
Tatlı kuşlarım nasılsınız?
Yüzsüz ben 2 aydır bölüm atmıyorum... Bunun için hepinizden özür dilerim. Ama hiç hesapta olmayan olaylar oldu. Önce sınavlar sonra sağlık durumum.
Ama iyiyim iyiyiz. Hepinizi özledimmm🥲
Beni özlediniz mi.
İki inatçı keçiyi peki?
AMA BU ARADA KOCAMAN BİR AİLE OLMUŞUZ 4K OKUMA NE?
NE YAPTINIZ SİZ?
NASIL MUTLUYUM HABERİNİZ VAR MI?
ÇOOOOOOOK MUTLUYUMMM
😍💃🏻
Bölümden sonra halay çekelim💃🏻
Tamam tamam ben çok konuştum yine. O zaman bölüme geçelim. Keyifli okumalar dilerim 💕
★
Oy verelim💕
Bol bol satır arası yorum yapalım lütfen. Ani tepkilerinize bayılıyorummm💞
★
Kitapta geçen örgüt, tim, üs isimleri tamamen benim uydurmamdır.
Yaşanan olayların gerçeklik ile alakası yoktur.
★
Altaylardan Tunaya
Sen orda yoksun
Gel yaralarını ben sarayım
★
Ankara 2020.
Soğuk koridorda yalnızca tek bir nefes sesi vardı. Tufan, omuzları çökmüş hâlde sandalyeye oturmuştu. Başarılı mı, başarısız mı olduğu belirsiz bir operasyonun komutanı Yüzbaşı Tufan Şahiner… Bir hainin ihanetine uğramış, üç şehit vermiş Hayalet Tim’in başındaki adam.
Bugün Tufan, canlı bir ceset gibi dönmüştü operasyondan. Aşağıda, içi kum torbalarıyla doldurulmuş dört tabut bekliyordu… Ağırlık için konulmuş kumlardı bunlar. Asker arkadaşlarının naaşları bile bulunamamıştı. O patlamada herkes parça parça olmuştu. Aramıştı Tufan... Aramıştı... Ama ayıd edememişti. Kumu boş tabutlara ağırlık olsun diye kendi elleriyle doldurmuştu.
Nasıl görememişti? Kardeşi, silah arkadaşı, canını emanet ettiği adam onlara ihanet etmişti. Bu uğurda çok şeyden vazgeçmişti… Sevdiği kadını, aile kurma hayalini, mutluluğunu, her şeyini feda etmişti.
Buraya gelmiş, raporunu yazmıştı. Büyük ihtimalle üç gün sonra azlini isteyeceklerdi. Babasından ona miras kalan bu mesleği geri alacaklardı. Üniformasından ismini söküp koparacaklardı. Başarısız olmuştu…
Çünkü bir timde bir şehit varsa bu, tüm timin ortak yarası sayılırdı. Bir timde herkes şehit olmuşsa buna fedakârlık denirdi. Ama bir timde herkes şehit olup yalnızca komutan sağ kalmışsa… Artık o bir hata sayılırdı. Ve bu topraklarda hatanın affı olmazdı. Bedeli olurdu…
O sabah erken saatlerde karargâha sadece Tufan çağrılmamıştı. Yıldızla yolu son kez burda kesiştı. Ayakkabı sesi gelen yöne kafasını çevirdi Tufan. Görmeyi beklemediği son manzaraydı. Üstünde siyah t-shirt, siyah pantolon yüzü yara bere halinde Yıldız, dudağının kenarı patlamıştı. Kendisine çeki düzen vermeye çalışmıştı. Çok fazla kilo vermişti. Hatta kemikleri, giysilerini aşındıran sert çıkıntılar gibi belli oluyordu.
Tufan’ın boğazına keskin bir acı oturdu. Yıldız’ın yürüyüşünde bile tanıyamadığı bir kırılganlık vardı. Adımları temkinliydi. Gelip tam Tufanın önünde durdu ama asla dönmedi ona.
“Başımız sağ olsun.” Yıldız’ın buz gibi sesi kolidorda yankılanmadı bekli ama Tufanın kalbine bir mıh gibi saplandı.
“Vatan sağ olsun...” diye bildi sadece Tufan. Güçlükle söylemişti bunu. Bunu söyleyecek gücü bile yoktu.
Yıldız güçsüz ellerini tüm güçüyle yumruk yaptı. “Vatan sağ olsun.” Sen sağ olma diyemedi. Sen ölseydin diyemedi. Bana güvenmedin, beni öldürdün sen ölseydin keşke diye haykıramadı.
Omzunun üstünden dönüp Tufanın ellerine baktı. Titriyordu... Tetik çeken parmakları, bombayı patlatan eli titriyordu... “Ellerin titriyor Yüzbaşı. Askerin eli titremez. Topla kendini!”
Tam adım atıp gidicektiki Tufan bileğinden yakaladı. Çekmedi kendine doğru, sanki suda boğulurken tutundu ona.
“Yıldız...” dedi fısıltıyla. Ama bir haykışmıştı. Durdu Yıldız. Dönmedi, bekledi. Söyleyeceklerini bekledi. Duymak istediklerini. “Özür dilerim, bilemedim...”
Bir özürle kapanmazdı bu yara. Bu yara kapanırmıydı ki? O kız çocuğu affedermiydi onu?
Hayır etmezdi... Ölse etmezdi.
“Kalk topla kendini.” Diye tekrar etti yine.
Tufan kızarıklı gözleriyle baktı. Dönmesini bekledi. Belki döner, tutar kaldırır diye bekledi. “Kalkamıyorum. Bu çukurdan çıkamıyorum.”
“Üzgünüm, ben seni kaldırıcak güçte değilim.” Diye mırıldandı kendi kendine. Öfkesi kılıç gibiydi. Nefreti zehir gibi. Kılıcını zehire buldı sanki. “Olsaydımda kaldırmazdım zaten.”
Bileğini sertçe çekip Tufan’ın elinden kurtardı Yıldız. Adımları yankılandı soğuk koridorda; geri döndü, dimdik durdu. Tam önündeydi artık. Bir kalkan gibi değil, bir duvar gibi, aşılmaz bir engel gibi. Gözlerindeki karanlık, Tufan’ın göğsüne saplanmış bir kılıç gibiydi. Kılıcını saplamıştı. Şimdi zehrini akıtacaktı.
“Bir daha…” dedi, sesi kısık ama her kelimesi boğazını kesiyormuş gibi. “Bir daha sakın bana o kanlı ellerinle dokunma.”
Tufan başını eğdi, bakamadı ona. Ama Yıldız, gözlerini hiç kaçırmadı.
“O ellerinde sadece şehitlerin kanı yok,” diye devam etti. Dudakları titriyordu, öfkesi gözyaşını boğuyordu. “O ellerinde dışarıda bekleyen annelerin gözyaşı var. O ellerinde çocukların çığlığı, karanlıkta kaybolmuş hayatların ağırlığı var.”
Bir adım daha yaklaştı. Nefesi Tufan’ın yüzüne değdi. Artık aralarında hiçbir mesafe kalmamış gibiydi.
“Senin ellerinde… her şeyin kanı var,” diye fısıldadı. “Her şeyinin… kanı var.”
Tufan’ın omuzları çöktü. O an, içindeki bütün direncin çatırdayarak kırıldığını hissetti. Yıldız’ın kelimeleri, suratına inen en ağır tokattı. Gerçek yüzünü göstermişti ona; yüzleşmekten hep kaçtığı aynayı zorla önüne koymuştu. “Sus...” diye fısıldadı sadece.
“Asla!” Yıldız’ın sesi bu kez sarsılmazdı. “Ben konuştum hep. Kimse dinlemedi. Şimdi dinleyeceksin.” Sesindeki öfke o kadar keskindiki kendi canını bile yakıyordu. “Nasıl bakıcaksın onların yüzüne nasıl vericeksin bayrakları o ailelere. Ne diyeceksin çocuklarına.”
“Sus!” diye üsteledi.
Yıldız bir süre daha baktı ona. Sonra gözlerini kaçırmadan geri çekildi. Sesinde tiksintiyle karışık bir hüzün vardı.
“Sen benim gözümde sadece bir katilsin. Bu senin lanetin. O laneti benden uzak tut.”
Ve arkasını dönüp gitti. Tufan, arkasından elini uzatmak istedi ama parmakları bile kıpırdamadı. Geriye sadece kendi nefesinin boğuk sesi kaldı.
Yıldız Yürek.Şırnak.2025
Acil aramayla alaya çağrılmıştık. İçeriği çok gizi tutulduğundan neden çağırıldığımız belli değildi. Gündelik kiyafetlerle apar topar gelmiştik. Alayın kapısından içeri geçerken askerlerin hal ve tavırlarından otoriter bir hava sezmiştim. Çatık kaşlarla alayı taraken yeni askerlerden biri koşarak yanımıza yaklaştı. Hızlıca asker selamına durdu.
“Hoş geldiniz komutanım.” Dedi nefes nefese. “Binbaşı alaya tevtişe gelmiş. Sizi Kılıç timiyle birlikte kışlada bekliyor.”
Kaşlarım çatıldı aniden. Hangi binbaşı gelmişti acaba? O alaya gelmeden haberi gelirdi. Geldi mi haberi? Raporlarımız tamdı. Timin eğitim kısmında aksaklık yoktu. Personelin psikolojik durumu oldukça yerindeydi. Bir kişi hariç, onu da bu gün hall edicektim. Bunları düşünürken, çatık kaşlarla omzumun üzerinden yanımda olan Yüzbaşı Şahiner’e baktım. Evet maalesef yolda da birlikteydik. O da bana bakıyor olucaktı ki, göz göze geldik. Aynı şeyleri düşünüyorduk.
“Hangi binbaşı?” diye aynı anda sorunca karşımızdakı genç asker önce şaşırdı, sonra hemen toparladı. “Binbaşı Alp Arslan Yıldırım. Istanbul’dan bu gün geldi, komutanım.”
Bu adam nasıl bizden önce geliyordu Şırnağa. Yani aynı yolla geliyoruz. Kesinlikle insan eti yediğini düşünüyorum. Efsaneler gerçeği anlatır derler.
Dikkat edelim de bizi kurban diye kesmesin.
“Sağ ol asker.” Diyen Şahinerin sesiyle düşüncelerimden kurtuldum. Kafamı çevirip ona baktığımda kaşları çatılmıştı, yüzünde ciddi bir ifade vardı. Alayda zaten ciddi olurdu ama bu gün özellikle o günden sonra fazlasıyla gergindi. Söylediğim gerçekler hoşuna gitmemiş beyzademin. Yalan mı söyledik sanki?!
Evet... Yalan...
Sen bir sussana çatlak kafa. Çok kafamın içinden.
Hiç bir kelime etmeden önümden yürümeye başlayınca seri adımlarla ona yetiştim. Yan yana yürürken bir kere bile dönüp yüzüme bakmadı. Alışmıştı, kabul etmişti söylediklerimi. Bu iyi bir şeydi. Peki niye ben mutlu değildim.
Susma hakkımı kullanıyorum...
Parkur alanına vardığınızda gördüğüm manzarayla içim acımıştı. Kılıç timi tam teçhizat koşu yaparken, Merle Efe yan yana durarak şınav çekiyorlardı. Bu kısımda hiç bir sorun yoktu. Sorun onların üstüne çıkıp koşu turu yapanları gözetleyen binbaşıydı. Elinde kahvesiyla ayakları altında olan Mertle Efeye baktı.
“Kaç oldu?” dye sordu gur bir sesle.
İkisi de nefes nefese kalmasına rağmen, “Sıfır komutanım.” diye bağırdılar.
Berkay yanımdan koşup geçerken. ”Seksen altı...” diye homurdanıdı. İçim acıdı bu hallerine ama şaşırmadım.
Çünki onun eğitimleri genel olarak böyle olurdu. Ben de bu yollardan geçmiştim. Yaralı halde yakın dövüşe bile sokardı beni. Beş kişiyi önüme atar üçünü döver geri kalanlarına yenilirdin. Bu böyle devam ederdi ta ki hepsini yenene kadar.
Şuanda düşündüğüm tek şey benim de sırtıma çıkıp çıkmamasıydı. Bir ara beni ayağıyla ezmişti, galiba. Ama bir kaç tekme yediğimi çok net hatırlıyorum.
Her şeye rağmen ona çok şey borçluydum. Şunada bu konumdaysam bu onun eğitimleri sayesindeydi. Kendimi küçümsemiyorum bordo bereli eğitimlerimi kendi başıma geçmiştim. Ama onun eğitimleri sayesinde hızlıca yüzbaşı olmuştum.
Bizi görmeden yanına vardık. Efeyle Mert kan revan içindeydi. Hızlıca hazır ol pozisyona geçip, elimizi alnımıza kaşımızın hizasına getirib, selam durduk.
“Yüzbaşı Yıldız Yürek Giresun. Emret komutanım.”
“Yüzbaşı Tufan Şahiner İstanbul. Emret komutanım.”
“Hoş geldizi Yüzbaşılarım. Siz gelene kadar çocuklara biraz ter attırayım dedim.” Biraz kesinlikle biraz. Gözlerim hala ayaklarıyla ezdiği Mertle Efeyi bulunca annelik dürtülerime engel olmaya çalışıyordum. Evet benden de az çekmediler ama yani bu kadarını da yapmadım gibi.
Çocukları kara gömmüş üstüne bir de koşturmuşun. Yıldız sen onların kılıcını bir yerlerini sokmuşluğun bile var. Konuşturtma şimdi beni.
“Ee bir şeyler ikram edelim mi siz de?” diyince sesindeki alay bas bas bağırıyordu. Bizi süzünce üstümüzde sivil kıyafetlerin olduğunu hatırladım. Kolundaki saate baktı, öyle rahattı ki tavırları. Sanki postallarının altında iki askerimi ezmiyordu.
Bize döndüğünde gözlerimdeki öfkeyi görmüş olmalı ki Mertle Efenin üstünden indi. “Şınav bırak. Timle birlikte koşmaya başla.” Diye bağırınca Mertle Efe seri hareketlerle ayağa kakıp etrafımızda koşu yapan Kılıç timine katıldı.
Saatine bakıp “Dört dakika sekiz saniye içinde üniformalarınızı giymiş olarak parkur sahasında hazır olun, derhâl!” dedi.
Hızlıca hazır ola geçip yüksek bir sesle “Emredersiniz komutanım!” dedik.
Elindeki kahveyi yudumlayarak önümüzden geçerek kamp sandalyesine kuruldu. Her zaman dört dakika sekiz saniye zaman verirdi. Hiç şaşmazdı.
04.08
Bizde bu zaman süresinde yatakhaneye varmıştık. Şahiner hala benimle konuşmuyordu. Resmen trip atıyordu, sanki yalnış bir şey yapmışım gibi. İşimiş gereği onunla muhatap olucaktım.
Adamın kalbini kırdın öküz.
Sensin öküz. Benim kırık kalbim ne olucak. Kırık kemiklerimden bahs etmiyorum bile...
Yine de nefretime sığınarak yoluma devam etmeyi seçtim. Saatime baktığımda üç dakikamızın kaldığını gördüm. Merdivenleri üç-üç çıkarak üst kata ulaşıp hızlıca odama geçtim. Bugün sıcaktı… Yine o çöl güneşi gibi yakacak belli. Ama üniforma, teri de yorgunluğu da saklar — yeter ki dik durasın. Dolaptaki düzgünce katlanmış yazlık kamuflajı elime aldım. Kumaş hafifti ama üzerindeki anlam, kurşun gibi ağırdı. Her ilmeğinde yeminim var bu üniformanın… Bir düğmesini bile rastgele iliklemezdim.
Kısa kollu üstü omzuma geçirdim. Pantolonumu hızlıca geçirdim, kemerimi takarken tokasına bir an dokundum. Ayaklarıma kamuflaj desenli botları geçirdiğimde, tüm ağırlığımla yere bastım.
Botun topuğu zemine vurduğunda çıkan ses… Benim adım gibi net. Ben buradayım der gibiydi.
Kepinimi aldım, saçımı sıkıca topladım. Aynada kendime kısaca baktım.
“Terliyorsun, yoruluyorsun, ama ezilmiyorsun. Ne dağlardan geçtik parkur da geçilir, bu sıcağın da altından kalkılır.” Dedim kendi kendime. Üniformayı taşımak, sadece giymek değildi. Bu üniforma bir yemindi...
Gömleğimi içime çekip düğmesini ilikledim. Kepi başıma geçirmedim. Başımıza neler geliceği az çok belliydi. Gözlerim bir kez daha ciddileşti. Derin bir nefes aldım ve hızlıca odadan çıktım.
Görüş alanımıma tek bir kişi girmişti. Sırtına önümdeki odanın demir kapısına yaslamış, kollarını göğsünde birleştirmiş Yüzbaşı Şahiner. Beni mi beklemişti? Ama neden? Kalbini öylesine kırdıktan sonra hala beni seviyor olamazdı. Olmamalıydı. Onun bir ailesi vardı. Ailesinin ondan beklentileri vardı. Bir hayatı vardı. Yoluna bakması gerekirdi... Benden ona ondan bana yar olmazdı...
“Bakıyorum...” dedi tek solukta. Kaçlarım çatıldı anında. Nasıl anlamıştı hiç bir şey söylememiştim. “Yoluma bakıyorum. Bundan sonra sen kendi yoluna ben kendi yoluma Yürek.”
Boğazıma düğümlendi kelimeler, tek tek ve sessizce. O gitsin diye iten bendim. Şimdi gerçekten gidiyordu… ama neden üşüyordum? Kalbime dolan bu rüzgâr, sanki içeriden bir bıçak gibi kesiyordu beni. O yolu ona gösteren benken, şimdi yönümü kaybetmiş gibiydim.
Meğer insan, en çok gitmelerde değil, kendi verdiği kararlarda kaybolurmuş. Bu da öyleydi; seçen bendim ama içimde hâlâ yıkıntılar vardı. Adı pişmanlık mı, yoksa onun sessizliği mi, bilmiyorum. Sadece şunu biliyorum: her acı bir gün diner… ama bazıları iz bırakarak geçer.
“Yolunu bulmana sevindim Şahiner.” dedim ela gözlerine bakarak. O elalar ki yeşili ile bana nefes olmuşken, kahvelerine gömmüştü beni. Şimdi kendi gömdüğü birinin ona nefes olmasını mı bekliyordu. Nah olurdum!
“Kaç dakika kaldı?” diye sordum konuyu dağltmak için. Onun bakışları altında kontrolü kaybediyordum. Hala... Maalesef...
“Kendi saatine bak.” Dedi çok rahat bir tavırla. Kaşlarım anında çatıldı. Bana trip mi atıyordu. Prenses Şahiner.
“Bak saatine dedim. Emir tekrar ettirme bana.”
“Sen benim komutanım değilsin. Açığa alınmasaydım senden kıdem olarakta üst olucaktım. Biz aynı rütbedeyiz.” Dedi her kelimenin üstüne basa basa.
“Haklısın sonuç olarak Kılıç timine ait bir asker değilsin. Ben senin komutanın değilim.” Onu bu timde istemiyordum. Lanetini timime bulaştıramazdı. Kılıçı kaybedemezdim.
“Bir dakika altı saniyemiz var” diye mırıldadı. “Daha fazla sen beni kırmadan gidelim. Unutuyorsun ama hatırlatayım ben de bir insanın ve benim bir yüreğim var.”
Kalbim demedi. Yüreğim dedi. Yürek... Yıldız Yürek... Ben... Biz... Bana bir şeyler oluyor.
Bu ufak sözcükle bile içimde bir volkan patlamıştı sanki, lavlar gibi sıcak bir sevinç her yerime yayılıyordu. Sanki zaman durmuştu, tek duyduğum kalbimin heyecanla attığı ritmiydi. Söylediği ufak şeylerle bile ayaklarını yerden kesmeyi başarmıştı. Ama arkasını hızlıca korku sardı. Ya bir gün kendi korkularımı yendiğimde o benden gitmiş olursa...
Hep gitti, yine gider yine yakarız... Gömeriz kalbimize olur biter dert değil.
İlk kez haklıydı iç sesim.
O önden yürümeye başlayınca hafiften koşarak ona yetiştim. “Eee kim açığa aldı seni?” diye sordum. Sesimdeki merak bariz bir şekilde kendini belli ediyordu.
Önce bana baktı. Gözleri sanki beni ölçüp tartıyordu. Benden mi şüphe ediyordu? Yine bana güvenmiyordu. Kaşlarım çatılınca “Saçmalama senden şüphe etmiyorum.” Dedi
Bu adam harbiden bizi ezbere biliyor nasıl anlıyor ne düşündüğümüzü.
Tek kaşıma havaya kaldırdım. “Gerçekten mi?! O yüzden mi on saat yüzüme baktın. Senin bana güvendiğin bir an var mı bu hayatta.” Alayla gülümsedim.
“Senin timindeyim. Canımı emanet ediyorum.” Diye en makul cevabı sundu. “Ayrıca, yedi saniye baktım yüzüne. Bir ömür de bakarım.”
Şaşkın gözlerimi ona dikince yutkundu. Sesli söylediğinin farkında değildi. Güya gidiyordu benden. Onun için tüm yollar bana çıkıyordu. Benim içinde ona. Hayat bize bir labirent kurmuştu, başı kan bitişi muammaydı.
“Kim olduğunu bilmiyorum” diyen sesiyle düşüncelerden uzaklaştım. “Umarım senin parmağın yoktur.”
Duyduğum cümleyle kafamdan aşağıya kaynar sular döküldü sanki. Kaç kurşun yedim ama hiç biri onun kadar canımı yakmadı.
“Benden mi şüphe ediyorsun. Ben bunu yapar mıyım sana?”
“İntikam insana her şeyi yaptırır. Gözün kararınca ne yapacağını ben bile kestiremiyorum. Canını yakmıştım, canımı yakmak istedin. Yaptın da. Ama bunu yapmış ola ihtimalin bile benim nefesimi kesiyor.” Diyince hayal kırıklığı omuzlarıma yüklendi. Haklıydı canını yakardım ama nefesini kesmezdim. Kalleşçe saldırmazdım.
“Sorun ne biliyor musun? Sen beni hiç tanımamışsın.” Dedim tek nefeste. Tepkisini izlemeden diyeceklerini dinlemeden hızlı adımlarla alaydan çıktım. Zamanımız da azdı zaten. Koşarak parkur sahasına geldiğimde.
Saatime baktığımda on saniyemiz vardı hala. Kılıç timinin yanına gelince. Tuna beni görüp “Dikkat!” diye bağırınca hepsi hazır ola geçti.
“Selam Kılıç timi. Nasısın?”
“Sağ ol.” dediler aynı anda.
“Rahat!” Dedim. Hepsi bu komutla birlikte ayaklarını omuz genişliğinde açtı, ellerini bel hizasında arkalarında birleştirdi. Başları dik, bakışları sabit bir noktaya kilitledi. Sessizlik içinde, yalnızca benim sesim yankılanıyordu.
“Bu gün bizim için özel olarak hazırlanmış bir parkurda sınanacağız. Benim yüzümü kara çıkarmayacağınızdan eminim. Size güvenim tam. Allah yardımcımız olsun!”
“Sağ ol!” diyip yeniden hazır ol pozisyonuna geçmiştiler. Bu arada ismini anmak istemediğim malum şahıs sahaya teşrif etmişti. O tarafa bakmayıp gözlerimi bizi uzaktan izleyen binbaşıya diktim. Hızlıca asker selamına durduğuma o da karşılık verdi. Başıyla başlamanızı onay verince gözlerimle parkur sahasını taramaya başladı.
Parkur sahasını gördüğümde dudağımın kenarı kıvrıldı. Benim eğitim zamanlarında kullanılan parkurun üst düzey versiyonuydu. Hem zeka hem fiziksel güç talep eden zorlu parkurlardandı. Beş aşamalı parkurdu.
Bu parkurların genel olarak esas kilit noktası kazananın bir kişi olmamasıydı. Kazanan tek şey vardı tim, takım, ekip, aile...
Yüzümü aileme – Kılıç Timine – çevirdiğimde gördüğüm manzarayla yüzüme hafif bir gülümseme yayıldı. Hepimiz yanyana sırt sırta durmuştuk.
Biz Kılıç Timiydik.
• Yüzbaşı Yıldız Yürek
• Yüzbası Tufan Şahiner
• Üsteğmen Berkay Demirtaş
• Kıdemli Teğmen Tuna Çelik
• Asteğmen Yusuf Akay
• Kıdemli Başçavuş Batuhan Kara
• Başçavuş Mert Kurtuluş
• Astsubay Çavuş Efe Öztürk
Gittiği her yere rüzgarını estiren, dağlara sapladığı kılıçla herkese korku salan, yeminini kandan, sadakatini yüreğinden alan bir avuç gölgeydik.
Ne gece bizi saklayabilirdi, ne de gündüz yolumuzu kesebilirdi. Adımız fısıltıydı düşmanın kulağında, gölgeydik ihaneti gövdesine saplayan.
Sancağımız sessizlikti, ve biz her düştüğümüz yerde tarih yazdık. Birliğimiz kandan daha koyuydu, ihanet bizden uzak, sadakat bize dosttu.
Kimimiz babasını cephede bıraktı, kimimiz anasının gözyaşını içine akıttı. Ama hiçbirimiz dönmedik sözümüzden. Çünkü biz sadece bir tim değildik;
Biz, adaletin kılıcıydık.
Karanlık bastığında biz çıkardık meydana, göz gözü görmediğinde biz görürdük her ihaneti. Ve biz vardık, her şehidin arkasında dimdik duran. Biz vardık, siper olmuş bedenleriyle vatanı koruyan.
Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi:
“Türk milletinin kahraman evlatlarından oluşan Türk ordusu, her zaman yurdun en güvenilir koruyucusu ve Türk milletinin gurur kaynağı olmuştur.”
Ve biz… o kahraman evlatların sessiz yeminiydik.
Her adımımızda milletin duası, her nefesimizde vatanın emaneti vardı.
Çünkü biz...
Kılıç Timiydik.
Ve bu topraklarda, kılıç düşmedikçe diz de çökmezdi.
Binbaşının çaldığı ıslık sesinden hemen önce askerlerden biri kulaklıklarımızı bize dağıttı. İşin içine psikolojik baskı sokmasalar olmuyordu. Haydi Yıldız başlasın geçmişin sesi...
Kulaklıkları taktıktan sonra usulca yerlerimize geçtik. Sol yanımda Yüzbaşı Şahiner duruyordu. Sadece Şahiner fazlası değil. Başımı sağ omzumun üzerinden çevirip dikkatlice etrafa baktığımda, biraz ileride, yüksek bir tepede yerleştirilmiş kamp sandalyesinde Alp Binbaşının oturduğunu gördüm. Adeta bir tahtına kurulmuşçasına, bacak bacak üstüne atmış, elinde dumanı tüten çayıyla çevreyi keyifle seyrediyordu. Gözlerinde, birazdan yaşanacaklardan duyacağı haz çoktan okunuyordu.
Bu adam, bize çektirdiği her acının, her ter damlasının tadını çıkarıyordu. İşkence onun için bir görevden ziyade bir zevkti; sabrımızı sınarken kendi sabırsız hevesini tatmin ediyordu.
Çayını önündeki sehpaya bıraktı. Ardından, kumandaya benzeyen ve kulaklıklarımızla doğrudan bağlantılı olan cihazı eline aldı. Adam, sanki aksiyon filmi izliyormuş gibi heyecanlıydı. Isık çalar çalmaz önümüzde 300 metrelik bir koşu mesafesi belirmişti. Fakat bu mesafede, dev kesici bıçaklara benzeyen metal engeller vardı; koşarak geçmeye çalıştık ama başaramadık.
Berkay, olayı çözmüş gibiydi “Komutanım, bu sistem ağırlık mekanizmasıyla çalışıyor bence. İki yanda duran sekiz torba boşuna durmuyor,” dedi.
“Doğru diyorsun,” dedim. “Herkes birer torba alsın, fazla vaktimiz yok.”
“Emredersiniz,” diyerek hızlıca harekete geçtik. Hepimiz yaklaşık 20 kiloluk çuvalları sırtladık. Yalan yok, ben zorlanıyordum ama eğitim sırasında en az 35 kiloluk çuval taşımışlığım vardı. Seri adımlarla mesafenin yarısına kadar gelmiştik.
Tam o sırada çamurlu bir alana girdiğimizi fark ettik. Hay senin... Kılıcında benden geri kalır yanları yoktu. Derken kulaklıktan gelen sert ve ürkütücü ses hepimizi susturdu.
“O söylediklerinizi size yapmamı istemiyorsanız, çenenizi kapatın, beyler!”
Hepisi sus pus olmuştu. Korkunun gözünü seveyim. Bu işten keyif almaya başlıyordum ki, benim de keyfimin içine ettiler. “Yıldız Yüzbaşım isterseniz sizi de bir meyve tabağı getirelim. Rahatınız bozulmasın, ne dersiniz?”
“Gerek yok, komutanım!” dedim hemen. “Hadi beyler, çenenizi değil kıçınızı çalışırın.”
"Komutanım bu işin sonunda rezil olmasak büyük iş." diye homurdandı Yusuf. Hak veriyordun.
Ağzımın içinde çamur tadı vardı, ama pes etmeye niyetim yoktu. Uzunca tellerin altından sürünerek buraya gelmiştik. Saçımın başımın halini umursamadım. Hepimiz bitkin ama tetikteydik. Önümüzdeki engel, bugüne kadarki en sinir bozucu olanıydı. 30 metre uzunluğunda, daracık bir çelik kiriş vardı. Altı, tamamen çamurla dolu hendekler kazılıydı. Tek bir kural vardı kenarda olan kutuları dengeli bir biçimde karşıya geçirmek. Bu sistemin bize zaman kaybettirmek için tasarlandığı belliydi.
“Yusuf?” diye sordum kısa bir bakışla.
“Komutanım, kutular birer kilo. Dengeyi bozmamak için bel hizasına sabitlemek lazım,” dedi. “İplerle emniyet hattı kurabiliriz. Ama geçiş tek tek olacak. Yan yana imkânsız.”
“Tamam. Efe, ipleri çıkar. Geçiş hattını kur. Yusuf, sen ilk gidiyorsun. En dengelimiz sensin. Düşürme şu kutuyu.”
“Anlaşıldı,” dedi Yusuf ve hemen sırt çantasını ayarlamaya başladı. Sesindeki yorgunluk hissediliyordu ama gözleri hâlâ ciddiydi.
“Yusuf geçince kirişe paralel duracak, arkasından gelene hem yön verecek hem destek olacak. Elini uzatacak gerekirse.” dedi Şahiner.
İp gerildi, kirişin iki yanına sabitlendi. Her şey hazır gibiydi.
“Haydi, gazamız mübarek olsun.”
Yusuf ilk adımı attı. Sırtındaki kutu sabitti. Ayakları dikkatliydi, dizlerini hafif kırmıştı. Yavaş ama istikrarlı ilerliyordu. Yaklaşık 10 metre kadar geldiğinde Tuna homurdandı.
“Bu zıkkımı tasarlayanın ben..."
“Kes sesini Tuna,” dedim. “Zaten zor duyuyoruz birbirimizi.”
Ardından Mert geçti, sonra Berkay. Dördüncü sırada Efe vardı. Birkaç adım attıktan sonra dengesi bozuldu, kolu savruldu ve kutu elinden kayıp çamura gömüldü.
“Lan ben senin yapacağın işe sokayım!” dedi Berkay.
“Geri dön,” dedi Şahiner hemen. “Kutuyu yeniden al. Zaman kaybettiriyorsun hızlı ol. Hepiniz dikkatli olun, yoksa ben dikkatinizi almayı iyi bilirim."
Efe, sıkılı dişlerle geri yürümeye başladı. Bir şey demedi. Yüzünde o ‘kendime kızdım ama laf duymak istemiyorum’ ifadesi vardı. Hepimiz tanırız o ifadeyi.
“İkinci seferde dikkat et,” dedim sadece. Sertlik yoktu sesimde ama emir belliydi.
Efe kutuyu tekrar aldı. Bu sefer Batuhan abi ona destek verdi, ipi hafif gergin tuttu. Yavaş ama sağlam adımlarla geçti. Kutuyu da düşürmedi.
En son biz kalmıştık. Omzumda kutuyla kirişe adım attım. Ayaklarım neredeyse kirişin dışına kayacak gibiydi ama vücut ağırlığımı dengeleye bildim. Ortalardayken kulaklıktan yine o her zamanki ses geldi, alaycı ve sinir bozucu:
“Yüzbaşım... Biraz daha yavaş giderseniz, oturup sizi severek alkışyacam.”
Hay ben senin alkısına da. Şimdi komutanın diye laf ta diyemiyorsun. Derin bir nefes alıp yanıtladım. “Yok komutanım bitiyor şimdi. Siz ellerinizi yormayın.”
Son adımı attık. Hepimiz karşıdaydık. Kutular sağlamdı. Zamanı sordum. Çok fazla zaman kaybetmiştim.
“Standart sürenin altında kaldık,” dedi Berkay, kısa ve öz şekilde.
Mert yine söyleniyordu ama bu sefer farklı bir tonda. “Komutanım... Vallahi bir daha bana ‘hafif eğitim’ derseniz istifa dilekçemi cebime koyarım.”
“Çamur banyosu sonrası spa’ya gidersiniz Efeyle, merak etme,” dedim. “Ama önce şu görevi bitirelim.”
“O ne lan” dedi Tuna.
“Gideriz dimi komutanım. Ben çok severim eşekleri. Hem siz iyi anlaşırsınız Mert komutanım. Gidelim.” Mert Efeye en ters bakışlarını yolluyordu.
“Lan sen bana eşek mi demek istiyorsun.”
“Estağfurullah komutanım. Ben hiç-” diye mırıldanmaya başlamıştı ki Efe yüksek sesle hepsini susturdum.
“Lan kesin sesinizi. İşinize gücünüze bakın. Hele istediğim gibi olmasının bakın görün ben ne yapıyorum.”
Sesimin sert çıkmasını önemsemedim. Yıllardır erkeklerle iç içeydim ve askeriye disiplin gerektiriyordu. Özellikle kadınsanız daha çok dikkat etmeniz gerekliydi. Sizin tavrınızdan yüz bulup lakayıt davranmaya başlarlar ve bir süre sonra verdiğiniz emirlere karşı sorumsuz davranırlardı.
Ve yürümeye devam ettik. Sessizlik vardı bir süre. Yorgunluk konuşuyordu artık. Ama ayakta kalmıştık. Takım hâlindeydik.
Kılıç önden yürüyordu. Arkalarından geliyordum ki, sırtıma aldığım ani darbeyle az kalsın yere kapaklanıyordum. Bunu bir saldırı sandım; hemen refleksle bıçağımı elime aldım. Tam o sırada duyduğum tanıdık ses, yüzümde istemsiz bir gülümseme oluşturdu. Nefesini yüzüme üflediğinde, sırt üstü dönüp baktım. Simsiyah gözleriyle bana bakan köpek, yüzüme doğru havladı.
Kara... Karabağ Savaşı’nda bulduğumuz yerden tanıyordum onu. Savaşa özel ekiple gitmiştik destek için. O zamanlar çok çelimsizdi. Savaşın ortasında onu bırakmaya içim el vermedi; yanıma aldım ve Ankara’ya götürdüm. Ankara’daki görev sürem boyunca hep yanımdaydı. Benimle vakit geçirmeye bayılırdı. Ama tayin haberim çıkınca, onun için bir düzen kuramadım. Vedalaşmak zorunda kaldım.
Şimdi yeniden karşımdaydı. Sadece üzerime atlamakla kalmamış, yüzümü yalıyordu. Canıma minnet… Onu ne kadar özlediğimi, işte o an yeniden anladım.
“Kara... Sen buraya nasıl geldin?” diye fısıldadım, şaşkınlık ve aynı zamanda mutlulukla. Kendini bana sürtüyor, üstüme çıkmaya çalışıyordu. Boynunun altını kaşımaya başladım, en sevdiği şey buydu. O da bu ilgiye doymuyordu.
“Komutanım karım gelmiş.” Dedi Mert. Gözlerimi devirdim, burda en büyük sorun Kara dişi bir köpek değil, köpek olmasıydı. Mert köpeğe mi kaldın kardeşim?!
“Komutanım, biz de sevebilir miyiz? Özledim onu.” diye sordu Efe, çekinerek. Şuanda duygusal bir anneydi. “Siz izin verirseniz, biz de severiz.”
“Kedi mi lan bu?! Köpek işte, hart diye ısırır. Götünü tutup kaçarsın sonra,” diyerek Tuna da lafa karıştı.
“Kesin sesinizi!” dedim sert bir tonla. “Kızımı kimseye sevdirmem. Defolun gidin.”
Hepsi birbirlerine sataşa sataşa yemekhaneye doğru yürüdü. Ben de Karaya sıkı sıkıya sarıldım. Benim yanımda ise, sadakatle gözlerini bana dikmiş bir çift ela göz bekliyordu.
Yanımdaki bir homurtuyu fark ettim. Sessiz ama net:
“Bu köpeği kıskanmam normal değil…”
Duydum, ama duymazdan geldim.
Kara da gözlerini o yöne çevirmiş, düşman gibi bakıyordu. Göz göze geldiklerinde ikisi de geri adım atmıyordu. Resmen birbirlerini kıskanıyorlardı. Manyaklar.
O sırada, etraftaki erlerle sohbet edip bana tost getiren Murat’ı gördüm. “Asker! Buraya gel!” dedim yüksek sesle.
Murat hızla koşarak geldi, dimdik selam durdu.
Elimdeki tasmayı Kara’nın boynuna geçirdim ve ipi Murat’a uzattım. “Bu köpek artık bu alayın bir ferdi. Yemeği, suyu, sağlığı, her şeyi senden sorulacak. Eğer başına bir şey gelirse… haritandan kendine yer seçersin ona göre.”
“Emredersiniz, komutanım!” diye haykırdı. Yeni gelenlerin mantığı basitti. Kim çok bağırırsa en öne geçer. Murat da rolünü iyi oynuyordu.
İpi elinde titreyerek tutarken, Kara’ya temkinli bakışlar atıyordu. Kara ise, “nihayet komutayı aldım” dercesine onun üstüne yürüyerek hafifçe tıslıyordu.
Hepimiz yemekhaneye geçtik, karnımız kurt gibi acıkmıştı. Yemek kaplarımızı alırken bizimkiler goygoy yapıyordu, aralarından Tuna patlattı.
“Ulan geçen nöbette öyle üşüdüm ki... Dedemin kemikleri ısındı da ben ısınamadım ya!”
Mert kahkahayla ekledi. “O değil de, şu yeni gelen komutan var ya... Vallahi yüzü sirkeye batırmış gibi, insan görünce asidi artıyor adamın!”
Efe araya girdi.“Şşş... Sessiz olun komutanım, yoksa yemek yerine bize kelle paça çorbası yaparlar!”
Hafif küfürler, gülüşmeler, omuz atışları… Herkes yorgundu ama dilin ucunda kalan şakalarda biraz enerji buluyorduk. Saat tam iki olunca “Başlayın!” diyen Albay’la hepimiz ayağa kalktık. Başçavuşun sesi yemekhaneyi doldurdu.
“Allah’ımıza hamdolsun!”
“Allah’ımıza hamdolsun!” diye tekrar etti bütün askerler.
“Milletimiz var olsun!”
“Milletimiz var olsun!” yeniden tekrar ettik.
Herkes bir ağızdan “Sağ ol!” diye bağırınca yemek başlamıştı. Benimse aklım Okan’daydı. Yaraları iyileşmiş miydi acaba? Karnı tok muydu? Üşengeçti, bir şey yapmaya hep erinirdi. Of Okan, of... Büyümedin işte, hiç büyümedin.
Bu düşüncelerden beni koparan, elimin üstüne hafifçe konan bir el oldu. Yanıma oturmuştu, sessiz, suçlu bir çocuk gibi. Sağ eliyle yemeğini karıştırırken, sol eliyle elime dokundu. Parmakları, parmaklarımın içine hafif noktalarla bastı, sonra kısa kısa çizgiler… Morse alfabesiyle tek bir kelime çizildi içime:
Özür dilerim.
Kalbim bir an göğsümde kaburgalarıma sığmamaya başladı, büyüdü, genişledi... Gözlerim yemeğe değil, onun parmaklarının bıraktığı titreşime takılı kaldı. Karşılık vermek gerekirdi. Ben de onun avucunun içine bir şeyler yazmaya başladım.
Önemli değil...
Sonuna üç nokta eklemeyi de unutmadım. Üç nokta, bir cümlenin sustuğu, duyguların kelimelere sığmadığı yerdir. Bitmeyen bir düşüncenin izleri, söylenemeyenlerin sessizliği… Geçmişin yankısı, geleceğin belirsizliği, kalbin tereddüdür…
Cevabı gecikmedi. Yavaş yavaş her kelime avcuma dokundu.
Önemli. Seninle ilgili her şey benim için önemli... Kırılıp paramparça olsam bile, sen yeter ki üzülme. Benim canım acısın, senin kaşların çatılmasın… Bir gülüşünle iyileşirim nasılsa.
Şşş... Sessizlik. Bugün en mutlu günüm.
Kaşık elimden yemek kabıma düşünce tüm gözler beni buldu. Kopya çekerken yakalanan öğrenci gibi elimi dizimin üstünden çekmek istedim. Ama izin vermedi. avucunun içine alıp sıkıca tuttu. Bırakmadı.
“Yalnış mıyım komutanım?” diye sordu Batuhan abi. Konunun dışında olduğumdan hiç bir fikrim yoktu. Ama Batuhan abiye güvendiğinden kafamı salladım. “Haklısın abi.”
“Nasıl yani komutanım? Batuhan abi haklı mı?” diye isyan eden Berkaydı. “Mide bulandırıcı.”
“Kes lan. Haklıyım tabii. Ben her zaman haklıyım.” Çiğinlerini kaldırıp çorbasına ekmek bandırdı. Konunun ne olduğunu bilmediğinden bakışlarım Berkayla Batuhan abi arasında mekik dokudu.
“Baklava tabii ki ayranla yenir.” Diyince kafamdan kaynar sular döküldü. Konu bu muydu gerçekten.
Siz masa altından fingirdeşirken insanlar “önemli” konuları konuşuyor.
Ben yemek yemeye devam ederken, Kılıç da sohbete başlamıştı. Elim hâlâ avcunun içindeydi. Bu doğru değildi... ama nedense eskisi gibi hissettiriyordu. Özlemiştim... Ama sabahki konuyu es geçemezdim.
Yeni yolun nereye gidiyor? Geçmişe takılıp kalmaman gerekiyor. Sen geçmişinin elini tutuyorsun.
Göz ucuyla ona baktığımda, kaşığı havada takılı kalmıştı. Dudağının kenarı kıvrılınca, cevabın benim canıma okuyacağı kesindi.
Her şeyimi elimde tutuyorum. Geçmişimi, bugünümü, geleceğimi. Her şeyimi. Ne o? Senin yeni yolun var mı?
Kıskançlık damarlarına kadar işlemişti. Gözlerinde, kelimelere dökülmeyen bir öfke ve aynı anda bastırılmış bir endişe vardı. O an sadece bakışları konuşuyordu ama söyledikleri, bağırmaktan farksızdı.
Ben tam “Sen olmayan herhangi bir yola...” diye yazmaya başlamıştım ki, birden parmaklarımı avucunun içine aldı. Nazik ama kararlıydı. "Yazma," diyordu sanki… Sessizce ama emredici bir tonda.
Bir anlık duraksama oldu. Kalbim, sanki o dokunuşla hızını şaşırmıştı. Ne diyeceğimi bilemeden gözlerine baktım. Fakat o anı bozan bir şey oldu. Yanımıza bir asker yaklaştı; yüzü ciddiyetini koruyordu.
"Komutanım, Binbaşım sizi toplantı odasında bekliyor," dedi selam vererek.
Hemen toparlandım. Elimi hızlıca avucundan çektim, sanki hiç dokunulmamış gibi. Profesyonelliğime geri dönmek zorundaydım.
"Tamam, geliyoruz," dedim kararlı bir sesle. Sonra Kılıç’a dönerek ekledim:
"Benim acil bir telefon görüşmem var. Siz önden gidin."
O ve diğer askerler hiç tereddüt etmeden aynı anda cevap verdiler:
"Emredersiniz Komutanım!"
Ardından hepsi düzenli bir şekilde uzaklaştı. Ben ise hala az önceki o sessiz temasın bıraktığı yankının içinde kalmıştım. Yazmadığım cümle hâlâ zihnimde çınlıyordu:
Sen olmayan herhangi bir yola...
Onların yanından ayrıldıktan sonra telefonu elime alıp Okan’ı aradım. Birkaç çalmanın ardından, hafif uykulu sesiyle açtı telefonu.
“Ne var lan hıyar? Gelmiyor—“
“Hoşt! Yavaş ol bakalım, karşında ablan var, köpek!”
Bir anlık sessizlik oldu. Sonra o tanıdık ses tonuyla fısıltıya yakın bir şekilde, “Abla...” dedi. Sanki içinde bir şey kırılmış da dökülmüş gibiydi sesi. Ardından, sesi birden yumuşadı, parladı. “Geldin mi?” dedi, kelimelerin içine sızan mutluluk neredeyse gözle görülür hâle geldi.
“Geldim canımın içi. İyi misin sen? Ağrın falan var mı? Lütfen kendine yüklenme. Yemeğini aksatma. Ve o ağrı kesicileri de abartma, miden kaldırmıyor biliyorsun.” Bunların hepsini nefes almadan, tek bir seferde söyledim. Çünkü o hiçbir şey anlatmazdı. Ama ben bilirdim. Ben onun sustuğu ne varsa, hepsini hissederdim. Onun her yarasını tanırdım, hepsi zihnime kazınmıştı.
“İyiyim abla yaa...” dedi, sanki laf olsun diye. Ardından çocuk gibi homurdandı: “Çocuk muyum sanki ben?!”
Sesindeki o nazlı isyana güldüm istemsizce.
“Çocuksun tabii. Hem bu saate kadar uyunur mu, geri zekâlı?”
“Geri zekâlı olmam benim suçum değil, senin suçun bir kere. Sen doğarken tüm zekâ genlerini toplayıp götürmüşsün!”
“Yani geri zekâlı olduğunu kabul ediyorsun, öyle mi?” dedim, kahkahamı tutamayarak.
“Ablam ne derse emirdir...” diye mırıldandı, sesi hem şakacı hem içten geliyordu.
Gülümsedim. Birkaç saniyeliğine sessizlik çöktü aramıza, ama o sessizlik bile sıcacıktı.
“Okan’ım, hadi dikkat et kendine. Benim artık gitmem gerekiyor,” dedim yavaşça.
“Sende dikkat et,” dedi, sesinde biraz kırgınlık, biraz da özlem vardı. “Gelince sarma yap. Canım çekti.”
“Zıkkımın pekini ye!” deyip telefonu suratına kapattım ama yüzümde kocaman bir gülümsemeyle.
Birazdan toplantıda olacakları düşünüyordum. İki gün önce suikasta uğramıştım. Şahsıma yapılan bir suikast değildi; Binbaşı’nın yanında gözüküyor olmamdan kaynaklanıyordu. Şahiner’in peşimden gelmesi sıradan bir durum olduğunu düşünmüyorum. Kalbinde benim için duygular besliyor olabilir. Ama bunlar karşılıksız duygular. Zamanla unutulur giderdi.
Adam dört yıl beklemiş. “Zamanla unutulur,” diyor ya.
Onun için yumuşamam gerekiyordu. Az önce yaptığım hataydı. Evet, hataydı ve bir daha tekrarı olmayacaktı. Ben niye böyle olmuştum? Gözümün önündeyken niye ondan uzak duramıyordum?
“Gözden uzak olan, gönülden de olurmuş,” derler.
Binbaşı toplantı odasına hepimiz hazırola geçtik. “Oturun.” Dedi tok bir sesle. Sözlerindeki sertlik öyle doğaldı ki, hepimiz refleksle yerimize geçip oturduk. Sessizlik bir anda odaya çöktü. Soğuk, disiplinli bir hava hissediliyordu; duvarlarda asılı başarı belgeleri, köşede duran bayrak ve odanın ortasında tek bir masa.
Benim çaprazımda oturan bir asker vardı. Üniforması düzgünce ütülenmişti, omuzlarındaki rütbe parlak ve dikkat çekiciydi. Elindeki fareyle bir şeyler yapıyor, yüzünde ifadesiz bir dikkatle ekrana bakıyordu. Komutan ona döndü.
“Aç.” Dedi tek kelimeyle. Sesinde soru yoktu, açıklama yoktu—sadece net bir buyruk.
Asker hemen itaat etti. İki saniye içinde ekran aydınlandı. Sessizliği aniden bozan bir tıklama sesiyle bir video açıldı. Görüntü yavaşça belirdi. Henüz ne olduğunu anlayamamıştık ama ortamın gerginliği artmaya başlamıştı.
“Çık.” Dedi komutan aynı soğukkanlılıkla.
Asker hemen ayağa kalktı. Askerî bir duruşla başını selamladı, bir anlık göz teması bile kurmadan odadan çıktı. Kapı ardından yavaşça kapandı.
Hepimizin dikkati Binbaşı’daydı. Sert bakışları üzerimizde dolaşıyor, tek kelimesini bile kaçırmamamız için sanki bizi tartıyordu.
“Bundan bir gün önce ben ve iki komutanınız bir suikasta uğradık,” dedi, sesi soğuk ve kararlıydı. “Önceden bunun yalnızca bana yönelik bir girişim olduğunu sanıyorduk. Ancak sorgudan çıkan bilgiler ve istihbarat birimimizin elde ettiği malumatlara göre asıl hedef sizmişsiniz.”
O an ağzım neredeyse açık kalacaktı. Sadece benim başıma geldiğini düşünüyordum. Şahiner bundan bahsetmemişti.
“Elde ettiğimiz bilgilere göre, ‘Şirket’ yapılanmasının silah sevkiyatını ‘Aras’ kod adlı bu adam organize ediyor.” Ekranda bir adamın fotoğrafı belirdi. Keskin yüz hatları ve buz gibi bakan gözleri vardı. “Bu adamı yakalayabilmemiz için önce Ramiz isimli bir teröriste ulaşmamız gerek. Elimizde onunla ilgili somut bir bilgi yok. Ancak ona ulaşmanın yolu şu kadından geçiyor... ‘Mahi’ kod adlı şahıs.”
“Bunlar... Petronus’la mı ilgili?” diye sordu Berkay, sesi tedirgindi ama netti.
“Evet, Üsteğmenim. Aldığımız istihbarata göre, bir Türk köyüne baskın düzenlemeyi planlıyorlar. Size emrim şudur: Derhal yola çıkın, o köye gidin ve o kadını bana getirin. Canlı.”
“Emredersiniz, Komutanım!” dedik hep birlikte ve hızla ayağa kalktık.
“Kılıç Timi, çıkın. Siz ikiniz kalın,” dedi bize. Emre itaat ettik, ikimiz de sandalyeye geri oturduk. Odanın kapısı kapanırken içeride bir ağırlık çöktü. Binbaşı sessizliği bozan ilk kişi oldu.
“Dün bana verdiğiniz dosyaları araştırdım. Belli ki Erdem tek başına bunu yapmış olamaz. Biri onu içinize soktu, üstüne bir de seni hedef aldı.”
Şahiner sözü devraldı. “Kumpas büyük, komutanım. Şirket yılan gibi; nasıl sokulacağını iyi biliyor. Şimdi de yeniden başlıyorlar. Şimdi Şırnak, yarın Ankara.”
“Haklı, komutanım,” diye araya girdim. “Ne olursa olsun şirketi kıskıvrak yakalayabiliriz. Bu sadece bizimle sınırlı değil. Şu anda burada olan hain sizce üstlere çalışmıyor mu, Binbaşım?”
Binbaşı hafifçe başını sallayarak ciddiyetini korudu. “Şimdiki hedefimiz Aras ve Mahi. Bu ikisi birbirlerine çalışıyor. Aras, bu hayatta görebileceğiniz en kurnaz tilkidir.” Sözünü tamamladı ve masaya hafifçe dokundu.
Şahiner ellerini masanın üzerinde yumruk yaptı. “Komutanım, Kılıç Timi’nde hain olma ihtimali var mı? Ben bir daha aynı durumu yaşamak istemem.”
Bu sözler kafamdan aşağıya kaynar sular dökülmüş gibi bir etki yarattı. Ciddi olamazdı. Benim timime gelip bana posta koyamazdı, değil mi?
“Beni kendinle karıştırma, Yüzbaşı. Ben timimi ezbere bilirim. Sen önce sevdiklerini tanımayı öğren.” Sözlerim sertti, kontrolsüzce çıkmıştı ağzımdan. Alp Arslan Binbaşı boğazını temizleyince, öfkeme sahip çıkmaya çalıştım.
“Komutanım, Yüzbaşı Şahiner iyi bir asker olabilir. Ama iyi bir tim komutanı değil. Ve ben ona bir tim daha kurban edemem. Kusuruma bakmayın.”
“Yüzbaşı’ya güvenmek zorundasın, Yürek,” dedi binbaşı; sesinde tartışmaya yer yoktu.
“Güveniyorum... Ben çok güveniyorum. Ama ona kimseyi emanet edemem.”
“Etmek zorundasın Yürek. O da Kılıç’ın bir parçası. Hatta bu operasyonu o yönetecek.”
Bu cümleyi duyduğumda dilimi yuttum resmen. Ne? Nasıl?
“Ama komutanım—” diyecek oldum ki, binbaşı ses tonunu bir kademe daha yükseltti.
“Sen benim emrime karşı mı geliyorsun?”
O anda Şahiner’e dönüp baktım. Gözlerinde bir ışık vardı, bir kıvılcım. İstiyordu, bunu gerçekten istiyordu. Bir yere ait olmayı... Bir timin parçası olmayı.
“Hayır komutanım. Emredersiniz,” dedim, sessiz ve sakin bir tonla.
“İyi. Yüzümü kara çıkarmayın,” dedi Binbaşı. Ardından bir iç çekti, eliyle bizi kovar gibi yaptı. “Şimdi gidin, kafamı şişirdiniz.”
İkimiz de aynı anda ayağa kalktık. “Emredersiniz komutanım,” dedik.
Kapıya yönelirken Şahiner’le göz göze geldik. İçindeki o ışık hâlâ sönmemişti. Belki de bu sefer... her şey farklı olacaktı.
🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟🌟
Nasılsınız???
Nasıl bölümdü??
Geçmişimiz
Yıldız mı acımasız Tufan mı?
Tufan hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yıldız hakkında ne düşünüyorsunuz?
Seviliyorsunuzzzz.
Teorilerinizi de alayımmmm
Yıldızın açığa alındığı kısımlarda yaşadıklarını yazmak istiyorum ama bunu yapa bilir miyim bilmiyorum. Yazmasam bile onu anlamak isterseniz dinlemeniz gereken tek bir şarkı var:
~Sen orda yoksun - Göksel~
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |