26. Bölüm

26 BÖLÜM-TUZAK

Selin Eliz
selinelizben

 

Yeni bölümden herkese merhabalarrr💓

 

Oylamalar ve yorumları eksik etmeyin şimdiden keyifli okumalar💖

 

****

 

~Özlüyorum seni, zamanla barışamadık.~ Saklımdasın~Erdal Güney

 

*****

 

3 saat önce.

 

Yavuz Payidar.

 

Evden ayrıldıktan beri şirketteydik. Devran'ın bize haber vermesinin üstünden iki saat geçmişti. Oturduğum sandalyede biraz daha kıpırdandım ve boynumu esnettim. Saate baktığımda çoktan gece yarısını geçtiğimizi farkettim. Durmadan çalışıyorduk. Zahir bile Ceylan'ı eve bıraktıktan sonra şirkete gelmişti. Süleyman onu arayınca, vakit kaybetmeden soluğu burda almıştı.

 

"Bir şey çıkmadı mı Süleyman?" Dedim yorgun bir sesle elimdeki dosyaları masaya bırakarak. En az benim kadar uykusuzlukla uğraşan Süleyman gözlerini birkaç kez açıp kapattı ve bana baktı.

 

"Kodları girdim abi, ama açılması biraz daha zaman alır gibi." Sandalyesinde arkasına yaslandı ve bilgisayarının yanındaki kahveden bir yudum daha aldı. "Resmen bizi kendi silahımızla vurmaya çalışıyorlar, bunu anlayacağımızı farketmediler mi?"

 

"Ya kendilerini zeki sanıyorlar, ya da çok aptallar." Diyerek nefesini verdi, İshak. Arkasına yaslanmış sessizce bizi izlerken Devran'ın yanına oturmuştu.

 

"İkinci seçenek daha mantıklı geliyor." Aziz önündeki dosyadan başını kaldırırken dudaklarında küçümser bir tebessüm vardı. "Bu değerlerle oynadıklarında farketmeyeceğimizi onlara ne düşündürdü ki?"

 

"Hemen hayallere kapılmayın." Devran nefesini vererek konuşurken gözlerinde hiçbir duygu barındırmayan bakışlarıyla izledi bizi. "Belki de sizin onu bir aptal olarak düşünmenizi istiyordur." Hafifçe sandalyesinde geri yaslanırken gözleri şüpheyle gezindi arkadaşlarımın üstünde. "Ya da bir plan kuruyordur." Tufan anlamayarak baktı ona.

 

Göğsünde kenetlediği kollarını açarak bir dirseğini masaya yasladı. "Ne planı?" Diye sordu soğuk bir sesle. Devran'ın yani beni çok önemsediğini sandığım abimin bize yaşattığı onca şeyden sonra sadece ben değil herkes ona karşı soğuktu.

 

"Bu adam sizin içinizden bu kadar bilgiyi nasıl öğrendi?" Gözlerini Zahir'e dikerken çattı kaşlarını. "Geçmişini nereden biliyor?" Süleyman'a baktı. "Onunkileri bildiği kadar, seninkileride biliyordur." O masada Akgün bize karşı büyük bir oyun oynamıştı. Elbet tüm bu olanlar Devran'ın kulağına ulaşmıştı. Devran Zahir'in hayatı hakkında pek bir şey bilmezdi. Ama Süleyman'ı bilirdi.

 

Süleyman, sokaklarda büyüyüp en sonunda bize sığınan genç bir çocuktu. O zamanlar daha tüm bunlar yaşanmadığı için sadece bizi değil, Devran'ı da bir abi gibi görürdü. Onun ölümünde kendine gelemeyen isimlerden biride Süleyman'dı. Hâlâ ona bakarken gözlerinde dargınlık olduğunu seziyordum. Sadece o değil, Zahir'inde Cafer'inde gözlerinde aynı dargınlık ve soğukluk hüküm sürüyordu.

 

"Bu adam bu kadar bilgiyi nereden aldı?" Zahir'e baktı. "Geçmişini kime anlattın kim ne biliyor iyi düşün."

 

"Geçmişimi bilen herkes öldi." Zahir ona bakarken nefesini vererek konuştu. "Yani kimse yok."

 

"Başka kime ne söyledin? Düşün." Devran uyarı dolu bir sesle konuşunca, Zahir birkaç saniye ona baktı. Düşündü. Ardından Tek kaşını kaldırdı.

 

"Aklında biri mi var?" Dedi Aziz, bunu bende en az onun kadar merak ediyordum.

 

Sanki aklında birisi vard, ama buna ihtimal bile veremedi. "Yoktir." Aklındaki isim her kimse onu silip attı.

 

"Ne ima ediyorsun?" Dedi Süleyman Devran'a hitaben. "Birimizin onun hayatını gidip Akgün'e anlattığını mı?" Cafer'in meraklı gözleri ikisi arasında gidip geldi. Elbette hiçbirimiz böyle bir şey düşünmüyorduk. Uzun yıllardır birlikteydik, içimizden birinin diğerini satmayacağına adım kadar emindim.

 

"Bunu ima etmedim, yapmayacağınızı zaten biliyorum." Dedi Devran, birbirimize ne kadar güçlü bağlarla bağlı olduğumuzun hâlâ farkındaydı. Belki tüm bunları bize yaşatmasaydı, onunlada iyi bir bağımız olurdu. Ne yaparsa yapsın, ne kadar zaman geçerse geçsin bana yaşattıklarını unutamayacağımı biliyordum.

 

Onu affetmeyeceğime yemin etmiştim. O yeminimi bozmaya hiç niyetim yoktu.

 

"Zahir'in geçmişini bulmak zor değil, soyadını değiştirdiği zaman bu devlet tarafından kayıtlara alındı." Dedim Devran'ın fikrini bir kenara iterek. Zahir babasının soyadını terketmiş, çok uzun zaman önce annesinin soyadını almıştı.

 

Mezarı bile olmayan annesinin soyadını. Bu doğruydu. Zahir'in annesinin bir mezarı yoktu. Bir gün ona, bu kadar özlediğin zamanlar mezarına git demiştim. Bunu dediğim zaman, bana annemin bir mezarı yok demişti. Söylediğim her kelimeden anında pişman olmuştum.

 

Dediklerimi mantıklı bulan Devran sessizleşti. Bu gece burda olmamızın sebebi Akgün'ü bize karşı oynadığı oyundu. Neden böyle bir şey yaptı bilmiyordum. Ya İshak'ın dediği gibi aptaldı. Ya da Devran'ın dediği gibi bizim onun aptal olduğunu düşünmemizi istiyordu.

 

Aynı bizim yaptığımız gibi kozlarını kullanmış, bizim ona oynadığımızı oyunu bize karşı oynamaya kalkmıştı. Lakin saçmalamıştı. Böylesine bir şeyi farketmeyeceğimizi nasıl düşünürdü?

 

Süleyman'ın bilgisayara çarpan parmakları, ve klavye sesleri sessiz odayı doldururken başımı eğerek bir kez daha dosyalardaki faiz ve değerlere göz gezdirdim. Akgün'ü kendime borçlandırmıştım bu doğruydu. Ama o piç kurusu, parayı ödemekten geri durmuyordu. Ne kadar kaybettiğini umursamıyordu. Başka bir şeyler vardı. Bizim bilmediğimiz bir şeyler.

 

Ya da çok sevgili amcasından yardım almıştı. Tek başına öylesine bir borcu kapatması mümkün değildi. Rıfat Turaç'dan yardım aldığı açıkça ortadaydı. Yine de bu onun için bir kurtuluş değildi. Bir kez daha benimle uğraşmıştı. Karşılığını alacaktı.

 

"Abi..veriler yükleniyor." Dedi Süleyman gizemli bir sesle. Başımı ona çevirdim. Sandalyemden kalkarak onun oturduğu sandalyenin arkasına yürüdüm.

 

"Afferin aslanım." Dedim gururlu bir sesle. Bu veriler açılırsa, bizi kimin sattığını ve şirketin tüm değerleriyle kimin oynadığını anlardık.

 

Sadece ben değil, diğerleride sandalyelerinden kalkmış merak dolu bakışlarla Süleyman'ın arkasında yer almıştılar. Son veriler tamamen yüklendiği an siyah bir ekran açıldı. Ekranda bir yazı belirdi.

 

Kimin karanlığı içinde büyükse, ilk o parlar.

 

"Ne bu şimdi?" Aziz dünyanın en saçma şeyine bakar gibi ekrana bakarken bizimde ondan aşağı kalır yanımız yoktu. Görüntüler olması gerekiyordu. Ama bunun yerine bizi siyah bir ekran ve daha önce hiç duymadığım bir cümle karşılamıştı.

 

Şirketteki köstebek kim ortaya çıkmamıştı.

 

O piç kurusu bizimle bilerek oynuyordu!

 

"Süleyman, niye görüntüeler çikmadi?" Cafer kaşlarını çatıp sorarken Süleyman sıkıntılı bir nefes verdi.

 

"Sahte dosya kurmuşlar." Öfkeyle konuştu. "Resmen bizimle dalga geçiyor!"

 

"Bilerek yapıyor." Hırıltılı bir sesle konuştum. "Ecdadını s*keceğim o şerefsizin!" Odanın içinde birkaç adım volta attım. "Oynuyor bizimle!"

 

Zahir birkaç saniye ekrana bakakaldı. Bir adım öne atarak Aziz'in karşsına geçti ve bilgisayarı kendi yönüne çevirdi. Gözlerinde şaşkın ve tehlikeli bir bakış belirdiğinde duraksadım.

 

"Ne oldu?" Diye sordu Tufan ona bakarak.

 

"Buni bilmesine imkan yok!" Diye sesini yükseltti, Zahir. Ekrandaki cümleyi her okudukca irisleri genişliyordu.

 

"Ne demek istiyorsun?" Ona baktığımda kafam epeyce karışmıştı.

 

"Bu cümleyi bilmesine imkan yok!" Başını bana çevirdi. "Annem söylemişti, ula bu cümleyi çociken annem baa kurmuşti!" Gözlerim hafifçe genişlerken kaşlarım havalandı.

 

"Ne diyorsun, Zahir?" Bunun kötü bir şaka olduğunu düşünüyordum. "Emin misin?"

 

"Eminum!" Dişlerini sıkarken her hücresini öfke sarmıştı.

 

"Nasıl biliyor?" Devran ona bakarken bizim kadar kafası karışıktı.

 

"Bilmeyim!" Zahir bir hayli hayretler içindeydi. Bu olanlara anlam veremiyordu. Hiçbirimiz anlam veremiyorduk. Zahir hayatından bahsetmeyi sevmezdi, bırak bahsetmeyi tek kelime etmezdi. Onun hakkında bildiğimiz her şey kısıtlıydı.

 

"Nasıl bilmiyorsun?" Dedi Aziz. "İyi düşün, birilerine söyledin mi? Bu kadar bilgiyi nereden biliyor olabilir, Zahir?" Zahir sıkıntılı bir nefes verdi. Masanın yanından ayrılıp aşağı yukarı giderken bir eliyle çenesini sıvazladı. Geçmişten gelip karşısına dikilen şey onu fazlasıyla huzursuz etmişti.

 

Birkaç saniye düşünmesinin ardından adımları durdu. Bize baktı. "İmkani yok." Aklı her an duracakmış gibi konuştu. "Bu sözleri yillar önce tek bir kişiye söyledum. Canimdan çok sevdiğim bir dostima. O da öldi!" Bakışlarım onun yüzünde kaldı.

 

"Kime söyledin?" Dediğimde gözlerini kapatıp sakinleşmek ister gibi derin bir nefes çekti içine. Ardından usulca geri açtı.

 

"Uygar'a." Ağzından çıkan yabancı isimle dikkatle onu dinledik.

 

"Kimdur bu Uygar?" Diye sordu Cafer kara gözlerini Zahir'e dikerken.

 

Zahir birkaç adımla tekrar yaklaştı bize. Yerinde duramıyordu. Tüm bu olanların nasıl olduğuna, yıllar önce annesinin ona söylediği kelimelerin nasıl karşısına çıktığına anlam veremiyordu. Akgün Turaç bizimle bir oyun oynuyordu. Oyununa hepimizin hayatından bir şeyler katıyor, bizi geçmiş acılarımızdan vuruyordu.

 

"Sokaktayken taniştiğim bir çocikti ilk zamanlar." Ondan bahsederken nasıl özlem duyduğu gözlerine yansıdı. "Kız kardeşimi kaybettiğim gece onide kaybetmiştum." Burda bazılarımız Zahir'in kız kardeşini nasıl kaybettiğini biliyor bazılarımızsa bilmiyorduk. Yine de kimse onu bu konuda anlatmaya zorlamıyor, tüm bunların aksine anlayışla karşılıyordu.

 

"Nasıl oldu tüm bunlar?" Zahir bana daha önce böyle birisinden bahsetmemişti. Bu ona ağır geliyormuş gibi nefesini verdi ve sandalyesini çekip oturdu. Başı hafifçe önüne eğikti.

 

"Karaca'yi korimak isterken olmuş." Çenesi kasıldı. "İkisinide o gece farkli farkli yerlerde can vermiş şekilde buldim." Zahir'in geçinmek için kirli işlere bulaştığını biliyordum. Kız kardeşini sokak hayatından kurtarmak için para kazanmaya çalıştığı zamanlar olmuştu.

 

"Öldüğüne emin misin?" Diye sordu Süleyman sesindeki anlayış emaresiyle.

 

"Kendi ellerimle gömdim." Annesinin bir mezarı yoktu. Ama kız kardeşinin vardı. Tek sorun, nerede olduğunu bilmiyorduk. Bizi hiç götürmemişti. Belki de kardeşinin mezarıyla Uygar denen bu adamında mezarı yan yanaydı.

 

"Başka birisine söyledin mi? Onun dışında başka birisi biliyor mu?" Tufan'ın meraklı sesine karşılık Zahir başını ağır ağır iki yana salladı.

 

"Yapmadim." Fazla netti sesi. Hiçbir şüphe ya da bilinmezlik yoktu. Gerçek anlamda bunu başka kimseye söylememişti. O zaman geriye tek bir ihtimal kalıyordu, Zahir bazı şeyleri yanlış biliyordu.

 

"Ya ölmediyse, Zahir?" İshak'ın sakin tınısına karşılık Zahir hızla başını salladı iki yana.

 

"Öldi diyim!" Ellerini hafifçe öne uzatırken her zerresi kasıldı. "Ellerimle gömdim!" Avuç içlerini gösterirken bunu kanıtlamak ister gibiydi. Bazen keşke diyordum, keşke Zahir'i daha önce tanısaydık.

 

Birbirimize akıl almaz bakışlarla baktık. Olan son zekamızıda kaybetmiş gibiydik. Akgün şerefsizi bize nasıl bir oyun oynuyordu!

 

"Yavuz bey." Açılan kapıyla başımı omzumun üstüne çevirdim. "Dışarıda bir adam var sizi görmek istiyor." Asistan Nedim'in sözleriyle vücudumda kapıya çevirdim. Birini beklemiyordum.

 

Tek kaşımı kaldırdım. "Kim?" Dediğimde kapıyı biraz daha açarak tamamen girdi içeri.

 

"Akgün Turaç." Yüzümdeki şüphe ifadesi silindi. Gözlerimi soğuk bir bakış sardı.

 

Burda mıydı? Onu gökte ararken yerde bulmuştum.

 

Vakit bile kaybetmeden kapıya yürüdüm. Nedim'in yanından geçerek ofisten çıktığımda diğerleride peşimden takip etti. Süleyman bile oturduğu sandalyeyi geride bırakıp peşime takıldı. Sağ koridora döner dönmez onu orda gördüğümde ellerim iki yanımda yumruk oldu.

 

Üstündeki ceketin kollarını düzeltmekle meşguldü. Hemen yanında duran Arya kollarını göğsünde kenetlemiş gözlerini yere dikmişti. Kahverengi saçlarını sıkı bir at kuyruğu toplamış en az kuzeni kadar bir zaferi kutlar gibi şık giyinmişti. İkisininde burda olmalarının ya ciddi bir sebebi vardı, ya da bir oyunları.

 

"Ne arıyorsun lan sen burda?" Ona doğru yürürken soğuk sesimle konuştum. Anında yeşil irisleri beni buldu. Başını kaldırırken tebessüm etti.

 

"Yavuz bey." Dedi ellerini önünde birleştirerek omuzlarını dikleştirip sanki beni selamlar gibi. "Direkt konuya gireyim, bir konu hakkında konuşmamız gerek."

 

"Ne konusi piç kurusi?" Cafer benden önce davranıp soğuk bir şekilde sordu. Hemen yanımda duruyordu. Sağ tarafımda Cafer varken, sol tarafımda Zahir ve Süleyman vardı. Cafer'in yanında Aziz onun yanında Tufan, ve onlardan birkaç adım geride Devran'la İshak duruyordu.

 

Hepimize teker teker göz gezdirdi. Düşüncelerimizi, hissettiklerimizi hatta duygularımızı bile anlamaya çalıştı. Bu adamın nasıl bir mahlukat olduğunu bilmiyordum. Tek bildiğim, kendini akıllı sanan aptalın teki olduğuydu. Kıvrak bir zekaya sahip olduğunu sanıyordu. Bana göre onun düşünceleri, gereksiz konulardan ibaretti. O kadar zeki olsaydı, ben onu milyonlarca dolarlık bir borca sokarken bunu farkederdi.

 

Evet bunu ödemiş olabilirdi, ama ona verdiğim maddi zarar, ve yeraltındaki itibarı bir hayli sarsılmıştı.

 

"Ne istiyorsun?" Düz bir sesle sordum. Dudaklarındaki tebessüm yerini koruyordu. Başı dikti. Gözleri beni terkedip kuzenini buldu.

 

"Açıkça kabul etmem gereken bir şey var." Akgün önündeki ellerini ayırıp Arya'nın elinden mektup benzeri bir şey aldığında ben Arya Turaç'ın elinde bir zarf olduğunu daha yeni fark ettim.

 

Ardından o zarfı, önüme attı. Gerilen vücudum biraz daha gerildi ama başımı eğip yerdeki kağıtlara bakmadım. "Karınızın gözleri yakından daha güzelmiş." Beynimden vurulmuşa döndüm.

 

Tüm sakinliğim, ve kontrolüm sanki bir an içinde param parça oldu. "Ne diyorsun s*ktiğimin evladı sen!" Öne atılacağım sırada koluma yapışan bir el hissettim. Başımı fevri bir şekilde kolumu kimin tutduğunu görmek için çevirdim.

 

"Sakın!" Devran'ın sesiydi. Bana bakarken kahverengi gözlerinde 'ona istediğini verme' diyen bir bakış vardı.

 

"Ah pek güzel." Akgün'ün alaycı sesini duydum. "Abinizle.." işaret parmağını kaldırdı. Önce onu sonra beni gösterdi dudaklarını hafifçe büzerek. "Barıştınız mı?" Soğuk gözlerimle hızlıca kolumu Devran'dan kurtardım.

 

Zahir benim eğilmeme bile izin vermeden eğilip yerdeki zarfı alarak bana uzattı. Hızlıca onu aldım. Önümde keyifli gözleriyle bizi izleyen bu piç kurusuna saldırmamak için tüm sabrımı zorladım. Sinirden haraketlerini zar zor ayarlayan ellerimle zarfı açmaya çalıştım. Ağzından çıkan o cümle kafamda dönüp duruyordu.

 

Açtığım zarfın kağıdını yere attım. İçinden çıkan fotoğrafları gördüğümde ellerim buz kesti. Vücudumdaki tüm kan çekildi ve soğukluk her zerreme akın etti.

 

Hafsa'yla Akgün'ün itinin aynı resimde ne işi vardı?

 

Nefes alış verişlerim hızlanırken elimdeki resimleri birer birer arka arkaya çevirerek inceledim. Biri mağazadaydı, ve biri benim kiraladığım bağ evine yakın kafenin önünde.

 

Sadece ben değil diğerleride aynı şoktaydı. Tufan hızla elimdeki resimleri kapınca gözlerim olduğu yere kitlenip kaldı. Boş ellerimle bakıştım, sanki resimler ordaymış gibi. Tüm aklımı kaybetmiştim. Bundan emindim. Kendime hakim olabilecek bir kapasiteye sahip değildim.

 

"Aynı bir gökyüzünü andırıyor." Akgün Turaç fazlasıyla sakin bir tonla konuşurken sesine yansıyan alay ve kendini beğenen o gülüşü seziyordum. "Eskiden de onun gözlerini yakından görme fırsatım olmuştu." Vurguladı. "Çok yakından."

 

Buraya kadardı. "Ne diyorsun piç kurusu!" Daha kimseye vakit tanımadan öne atılıp ellerimi yakasına doladım. Diğerleri ne olduğunu anlamadan yüzüne bir yumruk geçirdim. Şu an ne kimseyi duyacak haldeydim, ne de birileri beni durduracak halde. Onu yere sererek üstüne çıktığımda yumruklarımın ardı arkası kesilmedi.

 

Karımdan bahsetmeyi nasıl göze alırdı? Nasıl onun gözlerinden bahsederdi!

 

Öldürecektim.

 

Bugün bu adamın ölüsü ve cenazesi benim elimden olacaktı!

 

"Seni öldürürüm!" Yakasından tutup onu sarsarak yüzüne doğru bağırdım. Ağzımdan dışarı fırlayan birkaç tükürük tanesini ve küfürleri umursamıyordum. İlkel bir öfkeyle hareket ediyordum. "O diline bir daha karım hakkında tek kelime dolarsan sökerim duydun mu!"

 

"Kes şunu!" Arya'nın sesini duydum. Koluma asıldı lakin umrumda olmadı. Havaya kalkan bir yumruğum daha Akgün'ün yüzünde patladı.

 

"Tamam yeter!" Koluma dolanan iki kol beni geri çekerek zar zor onun üstünden kaldırdı. Bu eller İshak ve Cafer'e aitdi.

 

"Rahat dur öldüreceksin onu!" İshak'ın boş sözlerini dinlemek yerine tekrar Akgün'e saldırmak istedim. Uzandığı yerden ağzı kanlar içinde olamsına rağmen kahkahalarla gülmeye başladığında bu sinirlerimi daha fazla gerdi.

 

"Ne gülüyorsun!" İshak'ı itekleyerek bir kez daha onlardan kurtulup kalkmaya çalışan Akgün'e saldırdım. Yumruğum tekrardan onu geri serdi. "Senin olmayan beynini dağıtırm, duydun mu beni? Karım hakkında tek kelime daha edemezsin! Ettirmem!"

 

"Yeter!" Devran'ın sesini duydum. İki kişinin yapamadığını yapıp beni geri çektiğinde sığ nefeslerim arasında ondan da kurtulmak istedim. Bir eli boynumun arkasını sardı beni sabit tutmaya çalışarak. "Ona istediğini verme." Fısıldayarak konuşurken gözlerinde öfkemi dindirmeye çalışan bir sakinlik vardı. "İstediği bu, ona bunu verme!" Dişlerim arasından çıkan öfke dolu bir haykırışla ondan kurtuldum.

 

Akgün'e saldırmamam için ikimizin arasında durduğunda elimi saçlarıma daldırarak volta attım birkaç kez.

 

Bu sırada Arya kuzenini çoktan yerden kaldırmıştı.

 

"Bana neden böyle davrandığını anlamıyorum." Akgün dudaklarındaki sırıtışla konuşurken ben daha da delirecek gibi oluyordum. "Oysa benimle konuşmak, ve görüşmek isteyen bizzat Hafsa'nın kendisiydi. Ne diye bilirim ki?" Acıdan hırıltılı çıkan sesine rağmen gülümsedi. "Eskiler bazen özleniyor, belki o da beni özlemiştir."

 

Öfkeden artık gözüm seğirdi. "Özlerttireceğim seni piç kurusu!" Bağırarak aramızdaki mesafeyi kapattım. Bu sefer onu yere sermek yerine sırtını sertçe duvara çarptım. "O dilini sökeceğim!" Dirseğimi onun boğazına dayadım. Nefesini keserken vakit kaybetmeden belimdeki silahı çıkarıp kafasına dayadım. "Ölümün elimden olacak!" Gözlerindeki sadist tebessümle bana bakarken parmağımı tetiğe yerleştirdim.

 

"Yavuz!" Diyen Cafer'in sesini duysamda umursamadım. Tetiğe basacaktım, ama burnuma dolan kokuyla kaşlarım çok hafif çatıldı. Bunu farkeden Akgün'ün sırıtışı genişledi.

 

"Ne o?" Diye keyiflendi. "Bir şey mi hatırladın?" Burnuma dolan parfüm kokusuyla kaskatı kesildim. Ona bunu belli etmemeyi çok isterdim ama zihnimin içinde binlerce ses birbirine karıştı.

 

Sabah Hafsa'nın kokusuna karışan parfüm, Akgün Turaç'ın parfüm kokusuyuyla aynıydı.

 

Başlarım böyle işe!

 

Nasıl olabilirdi bu!?

 

"Nerden aldın bunu?" Dişlerim arasında fısıltıyla konuştum.

 

"Neyi?" Diye sorduğunda öfkeyle bağırdım.

 

"Bu parfümü nereden aldın piç kurusu!" Silahın soğuk namlusunu kafasının kenarına sertçe bastırdım. Dudaklarında ki o tebessüm her geçen an çoğaldı.

 

"Ben almadım." Yeşil irisleri yarattığı ortamdan fazlasıyla haz alıyordu. "Benim için, Hafsa aldı."

 

Herhalde şu an onun kafasına dayalı olan silah benim kafama dayalı olsa daha az öfke duyar, daha az bağırıp çağırırdım. Ama ağzından çıkan cümle tüm devrelerimin yanmasına neden oldu.

 

Bana benim karımın onun için bir şey aldığını söylüyordu. Tüm vücudum gergin bir şekildeydi. Genişlemiş irislerimle birkaç saniye karşımdaki adama baktım. Deli gibi görünüyordum. Zerre umrumda değildi. Silahı kafasından çekerek bacağına nişan alıp ateş ettiğimde acıyla yüzü kasıldı. Arya'nın şoka karışık çığlığı kulağımda yankılansada dönüp kimseye bakmadım.

 

"Bir daha." Dirseğimi onun boğazına direrken nefesini kesiyordum. Bacağındaki kurşun yarasından dolayı ayakta durmakta zorluk çeksede zayıflık belirtisi göstermiyordu. "Ağzından karıma ait tek laf duyarsam, Turaç. Kafana sıkarım!" Bunu yapardım. Bunu yapacak kadar beni kenara itmişti.

 

"Yeter!" Arya aramıza girdiğinde bir adım geri sendeledim öfkeden hızlı nefesler aldım. Elimdeki silahı sıkıca tutarken bakışlarımı o itden ayırmadım.

 

"Abi tamam, kurbanın olayım uyma şu şerefsize." Dedi Süleyman bir adım atarak bana doğru. Her an yanlış bir şey yapmamdan korkuyordular. Çünkü en az benim kadar iyi biliyordular, bu sefer bir kurşun sıkarsam onun kafasını dağıtmaktan geri durmayacaktım.

 

"Seni ne sinirlendirdi?" Dişleri arasında konuşan Akgün yaralı ayağını umuramıyordu.

 

"Akgün, yeter ölmek mi istiyorsun? Sen bize lazımsın!" Arya'nın dişleri arasındaki kısık bir fısıltıyla konuştuğunu duydum. Akgün birkaç saniye duygusuzca kuzenine baktı. Kolunu çekerek konuştu.

 

"Karının benim gibi kokuyor olması sinirlerini mi bozuyor?" Yeşil gözlerini bana dikti. "Söylesene Yavuz Payidar." Yükseltti sesini. "Karının benim koynuma girdiğinden filan mı korkuyorsun?"

 

"Ulan senin belanı s*kerim!" Elimdeki silah bile anlık öfkeyle yeri bulmuştu. Yumruğum havaya kalktığı an Akgün'ün suratına çarpmış kemik sesi koridorda yankılanmıştı. Hemen ardından yaralı bacağından dolayı sendeleyerek geri düşmüştü.

 

"O dilini!" Onun üstünde durarak yakasını kavradım. Sırtı yere yaslanmıyordu, ama fayansaların üstüne oturmuştu. Hiç durmadan üst üste yumruklar atıyor ve ara sıra yaralı bacağına tekmemi geçiriyordum. "Karım hakkında konuşan o dilini ellerimle sökeceğim!" Öfkeden gözüm dönmüş bir şekilde bağırdım.

 

Ağız dolusu küfürler savurdum. Yumruklarım benden habersiz havada savruldu. Etin ezilme sesi hiç durmadan yankılandı. En son beni üç kişi zar zor ondan ayırdıklarını, güvenlikleri çağırdıklarını hatırlıyordum.

 

Beni ofise soktuklarında bile bağırıp çağırmaya devam ediyordum. Sakinleşmem yarım saatten fazla sürmüştü. Burnumdan akan kanı kavgadan dakikalar sonra hissetmiştim. Onlar bunu söylese bile, umrumda olmamıştı. Saçlarım dağınık, gömleğim resmen kendimi parlamaktan hırpalanmıştı.

 

Hâlâ bile kendime gelmiş değildim. Eğer beni geri çekmeseler, ve araya korumalar girmeseydi. Akgün Turaç'ın bugün cenazesi kalkacaktı.

 

"Biraz daha iyi misin Yavuz?" Cafer'in sorusunu es geçtim. Kendi duygularımda boğulmuştum. Tufan geniş siyah koltuğa oturmuş hâlâ Akgün'ün verdiği resimlere bakıyordu.

 

"Bu nasıl olur?" Dedi Süleyman kafası karışmış bir şekilde. "Hafsa yengenin-"

 

"Kapa o çeneni, Süleyman." Sert bir sesle kestim sözünü. Çünkü o cümlenin nereye varacağını çok iyi biliyordum. "O şerefsiz köpek bize oyun oynuyor!" Oturduğum sandalyede hafifçe öne eğildim. Hafsa'ya inanıyordum. Hemde sonuna kadar.

 

Ama nasıl? Nasıl bana bunları anlatmazdı?

 

Bu beni fazlasıyla büyük bir çıkmaza sokuyordu. Kimsenin ağzından çıkan laflara inanacak kadar delirmemiştim. Özellikle öylesine şerefsiz bir adamın sözlerine asla inanmazdım. O parfüm, o koku. Hepsinin bir nedeni olmalıydı.

 

Bir sebebi, bir açıklaması olmalıydı!

 

Hafsa'yı dinlemem gerekiyordu.

 

"Ya yaptıysa?" Diyen Devran'ın sesi göz bebeklerimin haraket etmesine neden oldu. Ne başımı haraket ettirdim, ne de başka bir zerremi. Sadece kaşlarım altından soğuk gözlerle ona bakarken konuştum.

 

"Ne diyorsun lan sen?" Sakinliğim, büyük bir fırtanın habercisiydi.

 

"Beni yanlış anlama." Derken sakindi. "Seni aldattığını ima etmiyorum. Ama ya sizi sattıysa?"

 

"Devran Payidar!" Gür bir sesle konuşurken ayağa kalktım ve ona doğru birkaç adım attım. "O ağzının ayarına dikkat et."

 

"O suratını dağıtmamı istemiyorsan kapa çeneni." Tufan elindeki resimleri sehpaya atarken ayağa kalktı. "Benim kardeşim öyle şey yapmaz." Devran'ın bakışları birkaç saniye üstümde kaldı. Ardından İshak'a baktı. İshak'la aralarında sessiz bir konuşma geçti. O sessiz konuşmanın anlamını bilen İshak, nefesini verdi.

 

"Akgün'ün oyunlarından haber tutunca adamlarımdan birini odasına soktum." Elleri cebindeyken omuzları dikti. "Hani bir ipucu, ya da haine dair bir delil var mı diye?" Mavi gözlerinde temkinli bir ifade vardı. "Akgün'ün masasında bir şal bulmuş. Almak istememiş önce, ama üstündeki baş harfler dikkatini çekmiş." Dediklerinden hiçbir halt anlamıyordum.

 

"Ne şalı?" Diyen Aziz'in sesiyle İshak masaya doğru yürüdü. Ellerini cebinden çıkardı. Masanın üstündeki telefonu aldı. Bir numarayı aradı.

 

"Alo Hasan." Korumasıyla konuştuğunu anlamak zor olmadı. "Arabadaki şalı getirin oğlum."

 

Bu konu çok saçma yerlere doğru ilerliyordu. Şaldan bahsediyordular. Ne şalı? Düşündüm. Düşündükce nefesimin daraldığını hissettim. Aklımda bazı düşünceler belirdi, ama binlerce kez bunların sadece birer düşünceden ibaret kalması için içimden dualar ettim.

 

Sabırım giderek tükeniyordu. Birkaç dakika içinde ofisin kapısı açıldı. İçeri takım elbiseli adamlardan birisi girdi. "Buyur abi." Dedi bize doğru ilerleyerek, ve elindeki poşeti uzattı İshak'a. Meraklı gözlerim onu izlerken poşetin içinden bir şal çıkardı.

 

Soluğum kesilirken sertçe yutkundum. "Bak buna." Şalı bana uzattı. "Kime ait olduğunu biliyor musun?" Diye sorarken sanki zaten kendisi bunun cevabını biliyordu.

 

Bir oyun olduğunu düşündüm. Hemde çok çirkin bir oyun. Sertçe şalı aldım. Başım aşağı eğildi, onu evirip çevirerek inceledim. Üstünde gördüğüm harfler omuzlarımın gerilmesine neden oldu. Benim yaptırdığım özel dikim olan şaldan başkası değildi bu. Renginden tutmuş, yazı stiline kadar her şeyi aynıydı.

 

Şalı tutan parmaklarım sıkılaştı. Gözlerim boşluğa daldı. Nasıl saçma bir oyunun içindeydim?

 

Tüm bunlar ne demekti!

 

"Nerden buldunuz bunu?" Dediğimde her an delirecek gibiydim. Benim Hafsa'ya diktirdiğim şal nasıl başka bir yerden çıkabilirdi?

 

"Akgün'ün odasında." İshak açıklama yaparken sesindeki gerginliği gizleyemedi. Duyduğum şeyler ağırdı. Düşündüğümden daha ağır.

 

Hayat benimle oynuyordu. Hayat benimle öyle bir oynuyordu ki, aklımı kaçıracak radeye beni getiriyor, daha sonra kapıları üstüme kitliyordu.

 

"Zahir." Dedim boğuk sesimle. "Sabah gittiğiniz mağazayı ara. Bugün Hafsa Payidar adından bir adam için ne alınmış bak."

 

"Ne diyorsun sen?" Tufan'ın sert sesini duydum. "Şüphe mi ediyorsun?"

 

"Ara sor şunu, Zahir!" Sesimi yükselttim.

 

"Yavuz, saçmalayisin." Dedi Zahir. Beynim allak bullaktı. Benim gerçeklere ihtiyacım vardı.

 

Benim Hafsa'dan duymaya ihtiyacım vardı.

 

"Ara sor." Diye tekrarladığımda burnundan sesli bir nefes verdi. Telefonunu çıkarırken odanın kenarına doğru yürüdü. Kimsenin gıkı çıkmadı. Tufan'ın soğuk bakışlarını üstümde hissettim, ama umrumda değildi. Yaklaşık üç dakikanın sonunda Zahir bize baktı. Telefonunu kapattı.

 

"Verilmiş." Derken yutkundu. "Hafsa Payidar adından bir parfüm satın alınmış." Ellerimi iki yanıma indirdim. Sol avucumda sıktığım şalı öfkeden ve çaresizlikten her an parçalara ayırabilirdim.

 

Nasıl?

 

Bu nasıl mümkün olurdu!

 

"Hava alacağım!" Diyerek kapıya yürüyüp kendimi dışarı attım. Kalbim çarptı, kalbim deli gibi çarptı ve hiç durmadı.

 

Aklım yerinde değildi. Yalan mı söylemişti? Nasıl yapardı bunu? Ne olmuştu!

 

Hava alacağım diyerek odayı terk etmiştim. Çünkü kimse beni takip etsin istememiştim. Hafsa'ya sormadan, onun dudakları arasından duymadan hiçbir şeyi net bir şekilde anlayamazdım. Bana nasıl yalan söylerdi?

 

Söz vermişti!

 

Öfkelenmek istemiyordum. Bunu yapmak istemiyordum. Ama bana yalan söylediğini düşünüyor olmak, sanki zihnimin içine elektirik dalgaları gönderiyordu. Ona kaç kere söyledim. Ona bana yalan söyleme dedim. Ama yapmıştı. Bugün Akgün Turaç karşıma geçmiş, Hafsa'nın yalanlarını yüzüme vurmuştu.

 

Ben bir kez daha karımdan duymam gerektiği gerçekleri, düşmanımdan duymuştum.

 

Bana bunu neden yapmıştı?

 

Şirketden nasıl çıktım, arabaya nasıl bindim bilmiyordum. Önce o resim, Hafsa'nın Akgün'e verdiği iddia edilen resim. Buna inanmıştım. Buna inanmak istememiştim. O resmi, Akgün bir yerlerden bulmuş olmalıydı.

 

Umarım öyleydi.

 

Arabayı son sürat sürerken aklıma gelen fikirle aydınlanma yaşadım. Hızlıca hafif yana eğilerek pantolonumun cebinden telefonumu çıkardım. Bu resmi, Nadir'e soracaktım. Çünkü Zümra hanımın yanında olanın Nadir abi olduğuna emindim. Öyle olması gerekiyordu. En azından bu, benim içimi rahatlatacaktı. Saatin kaç olduğunu bile umursamadan Nadir abinin numarasını buldum.

 

Arama tuşuna basarak, telefonu kulağıma tuttum. Trafik kurallarını yok sayarak gasa basarken birkaç kez kulağımda öten telefonu dinledim. Ardından açıldı.

 

"Yavuz, bir şey mi oldu bu saatte arıyorsun?" Derken sesi hiç uyumuş gibi çıkmıyordu. Birkaç gündür ortalıklarda yoktu. Ama muhtemelen uğraştığı önemli işleri vardı.

 

"Yıllar önce, 1997 senesinde temmuz ayında köprüde çekilen bir resim. Yanında Zümra hanım var, bu resmin bir kopyası var mıydı?" Soru dilimden hızlı bir şekilde döküldü.

 

"Sen o resmi nerden biliyorsun?" Hayretli sesine karşılık sabırsız bir nefes verdim.

 

"Soruma cevap ver!" Sesim istemsizce yükseldi. Onunda sıkıntılı nefesini duydum.

 

"Yoktu. Bir tek orjinal resim vardı. Zümra'mdaydı. Onun vefatından aylar sonra, resimde ortadan kayboldu." Ferahlık bulur sandığım yüreğim, daha da beter hale gelmişti. Telefonu yüzüne kapatarak yanımdaki koltuğa attım.

 

"Yapmamış ol." Bu resmi ona Hafsa verdiyse ne yapacaktım? Nasıl vermişti? Neden vermişti?

 

Ona güvenmiş miydi? Bana güvenmediği kadar ona güvenmiş ve resmini emanet etmişti. Oysa bana bir kez bile annesinden bahsetmemişti.

 

Bunu yapmamıştı.

 

Yapmış olamazdı.

 

Bize ihanet etmezdi.

O benim sevdamdı. Bunu yapmazdı.

 

Eve vardım. Yol arabanın altında kaydı. Ben tüm trafik kurallarını çiğnedim, eve varmak için. En sonunda bağ evinin önüne park ettim. Yol boyu durmadan kanayan burnumu hissettim ama şu an düşündüğüm bu değildi. Arabadan indim. Ayaklarımda güç yoktu. Yine de, verandaya yürüdüm ve birkaç basamağı çıktım. Kapıyı açarak içeri girdim.

 

İliklerime kadar üşürken merdivenlere yöneldim. Üst kata çıkarken, açılan kapının sesini ardından Hafsa'yı gördüm. Beni görür görmez dudaklarında bir tebessüm oluştu.

 

"Yavuz." Dedi sevgiyle. Bunu yapmamış olsun dedim içimden binlerce kez. Adım dudaklarından dökülürken kalbimdeki sıkışma hissi giderek büyüdü.

 

Gerçekten bana yalan söylemiş olabilir miydi?

 

Bunu tekrar yapmış mıydı?

 

Gözleri üstümde gezindi. Önce yüzümdeki kana ardından dağınık halime baktıkca gözlerinde endişe belirdi. "Yavuz." Dedi tekrardan, ama o cümlesinin sonuna ulaşamadan yanına vararak kolunu kavradım kendimle beraber onuda odaya soktum. Kapıyı kapattım, karanlık odada onu daha net görmek için hızla ışıkları yaktım.

 

"İki saat önce nerdeydin?" Soru ağzımdana öyle bir hızla döküldü ki kendime hakim olamadım. Afalladığına şahit oldum. Duraksadı. Yutkundu.

 

Benden bir şeyler saklıyordu.

 

Onu çok iyi tanıyordum. Onu öyle iyi tanıyordum ki yüzünde değişen tek bir zerre bile bana binlerce şey itiraf ediyordu.

 

"Anlamadım?" Kolunu bıraktım. Ani bir hareketle onu incitmekten korktum. Onu incitemezdim. Bunu yapamazdım. Ellerimi iki yanıma indirdim. Ona dokunmayacaktım.

 

"Hafsa, iki saat önce nerdeydin?" Sert bir şekilde sordum. Ama, buna kıyasla gözlerimde çaresizlik ortaya çıkmaya başladı. O söylese inanırdım. O bana gördüğün tüm resimler yalan dese ben bunada inanırdım.

 

Sustu. O sustukça benim tüm duygylarım altüst oldu. Yapmıştı. Bir kez daha bana yalan söylemişti. Ondan şüphe etmek istemiyordum. Ondan şüphe etmek düşüncesi bile tüm vücudumda acı dolu sızlamalara neden oluyordu. Ama susuyordu. Sustukça aklımdaki düşüncelerde boğuluyordum.

 

Elimdeki şalı kaldırdım. "Sana aldığım şalın o adamda ne işi vardı?" Dediğimde yüreğimi sızlatan acı çoğaldı. Neden cevap vermiyordu? Neden beni bunları sormaya mecbur bırakıyordu!

 

Gözleri genişledi. Hareleri elimde tuttuğum şala kaydı. Bir şeyler yanlıştı. Onun gözlerindeki bakışta bu apaçık ortadaydı. Bir şeyler yanlıştı ve Hafsa konuşmadan ben bunların ne olduğunu bilmeyecektin. İçimdeki o acı öfke, ve ne kadar bastırmaya çalışsamda yüzeye çıkan çaresizlik hissi ordaydı.

 

"Hangi adamda, Yavuz? Ne diyorsun hiçbir şey anlamıyorum!" Sesinin tınısında yalan yoktu. Ama vücudu gergindi. Gözlerinde acı gördüm, ve o acı benimde yüreğimin yangını körükledi.

 

Bakmasın bana şöyle.

 

Yapmamış olsun.

 

Yalanlar söylememiş olsun.

 

"İki saat önce kafenin önünde görüştüğün adamla!" Ona kızmak istemiyordum. Ama o resimler, parfüm kokusu, ve avcumda tuttuğum şal. Hepsi beni öylesine bir yere sürüklüyordu ki ben ne yapacağımı şaşırmış bir haldeydim. Sanki aklım gerçeklerden, kalbimse ihanetten korkuyordu.

 

Bu çok açıktı.

 

Ben bir kez daha ihanete uğramaktan deli gibi korkuyordum.

 

Ama en çok, Hafsa'yı kaybetmek zorunda kalmaktan korkuyordum.

 

"Yavuz, bir şeyleri yanlış anlamışsın." Dedi alel acele bir şekilde. "O adam beni oraya çağırdı, kim olduğunu bilmiyorum ama peşimizde!" Sözleri beni çelişkiye soktu. İnanmak istedim. Kafamdaki seslerin susmasını çok istedim.

 

Lakin susmatı. Bir gerçek vardı ki Hafsa o adamı görmüş ve bana söylememişti.

 

Resimler bir yalan değildi değil mi?

Hafsa bana gerçekten yalan söylemişti.

 

"Neden gittin?" Sesim buzdan bile soğuktu. "Hafsa, bu sabahta o adamla görüşmüşsün bana hiçbir şey söylemedin." Tüm vücudum gergindi. Elimde tuttuğum şalı her geçen saniye biraz daha sıkıyordum.

 

"Ne görüşmesi?" Sesindeki kırgınlık kulaklarıma doldu. Bir kez daha sarsıldım. "Onunla görüşmedim, adını bile bilmiyorum!" Yüzünde yalan emaresi yoktu. Kalbim ona inanmak için durmadan çabalıyordu. Ama aklım, sanki buna izin vermiyordu. Öfkem, ve hissettiklerim tüm bunlara engel oluyordu.

 

"İnanmıyor musun? Mesajlar var." Sesindeki hafif titreme dişlerimi sıkarak gözlerimi sıkıca kapatmama neden oldu. Yanımdan geçip yatağa doğru yürüdüğünde gözlerimi geri açtım. Telefonu alarak ekranını açtı. Hızla yanıma yürüdü. "Bak, beni o çağırdı saçma salak bir şeyler geveledi derdi ne bilmiyorum!" Bana doğru çevirdiği telefonun ekranına baktım. Bir umut yeşerdi, ama yeşeren o umut hızla yanıp kül oldu.

 

Ekranda bilinmeyen bir numara vardı. Ama onun iddia ettiği gibi herhangi bir mesaj yoktu. Soğuk gözlerim ekranı terkedip onu bulduğunda kendi çaresizliğimde boğuldum. Gözleri dolmuştu! İçine hapsolan nefes artık göğsümü yakıyordu.

 

Gözleri dolmuştu! Benim yüzümden!

 

Yüzümdeki kararsızlığı ve soğukluğu farkeder farketmez telefonu kendi yönüne çevirdi. Ekranda gördükleriyle dudakları şaşkınca aralandı. "Bu." Sanki söyleyecek söz bulamadı. "İmkansız, Yavuz mesajlar vardı yemin ederim!" Bana bakarken hareleri ona inanmam için resmen yalvarıyor, ve ben bu bakışlar altında eziliyordum.

 

"Fotoğraflar gösterdiler bana." Derken artık duygularımı bile hissettmiyordum. "Sabah onun yanındaydın. Akşam yine onun. Sonra sana aldığım şal ondan çıktı." Canım öyle yanıyordu ki, bana olan bakışları, ve duygularım. Sanki hepsi üst üste toplanmış omzuma binmişti. Ama bunu gizledim. Olabildiğince soğuk, ve hissiz kalmaya çalıştım. "Hafsa, neler oluyor bana doğruları söyle." Sadece yalanlar istemiyordum.

 

Ben artık yalanlar dinlemek istemiyordum. Karımın bana yalanlar söylemesini istemiyordu. Kırıldı. Bunu çok net anladığımda omuzlarım gerginleşti. Turkuaz harelerinde acı birikti. Acı ve hayal kırıklığı. Aynı bakış benimde gözlerimde belirdi.

 

Bir gün birbirimize kırgın bakacağımız aklıma gelmezdi.

 

Karşı karşıyaydık. O gözlerime umutsuz, ben onun gözlerine çaresiz bakıyordum.

 

"Hakkımızda her şeyi biliyor." Yüzüne eğildim fısıltı gibi sesimle. "En karanlık sırlarımızı." Ben bunların hiçbirine anlam veremiyordun. "Her şeyi, Zahir'in hayatını bile biliyor!" Sonlara doğru sesim yükseldi. Umarım bu onu korkutmadı.

 

"Ne ima ediyorsun?" Titreyen sesini bastırmaya çalışırken gözlerimin en derinine bakarken kaşlarım hafifçe çatıldı. Daha fazla bakamadım. Onun bu bakışlarına daha fazla maruz kalamazdım. Önünden çekilerek sert adımlarla odanın ortasına yürüdüm.

 

"Bir şey ima etmiyorum!" Düzgün bir cevap, geçerli bir neden istiyordum. "Kafam almıyor, nasıl? Neden! Sana aldığım şalın o adamda ne işi var, onunla neden görüştün? O resmin onda ne işi vardı!" Duraksadı.

 

"Ne resmi?" Bir adım attı ileri doğru dolu gözleriyle. "Beni tamda bunun için çağırdı. Bana sende bir resim olduğunu söyledi, ne resmi?" Resimden haberi vardı. Başımı hafifçe omzumun üstüne çevirerek ona baktım. Gözlerimde düz bir bakış yer edindi.

 

"Aramızda bir hain var." Kelimeler benden habersiz sanki ağzımdan çıkıyordu. Elleri iki yanında yumruk oldu. Gözlerine biraz daha yaşlar doldu. Onları sanki zar zor tutuyordu ve bu görüntü beni parçalara ayırıyordu.

 

"Ve sen o hainin ben olduğumu mu ima ediyorsun?" Sesi acımasız bir şekilde kalbime ulaştı.

 

"Öyle bir şey demedim!" Çaresizce onu inkar ederken gözlerimi yüzüne çıkardım. "Neden bana söylemedin?" Fazlasıyla kısık çıkmıştı sesim. "Sabah o adamı gördüğün hakkında neden bana tek kelime etmedin?" Bana bunu nasıl söylemezdi!

 

"Çünkü bir oyun olduğunu düşündüm!" Aynı konular tekrar gündeme geliyordu. Ellerini öne getirerek titreyen sesiyle konuştu. "Yine birileri bize zarar vermeye çalışıyor sandım!"

 

"Zarar versin ya da vermesin, bana söylemen gerekmez miydi, Hafsa?" Sesimi kontrol etmek için binbir türlü çaba harcarken bir adım attım. "Şal o adamın odasından çıktı. O s*ktiğimin evladının odasında bulmuşlar!" Aklım allak bullaktı. Delirecek gibiydim.

 

"Nasıl olduğunu bilmiyorum!" Aynı benim gibi onunda sesi yükseldi. "Anlamıyorum!"

 

"Hafsa." Sözler boğazıma dolandı. Firar etmek için uğraştı. Çaresizlik üstüme çöktü. Hiç bitmeyecek, asla geçmeyecek bir ızdırapın içinde hissediyordum. Hızlıca öne doğru adımlar attım. Ellerimi onun kollarına koyarak yüzüne yaklaştım. "Hafsa bize ihanet mi ettin?" Bir cümle nasıl beni mahvetti anlatamadım. Kontrolsüzce firar eden sözler onun canını yaktı. Onun canı yandı, ve ben kendime binlerce kez lanet ettim.

 

"Seni aldatıp aldatmadığımı mı soruyorsun?" Dargındı sesi. Daha önce hiç olmadığı kadar dargındı bana.

 

"Hayır!" Başımı iki yana sallarken nefesim kesildi. "Hayır, bunu sormuyorum!" Yutkundum ama boğazıma düğümlenen nefesimi hâlâ ordaydı. "Hakkımızda onca şeyi nasıl bildiğini soruyorum!"

 

"Bilmiyorum!" Konuştu dolu gözleriyle. "Yavuz, neden inanmıyorsun bana bilmiyorum diyorum!"

 

"Tek kopyası olan bir resim o piç kurusunda ne arıyor! Ona ne kadar güvendin ki böyle bir resmi emanet etin!?" Ellerimi kollarından ayırırken ne yaptığımı bile bilmiyordum. Elimi ceketimin iç cebine götürdüm. titrediğimi hissettim ve ben böyle hissetmekten nefret ettim. Cebimden çıkardığım resmi öne uzattım. "Bu resmi ona sen mi verdin, Hafsa?" Tek bir inkar istedim. Konuşmadım, ama gözlerim ona çaresizce yalvardı. Hayır desin istedim.

 

Başı usulca aşağı eğildi. Gözleri elimde tuttuğum resimle buluşur buluşmaz genişledi. Şoktaydı. Büyük bir şoka girmişti.

 

Resmi hatırlamıştı.

 

Gerçekten bu resmi o mu vermişti?

 

"Hafsa bir şey söyle." Cılız bir sesle konuşabildim. "Ben vermedim de sevdam." Her cümle biraz daha yaktı canımı. "Söyle inanırım." İnanırdım. "Yalvarırım söyle, söyle inanırım. Ben vermedim de, yapmadım de Hafsa'm. Aklımı kaçıracağım, konuş. Nolursun konuş." Resime bakıyordu. Sessizce. Onu hatırlıyordu. Bir şeyler hatırlıyor, ve bana söylemiyordu!

 

Ondan bir cevap beklerken aldığım tek şey acı dolu bir inilti oldu. Sanki girdiğim transtan kurtuldum. Karşımda iki büklüm oldu.

 

"Hafsa?" İsmini telaşla seslendim. "Hafsa, iyi misin?" Az önceki halimden eser bile kalmamıştı. Şu an tek hissettiğim korkuydu.

 

"S*ktir!" Diye bir küfür kaçtı ağzımdan.

 

Bebekler!

Ne yapmıştım ben böyle?..

 

"Yavuz-" Dilinden ismim acıyla döküldü. Hemen ardından kulaklarıma dolan acı çığlığıyla soluğum kesildi. O bir saniyede, sanki her şey mahvoldu. Ben bir ateşin içinde kaldım. Onun çığlığı, asla unutamayacağım bir şekilde kazındı aklıma.

 

Ne yaptığımı bilemedim. Aklım durmuştu ve o an sadece kalbimle haraket ettim. Daha fazla ikimizde konuşmadan hızla onu kollarıma alarak ağırlığını kendime verdim. Pişmanlık içimi sardı. Yükseldikce yükseldi ve her hücreme bulaştı.

 

"Sakın." Bu kez sesi titreyen bendim. "Sakın bunu yapma, sakın bunu yapma! Dayan, Allah belamı versin dayan, dayan güzelim hastaneye götüreceğim seni dayan!" Kollarımda acı dolu sızlanmalarını duydum. Her biri bıçaktan farksız kalbime saplanırken güçsüzleştiğimi hissettim.

 

Nasıl bir şeydi anlamadım ama ona bir şey olur korkusu, bebeklerimize bir zarar gelir korkusu beni güçsüz ve korkak bir adama çevirdi. Kapıyı dirseğimle açtım. Odadan kendimi dışarı atar atmaz tek hatırladığım kollarımda onunla birlikte koşar adım aşağı indiğim ve arabaya koştuğum olmuştu.

 

Onu strese sokmuştum. Bunu hiç yapmamlıydım.

 

"Dayan." Kelimeler tutarsız bir şekilde dilimden dökülürken zar zor araba kapısını açtım. Onu ön koltuğa bıraktım. Hızla kapıyı kapatarak arabanın önünden dolaşıp sürücü koltuğuna geçtim. Anahtarları çevirerek bağ evinin önünden ayrılmak için gaza bastım.

 

"Yavuz!" Koltuğunda acıyla kıvranıyordu. Bir eli karnına baskı yapıyor, ama baskı yapan eli bile titriyordu.

 

"Dayan." Dedim acil bir sesle. "Dayan, sakın yapma! Yetiştireceğim, seni hastaneye yetiştireceğim!" Gaza basarken yolların arabanın altında kaydığını hissettim. Yarı açık camlardan içeri dolan rüzgarın uğultusu kulağıma doluyor o uğultuya Hafsa'nın acı dolu iniltleri eşlik ediyordu.

 

"Yavuz, bebekler.." sesindeki o ağlama tınısı kalbime bir kurşun sapladı. O kurşun derine indi, inebildiği kadar indi. Kanattı.

 

"Bir şey olmayacak!" İhtimal bile vermek istemiyordum böyle bir şeye. İçimdeki korku her geçen saniye çoğalıyordu. Arabayı öyle hızlı sürüyordum ki sokakların nasıl geride kaldığını bile farketmiyordum. Tek yapabildiğim elimin altındaki direksiyonu sıkmaktı.

 

"Bir şey olmasın!" Acı içinde sesi yükseldi gözlerinde yaşlar vardı. Bunu yapmamalıydım.

 

Ona böyle davranmamalıydım!

 

Kafamın içindeki ses susmuyordu. Durmadan 'ne yaptın sen?' diye bağırıp duruyordu.

 

Sanki her geçen an karnındaki sancı çoğalıyordu.

O acı çektikce, bende bunu hissediyordum. Pişmanlık ve suçluluk duygusunun yanı sıra çaresizlik ve korku her geçen an yüzüme bir tokattan farksız çarpıyordu.

 

"Yavuz kanamam var.." sızlanarak döküldü kelimeler dilinden. Umutsuzca.

 

Ani bir fren yapmamak için zor durdum. Kanaması olduğunun farkında değildim. Sancısı var sanıyordum.

 

Kanaması vardı.

 

"Ne?" Araba bir an yavaşladı, ama sonra daha fazla gaza bastım. "Dayan." Dedim dişlerim arasında. Bu sefer ızdırap içinde kalan bendim. Kanaması olması fazla tehlikeliydi. Ben ne yapacağımı bilmiyordum. İlk kez böylesine tedirgin, ve çaresiz kalmıştım.

 

Nefeslerim düzensizdi. Gözlerim Hafsa'ya kaydı. Islak kirpiklerini kırpıştırıyır, sık sık acıyla gözlerini açıp kapatıyordu. Onu böyle görmekse, yüzümün acı dolu bir ifadeye sarılmasına neden oluyordu. Hissettiği sızıyla iki koltuğun ortasındaki konsola tutundu eli. Orda olduğumu bilsin istedim.

 

Bir elimi dirsekiyondan ayırarak elinin üstüne koydum. "Sakın yapma, dayan, dayan sizi kaybetmeyeceğim!" Oysa üçüde tehlikedeydi ve ben onları nasıl iyi edeceğimi bilmiyordum.

 

Gaza yüklendim. Önümdeki arabaları geçmek için sürekli olarak kornaya bastım ya da bulduğum boş yollardan geçtim. O an bir haraketlilik hissettim. Elini çekti. Elimin altındaki boşluğu hissettmekse tüm dünyamın yıkılmasına neden oldu.

 

Sanki..ona dokunmamı istemedi. Birkaç saniye gözlerim onun yüzünde kaldı. Ama o acıdan bana bakamıyordu bile. Konsolun üstündeki elimi geri direksiyona koyarken yaptığım şeylerin bir kez daha her şeyi mahvettiğini anladım. Kafamdaki düşünceleri atarak daha hızlı sürdüm. Tek istediğim karımı hastaneye yetiştirmekti. Onlara bir şey olacak korkusu çoktan gözlerimi doldurmuştu.

 

Acı dolu inilteri öylesine bir işkenceydi ki ben daha önce canımın bu kadar yandığını hatırlamıyordum.

 

Her şeyi mahvetmiştim.

 

1 saat sonra.

 

Nefesimi vererek başımı geri yasladım. Bir saat olmuştu hastaneye varalı. Bir saat olmuştu doktorlar Hafsa'yı kontrole alalı oysa bana bir asırdan farksız hissettiriyordu. Güçsüzdüm. Öyle güçsüzdüm ki, ayakta duramamış onun kapısının önünde yere oturmuş sırtımıda geri yaslamıştım.

 

Bir dirseğim kırdığım dizimin üstündeydi. Düşüncelere boğulmuş bir şekilde doktorun çıkmasını beklerken tüm olanları düşünüyordum.

 

Öfkeme yenik düştüğüm için bir kez daha kendimden nefret ediyordum. Böyleydim. Benim huyum buydu. Lakin Hafsa için, her zaman duygularımı kontrol etmeye çalışmıştım. Ama bugün başarılı olamamıştım. Öyle can yakıcıydı ki bu, anlatamıyordum. Gözlerim dolmuş boş bir bakışla önüme bakıyordum. Yarım saat önce beni arayan Cafer'e cevap bile vermemiştim.

 

Onun yanı sıra diğerleride aramıştı. Ama ben ne mesajlara dönüştüm ne de aramalara. Hiçbir şey hissetmiyordum. Dakikalar geçiyordu. Benim elim kolum bağlıydı. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu.

 

İyi bir haber almadan burdan ayrılamazdım.

 

"Yavuz?" Cafer'in sesini duyduğumda gözlerimi kapatarak burnumdan derin bir nefes soludum.

 

Bunu bekliyordum. Bunun olacağını biliyordum. Büyük ihtimalle telefonlarını açmadığım için konumumu bulmuştular. Nerede olduğumu bulmak Aziz ve Süleyman için zor değildi.

 

Gözlerimi açıp onlara baktım. Hepsi koşar adım yanıma gelmişti. Yüzlerinde endişe ve merak vardı. "Ne işin var burada?" Diye soran Aziz oldu.

 

Suskunluğumla biraz daha meraklandılar. "Zerda, Hafsa evde yok dedi." Tufan sesinin tınısındaki korkuyu gizleyemedi. Onun ağzından çıkan sözler nefesimi kesti. Tüm olanları nasıl anlatacağımı bilmiyordum.

 

"Yavuz'im." Cafer sakin bir sesle konuşarak aşağı eğildi. Bir elini omzuma koyduğunda çökmüş ifademe baktı. "Ne oldi?"

 

Çenem hafifçe seğirirken konuştum. "Kavga ettik." Gözlerimin dolu olduğunu görmek onun beklediği bir şey değildi. Öyle önemsiz konular için ağlayacak birisi değildim, bunu biliyordu. Eğer böylesine perişan bir haldeysem, durumun ciddi olduğunun farkındaydı. "Ben ettim." Diye düzelttim yanlışımı. Boğazım düğümlendi. "Kanaması oldu." Dilim varmadı. Devamını getiremedim.

 

"Ne kanaması?" Tufan'ın keskin sesini duydum. Bir öfke vardı içinde, o öfke bana karşıydı. "Ne dedin kardeşime?"

 

"Abi sakin-" Süleyman konuşmak istese bile Tufan öne doğru bir adım attı. Bir elini yakama dolayıp beni ayağa kaldırdığında ona karşı koymadım.

 

"Ne dedin!" Sorduğu sorulara cevap vermiyordum. Neyine cevap verecektim? Her şey ortada değil miydi zaten? Kendi pişmanlığımda fazlasıyla boğuluyordum.

 

"Tufan bir dur da!" Cafer'in sert sesini duydum. Tufan'la benim arama girmek istesede bunun aksine Tufan daha sıkı asıldı yakama.

 

"Bir şey de, ne söyledin ona, kardeşim iyi mi!" Beni hafifçe sarstığında yorgun bakışlarımı yüzüne çıkardım.

 

"Ona bize ihanet mi ettin dedim.." Ona cevap vermedim. Kendi pişmanlığıma cevap verdim.

 

"Ne dedin?" Tufan'ın gözleri yerinden fırlayacak gibi oldu. Kardeşine güveni sonsuzdu ve böylesine bir soruyu sormuş olmam bile onu öfkelendirmeye yetmişti. Niyetim bu değildi.

 

Asla Hafsa'nın bana ihanet ettiğini, ya da beni aldattığını düşünmemiştim. Benim düşündüğüm tek şey, onun bana yalan söylemiş olduğuydu. Bu beni çıldırtmaya yetmişti. Ben öfkeme sırf bunun yüzünden yenik düşmüştüm.

 

"Böyle bir şeyi nasıl sorarsın!" Diye bağırdı yüzüme karşı. Tufan benim vicdanımdan farksız bir şekilde önüme dikilmişti.

 

"Tamam abi, iyi değil görmüyor musun!" Süleyman Tufan'ı geri çekerken Tufan'ın elleri yakamdan ayrıldı. Ama yüzündeki o tehdit dolu ifade yerini korudu.

 

"Ona bir şey olursa seni mahvederim!" Gerçek bir kaybetme korkusu vardı gözlerinde. "Ona yada yeğenlerime bir şey olursa seni kendi ellerimle mahvederim!" Onlara bir şey olacağını düşünmek bile yüreğimin sıkışmasına neden oldu.

 

Onun bir şey yapmasına gerek yoktu. Kendimi affetmeyecektim. Bunu biliyordum. Beklemek bile artık işkenceden farksız geliyordu. Tek istediğim doktorun dışarı çıkması, ve en azından iyi bir şeyler söylemesiydi. Böyle devam ederse aklımı yitirecek gibi hissediyordum. Her geçen an içimdeki o boşluk hissi biraz daha genişliyordu.

 

Korkuyordum. Deli gibi korkuyordum.

 

*****

 

Yazar.

 

Yaklaşık aradan bir saat daha geçmişti. Gece yavaş yavaş gündüze dönüşüyor güneş doğmaya başlıyordu. Diğerlerini hastanede bırakan Süleyman bağ evine dönmüştü. Hafsa'nın kontrolleri devam ediyor doktor ve hemşireler odaya girip çıkıyor bir bilgi vermiyordular.

 

Süleyman içeri girer girmez Zerda kalktı koltuktan. Salondan çıkarak koridora girdi. Onun peşinden Ceylan takip etti.

 

"Sonunda!" Diye rahat bir nefes verdi, Zerda. Ama o rahatlığı, diğerlerinin olmadığını farkeder farketmez soldu.

 

"Hafsa nerede?" Gözleri ilk onu aradı. "Ne oldu? Diğerleri nerede?" Süleyman ona baktı kederli bir ifadeyle. Narin seslere aşağı indiğinde o da çoktan uyanmıştı. Hafsa'nın evde olmadığını anlayan Zerda resmen herkesi ayağa kaldırmıştı.

 

"Süleyman bir şey mi oldu?" Ceylan endişeyle sorarken Süleyman derin bir nefes çekti içine.

 

"Sesleri duymadınız mı? Kavga etmişler." Zerda ve Ceylan birbirlerine baktılar. İkiside fazla derin uyumuştular. Ceylan zaten eve geç gelmişti. Narin'le Özlem'in kaldığı oda Hafsa'yla Yavuz'un odasına epeyce uzaktı. Zerda, sonlara doğru bir takım sesler duymuş ama odadan çıktığında onların evde olmadığını farketmişti.

 

"Ne olmuş?" Dedi Narin merakla.

 

"Hafsa'nın kanaması olmuş." Derken üzgündü sesi. "Herkes hastanede bekliyor işte bir haber olur mu diye."

 

"Ne demek kanaması olmuş?" Zerda korkuyla konuştu. "Durumu nasıl?"

 

"Bilmiyorum." Süleyman hafifçe omuz silkti. "Bir şey söylemiyorlar ki, öyle bekliyoruz!" Onlara baktı. "Size haber vermeye geldim bende."

 

"Tamam gidelim." Aceleyle konuştu, Zerda. Gözleri çoktan dolmuştu. Hafsa'nın bu konularda nasıl endişeli ve ürkek olduğunu bilirdi.

 

"Bende geliyorum." Dedi Ceylan çoktan kapıya yürüyüp ayakkabılarını giyerken. Süleyman usulca başını salladı ve Narin'e baktı.

 

"Geliyor musun yenge?" Dedi hüzünlü ifadesiyle onu izleyen kadına bakarak. Her ne kadar Narin'in Devran'la bir ilişkisi artık kalmasada Süleyman Devran'a karşı olan eski saygısından dolayı ister istemez böyle davranıyordu. Narin'e yenge diyordu.

 

"Özlem evde." Dedi Narin başını iki yana sallarken. "Ben gelemem, ama ne olur sık sık arayın beni haberdar edin." Ceylan'la Zerda evden çıkarken Devran eve doğru yürüyordu. O telaşla ne Zerda ne Ceylan Devran' dikkat etmediler. Devran onların yanından geçip bir elini kapıya koyarak itip açtığında tek kaşını kaldırdı.

 

"Süleyman." Dediğinde Süleyman'ın bakışları Narin'i terkedip onu buldu. "Aradım ulaşamadım, buldunuz mu Yavuz'u?" Her ne kadar mesafeli davranmak istesede başaramadı.

 

"Bulduk." Diye cevapladı Süleyman. "Hastanedeler." Devran'ın kaşları hafifçe çatıldı. Adımlarını tamamen içeri attı.

 

"Ne hastanesi?" Onun sorusuna karşılık Süleyman tam ağzını açacakken Zerda bağırdı.

 

"Süleyman, hadisene!" Telaşı sesine yansımıştı.

 

"Yenge sana anlatır." Dedi Süleyman, koşar adım kapıya yürürken. "Benim gitmem gerek." Devran onun peşinden merakla bakarken bağırdı.

 

"Lan nereye, bari neden gittklerini söyle!" Dese bile Süleyman ona cevap vermeden çıkmıştı çoktan. Geriye sadece kapanan bir kapı kaldı. Devran'ın ağzından sesli bir nefes kaçarken bakışları merdivenlere döndü.

 

Sanki her şey bir anda buz kesti. Narin'i merdivenlerin ucunda gördü. Düz bakışlarının ardındaki hayal kırıklığı ordaydı. Narin istediği kadar gizleyebilirdi, ama Devran onun her bakışını ezbere tanırdı. Kendisine ne kadar kırgın olduğunu görüyordu. Bunu görmemek elde değildi. Bir zamanlar ona aşkla bakan mavi gözler büyük bir keder ve yorgunluk taşıyordu.

 

"Narin-" Devran dudaklarını aralar aralamaz Narin ona arkasını dönerek üst kata çıkmaya başladı. Kendince onunla konuşmak istemiyordu. Bir yanı dur diye bağırıyor, diğer yanı kaç diyordu.

 

Devran birkaç saniye onun arkasından baktı. Çıkıp gitmek bir seçenekti ama yapmadı.

 

"Narin, bekle." Merdivenlere yürüdü ve yukarı çıkarak ondan koşar adım uzaklaşan kadının peşine takıldı.

 

"Git burdan!" Narin sert bir şekilde ona cevap verirken Devran'ın gitmeye hiç niyeti yoktu.

 

"Gidemem." Narin'in peşinden takip etmeye devam etti. Narin dönüp ona bakmadan odaya girmek istediği an Devran onun kolunu tutarak kendisine doğru çevirdi. "Kaçma benden."

 

"Bırak kolumu!" Narin dişleri arasında öfkeyle konuşurken kolunu çekti. Devran'a karşı ne dargınlığı azalmıştı ne de öfkesi. "Sakın bana dokunma!"

 

"Dokunmuyorum." Devran çaresizliğini gizleyerek konuştu. "Sadece öğrenmek istiyorum, neden hastanedeler?" Kimseden öğrenemeyeceğini biliyordu. Kime sorarsa, kapıların yüzüne çarpacağını biliyordu. Bir kez daha başka yollarla canını yaktığı ailesinin sırlarını öğrenmek istemiyordu. Artık birileri ona her şeyi anlatsın istiyordu, her ne kadar buna hakkı olmasada istiyordu.

 

"Umrunda mı?" Narin gözlerini kısarak sorarken ona doğru bir adım attı. "Umrunda mı Devran?" Duyduğu sözler karşısında afalladı Devran. Bakışları donuklaşırken konuşamadı. Evet diyemedi. Nasıl derdi? Ailesinin hayatını cehenneme çeviren bir adamdı. Bugün geçipte sevdiği kadının karşısına onları önemsediğini söyleyemezdi. Söylese bile inanmazdılar.

 

"Sen bencilsin, Devran." Dedi Narin içi yanan bir kadın gibi. Öyleydi, içi yangın yeriydi. "Bugün karşıma geçip kimseyi sormaya hakkın yok ama madem bu kadar merak ediyorsun söyleyeyim." Başını dikleştirirken soğuk sesiyle konuştu. "Hafsa'nın kanaması olmuş." Bir tarafı bu duruma üzülüyordu, diğer tarafı kendi haline ağlıyordu. "Hayatını mahvettiğin kadının bugün bebeklerinin canı tehlikede." Devran her kelimede biraz daha eziliyor ve yok oluyordu.

 

"Bebekleri?" Narin'in neden çoğunluk kullandığını anlamamıştı. Narin sert haraketlerle salladı başını ve buruk bir tebessüm etti.

 

"Bebekler." Alaycı bir nefes verdi. "Ama bundan bile haberin yoktur senin. Ne sanıyordun? Hayatının içine ettiğin kardeşinin böylesine bir sevinci seninle paylaşacağını mı?" Devran'ın canını nasıl yakıyordu görüyordu. İstediği buydu. Devran'da acı çeksin istiyordu. Aynı kendisi gibi. Kendi çektiği acıları Devran'da çeksin istiyordu. Ama bir tarafı. Lanet ettiği bir tarafı vardı ki hâlâ Devran'a kıyamıyordu.

 

"Tüm bunların sebebi kim biliyor musun?" Dedi Narin suçlayıcı bir sesle. Devran bakışlarını kaçırırken iki eli yanında yumruk olmaya başlamıştı.

 

"Sensin." Sıktığı dişleri arasında konuştu. "O kızın en küçük streste hamileliğinin tehlikeye girmesinin tüm sebebi sensin." Eğer Devran tüm bunları yapmasaydı, bir intikam uğruna bu yola girmeseydi Hafsa o gece düşmanın evine girmezdi. Bir yanlış, binlerce hata doğururdu.

 

"Bir kadının daha en güzel zamanlarını mahvettin." Narin, Devran'ı her gördüğünde içine gömdüğü acılar gün yüzüne çıkıyordu. Öyleydi ki, bu duyguların dışa vurmasına engel olamıyordu. "İlki kimdi biliyor musun?" Devran'ın tüm ifadesi sarsıldı. Bir kez daha Narin'in karşısına geçtiği için pişman oldu. Belki de hiç gelmemeliydi. Hiç dönmemeli. Ya da Narin'inde dediği gibi, o gece ölmeliydi.

 

"Bendim." Elinin tersini Devran'ın göğsüne vururken gözleri doldu. "Herkesin hayatını mahvettin sen." Titreyen sesiyle konuşurken aynı eli yumruk oldu ve işaret parmağını Devran'a doğru doğrulttu. "Onların hayatını mahvettin. Benim hayatımı mahvettin. Yaşıyordun, Devran sen yaşıyordun. Yaşadığın halde, beni mezarının yerini bile bilmediği için ağlayan bir kadına çevirdin." Narin'in sözleri Devran'ı sandığından daha fazla kanattı.

 

İçinde bir şeyler parçalandı. Parçalanan tüm kırıklar vücudunun her zerresine saplandı. Bunu biliyordu, Devran. Ne zaman Narin'in karşısına geçse yaptığı her şey bir hayaletten farksız dikilecekti karşısına.

 

"Sen beni geride bıraktın." Aklı almıyordu Narin'in. Bir anlam veremiyordu. Devran onun için tüm dünyayı yakıp yok ederdi. Nasıl bırakmıştı onu geride? "Sen kardeşini geride bıraktın. Sen aileni geride bıraktın." Devran'ın damarına basmaya niyetli gibi konuşurken aslında kendiside mahvoluyordu. "Devran sen beni karnımda bir çocukla bıraktın."

 

"Dönsem ne fayda ederdi!" Devran kendisine daha fazla hakim olamadan yükseltti sesini. "Ne farkederdi? Felçli bir adam seni, sizi nasıl korurdu!"

 

"Orda olsaydın!" Diye bağırdı, Narin. "En azından ben senin kokunu yıllarca bir atkıda aramazdım!" Omuzları hafifçe çöktü. "Hangi durumda olduğun umrumda olur muydu sanıyorsun? Devran yaşadığını bilirdim. Yaşadığını bilirdim en azından yıllarca bir ızdırapın içinde yaşamazdım!" Devran konuştukça batıyordu. Artık bunu daha iyi farketmişti.

 

Onun bahaneleri yoktu. Onun bahaneler sunacak kimsesi kalmamıştı. İçten içe bunu çok iyi biliyordu. Daha fazla kandıramazdı kimseyi. Almak istediği intikam uğruna, herkesi hiçe saymıştı. Bu sefer kaybeden Devran olmuştu. Kendi elleriyle bir mezar kazmış, sonra oraya atlamıştı.

 

"Şimdi git." Narin o daha fazla dolu gözlerini görmesin diye harelerini yere indirdi. Devran'ın gömleğinin kolunu yakalayarak onu ileri doğru itekledi. "Git, seninle aynı ortamda bulunmak istemiyorum!" Devran ayaklarını yere diredi. Bir kez daha yapamadı aynı hatayı.

 

"Gitmiyorum." Sertti sesi. "Evde yalnızsınız."

 

Narin ona baktı birkaç saniye şaşkınlıkla. Ardından acı dolu bir gülüş kaçtı ağzından. "Yedi senedir yalnızız biz, bu ilk değil." Mavi gözlerinde öyle bir sertlik vardı ki Devran onu daha önce böylesine kararlı görmemişti. "Git, bizim sana ihtiyacımız yok!"

 

"Gitmem!" Diye diretti Devran ve başını iki yana salladı. "Hiçbir yere gitmiyorum!" Dışarıdaki korumalara güvenmiyordu. Üstelik kendisi son günlerdir Kemal ile bir tartışma içerisindeydi. Gittiği her yerde, peşinde silahlı adamlar dolaşıyordu. Kemal bunca gücü nerden sağlıyordu anlamış değildi.

 

Devran'ın anlamadığı nokta buydu. Oysa ondan her şeyini almıştı, hâlâ nasıl ayakta duruyordu? Kimden güç alıyordu? Bunları çözemiyordu.

 

"Gideceksin!" Narin onun sertlik barındıran sesini umursamadı. "Bunca yıl sonra gelip bizi düşünüyormuş gibi yapamazsın!"

 

"Gitmeyeceğim!" Devran ona doğru bir adım attım. "O kapıdan dışarı adımımı atmam!" Bir adım daha attığında Narin yutkunarak bir adım geriledi. "Ne seni.." zorlukla çıktı ağzından kelimeler. "Ne de kızımı bu sefer geride bırakmayacağım." Boğazı düğümlendi. Bir kez olsun cesaret edip Özlem'e kızım diyememişti. Ama artık aynı hatalara daha fazla düşmek istemiyordu.

 

Narin onun bu sözleri karşısında afalladı, küçük koridorda sırtı duvara yaslandığında Devran'ın uzun boyu üstünde belirdi. Nefesi kesilmiş bir şekilde izledi onu. Böyle olmamalıydı. Böyle hissetmesi yanlıştı, ama hâlâ nasıl oluyordu da Devran ona bu kadar yakınken kalbi deli gibi atıyordu.

 

"Senin bir kızın yok." Narin kalbine karşı bir savaş başlatarak konuştu. "Ben yokum."

 

"Sana göre bu böyle EyvAllah." Devran bir adım daha atarak onu tamamen duvarla arasına aldı. Gözleri Narin'in harelerine takılırken bakışları yumuşadı. Yalnızca bakışları değil, yüz hatlarıda ona eşlik etti. "Bana göre değil. Yaptığım hataları tekrarlamayacağım."

 

"Ne yapacaksın?" Adeta alay etti onun bu sözleriyle Narin. Çünkü canı yanıyordu. "Kızının karşısına mı çıkacaksın?"

 

"Çıkacağım!"

 

"Senin yüzünden ben onun yüzüne bakmaya utanıyorum!" Sözler bir hışımla döküldü Narin'in ağzından. Gözleri bir kez daha doldu. "Annesi olduğumu söylemeye utanıyorum, sormaz mı bana bunca sene nerdeydin? Babam hangi cehennemdeydi diye sormaz mı?" Başını hafifçe yana eğdi ıslak kirpikleriyle. "Kolay mı sanıyorsun? Onun yüzüne bir kez olsun bakamadın!"

 

Devran'ın çaresizliği giderek çoğaldı. Ellerini kaldırarak Narin'in iki yanındaki duvara çarptı. "O zaman bakarım!" Kararlı bir sesle konuştu. "O benim kızım, benden bir parça-"

 

"Sakın!" Narin onun sözünü kesti. "O senin hiçbir şeyin değil." Başını iki yana salladı. "Sen onun babası olma şansını yıllar önce kaybettin." Ellerini kaldırıp Devran'ın göğsüne bastırarak onu iteklemeye çalıştı. "Şimdi çekil!"

 

Devran onun itişleri karşısında sabrını kaybetti. Göğsüne yaslanan elleri kavradı. Narin'in ince bileklerini başının üstüne sabitledi. "Beni affet demiyorum!" Narin onun bu haraketi karşısında hafif bir şoka girdi. Mavi hareleri Devran'ın gözlerine kitlendi. "Ama denememe izi ver." Devran Payidar bu sefer bağırmıyordu, kızmıyordu. Sessizce, sakince.

 

İzin istiyordu.

 

"Bana bunu yapma, Narin." Narin'in yüzüne yaklaşırken tüm iradesini zorluyordu. Yıllar geçmişti, ama hâlâ Narin'e bu kadar yakın olmak onu delirtiyordu. "Beni affetme, ama beni kızımdan mahrum etme." Kızının yanında olmak istiyordu. Ama Narin izin vermezse, bunu yapacak cesareti kendisinde bulamıyordu.

 

"Neden suçlu ben mişim gibi davranıyorsun?" Narin umutsuz bir tınıyla konuştu. "Onu geride bırakan sendin." Devran için tüm bunlar sandığından daha ağır olmuştu. Daha ağır ve daha acı verici.

 

"Narin abla.." Özlem'in sesi koridoru doldurdu. Uykuyla gözlerinden birini ovarken sağ kolundaki ayıcığa sıkıca sarılmıştı. Narin'in başı sağ tarafa döndü. Ama Devran bu cesareti gösteremedi. "Neden bağırıyorsun-" Özlem uykulu gözlerini tamamen açıp onlara bakarken Devran'ı farketmek onu ufak çaplı bir şoka soktu.

 

Devran sıktığı çenesiyle Narin'in bileklerini usulca bırakırken, Narin sertçe yutkunmuştu. Bu sahne fazlasıyla can yakıcıydı. Yıllar sonra, Devran burdaydı. Narin burdaydı. Kızlarıyla aynı evde, hatta aynı koridorda duruyordular.

 

Tüm bunlar Narin'in azda olsa yumuşayan öfkesini tekrar körüklüyordu.

 

"Devran abi?" Özlem merakla sorarken uykulu sesinde ufak bir heyecan vardı.

 

Devran'ın tüm vücudu Özlem'in ağzından çıkan iki kelime yüzünden gevşedi. Sanki bir an içinde, tüm hayatı altüst oldu. Böyle olmamalıydı.

 

Onun kızı ona abi diyordu.

 

Tarif edilmeyecek kadar büyük bir ızdıraptı bu Devran için. Narin Devran'ın yüzüne bakarken mavi hareleri durgunlaştı. Suskunluğu konuştu. Suskunluğu Devran'a her şeyi anlattı. Kolay değildi. Özlem annesine abla, babasına abi diyordu. Bu ikisi içinde kolay değildi.

 

"Döndün mü sen?" Özlem iri gözlerini abisi sandığı babasına dikerken bir adım ileri attı. O bir adım sanki Devran'ın yüreğine baskı yaptı. Bir adım geri atarak merdivenlere yürümek istedi ama Narin onun kolunu yakaladı.

 

"Kaçıyor musun?" Dedi fısıltıyla. "Az önce bana yalvaran adam nereye gitti?" Dudaklarında buruk bir tebessüm belirdi. "Bir anlıktı değil mi? Sen asla ne bana ne de kızına sahip çıkacak kadar cesur olamadın, Devran." Özlem ikisini izlerken Narin'in fısıltılarını duymuyordu. Ama nedensizce Devran'ın gitmesinden korkuyordu.

 

Nedenini anlamıyordu. Ama ona ihtiyaç duyuyordu. Bir çocuk olabilirdi, ama hissediyordu. Adını koyamadığı bir şeyler hissediyordu. Bu hep böyleydi, ne kadar gizlemeye çalışsanızda çocuklar her zaman anlar hatta ilk kez onlar hissederdi.

 

Devran'ın adımları sanki yere çivilenmişti. Ne yapacağını bilemiyordu. Bir tarafı acılar içinde kıvranıyor, diğer tarafı çıkıp gitmesini bağırıyordu. Kafasında dönen soruysa şuydu..

 

Daha ne kadar kaçacaktı? Bu ne kadar devam edecekti?

 

Onun bir kızı vardı. Yıllardır göremediği, dokunamadığı, sarılamadığı, kokusunu bile bilmediği bir kızı vardı.

 

"Gidiyor mu?" Dedi Özlem tedirgin bir sesle. "Gitmesin, zaten abimlerde yok." Narin'e baktı. "Küsmüsünüz siz?" Küçük adımlarını ileri attı. Başını omzuna eğerek Devran'ın önüne geçtiğinde ilk kez onu böylesine yakından inceledi gözlerinde hayranlık belirdi. "Babama çok benziyorsun." Devran'ın yüreğine binlerce hançer saplandı.

 

Küçük kızı bir vicdan azabından farksız onun karşısına dikilmişti. Annesinin aynısı olan gözlerini babasına dikmişti. Bu sefer Devran kaçacak bir yer bulamamıştı. Kızının gözlerine bakmıştı. Onun gözlerine bakmak Devran'ın yıllarca topladığı tüm güçten mahrum bırakmıştı.

 

Geri dönen Devran, herkesi yakıp yok eden Devran, her kesin hayatını cehenneme çeviren Devran, ilk kez böylesine güçsüz ve aciz hissetti.

 

Narin'in Devran'ın kolunu tutan eli usulca geri çekildi. Nefesi boğazına öyle bir düğümlendi ki ağzını açıp tek kelime edemedi. Ne Devran'ı kovabildi ne de kızını çekip alabildi. Biliyordu. Ne kadar Özlem'i Devran'dan uzak tutmak istesede bunu başaramayacaktı.

 

"Günler önce seni Yavuz abime sordum." Özlem babasına doğru bir adım daha atarken neşeyle konuştu. "Bana geleceğini söylemişti. Ama sana kızgın gibiydi, ben abimi tanıyorum. Sanırım onlar sana kızgınlar." Sağ eliyle Narin'i gösterdi. "Narin ablada sana kızgın, ama ben değilim."

 

Değildi.

 

Devran'ın gözlerine yaşlar dolarken parmakları avuç içlerine doğru kıvrıldı. Omuzları gerildi. Her şeyden habersiz küçük bir kız çocuğu elbet babasına kızgın değildi. Ama bir gün her şeyi öğrendiğinde, Devran'dan nefret edecekti. Ve Devran, o günün gelmesinden çok korkuyordu.

 

"Abimler evde yok, istersen kalabilirsin." Dedi Özlem istek dolu bir sesle. "Hem abim sen çok güzel masallar anlatırsın demişti bir keresinde." Mavi gözlerinde merak belirdi. "Bana da anlatır mısın? Birkaç gündür pek iyi uyuyamıyorum."

 

Devran'ın yüreği sıkıştı. Nefes alamadı ve tüm duyguları bu sefer çökmenin eşiğindeydi. Ne yapacağını bilemedi, vücudu ondan habersiz fevri bir hareketle kaçar gibi Özlem'in yanından geçip gittiğinde sözler ağzına dolmuş ama dışarı çıkamamıştı. Narin haklıydı. Kolay değildi.

 

Özlem'in karşısına dikilmek, onun gözlerine bakmak Devran için işkenceden farksız hale gelmişti.

 

"Neden gidiyorsun!?" Özlem onun arkasından bağırsada Devran durduramadı kendisini merdivenlere yürüyüp aşağı indiğinde Özlem onun peşine takılmak istedi ama Narin nazikce Özlem'in kolunu yakalandı.

 

"Bırak." Başını iki yana sallarken gözleri dolu doluydu. "Sen onu durduramazsın, boncuğum. Onu hiçbirimiz durduramayız, burda olmak istemiyor." Derken sözler kendi canını bir camdan farksız kesiyordu. Özlem'in gözlerinde beliren hayal kırıklığıysa buna daha fazlasını ekliyordu.

 

Devran o evden kendini dışarı atarken yüzüne çarpan rüzgarla gözlerini kapattı. İçine doldurduğu hava bile bir anlam ifade etmiyordu artık. Tek istediği uzaklaşmaktı. Uzaklaşırsa bu acı biter sandı. Oysa öyle değildi. Asla bitmeyecekti.

 

Arabasına yürüyüp sürücü koltuğuna oturdu. Vücudu bir robottan farksız haraket etti. Anahtarları çevirip gaza bastı. Araba bağ evinden uzaklaşırken dolu gözleri ve nefes almakta zorlandığını belli eden aralı dudaklarıyla önüne bakıyordu. Oysa aklı burda değildi. Aklı az önce karşısına dikilen kızında ve ona söylediği laflardaydı.

 

Ana yola çıkmıştı. Lakin kendisinde değildi. En sonunda kaza yapmamak için ani bir fren verdiğinde göğsü daraldı. Elleri yavaşça direksiyonu terketti ve çöken omuzlarıyla geri yaslandı. Gözleri dolu doluydu.

 

Öz kızının yıllarca dedesine baba demesine izin vermişti. Devran olacakları düşünmeden sadece intikamını umursamıştı. Özlem'den her şeyini almıştı. Onun alştığı aileyi mahvetmişti, ve şimdi kendisi kızına baba olamayacak kadar korkaktı.

 

Devran Payidar belki de ilk kez böylesine yıkıldı. Başı öne eğildi. Alnını direksiyona yaslarken dolu gözlerini kapattı.

 

Devran Payidar yıllar sonra ilk kez, hıçkırarak ağladı.

 

******

 

Hafsa Polatlı.

 

Gözlerimi açtığımda bir kez daha beyaz tavanla karşılaşmıştım. Kabul etmeliydim ki bu sevdiğim bir manzara değildi. Uzun zamandır gözümü açtığım veya da kendimi bulduğum tek yer hastanelerdi. Karnımdaki sancılar dinmişti doktoların verdiği ilaçlar sayesinde artık daha iyiydim.

 

Ama hâlâ gözlerim dolu doluydu. İki saat boyunca çektiğim sancıların sonucu şükür ki iyi sonuçlanmıştı. Kanamam olduğunu anladığımda nerdeyse her şeyin sonuymuş gibi hissettmiştim. Bir an tüm dünya anlamını yitirmişti. Karnımdaki iki canı kaybettim diye çok korkmuştum. Ama onlara hiçbir şey olmamıştı. Bu şu an en çok sevindiğim şeylerden biriydi.

 

Hemşireler benimle ilgilenmişti. Üstümü değiştirmiş, sancılarımı dindirecek ilaçlar vermiş ve kontroller yapmıştılar. Bebeklerim iyiydi, yaşadığım stres beni kötü etkilediği için bu hallere düşmüştüm.

 

Yanağıma akan göz yaşını parmağının tersiyle silen abim odaya ilk giren olmuştu. "Abisinin gülü." Sevgiyle konuştu. Sedyenin yanında aşağı eğilmişti. Deminden beri gözlerini bende ayırmıyordu. "Ağlama artık, her şey yolunda."

 

"Biliyorum." Yorgun sesimle fısıldadım. Doktor içeriye sadece şu anlık bir kişinin girebileceğini söylediği için abim girmişti. Yavuz girmemişti.

 

Bu beni sandığımdan daha çok kırmıştı. Aslında bir yanımda bu yüzden ağlıyordu. Neden o girmemişti? Beni merak etmiyor muydu? Bunları düşünmek gözlerimin daha fazla dolmasına neden oluyordu. Bana sorduğu o sorular aklımda döndükçe kötü hissediyordum.

 

Bana uzattığı o resim gözümün önüne geliyordu. Ruhum daralıyordu. O resimi yıllar önce evimize sadece bir kez gelen ve o günden sonra hiç görmediğim çocuğa emanet etmişti.

 

O çocuk Akgün'dü.

 

Yıllar geçtikce unutmuştum. Küçük bir çocuktum. Ona verdiğim resmi tamamen unutmuştum. Ama yıllar sonra geri gelmiş, ve o resmi bana değil benim kocama vererek her şeyi mahvetmişti. Bunu neden yapmıştı?

 

Oysa çocukken kötü birine hiç benzemiyordu. Amacı neydi ki böyle bir şey yapmıştı? Sesli bir nefes verdiğimde başımı hafifçe yana çevirip abime baktım. "Yavuz.." dediğimde ifadesi sertleşti. "O neden gelmedi?"

 

"Onun senin yanına girecek yüzü mü var?" Dedi abim soğuk bir sesle. Yavuz'la aramızda geçenleri öğrenmiş olmalıydılar. Evet, bu konuda Yavuz'a kırgındım. Bana sorduğu sorular kalbimi öylesine parçalara ayırmıştı ki ben ilk kez onun tarafından böylesine kırıldığımı hissetmiştim.

 

Ama bir konuda vardı..bende ona yalanlar söylemiştim. Aslında ikimizde birbirimizi incitmemek için çalışırken, daha fazla incitmiştik.

 

"İyi mi?" Dedim mırıldanır gibi. Abim düz bakışlarıyla kaşlarını çattı.

 

"Merak etme o iti." Yavuz'a öfkeliydi. "Sen kendine odaklan."

 

"Abi." Nefesimi verdim. "Yavuz iyi mi?" İnatımı çok iyi bilen abim sıkıntılı bir nefes verdi.

 

"İyi." Gelişi güzel konuştu. "Nasıl olması gerekiyorsa öyle." Perişandı.

 

Bunu düşünmek gözlerimin daha fazla dolmasına neden oldu. Kendini suçluyor olmalıydı. Bir tarafım onu içeri çağırmak istiyordu. Ama diğer tarafım, ona tamamen kırgındı. Ona ihanet ettiğimi düşünmesi, ailemize ihanet ettiğimi düşünmesi beni mahvetmişti.

 

"Sakın ağlama." Dedi abim kararlı sesiyle. "O adam için gözyaşını akıtmayacaksın." Bana zarar geldi diye Yavuz'a nasıl kinlendiğini farkettim. Abim kim olursa olsun bana zarar veren herkesi benden uzak tutardı.

 

Yine de tüm suçlu Yavuz değildi. Benim bu durumda olmamda Akgün'ünde büyük bir payı vardı. Gün boyu beni strse sokmuştu. Tüm bunlar yetmez gibi karşıma çıkmış, saçma sapan sorular sormuş en sonunda büyük ihtimalle Yavuz'u kışkırtmıştı. Yavuz'u tanıyordum. Yalan söylemiş olmam onun duygularını altüst etmişti.

 

Artık biliyordum. Akgün, bilerek karşıma çıkmıştı.

 

Her şeyi planlıydı. Sanki beni onunla işbirliği yapıyormuşum gibi göstermişti. Yavuz'un bahsettiği resimler, nasıl Akgün'e ulaştığını bilmediğim o şal ve çocukken ona verdiğim resim. Hepsini bana karşı kullanmıştı.

 

"Nerede?" Diye sorduğumda abim başını hafifçe yana eğdi. Belki de bana kızmak istedi, ama yapmadı. Bakışları yumuşarken konuştu.

 

"Dışarıda." Yüzüme bakarken gözleri soğuktu. "Kapının önünde bekliyor." Yüzümdeki çelişkiyi farkederken daha da yumuşadı bakışları. "Çağırmamı mı istiyorsun?"

 

Bunu istiyordum. Yavuz'u görmeyi çok istiyordum. Öyle ki, bunun düşüncesi bile gözlerimin içini ışıldatmıştı. Ama hayır. Şu an onu içeri almak akıllıca bir karar değildi. Nasıl konuşacağımı bilmiyordum. Ben ona bu yorgun halimle neler söyleyecektim, o benim hakkımda şu an neler düşünüyordu bilmiyordum. Yine kalbimi kırmasından korkuyordum. Yine onu incitmekten korkuyordum. Birbirimizi kırarız diye çok korkuyordum.

 

"Çağırma." Dediğimde sesimdeki titremeyi bastırdım. "Ben dinlenmek istiyorum." Bakışlarımda dargınlık belirdi. "Ama abi söyle ona, ben kimseye ihanet etmedim." Bunun beni ne kadar yaraladığını farkeden abim afalladı.

 

"Gülüm benim." Eğildiği yerden doğruldu ve ellerini yanaklarıma koydu. "Sen benim kardeşimsin. Ben sana inanıyorum." Kahverengi harelerinde bana karşı büyük bir güven vardı. "Ona hiçbir şey kanıtlamak-"

 

"Kanıtlamakla ilgili değil abi." Gözlerimi birkaç saniye kapattım ve geri açtım. "O resmi Akgün'e ben verdim." Abimin kaşları çatıldı.

 

"Ne?" Dediğinde gözlerinin arkasında adeta soru işareleri belirdi.

 

"Ben verdim, ama çocukken verdim." Dedim titrek sesimle. "Zerrin'in annemin resimlerini bulduğu günü hatırlıyor musun? Sana anlatmıştım." Sözlerimle abim düşüncelere dalma gereği bile duymadı. Çok iyi hatırlıyordu. O gün olanları abime anlatmıştım. Ama Akgün kısmını her zaman gizli tutmuştum. Abim o resminde diğer resimler gibi kaybolduğunu sanmıştı.

 

"Hatırlıyorum." Dediğinde harelerinde acı belirdi.

 

"O gün Cihan'ın iş arkadaşlarından biri gelmişti." Hafifçe omuzlarımı çektim kendime doğru. "Zerrin'in resmi yok etmesinden korktum. Çocuk aklıyla o adamın oğluna verdim. O da çocuktu. İkimizde çocuktuk, abi yemin ederim ben kimseye ihanet etmedim o resmi seneler önce verdim. Bugün tekrar karşıma çıkacağını bilmiyordum." Abimin kaşları hafifçe havalandı.

 

Sanki taşlar teker teker yerine oturdu. Burnundan hırıltılı bir nefes verdi. Gözlerime bakarken başını salladı.

 

"Ben sana inanıyorum." Başını eğerek dudaklarını alnıma bastırdı. Diğer eli saçlarımı okşadı. "Şimdi düşünme bunları." Dudaklarını geri çekip gözlerime baktı. "Dinlen, ben her şeyi halledeceğim. Ben yaşadığım sürece Hafsa, kimse senin kılına zarar veremez." Sesinde hem tehlike hemde büyük bir koruma duygusu vardı.

 

Ama bilmediği bir şey vardı. Yavuz bana bile isteye zarar vermezdi. Tüm aramızda olanlar nasıl düzelecekti bilmiyordum. Şu an tek umursadığım şey karnımdaki iki candı. Onlar iyiydi. Onlar iyi, ve hayattaydı.

 

Aniden kapı açıldı. "Hafsa?" Diyen Nadir abinin endişeli sesini duyduk. Abim ellerini yanaklarımdan ayırırken Nadir abi kapıyı kapatarak içeri girdi. Gözlerinde endişe, hatta bunun yanı sıra korku sezdim.

 

Koşar adım sedyenin yanına geldi. Aşağı eğilip kollarını bana sardığında yutkundum. Neden bilmiyordum, ama şu an buna çok ihtiyacım vardı. Bende kollarımı ona sardığımda abim ikimize izin verdi. Başıyla bana kapıyı gösterdiğinde gözlerimi aç kapa yaparak onayladım onu. Abim dışarı çıkarken Nadir abi geri çekildi. Sakallarına yapışan birkaç telimi geri çekerken şefkatle izledi beni.

 

"Kızım ne oldu sana?" Sesindeki endişe yüreğimi ısıttı. Gerçekten bana çok değer veriyordu. "Olanları yeni duydum, nasıl oldu bu?" Kaç gündür Nadir abi ortalıkta yoktu. Ne yaptığını bilmiyordum ama onun babamla olan husumeti bitmiş değildi. "Hastanede olduğunu söylediklerinde aklım çıktı!"

 

"İyiyim abi." Dedim ona bakarken zoraki bir tebessümle. "Stresten."

 

"Ne stresi?" Kaşlarını çattı gözlerinde sert bir bakış belirdi. "Neler oldu, Hafsa? Kızım anlat bana." Bana kızım derken bunu öylesine yürekten söylüyordu ki bir an gerçekten onun babam olduğunu düşünüyordum.

 

Yalan söyleyebilirdim. Ama sorun şu ki ben ne zaman yalanlar söylesem Nadir abi hemen anlardı. "Yavuz'la kavga ettik biraz." Gözlerim çarşaflara düşerken sesli bir nefes verdim. "Gün içinde bir takım şeylerde yaşandı." Hatırladıkça daha da üzülüyordum.

 

"Yavuz mu?" Dediğinde ifadesi karardı. "O sana zarar mı verdi?"

 

"Öyle değil." Başımı iki yana salladım. "Abi olaylar fazla karmaşık ama sandığın gibi bir şey yok-"

 

"Ben anlamam!" Nadir abi sert sesiyle konuşurken dikeltti sırtını. "Ne dedi sana?" Aynı abim gibi Nadir abide bana zarar veren herkesi karşısına almaktan çekinmiyordu.

 

"Akgün Turaç yüzünden oldu." Şu an bunları hiç anlatmak istemiyordum. Ama bir şeyleri yanlış anlayıp gidip Yavuz'a yüklensin istemiyordum. "Yavuz'un kafasını karıştıracak oyunlar oynamış. O da..benim size ihanet ettiğimi sanmış."

 

"Ne sanmış?" Derken kaşları çatıldı. O da buna inanmak istemiyordu. Gözlerim hafifçe dolarken omuz silktim. Bu konularda fazla hassas ve kırılgandım. Her ne kadar bu huyumdan nefret etsemde elimde değildi.

 

"Boşver abi." Dedim. "Ben iyiyim, bebekler iyi."

 

"Boş mu vereyim?" Kararlı bir ifade belirdi yüzünde. "Seni incitmeye hakkı yok o herifin! Soracağım ona bunu-" kapıya yürümek istediğinde hızla kolunu tuttum.

 

"Hayır Nadir abi, zaten perişandır nolursun gitme üstüne." Gözlerimde yalavaran bir ifade belirdi. "Yalvarırım yapma. Kalbi çok zayıf biliyorsun." Derken sesim titredi. Hasarlı kalbi şu an nasıl acılarla boğuşuyordu kim bilir. Mahvolduğuna emindim.

 

Nadir abi yüzümdeki ifadeye baktıkca sertliğini kaybetti. Yüzündeki o tehditkar ifade soldu. "Kızım-"

 

"Nolursun, beni biraz seviyorsan yapma. Gitmeyin üstüne." Onun için çok endişeleniyordum. Nadir abinin sert bakışları giderek yumuşadı. Gözlerimdeki endişeyi gördüğünde tuttuğu nefesi ağır ağır verdi.

 

Bu bir evet demekti. Sözüme sadık kalacağını Yavuz'la uğraşmayacağını biliyordum.

 

Her ne yaşanmış olursa olsun ben Yavuz'a daha fazla zarar gelsin istemiyordum.

 

**** 

 

Yavuz Payidar.

 

Kapının önünde aşağı yukarı giderken açıkça ne içeri girecek cesaretim vardı ne de tek kelime edecek. Doktorlar Hafsa'nın iyi olduğunu, ve bunun yanı sıra bebeklerimizinde iyi olduğunu söylediği an sanki sırtıma yüklenen onca yük bir anda uçup gitmişti. Bir şey olmamıştı. Onlar bir şey olmamıştı ve sanki bu beni geri hayata döndürmüştü. İki saat, dile kolay iki saat bana iki asırdan farksız hissettirmişti. Onlara bir şey olur korkusu yüreğimi öylesine yakmıştı ki hâlâ sızısı dinmiyordu.

 

Tufan içeri girdiğinden beri nerdeyse 15 dakika olmuştu. Doktor bir kişinin girebileceğini söylemişti. Ben içeri girecek cesareti göstermemiştim. Tufan'da bana bu fırsatı sunmadan içeri girmişti. Haklı olarak kardeşini benden uzak tutuyordu. Bu sandığımdan daha fazla can yakıyordu. Sanki ben içeri girmek istesem bile, onlar izin vermeyecek gibiydi.

 

Hepsi bana öfkeliydi. Haklıydılar.

 

Nadir abi bile biraz önce gelip kendini tutamayıp odaya dalarken ben o kadarını bile yapmaya cesareti gösterememiştim.

 

Pişmanlığımı susturacak hiçbir şey söyleme gereği duymuyordular. Zahir ve Süleyman bile bunu yapmıyordu. Onları suçlamıyordum. Hafsa'nın bu halde olmasının en büyük sebeplerinden biride bendim.

 

Zahir en az Tufan kadar bana öfkeliydi. Süleyman ne yapacağını bilmez gibi arada kalmıştı. Bir tarafı bana dargın, diğer tarafı sanki değildi. Aziz Tufan kadar bana soğuktu. Zerda zaten duydukları karşısında ilk olarak tüm suçlamalarını bana yöneltmişti. Onlara kıyasla Cafer sık sık bana her şeyin iyi olacağını söylüyordu. Yine de onunda gözlerinde bana karşı biriken hafif kınama emaresini sezmiştim.

 

Pişmanlığımda boğuluyordum. Bu her geçen an biraz daha çoğalıyordu. İçeri girersem, tekrar ona stres yaşatmaktan korkuyordum. Bu yüzden tüm cesaretim sönüp yok oluyordu. Beni görünce daha kötü hissetmesinden deli gibi korkuyordum.

 

Ben düşüncelerimde boğulurken odanın kapısı açılıp Tufan dışarı çıktı. Adımlarım olduğum yere çivilendi ve başımı kaldırdım.

 

"Sonunda." İlk konuşan Zerda oldu. Endişeli gözleriyle yaklaştı Tufan'a. "Nasıl iyi mi?"

 

"İyi." Tufan'ın rahat bir şekilde dilinden dökülen kelime benimde içimden binlerce kez Allah'a şükür etmeme sebep oldu.

 

"Peki görmek istedi mi bizi?" Zerda'nın sorusuyla Tufan başını iki yana salladı.

 

"Kimseyi görmek istemedi." Yutkunamadım. Cümle sandığımdan daha ağır bir şekilde bana çarptı.

 

"Beni görmek istemiyor mu?" Diye sordum umutsuzca. Soru dilimden benden habersiz bir şekilde döküldü. Gerçekten hiç mi beni sormamıştı?

 

Tufan'ın başı bana döndü. Hâlâ bana öfkeli olduğunu belli eden bir ifadesi vardı.

 

"İstemiyor." Tufan soğuk bir sesle konuşurken kollarını göğsünde kenetledi. "Ve doğru olanı yapıyor."

 

Beni görmek istemiyordu. Beni suçluyordu. Beni suçlamasaydı içeri girmemi isterdi. Onu öylesine kırmıştım ki artık beni görmek bile istemiyordu.

 

"Ama sana bir şey söylememi istedi." Dedi ağır bir sesle. Gözlerim hızla Tufan'ı buldu. "Dediki, söyle ona. Ben kimseye ihanet etmedim." Nefesim boğazıma takıldı. Ona sorduğum sorunun cevabını bana kendisi vermemişti. Bunu söylemek için bile olsa beni görmek istemiyor kelimelerini bana abisiyle iletiyordu.

 

Sevdam beni suçluyordu.

 

Kurtulduğum sandığım yük hâlâ ordaydı. Karım iyiydi, çocuklarım iyiyiydi. Ama ben içeri giremiyordum. Orda olduğumu söyleyemiyordum. Çünkü artık bana inanmazdı biliyordum. Bu hale gelmesinin sebebi bendim. Benim suçumdu.

 

Tüm bunlar durmaksızın kafamda dönüp durdu. Elbet içeri girebilirdim. Ama onun izni olmadan, onun dudaklarından bunu duymadan yapamazdım. Buna hakkım yoktu. Yaptığım onca şeyden sonra bunu yapmaya hakkım yoktu.

 

Topuğumun üstünde dönerek koridorda ilerledim. Kimse bana dur demedi. Dur deselerde durmazdım. Kalbim hızla çarpıyor, bunun yanı sıra sıkışıyordu. Hastaneden çıkmak istedim. Bir yanım bana odaya gir diye bağırıyor, diğer yanım sen bunu haketmiyorsun diyordu.

 

Hafsa'yı görmeyi haketmiyordum.

 

Merdivenleri geride bıraktım. Kendimi hastaneden dışarı atarak arka bahçeye yöneldim. İlk bulduğum banklardan birine oturdum. Saat sabahın altısıydı. Güneş doğmuştu. O güneş sanki benim için hiç doğmamıştı. Sanki sabah hiç açılmamıştıda ben dün gecede takılı kalmıştım.

 

Başımı iki elim arasına alırken gözlerimi kapattım. Dirseklerim dizlerime yaslanırken yorgunluk ve acı üstüme akın etti.

 

Bunu neden yapmıştım?

 

Dün geceden beri kafamda susmayan bir soruydu bu. Karımı neden böylesine incitmiştim!

 

Yanımda bir haraketlilik hissettim. "Mayıs ayları olduğuna bakma." Devran'ın sesiydi bu. "Hava hâlâ soğuk." Sert bir rüzgar esiyordu. Hava hâlâ soğuktu. Ellerimi usulca başımdan çekerek bakışlarımı ona çevirdim. Elleri paltonun cebindeyken yanıma oturmuştu.

 

Benden aşağı kalır yanı yoktu. Yorgundu.

 

"Ne işin var burda?" Dediğimde bacaklarını hafifçe açarak geri yaslandı. Gözlerini hastane bahçesinin tomurcuklar açan ağaçlarında gezdirdi.

 

"Hafsa nasıl?" Diye sorduğundan burnumdan sıkıntılı bir nefes verdim. Ellerimi birleştirerek gözlerimi bahçede gezdirdim.

 

"Bunu sormaya hakkın var mı sence?" Yorgun sesim hafif bir alaycılık taşıdı.

 

"Yok." Dedi düz bir sesle. "Ama soruyorum." Gözlerini bana çevirdiğinde gerçek bir endişe sezdim. "İyi mi?"

 

"İyi." Derken dilimden bir dua gibi döküldü kelime. Usulca başını salladı.

 

"Sen iyi misin?" Bu sorusuna saatlerce gülebilirdim. Ama şu an havamda değildim.

 

"Bana abilik taslama." Soğuk bir sesle konuşurken arkama yaslandım. "Sözlerine inanmayı uzun süre önce bıraktım Devran Payidar."

 

"Birine iyi misin diye sormak için illa onun abisi olmak mı gerek?" Dedi bilge bir sesle. "Abin yerine koymuyorsun, sokaktaki bir yabancı yerinede mi koymuyorsun artık beni?"

 

"Sokaktaki yabancı senden daha vicdanlıdır." Dedim dudaklarımdaki alay dolu tebessümle. Ancak o tebessümün ardından büyük bir acı belirdi. Bana ihanet eden abim, yanımda oturmuş nasıl olduğumu soruyordu.

 

"Ne abi olmayı becerebildin, ne de sokaktaki yabancı diyorsun ha?" Dediğinde sesinin tınısında ki özlemi duydum ama bunu görmezden geldim.

 

"Öyle diyorum." Soğuk bir sesle konuştum. "Ne abi oldun, ne de sokaktaki yabancı." Sözlerim onu incitiyor mu bilmiyordum. Açıkça inicitip incitmemesi umrumda değildi. Artık ona dair hiçbir duygu beni ilgilendirmiyordu.

 

"Yavuz." Dedi, ama cevap vermedim. Burnumdan sesli bir nefes kaçarken arkama yaslandım. Ona bakmasam bile dinlediğim açıktı. "Özür dilerim." Yutkundum sertçe. Başımı omzumun üstüne çevirdim. Buna inanmıyormuş gibi ona baktım.

 

Özür dilemişti.

 

"Anlamadım?" Dedim kaşlarımı hafifçe çatarak. Gözleri yüzümü terketmezken zorlukla konuştu.

 

"Özür dilerim." Yaptığı her şey için özür dilediğini ancak o an anladım. Affetmemi beklemiyordu. Özüründe bir bekleyiş yoktu. Sadece, içinde kalmasını istemiyor gibiydi.

 

Samimi bir özürdü. İçten, ve pişmanlık dolu bir özür. Suçluluk duyuyordu. İtiraf etmem gerekirse, onun gözlerinde böylesine bir suçluluk ilk defa seziyordum. Karşısına geçip elime bir silah aldığımda bile bu kadar vicdan azabı çektiğini görmemiştim.

 

Sözleri içime işlesin diye bekledim. İşledi. Canımı yaktı. Hemde sandığımdan daha fazla acıttı. Ama bunu belli etmedim. Onun yerine dudaklarıma küçük buruk bir tebessüm yerleştirdim. "Biliyor musun?" Dedim boş bakışlarla. "Artık bir anlam ifade etmiyor." Etmiyordu. Değil bir, bin kez bile özür dilese hiçbir şeyi değiştiremez zamanı geri alamazdı.

 

"Biliyorum." Dedi yorgun bir iç çekişle.

 

Ardından sessizlik hüküm sürdü. Neden bilmiyordum, ama ne o kalktı ne de ben. Yaklaşık bir saat boyunca orda oturduk. İki yabancıdan farksız.

 

*******

 

1 gün sonra.

 

Hafsa Polatlı.

 

Koca bir gün geçmişti. Koca bir günün içinde ben bir kez olsun Yavuz'a içeri gel dememiştim. Ne de o içeri girmişti. Bu durum artık beni fazlasıyla üzmeye başlamıştı. Hayır insan karısını hiç mi merak etmezdi!

 

"Şu gereksizi düşünmeyi keser misin artık?" Zerda'nın sözleriyle ona baktım. Sedyemin ayak ucunda oturmuş biraz kınar biraz da şefkat taşıyan bakışlarını bana dikmişti.

 

"Kocam o benim." Hâlâ Yavuz'u savunmaktan geri durmuyordum.

 

"Kocan filan değil, boşattıracağım sizi." Abimin sözleriyle iri gözlerimi ona diktim.

 

"Ne diyorsun abi sen? Boşanmıyorum ben!" Sedyenin yanında Zerda'nın hemen yanı başında duran abimin kolunu çimdikleyen Zerda oldu.

 

"Sözlerine dikkat et biraz." Onun uyarı dolu sesine karşılık abim nefesini verdi. En ufak üzüntü bile bana yasak olduğundan basit bir şakanın bile dile getirilmesine izin vermiyordu, Zerda.

 

Abim irkilerek ona baktı düz bakışlarla. Ama bir şey demedi. Beni daha fazla üzmek istemeyerek sustu.

 

İki saat önce benim tamamen iyi olduğundan emin olan Nadir abi birkaç saat içinde döneceğini söyleyerek ayrılmıştı. Zahir Ceylan ile birlikte kantine inmişti. Geceden beri ikiside aç olmalıydılar. Abimlerede kantine gitmelerini söylemiştim ama beni dinlememiştiler.

 

"Biz geldik." Aziz abinin sesini duyduğumda açık kapıya baktım. Süleyman'la birlikte içeri girdiler. Süleyman elindeki iki dolu poşeti koltuğa bırakırken Aziz abide elindeki fıstıklı çikolatayla yanıma yaklaşıp onu bana uzattı. Gülümseyerek uzanıp aldım.

 

"Unutmamışsın." Çocukken bu çikolata için nerdeyse ağlayıp zırlardım. Aziz abi beni her gördüğünde çikolatalarda getirirdi. Hâlâ en sevdiğimin hangisi olduğunu unutmamıştı.

 

Gülümsedi. "Abiler kardeşlerinin sevdiği şeyleri asla unutmaz." Ardından bir çikolata daha çıkarıp onu Zerda'ya uzattı. "Her ne kadar beni dinlemeyip şu gereksizle nişanlansanda bu da senin için." Zerda gülerek onun elindeki çikolatayı aldığında abisine göz kırptı.

 

"Yenge hangisinden seversin bilemedim." Ellerini beline koyan Süleyman çelişkili bir ifadeyle baktı bana. "Canın hangisinden çeker bilemedim hepsinden aldım."

 

"Canım bir şey çekmiyor." Dedim isteksizce. Aziz abinin verdiği çikolatayı bile elimde tutuyor açmıyordum.

 

"Ne demek canım bir şey çekmiyor." Zerda bana azarlayan bir bakış attı. "Doktor senin iyi beslenmen lazım dedi. Öyle hastane yemekleriyle olmaz."

 

"Yok Valla istemiyorum." Omuz silktim. "Canım sadece Yavuz'u çekiyor." Dediğimde abim iri gözlerle kirpiklerini kırpıştırdı. Süleyman, abimin ifadesini yakalayınca kendini tutamayıp güldü.

 

"Tövbe tövbe!" Abim isyan dolu bir sesle konuştu. "Adam seni hastanelere düşürdü, sen hâlâ onu görmek istiyorsun!" Çikolatamı açarken başımı salladım.

 

"İstiyorum." Kıstım gözlerimi. Tamam ona kızgındım, ama artık bu konuyu fazla uzatmıştı. "Git bana kocamı çağır abi, ben onu görmek istiyorum."

 

"Yok sana koca moca." Aziz abinin azarlayan sesiyle kaşlarımı büktüm.

 

"Kocamı çağırın bana." Ayağımın ucuyla Zerda'yı dürttüm. "Git Yavuz'u çağır!"

 

"Aman be, sende iyice kocacı oldun!" Zerda imalı bir sesle konuşarak ayağa kalktı. "Yok Yavuz, gitti Yavuz, unut Yavuz'u!"

 

"Ağlayacağım bak!" Diye onları tehdit ettiğimde abim sıkıntılı bir nefes verdi.

 

"Süleyman, git çağır şunun kocasını!" Süleyman abimin emir dolu tonuna karşılık gülerek kapıya yürürken abime baktım.

 

"Sizde çıkın."

 

"Yuh!" Aziz abi abartı bir sesle konuştu. "Bir de bizi kovuyor musun?"

 

"Kovuyorum." Çikolatamdan bir ısırık alarak konuştum. "Kocamla yalnız kalmak istiyorum hadi çıkın." Abim sabır dileye dileye odadan çıkarken onun peşinden diğerleri takip etti. Çikolatamdan bir ısırık daha alırken az önceki neşeli tavrım yavaş yavaş soldu.

 

Tüm bir gün Yavuz'u içeri çağıramamıştım. Çünkü tepkisinden korkmuştum.

 

Artık bu durumu daha fazla uzatmak istemiyordum. Çikolatayı paketine sararak çekmecenin üstüne koydum. Sırtımı geri yaslayarak karnımı okşadım. Daha iyi hissediyordum. Dün hissettiğim sancıların yorgunluğu hâlâ üstümde olsada artık daha iyiydim.

 

Birkaç dakika içinde kapı usulca açıldı. Bakışlarım yukarı çıktığında Yavuz'u gördüm. Yorgun gözleri direkt olarak yüzüme kitlenmişti. Kapıda bekliyor, içeri adım atmıyordu. Korktuğum gibi onun gözlerinde herhangi bir öfke ya da suçlama yoktu. Tüm bunların aksine, onun harelerinde pişmanlık vardı. Hemde çok büyük bir pişmanlık.

 

"Gireyim mi?" Diye sorduğunda bakışlarım yumuşadı. Ama soğuk ifademi sürdürdüm.

 

"Gir." Dedim üstüme örtülü olan battaniyemin kenarıyla oynarken. İçeri bir adım atarak kapıyı kapattı. Göz ucu ona baktım. Omuzları çökmüştü.

 

Kısa bir sessizlik hüküm sürdü. Ardından ona baktım. "Neden hiç yanıma gelmedin?"

 

"Çağırmadın." Birbirimize mesafeliydik ve bu hiç hoşuma gitmemişti

 

"Çağırmamı mı gerekiyordu?" Dediğimde afalladı. Sanki ne yapacağını şaşırdı.

 

"Beni istemezsin sandım." Tutarsız çıkan kelimelerine karşı ona olan soğukluğum biraz daha yok oldu.

 

"Bende sen beni görmek istemezsin sandım." Çattım kaşlarımı. "Hem insan bir merak etmez mi? Karın hamile senin bir kez olsun gelmedin yanıma."

 

"İstedim." Dedi ileri bir adım atarak. Ama sanki daha fazla yaklaşmaktan korktu. "Yanına gelebilir miyim?" Küçük bir çocuktan farksız savunmasızca sorduğu soru yüreğimin tellerini çekiştirdi. Kararsız ifadem sarsıldı.

 

"Gel." Dedim sakin bir sesle.

 

Yavaş adımlarla sedyenin yanına yaklaştı. Oturdu ve bana baktı. Ellerininden birini kalçasının diğerini sedyeye koydu. "İyi misin?" Diye sordu. İlk sorusu bu oldu.

 

"İyiyim." Dedim mırıldanarak. Bakışları karnıma indi. Nefesimi verdim. "Bebeklerde iyi." Endişesini anlamıştım. Gözlerini gözlerime çıkardı. Pişmanlığı hâlâ hüküm sürüyordu.

 

"Hafsa özür dilerim." Sesinin tınısı öyle büyük bir suçluluk taşıdı ki bu canımı acıttı.

 

"Kabul etmezsem?" Dediğimde yutkundu. Bunun olmasından çok korkuyordu.

 

"İstemiyorsan etme." Dedi, ama gözleri bana tam aksini bağırıyordu. "Ama bir anlamım kalmaz." Gözleri hafifçe dolmuştu. Yaptığımız o kavga ikimizde yıpratmıştı. "Affetmezsen, bu hayatın benim için bir anlamı kalmaz." Her kelimesi beni biraz daha öfkeden uzaklaştırıyordu.

 

"Affederim." Dedim ona bakarken. Gözlerimde savunmasız bir bakış belirdi. "Ama sana ihanet ettiğimi düşündüysen etmem. Yavuz..bunu düşündün mü?"

 

"Hayır." Hızlıca cevapladı. Ne gözlerinde ne de yüzünde tereddüt vardı. "Asla düşünmedim." Sedyede biraz daha kayarak yaklaştı bana. "Hafsa, ben sadece bana yalan söylediğin için kızdım. Ama yemin olsun senden bir an şüphe duymadım." Gözlerinde ona inanmamı isteyen bir bakış vardı. Yavuz'un öfkesine daha önce şahit olmuştum.

 

O öfkesinden beni gizlemek için her zaman bir yerlere saklanırdı. Ama bu sefer ben karşısına dikilirken öfkesini gizleyememişti.

 

"Yani affedeyim mi seni?" Dedim çocuklar gibi. Hafifçe kaldırıp indirdi omuzlarını.

 

"Gönlün hangisine razı gelirsen, kabulüm. Git de giderim." İç çekti. "Kal de kalırım." Yavuz beni işte böyle seviyordu. Eğer ondan rahatsız olduğumu düşünseydi, giderdi. Zorlamazdı. O beni hiçbir şeye mahkum etmeden seviyordu. Karşılık beklemeden.

 

Ben bugün ona git desem, kalbi binlerce parçalara ayrılır ama susardı. Susardı ve giderdi. Beni sevmeye devam eder, ama sevgisini kendi kalbinde yaşatırdı.

 

Onun aşkı özeldi.

 

Bana özel.

 

"Kal." İçimden geldiği gibi konuştum. Çünkü o gitsin istemedim.

 

"Kalayım?" İfadesi aydınlandı. O kadar emindi ki ona git diyeceğime çoktan kabullenmişti ve şu an duydukları onun yüzünde hayret dolu bir tebessüme sebep olmuştu.

 

"Kal, Yavuz." Dudaklarındaki tebessüm genişledi.

 

"Sarılayım?" Buna muhtaçmış gibi konuştuğunda dudaklarım arasından titrek bir gülüş kaçtı. Dolu gözlerime rağmen usulca başımı salladım. Vakit kaybetmeden sedyede haraket edip beni kollarına çektiğinde dudaklarım arasından rahat bir nefes firar etti.

 

Burnunu saçlarıma daldırdı. Kokumu doya doya içine çektiğinde beni her şeyden korumak ister gibi sıkı sıkıya sardı. "Özür dilerim sevdam." Tüm acı sözlerine kıyasla, şu an bulunduğumuz ortam kalbimi öylesine sarmaladı ki ona olan kızgınlığımı yerle bir etti.

 

"Sana ihanet etmedim." Dedim fısıldayarak. "O resim-"

 

"Biliyorum." Gözlerini kapatarak burnunu saçlarıma daldırdı. "Senden asla şüphe etmedim." Yalanlarım onu kırmıştı. Bunu biliyordum, ve benden şüphe etmediğini duymak tüm korkularımı yok etmişti.

 

"Sana asla ihanet etmem." Diye fısıldadım gözlerimi kapatırken. "Tüm dünya sana ihanet etse bile, ben sana zarar verecek şeyler yapmam, Yavuz." Başımı hafifçe geri çektim gözlerimi açtığımda parmakları saçlarımı geri itti. "Sana yalanlar söyledim, ama mecburdum."

 

"Bencilim biliyorum." Dedi nefesini vererek. Gözleri beni sevgiyle izledi. "Sen benim hasarlı kalbimi düşünürken, ben sana bağırıp çağırıyorum." Avuç içlerini yanaklarıma yasladı. "Ama nolursun, Hafsa. Nolursun sebebi ne olursa olsun bana gerçekleri anlat." Haklıydı. Artık ondan bir şeyler gizlemeyecektim. Çünkü neyi gizlersem, daha sonrasında daha kötü şeyler yaşanıyordu. Onu korumaktan ziyade, daha da incitiyordum.

 

"Bir daha benden bu kadar uzun ayrı kalma." Somurtarak baktım ona. "Tüm gün bir kez olsun kapıdan içeri adımı atmadın!"

 

"Karımın izni olmadan içeri girmek ne haddime?" Gözlerime bakarken dudaklarında tebessüm oluştu. "Senin iznin olmadan şuradan şuraya adımımı atmam." Bu sefer dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm oluşan bendim. Hemen yumuşamak istemiyordum. Ama açıkça bana o kehribar hareleriyle bakarken bu pek mümkün değildi.

 

"İyi hep böyle karını dinle." Dedim ve ona sedyede yer açtım. "Şimdi sarıl bana."

 

"Emrin olur." Dediğinde güldüm. Sedyede benim yanıma yerleştiğinde başımı geri onun göğsüne yasladım. Bir kolu omuzlarıma sarıldı. Dudaklarını başımın üstüne bastırdığında gözlerimi kapattım. Onun verdiği huzuru kimse veremiyordu. Eli aşağı kayarak karnıma yaslandı. Karnımı okşadığında nerdeyse çocuklarımızdan sessiz bir özür dilediğini farkettim. Bu yüreğimi ısıttı.

 

Onlar iyiydi, ve bende iyiydim. Eğer bebeklerimize bir şey olsaydı, Yavuz kendini asla affedemez bunun yanı sıra bende kendimi affedemezdim.

 

"Sancın var mı?" Şefkatli bir tınıyla kulağıma doğru fısıldadığında başımı geri eğip ona baktım.

 

"Sen burdasın ya, ben hiç olmadığım kadar iyiyim."

 

"İyisiniz." boğazından gelen kısık bir hırıltıyla konuştu. "Hafsa, ben senden ayrı kalamıyorum." Derin bir nefesle bir kez daha burnunu saçlarıma yasladı. "Öyle bağımlısıyım ki şu kokunun olmadan uyuyamıyorum." Sesinin nasıl zayıfladığını hissettim. Gerçekten öyleydi.

 

Yavuz bir tek benim kokumu aldığında gözlerine uyku çöküyordu.

 

"Hiç uyumadın mı, Yavuz?" Gür kirpiklerini usulca araladı.

 

"Sensiz mi?" Dudaklarında bir tebessüm belirdi. "Sensiz uyku haram bana." Gerçekten uyumamıştı. Yorgun ve halsizdi.

 

"İlaçların?" Dediğimde başını iki yana salladı.

 

"İçmedim." Kollarını bana daha sıkı sardı. "Unuttum. Hafsa, sen bana beni hatırlatan tek şeysin..sen yoksan, ben kim olduğumu bile unutuyorum." Benim dışımda kimse ona ilaçlarını içmesi gerektiğini hatırlatmıyordu.

 

"Yavuz uyu." Dedim bir elimi kaldırıp onun yanağına yaslarken. "Çok yorgunsun."

 

"Kollarımda kalacaksan uyuyacağım." Dedi çocuklar gibi. Gülümsedim ve başımı salladım.

 

"Burda kalacağım." Gözleri birkaç saniye beni izledi. Ardından iyice yerleşti ve ona kıyasla küçük olan vücudumu kendisine yasladı.

 

Saniyeler içinde uykuya daldı. Benim kokum gerçekten onu ayakta tutan tek şeydi. Ben onun kollarında olmaktan memnundum, ve o beni böylesine sarmalamaktan memnundu.

 

Onun kokusu bir şekilde beni de uyuttu. Her ne olursa olsun her günün sonunda birbirimize geri dönüyor olabilmemizi seviyordum. Çünkü biz buyduk, biz birbirimizden aylarca ayrı kalamazdık.

 

******

 

Yavuz Payidar.

 

Çektiğim derin uykunun ardından sabah uyandığımda ilk iş Hafsa'nın kahvaltısını ettiğinden emin olmak olmuştu. Bunun hemen ardından durmadan bana eve gidip ilaçlarımı almamı söylediği için ona karşı koyamamıştım.

 

Yaşanan onca şeyden sonra bile beni affetmesini asla beklemiyordum. Ama beni affetmesi için, içimden binlerce kez yalvardığımı hatırlıyordum. Her ne kadar o git desesde, ben ondan ayrı yaşayamazdım bunu biliyordu. Hafsa'yı görmeden tek bir günüm zehirken aylarca ondan ayrı nasıl kalırdım? Kalamazdım.

 

Hastaneden çıkar çıkmaz yaptığım ilk şey eve doğru yol almak olmuştu. Her ne kadar karımı orda bırakmak istemesemde, eğer gitmezsem dünyayı yerinden oynatırdı biliyordum. Ben gidip ilaçlarımı alana kadar tekrar etmekten asla bıkmayacaktı. Benim de niyetim onu daha fazla yormak değildi. Bu yüzden sözünü dinleyerek bağ evine yol almıştım. Hastaneyle yaklaşık 20 dakikalık bir arası vardı.

 

Ana yolda arabayı kullanırken biraz daha gaza yüklendim. O an çalan telefonumla gözlerim yoldan ayrıldı. Yanımdaki koltuğın üstüne atılı olan telefonu açıp kulağıma tutarken kim olduğuna bakmadım.

 

"Alo?" Sağ şerite geçerken kulaklarıma dolan sesle kaşlarım çatıldı.

 

"Aranızdaki hainin kim olduğunu bilmek istiyorsan attığım konuma gel. Bugün buluşacaklar." Tek cümle. Ardından yüzüme kapanan telefonla kafam allak bullak oldu. Kulağım dolan ses tamamen yabancıydı.

 

İstesem bile kim olduğunu bulamazdım, çünkü robotik bir sesti. Ses değiştirme kullandığı çok açıktı. Dudaklarım arasından bir küfür kaçarken birkaç saniye içinde gelen konuma tıkladım.

 

Buraya bir saat kadar uzakta olan bir ana yoldu. Nefesimi vererek numaralara girdim. Cafer'i arayarak telefonu kulağıma tuttum. Önümdeki yoldan dönerken birkaç saniyeye açılan telefonu ve Cafer'in sesini duydum.

 

"Noldi Yavuz?" Dediğinde hafifçe arkama yaslandım.

 

"Benim acil bir işim çıktı. Bana bak, Hafsa sana emanet sakın gözünün önünden ayırma akşama kadar dönerim. Sorarsa şirkette bir sorun çıktı de." Gideceğim yerden nedense elim boş dönecek gibi hissediyordum.

 

"Nereya, ne işi ula?"

 

"Sen dediğini yap." Nefesimi verdim. "Hadi görüşürüz, sakın karımı strese sokacak bir şey yapmayın!"

 

"Asabimi bozma nereya deyurim-" telefonu yüzüne kapattım. Oraya tek başıma gidecektim. Yanıma ailemden kimseyi almayacaktım. Sadece korumaları haberdar edecektim.

 

Telefonumdan onlara haber verdikten sonra gönderilen konuma doğru yol aldım. Bu haber ya bir oyundu, ya da bir gerçek. Gerçekten aramızdan biri hain olabilir miydi? Bunu düşünmek nedensizce beni çıkmaza sürükledi.

 

Ailemden birisi hain olabilir miydi?

 

Aklımı kurcalayn sorularla bir saatin sonunda o ıssız mekana varmıştım. Boş bir araziydi. Onun dışında başka hiçbir şey yoktu. Arabamı durdurdum. Hemen inmedim. Birkaç dakika bekledim. Arabadan inmek değildi niyetim.

 

Birkaç dakika geçince arka tarafta frene basan arabaları duydum. Çağırdığım korumalar muhtamelen gelmişti. Gözlerim dikiz aynasından geri baktı. İçlerinden biri arabadan inerek benim arabama doğru yürüdü. Bu korumayı tanıyırdum.

 

"Salih." Arabanın kapısını açıp inerken ona baktım. "Söyle çocuklara dağılsınlar etrafa. Birkaç kişi ve sende burda benimle kalın."

 

"Tamam abi." Salih başını sallayarak diğerlerine emir verdiğinde kaşlarım çatıldı. Etrafa bakınarak yürümeye başladım. Böyle bir yere kim beni neden çağırmıştı gerçekten aramızda bir hain var mıydı öğrenmem gerekiyordu.

 

Düz yolda yürürken etrafıma bakınıp durdum. Yürümeye devam ederken kulaklarıma dolan birkaç konuşma sesiyle duraksadım. Başımı sağ tarafa çevirdiğim anda tanıdık bir ses duydum.

 

"Yavuz Payidar!" Şaşalı bir şeyden bahseder gibi adımı seslenen kişi Akgün'dü. Anında ifadem soğuklaştı. Kol saatine bakarak bir ağacın arkasından çıkıp bize doğru yürüdüğünde yüzünde o çok dağıtmak istediğim sırıtışı vardı.

 

Daha onda açtığım yaraların hiçbiri iyileşmemişken başkalarını açmak için adeta ellerim kaşınıyordu. Beni buraya bilerek mi çağırmıştı?

 

"Oyun mu oynuyorsun sen benimle piç kurusu?" Öfkeyle konuşurken kaşlarımı çattım. Ona saldırmamak için zor duruyordum. Bana anlattığı onca salak saçma şey yüzünden karımı incitmiştim.

 

"Ah hayır hayır." Önümde durarak ellerini önünde birleştirdi. Benim aksime o yalnızdı. "Oyunlarıma yaklaşık bir gün önce son verdim. Görüyorum ki ne yaparsam yapayım muhtameşem klişe aşkınızı mahvetmeye yetmiyor." Kurduğu lüzumsuz cümleleri boş bir ifadeyle dinledim.

 

"Pekâlâ, bunu farketmen çok güzel. Şimdi s*ktir olup gidiyor musun yoksa bu gerekesiz söhbetlerine devam edip ağzını burnunu kırmam için bana bir sebep verecek misin?" Fazlasıyla kibar olan tehditime kahkaha attığında ifadem daha da sertleşti. İlla gel kır ağzımı burnumu ben senden dayak yemezsem rahat uyku uyuyamam diyordu.

 

"Akgün, seninle hiç uğraşamayacağım." Dedim nefesimi vererek. "Kafana sıkmadan defol git."

 

"Öyle mi?" İleri doğru bir adım attığında gözleri arkama kaydı. Dudaklarındaki sırıtış giderek genişledi.

 

"Sen mi benim kafama sıkacaksın, ben mi senin kafana?" Sözleri kafamı karıştırdı. Tereddütle gözlerim kısıldı. Başımı omzumun üstüne çevirdiğimdeyse gözlerim hafifçe genişledi. Salih'in elindeki silah Akgün'e değil bana doğrultulmuştu.

 

Etrafı aramasını söylediğim adamlarım burdaydı, ve hepsi bunu boş boş izliyordu.

 

Tuzağa düşmüştüm..

 

********

 

 

 

Bölüm sonu.

 

Merhabalarrrrrr, nasılsınız bakalım efenim???

 

Ben iyiyim. Her ne kadar sonu kötü bitsede bence tadında bir bölüm oldu, sizce de öyle değil mi? (Öyle olsun..)

 

Peki gerçekten nasıl buldunuz bölümü??

 

Umarım hoşunuza gitmiştir. İyi tarafından bakın bebeklere bir şey olmadı😔

 

Tamam tamam bu sefer savunma yapamayacağım daha fazla kendimi savunmamak için susuyorum hsjsjsjs

 

Gelecek bölüm görüşürüz seviliyorsunuzzzz Allah'a emanet💓💓

 

 

Bölüm : 01.07.2025 19:33 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...