bilek kemiğime sürtecek şekilde döndürdüm, ta ki elindeki bıçak yere düşene kadar. Metalin taşa çarpan sesi, ikimizde de farklı anlamlara geldi. O öfkelendi, ben odaklandım.

 

Geri çekildi, ama çok kısa. Yumruğu, tam çeneme geldi. Gözlerim karardı bir an. Başım geriye savruldu ama yere düşmedim. Dizlerimin gücüyle dengenin hakkını verdim. Yüzümdeki acıyı bastırdım, öfkeye çevirdim.

 

"Bu muydu planın?" dedim içimden. "Askerin karşısına geçip bir sokak köpeği gibi saldırmak?"

 

Tam o anda, tüm gücüyle üzerime atıldı. Boğazıma yapıştı. Tırnakları derime saplanıyordu. Nefesim kesiliyordu, gözlerim kararıyordu ama ellerim de boğazına kenetlenmişti. İkimiz de aynı anda ölmeye razı gibiydik. Sessiz bir çığlık vardı aramızda. Ten, teni eziyordu. Tırnaklar, kemiklere ulaşıyordu.

 

Kulağıma kadar gelen uğultu, kalbimin attığı sesi bastırmaya başlamıştı. Ama o an... o an her şeyi değiştirdi.

 

Dizimi kaldırıp karnına geçirdim. Beklemiyordu. Boğazımdaki baskı bir anlığına gevşedi. Saldırının ritmini kırmıştım. Geri çekilirken tam çeneye tek bir yumruk indirdim. Çenesi yana kaydı, sendeledi. Ama hâlâ düşmemişti. Bu adamlarda nefret morfinden fazlaydı.

 

Son hamlesini yapmak ister gibiydi. Göz göze geldik. Gözleri karanlık bir çukurdu. Ve sonra...

 

Hava yırtıldı. Kurşunun sesi, gecenin içine bir bıçak gibi saplandı. Adam durdu. Ağzı açık kaldı. Gözleri büyüdü. Sağ omzundan, sırtına doğru kan fışkırdı. Elini yarasına götürüp geri çekildi. Ağzından boğuk bir inilti çıktı.

 

Şaşkındı. Ben de. Ama fırsat buydu.

 

"Bu daha bitmedi..." diye inledi.

 

"Senin için çoktan bitti," dedim, bir yumruğu suratına daha geçirdim. Dizlerinin üzerine düştü, elleri titredi. Bir kez daha, bu sefer daha güçlü bir yumruk indirdim. Çenesine. Vücudu gevşedi. Yığıldı kaldı. Bilincini kaybetti.

 

Nefes nefeseydim. Yaralı kolumdan aşağıya damlayan kanı hissettim. Bir adım geri attım, silahımı çekmeden etrafa bakındım. Kurşun nereden gelmişti? Kim ateş etmişti?

 

Gölgelerin arasından bir siluet beliriyordu. Ama henüz ayırt edemiyordum. O an tek bildiğim, hayatta olduğumdu. Görev devam ediyordu.

 

Kafamı kaldırıp karşımda onun yüzünü görünce, kafamdan aşağıya kaynar sular döküldü. Bu bir hayal olmalıydı. Yine mi halüsinasyon görüyordum? Ama imkânsızdı... İyileşmiştim ben. O kurşun beni mi vurmuştu? O yüzden mi onu görüyordum?

 

"Tufan..."

Sadece kendimin duyabileceği şekilde, yıllar sonra ismi dudaklarımdan döküldü.

 

Bana hızlı adımlarla yaklaşarak aramızdaki mesafeyi kapattı.

"Yıldızım, yaran var... Kolun kanıyor, yavrum," dediğinde gerçek olduğunu anladım.

 

"Senin burada ne işin var?" diye bağırdığımda eliyle ağzımı kapatıp beni duvarla arasına aldı.

 

"Sen gittikten sonra muhbirlerden haber geldi. Binbaşıya saldırı yapılacaktı. Aslında sen hesapta yokmuşsun, ama o alaydaki evliyaatını s*ktiğim hain piçi olduğundan senin de geleceğinin haberi uçmuş."

Dediğinde, ağzımı kapatan elini ısırdım.

 

"Aah!" diye geriye çekildi.

"Vahşileşmişsin sen. Kış kış!" diye eliyle beni kovar gibi yaptı.

 

"Başlatma vahşiliğinden!" dedim öfkeyle soluyarak.

"Yine de bu, timini - daha doğrusu timimi - başsız bırakacağın anlamına gelmez."

 

"Üsteğmen Berkay Demirtaş... Emin ol, bin yüzbaşıya denk bir asker," deyince göğsümü kabarttım.

 

"Tabii öyle. Sonuç olarak benim askerim. İlk zamanlarından beri ben yetiştirdim onu."

 

"Doğru, haklısın..." dediğinde omuzlarımı biraz daha dikleştirdim. Önünden yürüyüp gidecekken, arkamdan duyduğum sesle duraksadım:

 

"Evimize gidelim mi?"

 

Evimiz... Yoktu ki. Bizim diye bir şey yoktu. Biz yoktuk...

 

Omzumun üzerinden ona döndüm.

"Ben senin evine gelmem," dedim net bir şekilde.

 

"Benim değil. Bizim," diyerek başını yana eğdi.

 

Adım adım ona yaklaştım. Her adımda bir kelimeyle canını yakmak istedim.

 

"Unuttuysan, ben seve seve hatırlatırım. Biz diye bir şey yok. Hiçbir zaman da olmadı," dedim, her kelimemin üstüne basa basa.

 

"Haklısın... Yaralayınca insan katil olmuyor," dedi, üstten bir bakışla.

 

Ben yaralamıştım... Hayır... Ben bitirmiştim...

 

"Seninle hiçbir yere gitmiyorum," dediğim anda telefonum çaldı.

 

"Bence aç," dedi sakin ama ısrarcı bir ses tonuyla.

 

Ekrana baktım: Binbaşı Alp Arslan. Bir an tereddüt ettim, sonra hızla açıp kulağıma götürdüm.

 

"Emredin komutanım," dedim, tek nefeste.

 

"Yıldız, Tufan Yüzbaşı'yla birlikte eve gidiyorsun. Sana bazı dosyalar verecek. Onları incelemeniz gerekiyor. Evin güvenli olduğunu söyledi, ben de onay verdim," dedi net bir sesle.

 

Başımı yavaşça ona çevirdiğimde, elleri cebinde durmuş, yüzünde yarım bir gülümseme... o tanıdık çapkın ifade vardı.

 

"Emredersiniz, komutanım. Bu arada buraya da bir tim yönlendirin lütfen, burada beş kişi daha var," dedim gözüm hâlâ etrafı tararken.

 

"Gelecekler. Dikkatli olun," diye uyardı.

 

"Emredersiniz," deyip telefonu kapattım.

 

O, hâlâ yerinden kıpırdamamıştı. Sanki her şeyi kontrol altında tutuyormuş gibi, aynı pozisyonda beni izliyordu. Gözlerini ayırmadan, sessiz bir güvenle...

 

Adamların yanına yürüdüm. Üzerlerini tek tek aramaya başladım. Sessizlik içinde geçen dakikalarda, MİT timinin gelişini bekledik. Her an tetikteydik; ama sanki o, her şeyin yolunda gideceğinden emindi.

 

❤️‍🔥

 

Merdivenlerin son adımlarında durunca içimde garip bir his oluştu. Yıllar sonra bu evin kapısından içeri girmek beni eksik kalmış hissettirdi. Belki de gerçekten eksik kalmıştım. Belki değil... Kalmıştım.

 

Burası asla benim için sadece bir ev olmamıştı. Burası yuvamdı. Bu adam, benim sığındığım, korkularımdan kaçtığım tek yerdi. Ama artık tüm korkularımla, kabuslarımla baş başa kalmıştım.

 

Kapının önünde durduğumuzda bana döndü:

"Açsana kapıyı, ellerim dolu." Dedi sitem ederek.

 

"Anahtarım yok."

 

"Nasıl yok? Evinin anahtarı nasıl olmaz ya?" diyerek gözlerini belertti. Bu duruma gerçekten şaşırmış mıydı? Onun evinin anahtarı neden bende olsun ki?

 

"Benim evim değil burası. Açmıyorsan açma. Gidiyorum ben." Dedim ve arkamı dönüp merdivenlerden inmeye başladım. O sırada arkamdan sesi geldi:

 

"Kaçak gelin gibi ne kaçıyorsun be! Gel buraya, poşetleri tut. Açıyorum."

Kaşlarım anında çatıldı. Gelin ne alaka şimdi? Hem ben asla kaçmazdım.

 

Tabii canımmm...

 

Geri dönüp çatık kaşlarla gözlerine baktım, öfkeyle. Poşetleri öyle bir aldım ki, neredeyse koparacağım diye kendim bile korktum.

 

"Yavaş be! Ne oluyor sana ya?"

 

"Gelin ne alaka? Ne diye konu evliliğe geldi?"

 

Elini cebine sokup anahtarı ararken dudakları kıvrıldı, yüzünde muzip bir gülümseme belirdi.

 

"Bu kadar lafın arasında sadece 'gelin' lafına mı takıldın sen? Ha, haklısın ama. Otuzu geçiyorsun artık. Evde kaldın. Ben almasam seni kimse almaz."

 

Gözlerim fal taşı gibi açıldı - yani gerçekten, aynaya baksam gözbebeklerimi göremeyecek kadar büyümüştü muhtemelen. Dudaklarım aralandı, öylece kaldım. Sanki beynim 'yükleniyor...' yazısıyla beklemeye alındı.

 

"Kıymetimi bil." Diye de ekledi.

 

"Ne? Evde mi kaldım? Yok artık! Taş gibiyim ben maşallah. Allah özene bözene yaratmış. Sen kendine bak! Ben seninle evlenir miyim, onu düşün!" dedim gözlerimi kısarak. "Yaşlandın, gençlere ayak uyduramıyorsun bile. Timimle nasıl anlaşacaksın, onu merak ediyorum. Yakında göbeğin bile çıkar." Dedim tavırla, yüzümü çevirip kapıyı açmasını bekledim. Ben yaşlanmış mıydım?

 

Kapının kilit sesi duyulur duyulmaz onu itip önünden geçerek eve girdim.

 

"Yaşlandım mı gerçekten?" diye sordu merakla.

Ona dönüp ayakkabılarımı çıkarırken sırıttım.

"Yaşlandın tabii. Boyun da kısalmaya başlar yakında. Göbeğin bile çıktı."

 

Hiç de öyle biri değildi aslında. Otuzlarının ortasında, uzun boylu, esmer tenli, yapılı vücudu ve siyah saçlarıyla her kadını etkisi altına alabilecek kadar yakışıklıydı. Kadınları ondan uzak tutan tek şey, o sert ela bakışlarıydı. Gerçi bazen bu bile işe yaramıyordu.

 

"Ben arkadaşın olarak söylüyorum, böyle zor evlenirsin." Diyerek daha da damarına bastım.

 

"Arkadaşın?" diye bir kaşını kaldırdı. Takıldığı şey bu muydu?

 

"Evet. Sonuç olarak aynı timde olan iki yüzbaşıyız. Başka bir seçeneğimiz yok." Dedim, çenemi kaldırarak.

 

"Seçenek yaratırız." Diye mırıldandı. Ben de onu umursamayarak lavaboya geçip ellerimi yıkamaya başladım. Aynaya bakıp yüzümü inceledim. İki kaşımın ortasında kırışıklık mı vardı?! Yaşlanıyor muydum?!

 

"Offf..." dedim aniden. "Aklımla oynuyor ya adam."

 

Yeniden yüzümü yıkayıp lavabodan çıktım. Kapının önünde durmuştu. Beni görünce sırıttı.

 

"Ne oldu?" diyerek göz kırptı.

 

"Zorbasın."

 

"Sen de acımasızsın."

 

Gülümseyerek "Teşekkür ederim." Dedim tatlı tatlı. Lavaboya doğru yürürken tekrar döndü:

 

"Yemek yapacak mısın?" diye sordu. Kaşlarımı kaldırıp saçımı edayla diğer tarafa attım.

 

"Ben mi? Ne münasebet?" dedim.

 

"Mutfak senin mutfağın." Diyerek sırıttı.

 

"Sana ait olan hiçbir şey bana ait değil." Dedim, çenemi yukarı kaldırıp gözlerini gözlerime diktim. Buna alışsa iyi olurdu.

 

Elini kalbine koyup hafif dramlı bir ses tonuyla kendini acındırmaya çalıştı.

 

"Nasıl yani? Kalbim sahipsiz mi kaldı?"

 

Bir de bayıl istiyorsun, Feriha?!

 

"Kalbine sahip çık. Kırarım." Dedim kendimden emin bir şekilde ve salona geçtim.

 

"Yapmadığın şey ya!" diye arkamdan homurdanmasını duymamazlıktan geldim.

 

Salona yavaş adımlarla girdim. Her şey bıraktığım gibiydi. Her yerde izimiz, anılarımız vardı. Kalbimiz bu evde atardı bizim. Gerçeğimizdi bu ev. İlklerimizdi, gençliğimizdi, sığınağımızdı. Salondaki kitaplığına gözlerim takıldı. Eskisi gibi her şey yerli yerindeydi. Ortada bana aldığı gülleri koyduğum vazo bile vardı. Bana hep beyaz ve kırmızı gül alırdı. En sevdiklerim onlardı. Türk Bayrağı'nı anımsatırdı. Sonsuz ve saf aşkı temsil ederlerdi. Bizim gibi mi...

 

Sonsuz muydu bizim aşkımız... Belki de o kırmızı, aşkın değil, kanın kırmızısıydı. Belki bir gün beyaz güller kana bulanmıştı. Bizim saf aşkımızın bulandığı gibi...

 

Vazoda kurumuş beyaz ve kırmızı güller vardı. Beyazlar sararmış, kırmızıların da rengi solmuştu... Aynı bizim gibi. Saf aşkımız kirlenmiş, duygularımız solmuştu...

 

Vazonun yanındaki fotoğrafa gözlerim takıldı. Bizim ilk fotoğrafımızdı. Görev için çekilmiştik. Yüzüme bir gülümseme yayıldı. Çerçeveyi elime aldım. Üzerimde siyah bir elbise vardı. Yüzümde şaşkın bir bakış ve en büyük gülümsemem... O bana arkadan sarılmış, yüzünü boynuma gömmüştü. Yüzü gözükmüyordu ama mutlu olduğunu adım kadar iyi bildiğim bir andı.

 

Aklım beni o ana götürdü. Engel olamadım. Olmak istemedim.

 

Sevgili olmadığımız zamanlardı. Görev icabı iki zengin çift gibi davranmamız gerekiyordu. Karargahta fotoğraflar çektiriyorduk, albüme koymak için. Ben üzerime siyah elbise giymiştim. O da takım elbisesiyle karşımda durup beni süzüyordu çatık kaşlarla. Çok yakışıklı olmuştu. Zaten öyleydi. Bu hâli sağlığıma zarardı. Kalbim maraton koşmuşum gibi atıyordu.

 

Bu kadar eğitimi boşuna mı aldık? Bu adamın önünde değil kalbini, kendini kontrol et yeter.

 

Yavaş adımlarla bana yaklaştı. Geri adım atmamak için kendimi zor tutuyordum. Timden şu anda kimsenin olmaması büyük avantajdı. Çok yanlış anlayabilirlerdi. Ya da doğru...

 

Gelip önümde durdu, elini cebine sokup omuzlarını kaldırdı. Sultan Mehmet Köprüsü gibi olan omuzları biraz daha genişledi. Eğildi, yüzüme doğru yaklaştı.

 

"Hayırdır teğmenim, niye böyle boncuk boncuk terledin? Daha bir şey yapmadım. Yani yorulamazsın," deyince yutkundum. Haklıydı, ne oluyordu bana?

 

"Yok komutanım, yok, yorulmadım. Sadece sıcak oldu," deyip elimle kendime yelpaze yapıp serinlemeye çalıştım.

 

"İyi," dedi sadece.

 

"Güzel," dedim aynı tonda.

 

"Hoş," deyince yutkundum. Bana mı dedi? Yok canım, daha neler. Benim gibi çirkin, kirli birini kim severdi ki? Hem erkekler aşktan anlamazlardı, diye düşündüm. Bu hayatta en çok korktuğum yaratıklar erkeklerdi. Aslında korku anlamında değil; onlara güvenmek, teslim olmak, karşılarında zaaflarınla, kusurlarınla bulunmaktan korkardım.

 

Bunları düşünürken, beni gözyaşımdan öpen, saçlarımı ören, tarayan, her telini okşayan, her gece kâbus görürken kokusunda huzur bulduğum, göğsü en güvenli evim olan adamla bu korkuların yerle bir olacağından habersizdim.

 

Kameraman "Kadraj hazır," dedikten sonra yerlerimize geçtik. O benim arkamda durmuştu. Yan yana fotoğraf çekileceğimizi zannetmiştim.

 

Ama o bana arkadan sarılınca tüm vücudum gerildi. Yüzünü hafifçe yaklaştırdı, nefesi kulağımda gezindi. Fotoğrafçı bize bakıyordu; sahte bir anı ölümsüzleştirmeye hazırlanıyordu. Rolümüzü iyi oynamamız gerekiyordu ama bu kadar yakınlığa gerçekten gerek yoktu.

 

"Mutlu ve âşık bir çift gibi görünmemiz gerekiyor."

 

Gülümsedim, kameraya bakarak.

 

"Bizden mutlu bir çift olmazdı, komutanım," dedim aynı tonda.

 

"Belki bir gün yanıltırım seni," demiş ve beni tam boynumdan öpmüştü. Tabii, beni öptüğüne pişman etmiştim onu.

 

Ama o gün yanılmayı bugün isterdim. Ama yanılmamıştım... Biz hiçbir zaman mutlu olamazdık.

 

Bu fotoğraf o güne aitti. O operasyondan bir hatıraydı. Bende de vardı. Ama ben yakmıştım. Her şeyi yaktığım gibi... Onun parfümünü de, her şeyi de yakmıştım.

 

Yavaş adımlarla mutfağa geçtiğimde, gördüğüm manzarayla dudağımı ısırdım. Üzerinde mutfak önlüğü olan koskocaman Yüzbaşı Şahiner'i görmeyi beklemiyordum. Elindeki bıçakla dikkatli bir biçimde biber doğramaya çalışıyordu. Ocağın üzerindeki tencerede yağ yanmıyor, buharlaşıyordu. Mutfağın kapısına yaslandım.

 

"Paslanmışsın, eskiden daha az zarar verirdin mutfakta. Yağ yanıyor yalnız..."

 

"Ne paslanması be! MasterChef'e katılacak adamım. Ama asker olduğum için çekimlere katılamam. Dünya benim gibi bir şefi kaybetti," dediğinde gür bir kahkaha patlattım. Mutfakta omlet dışında berbattı. Sadece omleti harika yapıyordu...

 

"İyi, görelim bakalım ne kadar iyisin. Pardon, mükemmelsin," dedim meydan okurcasına. "Ben banyoya giriyorum. Geldiğimde yemek hazır olsun. Misafirim, bir zahmet yemek yap."

 

"Parmaklarını yiyeceksin," deyince hâlâ gülüyordum.

 

"Açlıktan mı?" derken yine gülüyordum. Yavaş adımlarla duşa girdim. Üzerimdekileri çıkarıp kenara koydum. Gerçekten her şey yerli yerindeydi, temizdi. Sanki yıllardır her gün temizleniyor gibi. Biri için hazır bırakılmış gibiydi.

 

Su ilk omzuma değdiğinde istemsizce irkildim. Saçlarım ağırlaştı. Parmaklarımı aralarından geçirdim-her tel, başka bir hatırayı tutuyordu sanki. Ne kadar ovuşturursam ovuşturayım, geçmiyordu.

 

Nefes almak bile garip artık bu evde. Aynı havayı soluyorum onunla. Aynı duvarlara yaslanıyoruz... Sanki sesini duymamak için duvarların kalınlaşmasını istiyordu içim. Ama bazen... tam tersini.

 

Su akıyor ama içimdeki bulanıklık yerli yerinde. Sanki kelimeler boğazımda dizilmiş, çıkmak için değil, beni içeriden bastırmak için bekliyorlar. Onunla ilgili düşünmek istemiyorum ama aynı odada nefes alınca düşünmemek imkânsız oluyor. Bakmadığım yerden sızıyor varlığı.

 

Bu düşüncelerden kurtulmak için soğuk suyu aniden açtım. Soğuk iyi geliyordu artık. Nefes alışım daraldı. Soğuk su tüm vücudumda gezindi, onun soğuğu gibi. Titredim... Ama bitti titremem, alıştım... İnsan alışıyor ya, her şeye alıştığı gibi... Bornozumu giyip hızlıca yatak odasına geçtim. Çantamdan çıkardığım iç çamaşırlarımı giydim, üzerime bol bir sweatshirt geçirdim. Altıma da siyah pantolonumu giydikten sonra saçlarımı önüme attım. Havluyla sarıp yukarıya kaldırdım.

 

Ev terliklerimi giyip mutfağa geçtim. Gördüğüm manzarayla ağzım açık kaldı; mutfak savaş alanına dönmüştü ve o, elinde kavanozla hiçbir şey olmamış gibi içindekinin yarısını ocağa boşaltıyordu! Bana dönüp bakınca, gülümseyerek "Sadrazama benziyorsun," dedi.

 

"Burası da savaş alanına benziyor!" diye yükselince kavanozu geri bıraktı.

 

"Hayır, gayet de temiz çalıştım," diyerek tavayı eline alıp masaya bıraktı. "La do menemen benim özel tarifim."

 

"Menemende kabartma tozunu hangi amaçla kullandığını öğrenebilir miyim? Sen beni zehirlemeye mi çalışıyorsun?" diyerek gözlerimi belertip şaşırdım.

 

"Yoo, ne alakası var? Özendim ayrıca."

 

İğrenerek önce tezgâha, sonra da masaya baktım. "Domates püresinin yarısı ocağın içinde. Yumurtanın kabuğu tavanın içinde. Ne yapıyorsun sen be?! Delirdin mi?!" diye yükseldim.

 

Tavaya çatalını sokup karıştırdı. "Tüh, bu da yanmış. Kedilere, köpeklere veririz."

 

Kaşımı kaldırıp ona baktım. "Kedilere, köpeklere domates zararlı mı, onu araştır internetten."

 

"Pişmişi zararlı değil, genel olarak," dedi bilmiş bilmiş.

 

"İyi, ben de salçalı makarna yaparım. Kalk kalk, bulaşıkları yıka, bir işe yara. El ağacısın, yok sen direksin," diyerek kızarken elini kalbine götürüp omuzlarını dikleştirdi.

 

"Elektrikli biri olduğum için, elektrik direğiyim."

 

Kafamı iki yana sallayarak tencereyi elime alıp içine su koydum. Ocağı yakıp suyu ekledim. Makarnaları haşlamaya bıraktıktan sonra sosu yaptım. Yemeği öyle iştahlı yiyordu ki, sanki hiç yemek yememiş gibi. Yemeği bitirip salona geçtim ben.

 

Tufan Şahiner. İstanbul

 

Ellerimde bir tomar dosyayla salona girdiğimde, onu pencerenin önünde buldum. Pikeye sarınmıştı; omuzlarına kadar çekmiş, neredeyse kendini ondan medet umarcasına sarmalamıştı. Elinde tuttuğu beyaz porselen kupayı yavaşça dudaklarına götürüp bir yudum aldı. Sıcak çayın buğusu camın soğukluğuna karışırken, gözleri dışarıya, gri ve ifadesiz gökyüzüne dalmıştı.

 

O an, sadece cama değil... Bu eve, bana, geçmişimize sırtını dönmek ister gibiydi. Sessizliğin içinde öylece oturuyordu ama bedeninden taşan bir gerginlik vardı. Günlerdir içini kemiren öfke, bakışlarına sinmişti - ve biliyordum, bu sessiz fırtına birazdan daha da şiddetlenecekti.

 

Yıldız karşıma geçip oturduktan sonra omuzlarını dikleştirdi. Gözlerinde, benden nefret eden bakışlar geri döndü. Hazırdı, her şeyi duymaya hazırdı.

 

Önündeki sandalyeyi çekip karşısına oturdum. Dosyaları bir bir önüne koydum. Elindeki kupayı dudaklarına götürdü. Çayından bir yudum aldı. Boğazını temizleyip gözlerime baktı.

 

"Beni hain ilan edip timden attırdıktan sonrayı anlat. Öncesine gerek yok," dedi sert sesiyle. Her kelimesi kalbime bir ok gibi saplandı. Gözlerimi kaçırıp dosyalardan birini açıp önüne koydum. Bu hayatta en çok canımı yakacak olan o konuşmayı başlattım.

 

"Seni hücreye kapattıktan sonra Erdem, ihanetine inanmıştı." Ben anlatırken yüzünde bir milim bile mimik kıpırdamadı. Gözleri dosyada gezinirken söyleyeceklerimi umursamıyordu. "İnanmaktan çok, yaptığı planın işlemesine sevinmişti belli ki," derken kalbimde olmadık sızılar vardı. Kardeşimin ihaneti canımı hiç olmadığı kadar yakıyordu.

 

Yıldız susmuştu... Konuşmayacaktı, susacaktı; onun da canı yanıyordu. Hayalet Timi bir timden fazlasıydı. Yerin altında bir yuva gibiydi... Yuvamız başımıza yıkılmıştı.

 

"Sonra, operasyonlara geç," deyince düşüncelerden sıyrıldım.

 

"Şirketin dörtlü masasının başında duranlardan birinin davetli olduğu sözde nişana sızdık. Operasyon sırasında Türkiye'ye nükleer silah saldırısı yapılacağına dair bilgi aldık. Sevkiyatın nerede olacağını bilmiyorduk tabii," diye anlatmaya devam ettim.

 

"Nükleer silah olayı ne kadar doğru? Teyit edildi mi?" diye sordu. Sesini ve yüzünü sabit tutmaya çalışıyordu. Canı yanıyordu... Canımın canı yanıyordu...

 

"Evet, toplantıya bir tek ben sızdım," dedim kendimden emin bir sesle. Zengin iş adamının yerine geçmiştim plastik makyajla.

 

Dudağının kenarı kıvrıldı, aşağılar bir tonda devam etti. "Sen de hiç hata yapmazsın ya..."

 

Gözlerimi çektim gözlerinden, yere indirdim bakışlarımı. Haklıydı, hata yapmıştım. Bir tim bir şehit verirse suçu tüm timdedir... Bir tim tümüyle şehit olursa suçlusu sadece komutandır... Komutan, timin pusulasıdır; her zaman doğru yolu göstermelidir... Ben kendim kaybolmuştum...

 

"Devam edecek misin Yüzbaşı Şahiner? Sonra vicdan muhakemeni yaparsın," dedince tüm düşüncelerden sıyrıldım.

 

"Depolarını bulmamız gerektiği için sevkiyatın yerini öğrenmek istiyorduk. Biz de 7 Uyuyan Kahraman'ın 5. Üyesini yakaladık, Cemile'nin takibi sayesinde. Sorguya aldıktan sonra üzerinden çıkan kripto telefonu MİT'e gönderdik. Sara sağ olsun, iletişim programlarına sızmamızı sağladı. Tüm yazışmalar elimizdeydi. MİT'e sızmış bir sürü ajanı bulduk. Bazıları başka istihbaratların, bazıları şirketindi. Üst kısımlar olmasa da çoğunu yakaladık."

 

Gözlerim yüzünün her zerresinde gezindi. Ciddiyetle dinliyor, operasyon raporlarını okuyordu. Bu hallerinin hastasıydım. Tek doktorum da oydu.

 

"Devam edecek misin artık? Bana bakmayı bırak. Önüme bak."

 

"Önümde sen varsın. Hep sen varsın," diye mırıldandım. "Tabii bizim timdeki hainle de mesajları vardı," dedim devam ederek.

 

"Benimle yani..." diyerek lafımı kesti. Yüzünde buruk bir gülümsemeyle bana baktı. Sanki okumak istedi beni kitap gibi. O, zannederek okuduğum mesajlara ne tepki verdiğimi okumak istedi. Gözlerini kıstı, okudu da. Nasıl kriz geçirdiğimi, nasıl ağladığımı, secdelerde uyuduğumu, tükendiğimi okudu.

 

"Yapma..." dedim son çarem buymuş gibi.

 

"Haklısın, yapan benim... Devam edelim Yüzbaşı."

 

Tufan öleli çok oluyordu. Yüzbaşı Şahiner... Ben, Tufan'dan onun Tufan'ından başka her şey olmuştum...

 

"TKDÖ'nün (Türkiye Karşı Devlet Kurma Örgütü) hücresine sızdık, oradaki yazışmalar sayesinde. İçeride olan tüm dosyaları aldık ve yeri elbette havaya uçurduk. Dosyalar, tim kapandıktan sonra imha edildi. Her zaman olduğu gibi. Bunlar zaten burada kasada kopya olarak sakladıklarım. Oradan çıkan bazı dosyaların kopyaları da mavi dosyada," diyerek başımla mavi dosyayı gösterdim.

 

Kırmızı dosyayı kapattıktan sonra onu önüne çekti. Açıp incelemeye başladı. Elindeki kırmızı kalemle önemli bulduğu bilgilerin altını çiziyordu.

 

"Heykeltıraşa yönlendirdi burada olan bazı bilgiler bizi. Orada satılan kılıç biblosu, Cek A. Isimli şirketin para yatırdığı CEO'lardan biriymiş. Adam kumarbaz. Kumar masası operasyonu düzenledik biz de. Adam yenilince şirketi üzerimize yapmak zorunda kalacaktı. Ama biz karşılığında ondan güç istedik. Adam da bunu kabul etti. O gün o davete katılamadı. Biblo sayesinde Berlin'de olan plazaya sızmayı başardık hepimiz." Son cümleyi söylerken sesimin kısıldığını hissettim. Sanki biri tüm kemiklerimi teker teker kırmaya başladı.

 

"Plazaya önceden garson olarak Erdem ve Ali sızdılar. Bombaları yerleştirdikten sonra oradan çıkamadılar. Erdem, kendi elleriyle hem kendi sonunu hem onların sonunu getirdi. Anlamıyorum, insan neden bunu yapar ki?" diye sordum kendi kendime.

 

Yıldız bana bakarak, "Bilmem, belki de vicdanıdır onu intihara sürükleyen... ya da ihanet. Şirket ona ihanet etmiş de olabilir," dedi. Kaşları çatılmıştı; o da aynı sorunun cevabını düşünüyordu.

 

"Cemile, Zafer ve ben içeri biblo sayesinde sızdık. Zafer, bizim korumamız olarak içeriye girdi. İçeriyi dinleme şansımızı Cemile yarattı. Nükleer silahların nerede saklandığını öğrendik. Ben de karargâhın güvenlik sistemine sızmalarını sağladım, güvenlik sisteminden kapılar kilitlendi. Ali, tüm garsonları arka kapıdan dışarı çıkarmaya başladı. Sivil kimse yoktu içeride. Tam hepimiz yerlerimizden ayrılıp dışarı çıkacakken Cemile saldırıya uğradı, yaralanmıştı. Ali'yle üst kata yardıma gittik. Zafer oradaydı ama Erdem yoktu. O zaman anladım, onun hain olduğunu. Zafer, bana Cemile'yi oradan çıkaracağını söylediğinde Tuğgeneral Asım Çanlı bana arabaya gidip kumandayı almamı emretti. Emretmeseydi, gitmezdim." Dediğimde sesimin titrediğini o zaman fark ettim.

 

Yıldız'ın gözleri cam gibi parlıyordu. Dolmuştu. Kardeşim dediklerimizin şehadetini anlatmak ne kadar zorsa, dinlemek de o kadar zordu...

 

"Aşağıya indiğimde diğerleriyle telsiz bağlantım kesildi. Meğerse hepsi, onları patlatmamı istemişler generelden. Yıldız, bilmiyordum. Komutan bana çıktıklarını söyledi. Ben bilmiyorum... Ben ailemi bilerek öldürmedim... Bekledim gelmelerini ama arka kapıdan çıktıklarını söylediler. Ben de inandım... İnandırdılar... Tuğgeneral 'düğmeye bas' diye emir verince... Patlatmak zorunda kaldım. Ellerim kana bulandı... Hiçbir gözyaşı yıkayamadı onları..." diyerek ona baktığımda, başını geriye atmıştı. Duyduklarını sindirmeye çalışıyordu... Gözlerini kapattığında, şakaklarından iki damla yaş döküldü. Yerimden kalkıp yanında diz çöküp oturdum.

 

"Ağlama, ağlama sen de yakma canımı. Sen ağlama." Dedim hızlıca. Gözlerini açıp bana döndüğünde tek bir soru sordu. Sorduğu soru bin kurşun yarasına eş değerdi.

 

"Neden bu kadar rahat hareket ettin? Hiç kimseden şüphe etmedin mi? Söylesene, bu kadar mı inandın hain olduğuma ki herkese güvendin?"

 

Tüm dünyam darmadağın oldu sanki. Omuzlarım çöktüğünde, kalkamayacağımı anladım. Haklıydı. Ben nasıl inandıysam bir yalana, tüm yalanlar gerçek olmuştu. O devam ettikçe, göğsüme bıçaklar saplanıyordu.

 

"Ben o hücredeyken senden başka herkesin hareketlerini düşünürken, herkesi tartarken; sen, benim hain olduğuma kendi kendini inandırmak için mi çabalıyordun?" diyerek beni itti. Öyle bir itti ki, sanki uçurumdan yuvarlandım.

 

"Nasıl söyledin, söylesene? Ben bir umut seni sorgu odasında beklerken sen nasıl beni paramparça ettin? Kimse değil, senin bana inanman gerekirdi. Çünkü o gün ben sana gelmiştim. O kâbustan uyanmış, sana sığınmıştım. Sen kendin için sustun! Söyleyebilirdin. Ama sustun. Neden biliyor musun? Çünkü bir ihtimal dedin. Bir ihtimal, belki haindir dedin." Deyince başımı iki yana salladım. Yüzünü avuçlarımın arasına aldım. Onu kaybetmekten korkar gibi paniklemiştim.

 

"Hayır hayır, gittim anlattım. Söyledim Tuğgenerale her şeyi. 'Yıldız'ı seviyorum, beni timden atın ama o yapmaz.' Dedim. 'O gece benimle birlikteydi.' Dedim. Telefonundaki kripto uygulamasını önüme koydu. Büyükelçinin suikastında çıkan tek kurşunun kovanında parmak izin vardı." Dedim gözlerine bakarak. Öfkeyle yanaklarını tuttuğum ellerimi indirdi.

 

"Komplo olma ihtimali aklına gelmedi mi?" diyerek bağırdı.

 

"Kardeşlerimden şüphe edemedim!" diye yükseldim.

 

"Sevdiğin kadından ettin ama. Ben o odada senin gelmeni değil, gelmemeni bekledim. 'O gelmez, inanamaz. Gelse bile elimi tutar, sarılır, alnımdan öper, bana "Ben sana inanıyorum." Der.' Der demese bile öyle bakar ki, yeter sana... diye düşünürken... Sen... Her neyse, bir önemi yok..." bunları o söylerken gözlerinde hayal kırıklığı vardı. Canı acıyordu... Ve canını yakan tek kişi de bendim...

 

Yıllar önce... Dört yıl önce... O odadan içeri girdiğimde, duvarın dibinde bacaklarını kendine çekmiş, yanağını dizlerine yaslamış, gözleri kapalı Yıldız'ı gördüm. Eskiden olsa, bu hâline gülerdim; âşık olurdum daha çok, hayran kalırdım. Hem güçlü bir asker olup, yanımda nasıl kedi gibi olduğuna şaşırırdım.

 

Ama bu masumluk maskesinden iğreniyordum artık. Yirmi iki gündür... Yirmi iki gündür bana onun hain olduğunu, ülkesine, devletine, timine, bana ihanet ettiğini söyleyip duruyorlardı. Bu imkânsızdı. Benim âşık olduğum kadın vatan haini olamazdı.

 

Ama olmuştu...

Beni de, timimi de kaldırmıştı. Yediği yemeğe, içtiği suya ihanet etmişti. Ona yasladığım sırtımdan vurmuştu beni. Yetmemişti, kalbime girmiş, oradan vurmuştu.

 

Sorgu odasının demir kapısını kapattığımda, sesi odada yankılandı. Ama yine de gözlerini açmadı. İki adım attığım anda gözlerini açtı. Kokumdan tanımıştı beni. Uyuduğu kokumdan...

 

Beni görünce önce gülümsedi. Yüzümü incelemeye başladıkça kaşları çatıldı. Ama hızlıca toparlanıp ayağa kalktı. Üstünü başını düzeltti, saçını kulağının arkasına atıp kendini toparlamaya çalıştı.

 

Aramızda tek engel masa gibi gözüküyordu. O gün, evet, tek engel masaydı. Bugünse ikimizin de aşamayacağı engeller var aramızda. Sandalyesini çekip oturdu. İkimiz de konuşmadık. Diğerlerine sürekli isyan ediyordu. "Neredesin?" sorusuna "Tufandaydım." Demiyordu. Beni satmıyordu. Neden yapıyordu ki?

 

Ellerimi masaya koyarak ona yaklaştığımda, gözleri endişeyle yüzümü tarıyordu. İlk konuşan o oldu. Kısık sesle söyledikleri beni ateşte kavurdu:

 

"Yemek yemediniz mi? Uykusuz ve güçsüz gözüküyorsunuz, Komutanım."

 

Günlerce aç, yarım uykulu olan Yıldız'ın aklına gelen ilk fikir ben miydim? Hayır, değildim. Bu bir oyundu. Bana oyun oynuyordu. Güvenimi kaybetmek istemiyordu...

 

"Kes bu oyunu! Beni düşünüyor gibi davranmaktan vazgeç! Sen nasıl ihanet ettin bana? Beni geçtim, devletine, vatanına... Sen kardeşin Okan'a nasıl ihanet ettin?!" diye kükrediğimde, ilk kez yüzünde hayal kırıklığını gördüm. Dudaklarını araladı, bir şey demek istedi ama diyemedi. Yutkunmak istedi, yutkunamadı.

 

"Nasıl hain oldun? Ben sana sırtımı döndüm, ben kimseye değil, sana kalbimi açtım. Sen nasıl vurdun beni? Neden... neden yaptın?"

 

Sustu. Sadece gözlerime baktı. Yumruk yaptığım ellerime baktı. Ellerini kendine çekti; sanki kendini korumaya almak ister gibi. Onu vuracağımı düşünmüştü?! Siktir ona vuracağımı düşünmüştü.

 

Ben günlerdir kafamı duvarlara vuruyordum. Evdeki eşyaları kırmamak için eve gitmiyordum. Onun anılarının olduğu eşyaları...

 

Ürkek bakışlarıyla bana bakıyordu. İlk kez böyle bakıyordu. Gözlerimi kapattım. Nefes aldım.

 

"Saçmalamayı kes! Sana vuracak değilim. Hain bile olsa ben bir kadına el kaldırmam," dediğimde başını eğdi, yumruğunu sıktı.

 

"Hain?" diye fısıldadı.

 

"Benim gözümde sadece bir hainsin," dediğimde... bir gün bu cümleyi bana misliyle ödeteceğinden haberim yoktu. Benim karmam olacaktı bu cümle.

 

Evlenme teklifi ediceğim gün öğrendim herşeyi. Ona vereceğim yüzüğü cebimde taşıyordum, kalbimde onunla kurduğum geleceğin hayalini besliyordum. Ama o gün... o lanetli gün, gözlerimin önünde çöktü tüm gerçeklik.

 

Ve bu gün o çöküşün bitişiydi...

 

Gözlerine baktığımda kırılma değil, kopma gördüm. İçinden bir şeyin parçalanıp sessizce düştüğünü... Öylece baktı bana. Ne gözyaşı döktü, ne de kendini savundu.

Bir sessizlik çöreklendi aramıza; öyle ağır, öyle uğultulu bir sessizlik ki... Bağırsa, bu kadar canımı yakmazdı.

 

Kıpırdamadı. Sadece yutkundu. Bir şey söylemek istedi... ama kelimeler dudaklarına bile uğramadı.

 

Ellerini kucağında kenetledi, başını eğdi. Ben nefes almayı unuttum. Zaman durdu sandım.

 

Ayağa kalkıp geldiği yöne doğru yürüdü.

Sustum... o sustu... biz sustuk...

 

Ama o sessizlikte bir şeyler sonsuza kadar bitti.

İkimiz de hayattaydık.

Sadece aşkımız, sevdamız orada, o sorgu odasında gömüldü.

 

Ve ben demir kapıyı kapatıp çıkarken, o hâlâ aynı pozisyonda oturuyordu.

Yanağını dizine yaslamış, gözleri kapalı...

Tıpkı ilk girdiğimde olduğu gibi.

 

Ama artık bulduğum kadınla arkamda bıraktığım kadın farklıydı.

İkimizin de üzerinde sessizliğin kefeni vardı.

 

Bu düşüncelerden kurtulmaya çalışarak. Ona döndüm. Bir eli karnında yerinde hafifce kıpırdandı.

 

"Nasıl dayandın? Sorgulara, psikolojik baskıya... Nasıl dayandın?" diyerek sordum kaşlarımı çatarak. Yıldız'ın yüzüne baktığımda gülümsedi... Canı yanarken gülümsemeyle saklardı o.

 

"Ben hain değildim ki. İstiklal Marşı'nı dinlemek kanıma dokunmaz. Güç verir. Karanlığı gözlerinde o gün öğrendim, o odalar daha ışıklıydı. Soğuğu sözlerinde öğrendim, o odalar daha sıcaktı. Kâbus görmem için uyumama gerek yoktu. Hem kâbuslarım bile sevdiğim olmuştu artık... Kolay oldu..."

 

"Özür dilerim..." diyebileceğim bir şey yoktu. Bunun bir özrü de yoktu.

 

"Sen bende yarasın. Sen bile o yarayı saramazsın." Dediğinde kalbimde yara açmadı. Kalbimi elleriyle söküp çıkardı.

 

Nefes almaya çalışarak ayağa kalktım. "Ben abdest alacağım." Dedim.

 

Dosyalardan birini önüne çekti. "Ben de bunlara bakacağım." Dedi soğuk sesiyle.

 

Abdesti alırken düşündüm yaşadıklarını, her şeyi yakışını, gözyaşlarını... Her şeyi yakmıştı. Benim parfümüm de yakmıştı her şeyi. Mektupları, fotoğrafları, çiçekleri...

 

Hiç ağlamamıştı... Çöktüğü yerden ayağa kalkmıştı. Benim ona geldiğim gece. O, bizi bitirmişti... Bizi kafasında bitirmişti o gece. Bu gece de kalbinde...

 

Silmişti son gözyaşını. 13 ay ağlamıştı bizim için... Hayalet Timi için...

 

Benim her gün baktığım yüzüne hasret bırakmıştı beni. Bana gönderdiği sesleri her gün dinlemiştim. Bana "Tufan" deyişine hasret bırakmıştı. Herkese gülüşünü sunarken, bana gözyaşı bırakmıştı...

 

Yavaş adımlarla lavaboya geçtim. Suyu açıp abdest almaya başladığımda, ellerimdeki kanı abdest suyu yıkar diye düşündüm. Belki benim dualarım onun yaralarını sarardı.

 

Yıldız bu günlerde zaten fazlasıyla öfkeliydi. Olaylar biraz daha öfkesini artırmıştı. Karnını da sürekli ovuyordu. Büyük ihtimalle adet olmuştu. Zaten ayın ortalarında hep olurdu. Eskiden sahaya çıkmasına izin vermezdik. Ama bu halde saldırıya uğramıştı. Manyak kadın...

 

Şimdi gidip papatya çayı yapsam, bardağı kafama geçirirdi. O yüzden hiçbir şey yapmadan sınırlarını geçmeyecektim. Zaten yeterince geçtim...

 

Yıldız'ın silahı neredeydi?! İnşallah çekmeceye koymuştur.

 

Fikirlerimden arınmak için nefes aldım. Yıldız'ı düşünmemek, kömür gözlerinde dalıp gitmemek imkânsızdı...

 

Yatak odasına geçip, seccademi serip akşam namazı için niyet ettim. Namazı bitirip selam verdikten sonra ellerimi açtım, yıllardır her namazda ettiğim duayı ettim.

 

"Allah'ım ben günahkârım, onu çok üzdüm, çok ağlattım. Hak etmediğim kalbinde yer edindim. Benim sevdam kalbime mühürlü. Sen beni onun kalbinden söküp at. Mutlu olsun. Sevdalansın başka birine, kalbini ben aydınlatamadım. Başka biri aydınlatsın. Ben yara açtım onda. Başka biri sarsın, iyileştirsin Allah'ım. Ben artık saramam yaralarını, böyle gözümün önünde de bitip tükenmesin Allah'ım. Yardım et. Günahkârım, ondan af dilemeye yüzüm yok. Senden başka gidecek kapım yok. O bana haram, varsın başkasına helal olsun. Mutlu olsun, ben üzülmeye razıyım. Benim kalbimden alma onu Allah'ım. Kenardan severim ben... Âmin." deyip gözlerimi kapattım. Secdeye gittim. Kaç dakika ağladım bilmiyorum.

 

Gözyaşı dökmeyi, Yıldız'ın gözlerine bakarak öğrendim ben... Kömür gözlerine...

 

Gözyaşımı silip ayağa kalktım. Bu hayatta beni ağlatabilecek tek insan için döktüm gözyaşımı. O çok dökmüştü... Gülüşü haram kılmıştı kendine Yıldız. Kahkahaları sahteydi artık. Gözü parlamazdı. Acısını gülüşüne saklardı.

 

İlk zamanlarda vurulunca gülerdi. Mazoşist olduğunu düşünmüştüm ama psikolojik testler öyle demiyordu. Ağlamayı bilmez diye düşünmüştüm. Ama bilirdi, bana gelir ağlardı, bensiz bize ağlardı...

 

Yıldız'ın kalbinin kırılması zor kabuğu vardı. Kenardan bakan güzelliğini göremezdi. Kabuğu kırılırsa zehrini akıtırdı. Hem dışına hem içine. Ben, bana açtığı kapıdan girmiştim kalbine. O kadar büyük ve genişti ki kalbi... Ev gibiydi... Çiçekli cennet gibiydi.

 

Ama zemheri tarafı ölüme eşitti. Soğuğu öldürmezdi. Kemiklerine kadar dondurur, üşütürdü. Ateş yakar, merhamet eder, sonra seni yeniden dondururdu.

 

Ben razıyım o zemherî soğuğuna, yeter ki ondan gelsin.

 

Salona girdiğimde kafasını masaya yaslamış hâlâ dosyaları okuyordu. Ağrıdan hâlâ kıvranıyordu. Bir eli karnında, gözleri boşluğa takılmıştı. Kadın olmak sadece biyolojik sancılarla değil, toplumsal yaralarla da sınanıyordu. Her ay yeniden bedenini hatırlarken, bir yandan da hayatın her alanına sinmiş baskılarla savaşmak zorundaydı.

 

Ve yetmiyormuş gibi, bir de erkekler... Bir de biz vardık. Sustuklarımızla, görmezden geldiklerimizle, "erkeklik" adı altında öğretilen zalimlikle. Onlara acı çektiren sadece adet sancısı, doğum ağrısı değildi. En çok da bizdik.

 

Bir kadının korkarak yaşaması, sokakta yürürken omzuna çöken tedirginlik, geceleri elinde anahtarla yürümesi, "Hayır" dediği için hayatından olması... Bunların hepsi bizim utancımızdı.

 

Erkek olmaktan utanıyordum. Çünkü erkek olmanın kadına hükmetmek zannedildiği bir toplumda, sessiz kalmak bile suçtu.

 

Kadınlar öldürülüyor. Ve biz hâlâ susuyoruz.

 

"Yıldız..." dedim hafif yumuşak tonla. Sanki az daha bir birimizi öldürmemiş gibi.

 

"Hıı" diye mırıldandı.

 

"Yorgunsun uyu istersen. Yarında burdayız, sabah hall edersin."

 

Ben öyle diyince basını kaldırdı masadan. Bana baktı. Uyku dökülüyordu gözünden. "Uyumiycam, önce bunlar bitsin." diye inat etti. Silahı nerde acaba, deretirsem kafama sıkmaz inşallah.

 

"Tamam yap hepsini. Bitirmeden de sakın uyuma." dedim emir verir tonda. Kaşlarını çattı hemen. İşe yaramıştı. Tersini yapıp uyuyucaktı.

 

"Ne hakla bana emir veriyorsun? İstediğimi yaparım. Uyuyucam ben. Kendi hür irademle uyuyuyorum." diye kalktı masadan. Az önce olan tartışmamızdan bahs etmiyorduk. Yorulmuştuk ikimizde savaşmaktan... Bir birimizle savaşmaktan...

 

"Ayrıca, yatakta yatıyorum ben. Koltukta yat." dedi tatlı tatlı. Hangi koltuk?! 1.50 olan koltukta mı uyuyacaktım?! Kendi kazdığım kuyuya kendim düşmüştüm.

 

Koltukla bakışırken "Ben 1.73 boyumla yatamam orda değil mi?" diye sordu. Yüzünde eskiyi andıran gülümsemesi vardı. Bu gülümseme için karda bile uyurdum be kadın, bu koltuk ne ki?!

 

"Sırtın tutulmasın, yatakta uyu en iyisi. Haklısın." dedim. 'Haklısın' sihirli bir kelimeydi. Söyleyince mutlu olurdu. Gözünün içi gülerdi. Kibiri yoktu, kibirlenmezdi. Mutlu olurdu...

 

Bunu anladığım gün yüzünün her yerini öpmüştüm. 'Haklısın güzelim, haklısın Yıldız'ım, haklısın kömür gözlü kız' diye diye öpmüştüm.

 

Kapıya doğru yürüdü. Sonra duraksadı, aklına bir şey gelmiş gibi duraksadı. Bana omzunun üstünden döndü. "Allah kabul etsin. Duaların kabul olsun."

 

Yutkunamadım. Niye dedi öyle?! İnsan bilmediği duaya 'amin' der miydi... Bu kadar isteklimiydi kalbimden gitmeme. Bilse duamı kızar mıydı. Yoksa yine 'amin' mi derdi.

 

"Amin." dedim yutkunmaya çalışarak.

 

Yavaş adımlarla gitti yatak odasına.

 

"Pijamaların duruyor orda dolapta." hiç bir eşyasına dokunmamıştım. Her şey olduğu gibi kalmıştı. Kokusu odada duruyordu hala. Ama zamanla uçup gitmişti. Kendim temizlerdim odaya başkası dokunmasın diye. Başkası odaya girmesin, başkasının kokusu odaya sinmesin diye.

 

Mutfağa geçtim. Çaydanlığı ocağa koydum. Dolapları açtı tek tek. Mutlaka sıcak su torbası vardır buralarda bir yerde. Çekmeceği açtığımda yeşil sıcak su torbasını gördüm. Suyun ısınmasını bekledim. Salona girdiğimde battaniye ve yastık vardı koltuğun üstünde.

 

Beni düşünmüş getirmişti.

 

Ben nasıl yatıcaktım bu koltukta. Yıldız benimle uyusun diye küçük almıştım. Şimdi kendim uyuyucam. Aklımı sikeyim!

 

Çaydanlıktan ses gelince mutfağa geçtim. Sıcak su torbasını açıp sıcak suyu doldurmaya başladım eli yandı önce. Kadınlar bu mutfakta nasıl çalışıyordu her gün?! Helal olsun. Alınlarında öpüyorum. Yıldız'ın dudaklarından.

 

Sıcak su torbasını doldurup, içindeki havayı çıkardım. Kapağı koyup sıkıca kapattım. Taktığım atkıyı tek kat sarıdım yakmasın diye. Odasının önüne gelince yavaş yavaş kapıyı araladım. Yan şekilde kapıya dönük uyumuştu, zaten çok çalışmıştı. Her yerde uyuya bilme potansiyeli vardı.

 

Benim yüzümden uykusuz 13 ay kaldı...

 

Kaşları hala çatıktı. Uyurken gülümse azcık be kadın. Kısa saçları yatağa dağılmıştı. Niye kısaydı bu saçlar. Niye kestin güzelim. Niye yaktın canımı...

 

Siyah saçlarını elimin tersiyle okşadıktan sonra yavaşca battaniyesini kaldırdım bir eli hala karnındaydı. Bir an hamile hayal ettim onu ne kadar tatlı olurdu. Çok güzel bir anne olurdu. Kızımız olurdu. Onun gibi siyah saçlı, benim gibi ela gözlü, onun gibi hilal kaşlı, benim gibi kıvrık kirpikli, tatlı dudaklı, yıldız kadar parlak gözleri. Üzüntüden uzak bir hayatı oldun isterdim.

 

Yavaşca eline uzandım. Kaldırıp sıcak su torbasını koydum. "Hmm" diye mırıldandı. Kaşları düzeldi. Bedeni gevşedi o an, rahatlamıştı. Ağrısı hafiflemeye başlamıştı belli ki.

 

Aynanın karşısında durup, tarağını aldım. Eskiden burda bana yaslanır bir birimize bakardık. Elimde tarakla yatağın etrafından dolanıp, arkasına geçtim. Saçlarını yatağa serdim birazda. Yavaş hareketlerle taramaya başladım. Normalde tetikte uyurdu. Ama bu evde garp bir şekilde huzur vardı. Rahat uyurdu burda. Güzel, çok güzel anılar vardı.

 

Saçlarını taradıktan sonra üçe ayırdım. Gül'den öğrenmiştim saç örmeyi. Örünce hızlı uzarmış. Örmeye başladım kısa saçlarını. Zaten askeriyede fazla uzun güvenlik açısından yasaktı. Bu kadar da kısa olmasına lüzum yoktu. Örgüyü bitirip yana koydum saçını.

 

Kalktım, yavaş adımlarla yürüyüp, yanında dizlerimi kırarak yere oturdum. Bu hayatta beni önünde diz çöktürecek yegane insandı. Başını okşamaya başladım. Eskiden göğsüme yatardı, okşardım öyle uyurdu. Kimse okşamamıştı saçlarını.

 

Şakağına ufak bir öpücük kondurdum. Yüzünde masum gülümsemesi vardı. Kalktım oturduğum yerden, arkamı dönüp gidecekken "Tufan..." diye mırıltasını duydum. Dört yıl sonra ilk kez ismimi dudaklarından duymuştum. Gömmüştü Tufanı ben sadece Şahinerdim. Bana biçtiği cezalardan biriydi bu. İsmimi asla anmazdı.

 

"Bırakma..." diyince kalbimden bir parça koptu. Canım yandı, bırakmıştım. O beni unutsun diye her gün dua ediyordum. O unutmamak için uykusunda bile sayıklıyordu.

 

Aşk nedir? Onun mutlu olması için kendinden vazgeçmek mi, yoksa mutsuzluğa mahkûm olacağını bilsen bile kendinden feda etmek mi?

 

Belki de aşk, hangi yolu seçsen de sonunda kendinden geriye bir şey kalmamasıdır.

 

"Üşüyorum..." diyince elim ayağıma dolandı. Ne yapıcağımı bilmiyordum. Yanına girip uyusam sabah kafama sıkardı. Sonra derin derin nefes almaya başladığını fark ettim. Yine o lanet kabuslarından görüyordu.

 

"Dur... Yapma..." diye sayıklıyordu rüyasında. Kabusları devam mı etmişti ben gittikten sonra. Acaba eskisi kadar sık mı görüyordu. Yok aslında helikopterde hiç görmemişti. Belki de zaman zaman görüyordu.

 

"Dokunma..." diye sayıklayınca. Elimi ister istemez uzattım yanağına. Sonra duraksadım. Boğazımda büyük bir yumru oturdu. Ondan izinsiz ona dokumak bile içimi yakar diye düşündüm. O bunu bana ceza kesmişken, onun bu halinden yaralanmak kendine ödül yapmak bu çaresizliği şerefsizlik gibi geliyordu.

 

"Yapma..." diye sayıklamaya devam edince dayanamadım. Eskiden yaptığım gibi, alnına öpücük kondurdum. "Geçti güzelim..." diye başparmağımla yanağını okşadım. Çatık kaşları düzeldi hemen. Kokumun onda böyle etkisinin olduğunu bilmek hem kalbime merhem, hem zehir oluyordu. Onu kendimden uzaklaştırmak isterken, kendimi onun dibimde buluyordum.

 

Öpücük kondurmaya devam ettim. Yanağını okşadıkca yüzünde rahatlamayı hiss ettim. Benim de yüzümde gülümseme oluştu.

 

"Herkese yıldız gibi parlarken bana karanlık olma güzelim. Kara gözlerin bana karanlığı sunarken başkasına ışığını vermesin."

 

Alnına son bir öpücük kondurdum. Sonra da ayağa kalkıp üstünü örttüm. Kapıyı kapatıp sırtımı yasladım duvara. Gözlerimi kapattım.

 

"Sen benim cennetimdin, ben kendimi cehenneminde bıraktım."

 

Salona döndüm. Koltuğa değil, halıya oturdum. Battaniyeyi omzuma aldım ama içim ısınmadı. İçimdeki eksiklik ne torbayla ne çayla geçiyordu.

 

Yastığa başımı koyarken onun sıcaklığı hala ellerimdeydi.

 

Ve o an anladım...

 

Yıldız bana haram değildi. Ben kendime onu haram kılmıştım.

 

Yıldız Yürek

 

Sabah uyandığımda karnımda hissettiğim sıcaklıkla içim ısındı. Sıcak su torbasını görmemle kaşlarım havalandı. Sıcaktı, belli ki yeni yapmıştı biri. Biri... Yani o...

 

Sıcak su torbasını kenara bırakıp ayağa kalktım. Aynamın önüne geldiğimde saçlarım örülüydü, eskisi gibi. Üzerimi değiştirmek istedim ama pijamalarım zaten üzerimdeydi. O yüzden sonra değiştiririm diye düşündüm.

 

Kapı hafifçe aralanınca onu gördüm. "Günaydın..." dedi. Erkenden uyanmıştı. Saat kaçtı ya?!

 

"Günaydın. Saat kaç?" diyerek en mantıklı soruyu sordum.

 

"Saat 10." Dediğinde gözlerim fal taşı gibi açıldı.

 

"Ne? Kaç saat uyudum ben ya! Neden uyandırmıyorsun? Bu zamana kadar uyunur mu hiç?" diyerek yatağımı düzeltmeye başladım.

 

Bana yavaş adımlarla arkadan yaklaştı. "Ağrın vardı. Tüm gece inledin kısık kısık. Doktora gidelim mi? Normal değil bu."

 

Ona döndüm. "Kadın doğum uzmanı mısın? Nereden biliyorsun normal mi değil mi? Yanlış biliyorsun, normal. Ayrıca sorma öyle sorular." Diyerek önüme döndüm.

 

"Niye, ayıp mı adet olmak? Ayıp başka şeylerdir. İnsanlık, kadınların sağlık durumundan utanacağından, kendi insansızlığından utansın."

 

Haklıydı. Kadınların utanmaması gereken bir durumdu bu. Sağlıklı olduğum için utanıyordum, şaka gibi.

 

"Kadınların tabularını kırmaları için önce erkeklerin gerçeği kabul etmesi gerekiyor." Dedi kendinden emin bir sesle. Sonra bana döndü. "Senin yaptığını ben söylesem, feminist kesilirdin başıma."

 

Gülümsedim. Kendi içimde büyüttüğüm utanç, onun birkaç kelimesiyle küçüldü, büzüldü sanki. Hemen başka bir konuya geçmek istedim. "Kahvaltı yaptın mı?" diye sordum, sesi titremesin diye boğazımı temizleyerek.

 

Başını iki yana salladı. "Kahvaltı hazırlayayım mı?"

Omuz silktim. "Olur..." dedim kısık bir sesle.

 

O mutfağa yöneldiğinde ben aynaya döndüm yeniden. Saçlarıma dokundum. Sanki onun elleri hâlâ üzerimdeydi. O kadar yumuşak, o kadar dikkatli örmüştü ki... Yıllar sonra aynı duyguyu hissetmek garip bir huzur veriyordu. Karnımdaki ağrıya rağmen...

 

Biraz sonra içeriden tabakların sesi geldi. Hafif bir kahve kokusu da yayılıyordu. Gittim mutfağa doğru. Kapının eşiğinde durdum. O, bana görünmeden çaydanlığa su koyuyordu. O anın sadeliğinde bir şeyler ağırlaştı içimde. Doğru değildi böyle bir alışkanlık, böyle bir yakınlık. Hele de bu kadar çok geçmiş, bu kadar çok kırık varken aramızda.

 

Yine de içeri girdim. Sessizce. O fark etmeden, masanın ucundaki sandalyeye oturdum. Başımı ellerimin arasına almadım ama içimden öyle yapmak geldi. Kafam karmakarışıktı. Oysa dışarıdan yalnızca yorgun bir yüz ifadesi görünüyordu benden.

 

"Zeytin var ama çekirdekli," dedi sırtı dönük haldeyken. "Uğraşmak istemezsen domates keserim, peynir de çıkarırım yanına."

 

"Sıcak su torbası için teşekkür ederim," dedim net bir sesle.

 

Gülümsedi her şeye rağmen. "En azından bir işe yaradım."

 

Başımı salladım. "Fazlası var, eksiği yok."

 

Yavaş yavaş kahvaltıya başladık. Kahvaltıyı bitirmeye yakın, "Dosyaları inceledim. Aralarından birkaç şey dikkatimi çekti. Şırnak'a dönünce incelersin." Dedim.

 

"Tamam," diyerek başını salladı.

 

"Ben üzerimi değiştireceğim," diyerek odama geçtim. Dolabı açıp tişörtlerimden birini aldım. Altında gördüğüm şeyle dona kaldım.

 

"Atkı..." dediğimde arkadan bana yaklaştı. Nefesi ensemde dolaştığında, omurgamdan aşağı sıcak bir titreme süzüldü. Ona yaslanmak istedim. Bir yapboz gibi onunla tamamlanmak istedim. Tüm yükümü alsın, tüm yaraları sarsın istedim... Yapamadım, kendim ördüğüm duvarları kendim aşamadım.

 

Ona döndüğümde "Yarım kalmıştı..." dedi yutkunarak. Adem elmasının hareketinden yutkunduğunu anladım.

 

"Bizim gibi yarım kalsın istemedim... Telefondan bakıp yapmaya çalıştım." Dedi, gülümsemeye çalışarak. Gözlerim ellerimdeki atkıya kaydı. Onun için örecektim. Ankara'ya gidince üşümesin diye düşünürken o beni soğuyla dondurmuştu. Yarım kalmıştık. Yarım bırakmıştı.

 

"Farklı nakışlı... Aynı değil... Birbirlerine zıt... Uyumsuzlar, uyumsuz nakışlar." Dedim. Gözlerimin dolmasını engellemek için dudaklarımı yukarıya kıvırdım.

 

"Yeniden örerim... Açar, baştan örerim aynısını." Dedi, gözlerinde umutla. Sanki bu atkı olsa, her şey düzelecek gibi baktı.

 

"Öremezsin, saçaklarını yapmışsın bir kere. Bitmiş. Yeniden açıp baştan yapamazsın." Her kelimem sanki kalbine batan bir dikendi. Karanlıktım ben ona. Parlayamazdım.

 

Başını ellerine eğdi ,atkıya baktı. Gözleri zahmetle, zorlukla ördüğü her ilmekte gezindi. "Bir yolu vardır..." diye mırıldandı.

 

"Bir oluru yok. Bizim bir olurumuz yok." Dedim kendimden emin sesimle. "Bizim gidecek bir yolumuz yok."

 

Bu konuşmayı ona hiç yapmamıştım. Ben onu yok saymıştım. Yok olmuştum. Ama bunu yapmam gerekirdi. Kesip atmam, bitirmem gerekirdi. Ona o gün baktığımda ne anlamıştı bilmiyorum. Ama bugün anlamalıydı...

 

"Benzer nakışlar. Aynısını bulamadım internette." Dediğinde, o atkının hâlâ bir önemi olduğunu düşünüyordu. Yoktu... Hiçbir şeyin önemi yoktu...

 

"Anneannemin nakışı, bulamazsın. Benzerler ama aynı değiller." diyerek ela gözlerine baktım. Kırıldı sanki tün anılar tek tek kırılmaya başladı. Boğazımda olan düğümü yutarak devam ettim. "Zorlama... Olmuyor, olmayacak..." başımı omzuma yasladım hafiften. Yüzümde buruk bir gülümsemeyle ona en büyük vedamï ettim sanki.

 

Yüzünde en büyük hayal kırıklığı, en büyük acı vardı. Gözlerindeki pırıltı, yerini boş bir cama bırakmıştı. Kaşları çatıldı, sanki tüm öfkesini o solgun atkıya kusmak istercesine yumruğunu sıktı etrafında. Parmak kemikleri gerildi. Sözlerim boğazına oturmuştu, yutkunamıyordu bile. Nefesini kesmişti laflarım. Yapboz gibi birbirimize aittik ama aynı resme ait değildik.

 

Bu hâline daha fazla dayanamayıp arkamı dönüp odadan çıkacağım sırada, duymayı beklemediğim son şeyi duydum.

 

"Yüzbaşı Yürek. Anladım... Hazırlanın, çıkalım."

 

Duyduklarımla rahatlama hissederim sandım ama daha fazla dondum sanki. Üşüdü kalbim. Kemiklerime kadar dondum. Bitti...

 

Omzunun üzerinden ona dönüp en gerçekçi gözüken gülümsememi sundum. "Tamam Yüzbaşı Şahiner. Siz de hazırlanın."

 

Odadan çıkıp kapısını kapattıktan sonra nefes aldım. Bitmişti... Yıldız'la Tufan'ın hikâyesi iki kalpte de bitmişti. Ölmüştü... O çiçekler gibi... O küller gibi. Ve cansız hiçbir şey canlanamaz, küllerinden doğamaz.

 

 

🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟

 

Gecen bölümün oyu azdı ama sıkıcı bölümdü. Ama bu full bizimkiler olduuuu. Lütfen bol bol oy ve yorum yapalım.

 

Nasılsınız???

 

Nasıl bölümdü??

 

Geçmişimiz ve gerçekler...

 

Tufan hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

Yıldız hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

Benim dengesiz aşık bebeklerimmm. Sonları n

asıl olucak acabaaa😂

 

Tamam gülmüyorum ama yazda yeni kurgu geliyor. Sezon finali veriyoruzzz.

 

Seviliyorsunuzzzz.

 

Teorilerinizi de alayımmmm

 

Bölüm : 06.05.2025 00:51 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...