27. Bölüm

27 BÖLÜM-GÖZYAŞI

Selin Eliz
selinelizben

Sezon finalinden

 

Herkese

 

Merhabalarrrrrrr🌹

 

Duygularımı bölüm sonuna bırakıyorum ve sizi çok bekletmeden bölüme geçiyoruz. Keyifli okumalar ballarım🤌💖

 

Bol bol yorum yapmayı ve yıldıza tıklamayı unutmayınızz✨

 

~Acıtır gibi severek~Canozan.

 

 

 

******

 

Masanın başındaki sandalyelerden birine kurulmuştum. Güneşin sıcağı konağın avlusunu doldururken annemin seslendiğini duydum. "Yavuz, baban kalkmadi mi oğlim!" Mutfaktan buraya bağırdığında tebessüm ettim. Arkama yaslandım.

 

"Bilmeyim ki Hafize sultan!" Gözlerimi merdivenlere çıkardım ardından imalı bir sesle konuştum. "Dün pek bir yormuşum kendisini!"

 

"Sen benu?" Babamın alaycı sesini duydum. Başımı kaldırıp avlunun üstündeki terasa baktığımda dudaklarımdaki sırıtış genişledi. Ne zaman ondan daha iyi olduğumu iddia etsem hep bir yerlerden seslenir kelimelerimi yutmamı sağlardı.

 

"Tabii, Mahir bey." Dirseklerimi geniş masaya yasladım ve bilmiş bir bakış takındım. "Sen beni futbolda yenemezsun." Dün gece saatlerce salondaki televizyonda futbol oyunu açıp oynamıştık. Bana yenilmişti. Her ne kadar kabul etmek istemesede ben kazanmıştım. Çünkü babam teknolojiden hiç anlamazdı. Bizimle pek vakit geçirmesede, ara sıra böyle kaçamaklar yapardı.

 

"Az daha sabr et sen." Merdivenleri inerken bana karşı sahte bir sertlik takındı. "Bak o ecnebi aletin nasi çaliştiğini bir öğreneyum o dilinin sesuni kökünden keseceğum." Masaya yürüyüp sandalyenin başına geçtiğinde ona iddialı bir bakış attım.

 

"Hiçbir zaman kazanmazsun, beni yenmen imkansuz aliş artik." Kendimden fazla emindim. Masanın başındaki sandalyeye geçip otururken elini uzatıp saçlarımı karıştırdı.

 

"Az koniş kot kafali, de bakayum baa dersler nasi gidiyi?" Gözlerimi devirmemek için zor durdum.

 

"Sıkıci." Çatalımı alarak peynirlerden birini tabağıma çektim. Sınavlar yaklaşıyordu. Korkum yoktu. Derslerim her zaman iyiydi.

 

"Sen sıkıci diyorsa bir sorin yokidur." O da benim gibi uzanıp tabağına birkaç şey aldı.

 

"Günaydın Payidar ailesi." Devran abimin sesini duyduğumda gözlerim meridvenlere kaydı. Uykusundan yeni uyandığı çok belliydi. Hareleri hâlâ yorgundu.

 

"Günaydin paşam." Babam kol saatine bakarken ağzındaki lokmayı çiğnedi. "Bir beş saat kadar daha uyusaydin, nasi olsa şirketteki işleri babamin hayrina yöneteyiler değil mu?"

 

"Öyle Valla." Dedi abim bıkkın bir sesle ve oturdu sandalyeye. "Senin babanı bilmem, ama benim babamın hayrına yapıyorlar." Sözlerine gülmemek için zor dururken abim bana göz kırptı.

 

"Babanin hayrina edeyiler he?" Babam parladı hafif öfkeli sesiyle. "Babanin hayrina şirketin içine sıçsinlarda sende izle!"

 

"Etmezler." Devran abim çayından bir yudum alırken muzip bakışlarını babama dikti. "Babamdan çok korkayiler."

 

"Alacağum ayağimin altina şimdu, sanki sen korkmayisin!" Babamın sert sözlerine karşılık abim başını iki yana salladı.

 

"Ben Allah'tan başkasından korkmam. Sana olan saygıdır, hani yaşlı başlı adamın yüreğine inmesin diye." Daha fazla kendimi tutamayıp güldüğümde babam sabır diler bir nefes çekti içine.

 

"Evlat değil azapsinuz!"

 

"Babam ben ne ettum?" Gülüşümü bastırarak çattım kaşlarımı. "Sana yaşlı diyen abim."

 

"Tabi." Abim gözlerini masada gezdirip zeytinleri ararken konuştu. "Geçen sana bunamış dedi." Yuttuğum lokma boğazıma takıldığında babamın sert bakışlarıyla karşılaştım. Birkaç gün önce küçük bir kavga etmiş, sinirle ağzımdan çıkanlara hakim olamamıştım.

 

"Mahir uğraşma çociklarla!" Elinde tabakla masaya yürüyen annemi gördüğümde rahat bir nefes verdim.

 

"Gel anacim gel." Babamın sert bakışlarından kaçınarak konuştum. "Ne oğlun salayi beni ne de kocan." Annem abimle babama uyarı dolu bir bakış attı.

 

"Paşamın keyfine bak." Devran abim keyifle söylendi. "Anası tek bir laf ettirmiyor. Sen doğduğundan beri bizim pabucumuz dama atıldı oğlum."

 

"Uğraşmayasin benum Yavuz'imla." Annem yanıma gelerek saçlarıma bir öpücük kondurdu. Abime gör bunları der gibi bir bakış attığımda ağzına bir lokma daha atarak devirdi gözlerini.

 

"Vir vir vir vir vir vir!" Söylene söylene aşağı inen Cafer'in sesini duydum. "Bu konakta baa Allah güni yoktir!" Merdivenleri inerken uykusunu çekemediği için yorgundu. "Her sabah aile sadetinizi konuşturmasaniz olmayi mi?" Masanın etrafında dolanıp yerini ararken esnedi. "Ana, o öpücükten bende isteyurim." Annem hepimizi çok severdi. Ama en çok beni öper koklar, diğer abimlerin gözüne bunu sokardı. İkimizde aslında bunu bilerek yapıyorduk onları kışkırtmayı seviyorduk.

 

"Yok size öpücik." Dedi annem azarlayan sesiyle. "Ne vakit ki Yavuz'im gibu erkenden kalkar baa sofra hazirlamamda yardim edersunuz o zaman bende sizu öperum!" Annem neşeyle sıvazladı sırtımı. "Senin kismetunde kim varsa pek şanslidir!" Abimlere baktı kısık gözlerle. "Bu iki gavurin karilari ise akli varsa bunlara gelin diye gelmezler!"

 

"Ayip edeyusin ana!" Cafer çattı kaşlarını. "Ne gavurliğimi gördin!"

 

"Sus ula!" Babam girdi araya. "Sülalemde senin kadar cimrusini görmedum, çeke çeke gittun o şerefsuz fikret amcana çektun! Cebunden para çıkinca canindan can çıkayi gibi davranayisin. Hayir anlamayirim, cebunden çikan parayida ben vereyurim nesine üzüleyisin bu kadar sanki çalişipta kazanmiş gibi!"

 

"Babam çalışayi ya yazik değil midur oğa?" Cafer pişkin pişkin konuşunca babam masadan kaptığı kaşığı Cafer'e fırlattı. Cafer hızla başını yana eğdi iri gözlerle.

 

"Yaracaksun kafami, sen benum yakışıkli suratimdan ne isteyusin!" Kıstı gözlerini. "Baba değil düşman!"

 

"Sus!" Babam ona sert bir bakış attı. "Cevap vereyi birde baa, kapa çenenu zikimlan!" Babamın sevgi anlayışı tam olarak buydu. Nadiren gülümser, ya da söhbetlerimize katılırdı.

 

"Zahir, Süleyman'ida çağir gelun oğlim!" Diye seslendi sultanım dışarı. Annem ne zaman masaya otursa, Zahir'le Süleyman'ıda çağırırdı. Onları bizden ayrı tutmazdı.

 

"Geliyiz Hafize ana!" Zahir'in içeri seslendiğini duydum. Sessizce yemeğimi yerken onlarda avluya adımlarını atıp masaya yürüdüler. Herkes yerlerine geçti.

 

"Yarin içunuzden biri şirketin başina geçsun." Dedi babam çatalındaki peyniri ağzına atarken. "Benim bir işim vardir, şirketin başinda bir gün olmayinca herkesin aylakliği tutayi." Abime baktı. "Yarin erkenden şirkete gidecesun."

 

"Ben mi?" Dedi Devran abim rahatsız bir ifadeyle.

 

"Yok rahmetli dedem, tövbe tövbe!" Babam sabırsız sesiyle devam etti. "Senden başka kim olacak?!"

 

"Yavuz gitsin!" Bakışlarını bana çevirdi. "Benim yarın işim var, sen git!"

 

"Nereye!" Şirkete değil gitmek, adım atmayı bile sevmezdim. "Orda benim bir işim yok!" Öyle ortamlarda bulunmaktan her ne kadar rahatsız olsamda babam beni peşinde sürüklemeye bayılırdı.

 

"Ben gitmem da hiçbir yere!" Başımı salladım iki yana. "Babam saa dedu, sen gidecesun!"

 

"Ben giderum." Cafer ekmeğine bal sürerken babam ona düz bir bakış attı.

 

"Saa şirket emanet edecek kadar aklimi kaybetmedum!"

 

"Niye baba?" Cafer ekmeğinden koca bir ısırık alıp aylak aylak konuştu. "Cimrinin tekuyim demedun mi? Ne güzel işte fazladan masrafimuz çikmaz."

 

"Ula sen şirkette para eksulmesin diye ortakların paylarini ödemezsun!" Yapardı. Cafer bunu yapmaya fazlasıyla musaitti. Sırf para eksilmesin diye ortakların bile paralarını ödemezdi.

 

"Çok kırildim." Diyen Cafer dünyayı umursamıyordu. "Sen bilirsun baba, mükkemel teklifum redettuğin içun daha sonra pişman olip sakin baa yalvarma kabul etmeyeceğum."

 

"Boş boğazliğin luzumi yoktir!" Devran abimle benim aramda gidip geldi babamın gözleri. "Aranizda konuşin karar verun, ikinizden biri gidecedur!"

 

Abimle rahatsız rahatsız birbirimize baktık. İkimizde o şirkete gitmeye hevesli değildik.

 

"Mahir bey, sal şu çocuklari." Annem bu halimizi görünce bizi savunmaya geçmişti. Tabii Devran abim hiç vakit kaybetmeden söhbete atlamıştı.

 

Yanında oturan annemin omuzlarına doladı kolunu. "Benim işlerim var anacağım, ne olur bir kez şu çok kıymetli oğlun gitse?"

 

"Seni duyayirim." Dediğimde Devran abim başını salladı.

 

"Biliyorum." Tekrar anneme baktı. "Gitsin dimi anacığım, hem biraz iş öğrensin!"

 

"Gitmeyi Yavuz hiçbir yere." Annem beni gözünün önünden ayırmaya korkardı. "Sen git."

 

"Ulan şu çocuk kadar kıymetimiz yok!" Devran'ın yüzündeki ifade soldu ve somurtkan bir tavır aldı. "Niye hep ben gidiyorum?"

 

"Büyik sensunde ondan." Babam abime baktı. "Anan doğri diyi, sen git. Kardeşun sınavlara hazirlanayi kafasuni kariştirmayalim."

 

"Hay yaşa babam!" Elimi koluna koyarak sıktığımda dudaklarımda zafer kazanmış bir tebessüm oluştu.

 

"Gevşeklik etma, Yavuz!" Dediğinde hızla kolumu çektim ve asker gibi başımı salladım.

 

"Etmeyim babam." Yemeğimi yemeye dönerken abimin yüzündeki o bozuk ifadeyi gördüm. Babam tek kaşını kaldırarak abime baktı. Onun modunun nasıl düştüğünü görünce sesli bir nefes verdi.

 

"Zahir, yarin sen duracasun şirketin başinda!" Zahir başını kaldırıp babama baktı. Ardından onu onaylar gibi bir kez kapatıp açtı gözlerini. Babam Zahir'e çok güvenirdi.

 

"Harbi?" Abimin solan ifadesi anında aydınlandı.

 

"Harbi." Diyen babama karşı güldü, abim. Şirketten kurtulmuştu ama yıllardır süren bir esaretten kurtulmuş gibi davranıyordu. Abim sürekli bir yerlere kaybolup dururdu. Ne zaman önemli bir işi olsa, şirketteki işlerden kaçınırdı.

 

"Hani ben gidiyordum?" Dedi, abim. Her ne kadar babamın isteklerine karşı gelmek istesede ona saygı duyardı.

 

Babam yemeğini yerken konuştu. "Gitmeyisin."

 

"Niye değiştin kararını?"

 

"Keyfimin kahyasi öyle istedu!" Sabırsızca sesini yükseltti. "O kadar merkailiysan göndereyum get!"

 

"Yok babam." Abim başını hızla salladı iki yana. "Halimden memnunum, sağolasın."

 

"O vakit kapa çenenude yemeğuni ye." Düz ifadesiyle konuşan babama Devran tebessüm ederek döndü önüne.

 

Babam her ne kadar bizi bu işlere bulaştırsada, yüzümüzün solduğunu görmeye dayanamazdı. Yumuşak tarafını bizden gizlerdi. Devran abimin isteksizliğini görünce sırf onu zorlamamak için göndermekten vazgeçmişti. Dile getirmese bile bunun böyle olduğunu biliyordum.

 

"Bunlardan da ye oğlim." Annem börek tabağını bana uzatınca tebessüm ettim. Dün canım börek çekiyor dedim diye sabah erkenden kalkıp pişirdiğine emindim.

 

"Sen var ya sen dünyada senden bir tane daha yok." Tabağı elinden aldım, hemen ardından boştaki elimle elini tutup dudaklarımı üstüne bastırdım.

 

"Utanmasa her gece anamin yaninda yatacak." Cafer'in alaycı sesine karşılık boş bir bakış attım ona.

 

"Kiskanma." Tabağı yanıma koyarken elini uzatıp almak istedi ama eline vurdum. "Annem onlari baa yapti. Ayrica yatarsam yatarim annemden ayri kalamam ben." Kalamam diyordum. Kalacaktım bir gün, lakin şu an bunların hepsinden habersizdim.

 

"Ana bir şey de şu oğlina!" Cafer çatalıyla beni gösterip anneme şikayet ederken annem güldü ikimizin bu haline.

 

"Yavuz, abinede ver oğlim."

 

"Vermem." Tabağı sağ tarafıma aldım. Evin şımarık çocuğuydum. Bir zamanlar öyleydim.

 

"Bak dağutacağim ağzini burnini!" Cafer dirseğini kaldırdığında kaşlarım havalandı.

 

"Hele bir dene, bak nasi sereyurim seni yere!" Elimle tabağı gösterdim. "Bu börekler ben-" tabağa baktığımda boş olduğunu gördüm. Anlamayarak gözlerimi kırpıştırdım.

 

O an çoktan börekleri alıp benden önce yemeye başlayan babamla Devran abimi gördüğümde ağzım iki karış açıldı.

 

"Ee oğlum." Abim gözümün içine bakarak bir ısırık daha aldı. "Yemeyinin malını yerler."

 

Afallayan ifademe Süleyman gülmeye başlayınca ona Cafer eşlik etti.

 

"Ellerine sağlik, Hafize." Babam vicdanı rahat bir şekilde börekleri midesine götürürken gözlerimi kıstım.

 

"Sende mi baba!"

 

"Abin doğru diyi, yemeyinin malini yerler." Yüzümdeki ifadeye baktı ağzındaki lokmayı çiğnerken. Ardından güldü. "Heç bakma baa o gözlerini dikip, senun bu anan iki tepsi daha yapmiştir senun içun."

 

Annem yüzümün ifadesine gülerek kalktı ayağa. "Sakladim tabi, Allah'tan sizi çok iyi taniyim." Mutfağa yürüdüğünde en azından bozulan ifadem düzelmişti.

 

O masada mutluyduk. Hemde çok mutluyduk. O günü hatırlıyordum. Abim şirkete gitmemiş, bende adımımı atmamıştım. O gün şirkette bir dolandırıcılık vakası yaşanmış akşam bir güzel hepimiz babamdan azar işitmiştik.

 

Yılların geçeceğini, bir gün o mutlu aile tablosunda olmayacağımı, hepimizin dağılacağını asla tahmin edemezdim. Ama olmuştu. Bir zamanlar içinde olduğum aileyi, şimdi sadece terastan izliyordum. Sert ve hoyrat bir rüzgar vardı. Karadeniz'in dalga sesleri kulaklarıma doluyordu. Eskiden dalganın sesi bu kadar uzaktan duyulmazdı ama bu sefer duyuluyordu.

 

"Onları özledin mi?" Bir ses duydum. Ardından omzumda bir el hissettim. Koluma yaslanan birileri vardı. Başımı omzumun üstüne çevirdiğimde tebessüm ettim. Hafsa yanımdaydı.

 

"Bazı şeyler bazı zamanlar özleniyor." Dedim sakince. Dudaklarındaki küçük tebessümle bana baktı. Gözlerim karnına indi. Karnı biraz daha şişmişti. Gözlerimi avludan ayırarak kollarımı beline doladım.

 

"Zaman nasıl bu kadar hızlı geçti, Hafsa?" Gözlerim sevgiyle onu izledi. "Sanki zaman bir anda akıp gitmişte ben hiç yanınızda olamamışım gibi." Sanki ömrünün bir kısmını kaçırmışım gibi.

 

"Yavuz, ne zaman döneceksin?" Dedi hisli sesiyle. Her şey fazla bulanık olsada gerçekçi geliyordu.

 

"Ne dönmesi?" Dedim ellerimi yanaklarına koyarak tebessümle. "Hafsa, burdayım ya."

 

"Değilsin." Doldu gözleri. "Yavuz burda değilsin, ben aklımı kaçırmak üzereyim neden dönmüyorsun?"

 

"Yine kabus mu gördün sen?" Şefkatli bir fısıltıyla sordum. "Ben burdayım, bak gitmiyorum hiçbir yere."

 

"Değilsin." Gözünden bir damla yaş aktığında kaşlarım çatıldı. Neler oldu anlamadım, ardından bir yağmur başladı. O yağmur soğuk bir şekilde tenime çarptı.

 

Tüm vücudum ürperdi. Gözlerim usulca aralandı. Soluk soluğa hızlı nefesler aldığımda gözüme çarpan ışığa alışmaya çalıştım. Gördüğüm her şeyin bir rüya olduğunu farketmek zamanımı aldı. Ağır nefeslerim arasında yutkundum.

 

"Uyan, hadi senin keyfini mi bekleyeceğim!" Kulaklarıma dolan sesle kaşlarım çatıldı. Bileklerimi kesen zincirleri hissettiğimde içimden binlerce kez küfürler savurdum. Gördüğüm rüyanın etkisinden çıkarken yine o karanlık odada olduğumu anladım.

 

20 gündür burdaydım.

 

Soğuk gözlerimi karşımdaki adama çıkardım. Akgün'ün adamlarından birisi olduğunu anlamak zor olmadı. Olduğum durumdan memnun değildim. Bir kez olsun ağzımı açıp yalvarmamıştım. Dudaklarım ya küfür için aralanmıştı ya da onlara bağırmak için.

 

Yorgunluğumu gizledim. Oysa gram halim kalmamıştı. Bu herif sırf bana daha fazla acı çektirmek için öldürmeyi seçmiyordu. Kollarım başımın üstündeydi. Tavana asılan zincirler bileklerime dolanmıştı. Dizlerimin üstündeydim ama öyleydi ki dizlerimin üstünde durmak için kollarıma büyük bir ağırlık düşüyordu. Zincirler sandığım kadar uzun değildi.

 

Kaç gündür uykusuzdum saymamıştım. Tek bildiğim doğru düzgün bir uyku uyuyamadığım ara sıra gözlerimin kapandığı o zamanda Hafsa'nın rüyalarımda beni ziyaret ettiğiydi.

 

Beni ayakta tutan tek şey buydu.

 

Rüyalarımda onu görüyordum.

 

Onu görmek için uyumaya çalışıyor, bunu bile beceremiyordum.

 

Üstüm başım toz içindeydi. Saçlarım dağınık, vücudumda belirli yaralar. Bir kez daha mahkumdum bunun farkındaydım.

 

Kalbim yangın yeriydi. Hamile bir karım vardı. Ben 20 gündür onların yanında değildim. Bulanık aklımı yerinde tutmaya çalışıyordum. Oysa uykusuzluk artık zihnimi uyuşturuyor, açlık ve susuzluk her ne kadar umursamamaya çalışsamda bünyemi zayıflatıyordu.

 

Tekrar tenime çarpan buz gibi suyla gözlerim bu sefer tamamen açıldı. Beni kendime getirmek için yaptıkları şey buydu. Üstüme bir kova soğuk su boca etmek. Yıllar önce gördüğüm işkenceler bugün yine karşıma çıkmıştı. Soğuk su yüzünden hafifçe titreyen vücudumu kontrol etmeye çalıştım. Başımı iki yana sallayarak ağzımdan hırıltılı bir nefes verdim. Tüm kıyafetlerim bir kez daha sırıl sıklam olmuştu. Oysa hiç kurumamıştılar bile.

 

"Ha şöyle." Ara sıra karanlık depoya girip çıkan bu korumayı ya da her ne haltsa artık tanıyordum. Adı Taygun'du. Akgün'ün adamlarından biriydi. "Aç şu gözlerini hadi!" Elinin tersiyle yanağıma vurduğunda dişlerimi sıktım. Gözlerimi yukarı kaldırdım ama başımı kaldırma gereği duymadım. Soğuk gözlerim onu izledi.

 

"Birazdan patron burda olur. Kemal beyim bu sefer onu göndermiş." Çenemi kavradığında başımı geri çekmek istedim ama her zaman olduğu gibi zincirler beni kısıtıladı. "Aman onu kızdırıp beni uğraştırma, biz sana dayak atmaktan bıktık sen bağırıp çağırıp küfür etmekten bıkmadın."

 

"Kemal beyini s*key*im." Dişlerim arasında konuştuğumda Taygun'un bakışları soğuklaştı. Çenemi bıraktı, yumruğu havaya kalkıp yanağıma çarptığında zincirlerin sesi havayı doldurdu. Başım yana düşerken hissettiğim acıyı es geçtim.

 

"Dayak yemek için yalvarıyorsun adeta." Bir adım geri attı ve konuştu düz sesiyle. "Hiç akıllanmıyorsun." Yana düşen başımı usulca önüme çevirdim. Soğuk gözlerimi ona çıkardım. Bu haraketleriyle beni korkutabileceğini sanması bile bir hataydı.

 

Ben yine aynı döngüye mahkum olmuştum. 22 sene önceki gibi. Dayaklar yer, canım acırdı. Daha sonra beni tedavi ettirir yine bu karanlık odaya hapsederdi. O adamla bir-birimize karşı olan kinimiz asla bitmeyecekti.

 

Demir kapının sesini duydum. Başım hareket etmedi ama harelerim sessizce izledi. İçeriye adım atan Akgün Turaç'tan başkası değildi.

 

20 gündür bir kez olsun buraya gelmemişti. Ara sıra Kemal'in ziyaretlerine mecbur kalmıştım. Ancak beni burda tutan asıl kişinin Akgün olduğunu biliyordum.

 

"Beyefendimiz nasıl?" Küçümseyici tınısıyla konuştu. Donuk bakışlarım onu izlemeye devam etti. Onunda yeşil hareleri beni bulduğunda dudağının kenarı yukarıya doğru kıvrıldı. "Biraz incinmiş gibi."

 

"Rahat durmadı, Akgün bey." Taygun düz bir ifadeyle konuşarak ellerini arkasında birleştirdi. "İleri geri konuştu. Bende hakettiğini verdim."

 

Niyetinin ne olduğunu anlamak zor değildi. Bana nasıl acı çektirdiğini görmek istiyordu. Benim acımdan o sadece zevk alıyordu. Eğer yapabilseydim, çıplak ellerle onu boğmaktan çekinmezdim. Bunu daha önce yapmalıydım. Ondan kurtulmam gerekirdi.

 

"Bu sefer ne dedi?" Eğlenen sesiyle sorduğunda Taygun soğuk sesiyle konuştu.

 

"Babanıza küfür etti." İşte benim aklım burada tamamen bulanıklaşıyordu. Bu 20 gün içinde öylesine şeyler öğrenmiştim ki bir kez daha hayatın gerçeklerinin insanı şaşırtabileceğini farketmiştim.

 

"Bu hep yaptığı bir şey zaten." Akgün nefesini vererek kenardaki sandalyelerden birini önüme çekti. Sandalyenin arkası bana bakarken vakit kaybetmeden oturdu. Bacaklarını açarak oturduğunda bileklerinide sandalyenin üstüne koyarak aşağı sarkıttı. Ona saldırıp parçalara ayırabilseydim çoktan yapmış olurdum.

 

Benden hayatımı almıştılar. 20 gün. 20 gün ben sevdamdan ayrı kalmıştım. Kalmaya devam ediyordum. Acısı ağır bir yükten farksız çökmüştü omuzlarıma. 20 gündür Hafsa'mın gözlerine bakamıyordum. Onun her geçen gün büyüyen karnını okşayamıyor, kokusunu içime çekemiyor. Ben ona sarılamıyordum.

 

Sevdam'a sarılamıyordum!

 

Kalbimdeki hançer her geçen an biraz daha derine iniyordu. Kendi kanımda her geçen gün biraz daha boğulduğumun farkındaydım. Ailem ne haldeydi? Kardeşlerim beni arıyor olmalıydılar. Hepsinin perişan olduğuna emindim.

 

"Bugün senden bir şey istemeye geldim, Yavuz Payidar." Elinde kağıt ve kalem tutuyordu. Boş gözlerle onu izledim.

"Tüm hayatını mahvetmemi istiyorsan seve seve yaparım." Günlerdir konuşmadığım için dudaklarım arasından çıkan sesim boğuktu. Kimseye tek kelime etmiyordum. Kimseyle konuşmaya meraklı değildim. Burdan kurtulacağımı umuyordum. Başka bir yolu yoktu. Ya kurtulacaktım, ya da bir ömür gözlerimi kapatacak ve geride dünyalar güzeli karımla çocuklarımı bırakacaktım.

 

Bunu istemiyordum. Bunun olmasından deli gibi kokuyordum.

 

"Ne kadar da şakacısın." Gülümsemesi genişledi. "Ama böyle bir şey istemiyorum." Elindeki dosyaları açarken çok önemli bir şeye bakıyormuş gibi çattı kaşlarını. Yüzündeki ciddi ifadenin aksine bakışlarında keyif vardı.

 

"Sürekli merak ettiğim bir şey vardı." İçinden çıkardığı boş birkaç sayfayı ve kalemi yanında duran Taygun'a uzattı. Gözlerini belgelerde gezdirdi. "Sana yumruk atmadıkları günlerde bile kanayan burnun dikkatimi çekiyordu."

 

Gittikçe soğuklaşan bakışlarımla onu izledim. Yeraltından hiç kimse benim hastalığımdan haberdar değildi. Yıllarca gizli tuttuğum bu gerçek belli ki daha fazla gizli kalamayacaktı. Kurtlar sofrası bu sefer istediği avı yakalamış gibiydi. Yıllarca Payidar ailesinin bir açığını bulmak için uğraşmıştılar. Eğer bilseydiler, kalbimin böylesine zayıf olduğunu bilseydiler beni bin bir türlü yolla öldürmüş olurdular. Ama yapamamıştılar. Hiçbir sebep yokken beni aradan kaldırmak onlar için yeni bir savaş demekti.

 

"Meğersem Yavuz beyimizin dört aylık ömrü kalmış." Dudaklarındaki sırıtış genişlerken bakışlarını bana kaldırdı. "Seni öldürmek için bu kadar acele etmeseydim keşke, birkaç ay içinde toprağın altına kendi ecelinle girecekmişsin zaten." Sözleri sinirlerimi bozdu.

 

"Bir yerlerine kına yakar gezersin artık orospu çocuğu." Sertliğimden ödün vermeden konuştum. "Ölümden korktuğumu sana düşündüren ne?"

 

"Korkmuyorsun." Kaşlarını kaldırdı gözlerindeki imalı bakışla. "Ölmekten korkmuyorsun, ama birilerinin ölmesinden deli gibi korkuyorsun."

 

Birilerinin ölmesinden deli gibi korktuğum doğruydu. Bunun düşüncesi bile kalbimin korkuyla çarpmasına neden oluyordu.

 

"Kimse ölmeyecek." Dişlerim arasında konuştum. "Derdin benimle, öldüreceksen beni öldür!"

 

"Ordan bakınca gerizekalı gibi mi duruyorum?" Gülümsedi. Ama gözlerinde gerçek bir eğlence ifadesi bu sefer yer edinmedi. "Kafana sıkmak benim için zor mu olur du sanıyorsun? Hayır. Ama bunu yapmayacağım, çünkü bunu yaparsam. Hafsa bana inanmazdı." Onun ağzından karımın ismini duymak sakinliğimi kırıp atıyordu.

 

Zincirlere karşı direnerek öne doğru haraketlendim. "Sakın karımın adını anma!" Zincirler bileklerimi sıkıca yerinde tuttu. Ayağa kalkmamı engelledi. Sığ nefeslerim arasında ona saldırmak için her zerrem kaşınırken beni tatmin dolu ifadesiyle izledi. İçinde bulunduğum durumdan tamamen memnundu.

 

"Karının adını anacağım." Sahte bir masumluk takındı. "Ve ne olacak biliyor musun? Seni unutacak." Keyiflendi sesi. "Seni hatırlamayacak bile. Kim onu terkeden bir adamı hatırlamak ister ki?" İğneleyici tınısı kafamı karıştırırken kaşlarım büküldü.

 

"Ne saçmalıyorsun? Ne saçmalıyorsun piç kurusu!" Dudakları düz bir çizgi halini alırken merakla konuştu.

 

"Neden öfkeleniyorsun?" Kaldırıp indirdi omuzlarını. "Sonuçta, karın..zamanla seni unutursa daha iyi olur. Ölü bir adamı hatırlamasına gerek yok." Zincirlere daha sıkı asılarak ileri atılmak istedim ama dizlerimin yere sürtünüp yeni yaralar oluşmasından başka bir işe yaramadı bu yaptığım.

 

"Hafsa, beni unutmaz!" Öfkeden gözlerim yerinden fırlayacakmış gibi genişlemişti. "Sen hangi oyunu oynarsan oyna, o beni unutmaz!"

 

"Haklısın!" Neşeli sesiyle konuştu ve ayağa kalktı. Birkaç adım sağa yürüyerek Taygun'un elindeki kağıt kalemi aldı. "Belki bana inanmaz." Bana döndüğünde o sahte neşesi kayboldu ve tehlikeli bir ifadeye büründü. "Ama senin elinden çıkan bir mektuba inanır." Sözleriyle kaşlarım havalandı. Onun dediklerini anlamam sadece birkaç saniyemi aldı.

 

Yarım ağız gülümsedim. Bunu yapacağımı sanıyorsa büyük yanılıyordu. "Gerçekten o mektubu yazacağımı düşünüyorsan sandığımdan daha aptalsın."

 

"Düşünmüyorum." Fazlasıyla rahattı. "Yapacaksın. Ben emin olmadığım şeyleri birinin karşısına sunmam, Yavuz. Sen bu mektubu yazacaksın."

 

"Yazmayacağım." Diye direttim dişlerimin arasında. "Öldürsen bile yazmayacağım, aylarca bana işkence et, yazmayacağım. Canımı yak. Yazmayacağım." Kendi canımın yanması umrumda değildi. Karımın canını yakacağıma aylarca işkence görmeye razıydım.

 

"Senin canını yakacağımı kim söyledi?" Başını yana yatırırken boştaki elini ceketinin cebine attı. Cam gibi donuk bakışlarla sessizce onun hareketlerini izledim. "Karını özledin mi, Yavuz?" Kaşlarını çatmış kısık gözleriyle telefonun ekranında bir şeyler ararken yutkunmamak için zor durdum.

 

Özlemiştim. Hemde çok fazla.

 

Başı haraket etmedi, gözlerini telefon ekranından ayırıp bana baktı. "Sesini duymak ister misin?" Konuşmadım. Ama kalbim öyle bir yandı ki bunun bir tarifi yoktu. "İstersin." Dedi gözlerimde her ne kadar gizlemek istesemde Hafsa'nın adı geçince ortaya çıkan ışıltıyı farkederek. "Onu ararım. Zaten kendisi uzun bir zamandır benimle." Son dedikleri vücuduma ürpertiler gönderdi.

 

"Ne demek seninle?" Sesim yükseldi. "Ne demek seninle, ne yaptın ona! Bana bak, onun tek bir teline zarar gelirse seni kendi ellerimle gebertirim duydun mu? Kimselere alamaz seni ellerimle gebertirim!" Zincirlerin sesleri odayı dolduruyordu. Tavana asılı demirler haraket ettikçe sesleri deponun soğuk duvarlarına çarpıyor benim bağırışlarıma karışıyordu.

 

"Ona zarar vermedim, henüz." Sesine sakinlik nüfuz etti. Kalbim deli gibi çarpıyordu.

 

"Ona dokunursan, seni mahvederim, eğer ki sağ kalırsam yeminim olsun seni kendi ellerimle öldürürüm!" Hafsa'ya bir zarar gelir düşüncesi aklımı durduracaktı. Beni mahvediyordu. Bunu düşünmek tüm hücrelerime çaresizlik eriştiriyordu.

 

"Ona zarar vermek işime yaramaz." Telefonda istediğini bulmuş gibi nefesini verdi. "Ama sana zarar vermek fazlasıyla işime yarıyor." Gözleri delici bakışlarla yüzüme odaklandı. "Sesini duymak istiyor musun?" Sorusu bir kez daha oturduğum yerde gevşememe neden oldu.

 

İstiyordum. Onun sesini duymayı şu an her şeyden çok istiyordum.

 

"Konuşmuyorsun, ama gözlerin konuşuyor. Vay be Yavuz Payidar, biraz daha devam edersen benide şu gereksiz sevdana hayran bırakacaksın." Alayla beni gösterdi başıyla. "Görüyor musun, Taygun? Yiğit adamın sevdası böyle olur." Taygun onun sözlerine karşılık sessiz bir şekilde güldü. Zincirli olan ellerim yumruk olmuştu. Kasılan yüz ifademle onu izledim.

 

"Yalvar." Dediğinde boğazım düğümlendi. "Onun sesini duymak istiyorsan, bunun için yalvar." Her gün yanımda, kollarımda uyanan karımın her şeyine hasrettim. Kokusuna hasrettim. Sesine hasrettim. Ona hasrettim.

 

Öyle ki, bunun için düşmanıma yalvaracak kadar hasrettim. Kimseye yalvarmamıştım. Yedi yaşımda, bir depoda kemiklerim kırılırken bile yalvarmamış bunu redettmiştim. Ama şimdi, kendi canımdan daha çok sevdiğim bir insan vardı. Gururumdan daha çok sevdiğim bir karım vardı.

 

"Seni fazla zorlamayacağım." Yanaklarım gerilirken gözlerimi kapattım sıkıca. "Sadece lütfen demen yeterli." Orospu çocuğu resmen benimle eğleniyordu. Kelimeler boğazıma düğümlenmişti. Ama dilim benden habersiz konuştu.

 

"Lütfen sesini duymak istiyorum." Birkaç saniye sessizlik olduğunda dilini damağına vurdu. Sıktığım gözlerimi açarken öfkeden her zerrem kasılmıştı. Ama çaresizliğim, daha ağır basıyordu.

 

"Olmadı." Keyifle kıpırdandı yerinde. "Tekrar, duyabilir miyim diyeceksin." Ağzımı açıp küfürler saydırmak istedim. Ama bunu yaptığım an, elimdeki son şansıda kaybederdim.

 

"Lütfen sesini duyabilir miyim?" Bundan daha ağır bir şey yoktu. Dizlerimin üstündeydim. Zincirliydim. Yalvarıyordum. Her şey ağırdı, tek güzel yanıysa ben karım için yalvarıyordum.

 

Tek güzel yanı buydu. Ben onun sesini duymak için yalvarıyordum.

 

"Bence fena değildi." Taygun'a yandan bir bakış attı. "Ne dersin?"

 

"Bence de değildi." Dedi Taygun keyifle. Aynı patronu kadar hissizdi. Onlar benim kalbimin acısını anlamayacak kadar vicdansız, ben o acı Hafsa'dan geliyor diye vurgun olacak kadar aşıktım.

 

"Sesini çıkarmayacaksın, ben konuşacağım." Bunu bana eziyet çektirmek için yapıyordu. Bana acıdığı için, ya da insafından değil. Hafsa'nın sesini duymak ama onunla konuşmamak beni mahvedecekti bunu biliyordu. Yine de kabulümdü. Yeter ki onun sesini duyayım, mahvolmak kabulümdü.

 

Akgün bakışlarını geri telefonuna indirdi. Bir kez tıkladı hemen ardından telefon çağırmaya başladı. Nefesimi tutmuş bir şekilde bekledim.

 

"Ne istiyorsun?" Diyerek açıldı telefon. Gözlerim direkt olarak telefonu buldu. Açmıştı. Onun sesi bu depoya hiç yakışmıyordu, ama etrafı kısa bir saniye içinde doldurmuştu. Kalbimin yangını, hasretim diner sanmıştım. Daha da çoğalmıştı.

 

"Nasıl olduğunu merak ettim." Akgün'ün sadist ifadesi gözlerime dolan yaşları farkettiğinde çoğaldı. Hıçkırarak ağlayabilirdim. Ama yapmadım. Bir heykelden farksız duygularımı dışa vurmadan dinledim. Oysa kalbimde Karadeniz kadar hırçın dalgalar çırpınıyor, büyük bir fırtına kopuyordu.

 

"Nasıl olduğumdan sana ne?" Derken sesinde mecburiyet vardı. Ona ulaşmak için nelerimi feda etmezdim. Ama yapamıyordum. Bileklerim acıyordu. Geri çekilmek istiyordum, ama bunu yaptığım an zincirler ses çıkarırda telefonu kapatır diye korkuyordum.

 

"Öyle deme, dün odana yemek bırakmıştılar yedin mi?"

 

"Yemeyeceğim!" Hafsa'nın sert sesini duydum. "Senin o iğrenç paranla satın alınan hiçbir şeyi yemeyeceğim, duydun mu? Beni arama seni duymak istemiyorum!" Sesindeki hafif titreme yüzümün acıyla kasılmasına neden oldu.

 

Beni istiyordu. Yutkunamadım, kelimeler boğazıma öyle bir dizildi ki ağzımı açıp konuşmak istedim de yapamadım.

 

"Böyle yapma." Akgün sahte bir üzgünlükle konuştuğunda ağzını burnunu dağıtmak şu an çok istediğim şeylerden biriydi. "Hamilesin, yemen gerek." Sanki benim karımı çok önemsiyormuş gibi konuştukça delirecek radeye ulaşıyordum.

 

"Beni düşünüyormuş gibi davranma, yeter bıktım bundan. Ne istiyorsun benden? Bizden ne istiyorsun!" Telefona doğru bağırdı. Akgün'ü gördüğü her yerde bağırdığına emindim.

 

Artık nefes alamıyordum. Bir karım vardı. Hamileydi. Ben onun yanında değildim.

 

"Şu an iyi değilsin." Akgün nefesini vererek konuştu. "Seni tekrar arayacağım." Telefonu kapattığı an tehlikeli bakışlarımı yüzüne çıkardım. Bana yaşattığı acının nasıl bir şey olduğunu bilmiyordu.

 

"Bunu unutma, Akgün." Dişlerim arasında konuşurken dolu gözlerime rağmen başımı dikleştirdim. "Beni öldür, beni öldür ki kurtul. Eğer yapamzsan, eğer yaşarsam. Eğer ki sağ kalırsam, senin tüm hayatını mahvedeceğim. Seni kendi ellerimle diri diri gömeceğim, Akgün Turaç. Bu günü sakın unutma!"

 

"Racon kesmen bittiyse." Geniş bir şekilde sırıttı. "Asıl konumuza gelelim." Taygun'a baktı. "Çöz şunu, ellerini bir süre bizim için çalıştırması gerekecek." Bir mektup yazmamı istiyordu. Ama ben, o mektupu asla yazmayacaktım.

 

Bunu asla yapmayacaktım.

 

*******

 

20 gün önce.

 

Yazar.

 

"Amca bırak şu işi bana." Akgün amcasıyla karşılıklı olan tekli koltuğa oturmuştu. Gözlerinde kendinden emin bir ifade vardı. Rıfat sessizce onu dinlerken arkasına yaslanmıştı. Yıllar önce abisinin yanına bıraktığı çocuk zaman geçtikçe kendisinin bir kopyasına dönüşmüştü.

 

Rıfat Turaç'ın her zaman istediği bu olmuştu. Bu çocuğu kendisi gibi yetiştirmişti. Rıfat Turaç'ın bir oğlu yoktu. Sadece kızı vardı. Birini yetiştirmek için her zaman sert oynardı ve bunu Akgün'ü kullanarak yapmıştı. Evet, Arya bugün Rıfat'ın gözünde çok güçlü bir kadındı. Ama Arya, Akgün'ün yaşadığı zorlukları tatmamıştı.

 

Akgün Turaç amcasının yanına geldiğinde 6 yaşında bir çocuktu. Ama kuzenin aksine, ona evin en küçük odası verilmişti. Arya'nın odasına oyuncaklar, Akgün'ün odasına silahlar konmuştu. Bir insan gibi değil, robot gibi yetiştirilmişti. Böyle olmaya alışmıştı. Zamanla hissettiği duygular, bir sahtelik hali almıştı.

 

"İş zaten sendeydi, Akgün." Rıfat her zamanki gibi Akgün'e öfkeli gözleriyle baktı. "Ama ne oldu? İki hafta geçmeden kuyruğunu kıstırıp para istemeye bana geldin."

 

"O başka bu başka, en başından hata etmiştik!" Sesi hafifçe yükseldiğinde Rıfat'ın tek kaşı havalandı. Akgün nefesini vererek sesinin tonunu alçalttı. "Bu sefer yapacağım. İnan bana."

 

"Ne istiyorsun?" Dedi Rıfat. Arya elindeki kahvesini yudumlarken sağ taraftaki koltukta oturmuş merakla onları izliyordu.

 

"Masadaki yerimizi sarsıtmanı istemiyoruz, Akgün." Diye daldı lafa. "Sen Yavuz'u incitmek istiyorsun ama bunu alalade yapamazsın. Payidar ailesini koruyan binlerce insan var. Başlı başına Ferhat Karakurt'la, İshak Karahan'ı karşımıza almak aptallık olur." Akgün kuzeninin söylediği her şeyin farkındaydı. Ferhat gibi bir isimi karşısına almak, akıllıca değildi. Bu da yetmezmiş gibi, vakit kaybetmeden İshak'ında peşlerine düşeceğine emindim.

 

Masadan birine zarar vermek, onun dostlarını ve ailesini kendine düşman etmek demekti.

 

"Birde bunun abileri var." Rıfat delici mavi gözlerini kardeşinin oğluna dikti. "Cafer Payidar'ı pek bilmem. Ama Devran Payidar taş üstünde taş bırakmaz."

 

"Daha düne kadar kardeşini kendi elleriyle ölüme iten bir adamdan mı korkuyorsun?"

 

"Yanlışın var." Rıfat sertçe kesti Akgün'ün sözünü. "Devran Payidar'ın meselesi, babasıylaydı. İntikamını aldı, kardeşine karşı ne kini vardı ki bugün ona elini uzatmasın? Yavuz'a bir zarar verdiğimizi öğrendiği an peşimize düşer."

 

"Düşse ne farkeder? En fazla ne yapabilir?" Akgün bunu küçümseyerek geçiştirmeye çalıştı.

 

"O adam Yavuz için Kemal'in kalbine kurşun sıkmış, bize daha ağırını yapmaz mı sanıyorsun?"

 

Devran gözünü bile kırpmadan bunu yapmıştı. 22 sene önce kardeşinin kalp krizini geçirdiğini öğrendiği an daha bir gençken eline silah almış kardeşinin kalbinin aldığı hasarı Kemal'e de yaşatmıştı. Devran Payidar, iki kez Kemal'i kalbinden vurmuştu. İlkinde kalbinden vurdu sanarken, kurşun kalbini bir iki santim ıskalamıştı. İkincisinde, yani kardeşinin düğününde Kemal'e bir kurşun sıkmış ama bu sefer bilerek ıskalatmıştı. Eğer isteseydi, o gün Kemal'in işini bitirirdi ama o adam için daha ağır bir ölüm düşünüyordu.

 

"O zaman gizli yaparız." Akgün tehlike barındıran sesiyle konuştu. "Bana 20 gün ver yeter, 20 gün içinde tüm işi bitiririm. Yavuz itini alıp götürmek kolay, onu bir süre saklayıp sonra ortadan kaldırabiliriz. Herkesi kendisinin çekip gittiğine inandırmak zor olmaz."

 

"Peki ya yapamazsan?" Dedi Arya nefesini vererek. "Kendine çok güveniyorsun, Akgün. Ayrıca Yavuz'u kaçırıp ne yapacaksın nasıl bir şey var kafanda?"

 

"Babam bu adamın ortadan kalkmasını istemiyor muydu?" Akgün normalde babasından bahsetmezdi. Ama bugün, onu koz olarak kullanmaktan başka çaresi kalmamıştı.

 

"Sadece baban değil." Rıfat boğuk sesiyle konuştu. "Son zamanlar masada tüm işlerimi bozuyor, bunu bende istiyorum. Ama ilk sefer ki gibi işi batırıp bana koşacaksan hiç bulaşma daha iyi."

 

Sert tavırlarını sürdürdü, Rıfat. Evet bu çocuğu kendisi yetiştirmişti. Ama hâlâ bazı şeyleri ona emanet edecek kadar güvenmiyordu.

 

"Öyle bir şey olmayacak." Akgün gözü kara bir ifadeyle konuştu. "İşi bana ver, Amca. Halledeceğim." Rıfat birkaç saniye gözlerini Akgün'ün üstünde gezdirdi. Ağzını açıp konuşmadan önce odaya Kemal Ordulu girmişti.

 

Rıfat soğuk bakışlarını kapıya çevirdi. "Kapıyı çalsaydın." Diye düz bir uyarıda bulunduğunda Kemal gözünü ona dikti.

 

"Bana ait olan bir evde odaya girmek için izin alacak değilim." Kardeşini bir kez daha elindeki imkanlarla vurmuştu.

 

Rıfat Turaç, Kemal Ordulu'nun üvey kardeşiydi.

 

Kimsenin bundan haberi yoktu. Çünkü seneler önce bu işlere bulaşmadan önce soyadlarını ayırmış, yeraltında iki farklı kişi gibi hareket ederek arka planda hiç istemeselerde birbirlerini korumuştular. Kemal Ordulu, seneler önce oğullarından birini Rıfat Turaç'a bırakmıştı.

 

Akgün Turaç, Kemal Ordulu'nun özbe öz oğluydu. Karısından olmayan bir çocuğu, ortaya çıkarmamıştı. Kimsenin Akgün'den haberi yoktu ve bu senelerce böyle devam etmişti.Bunun yerine oğlunu amcasına vermiş, senelerce babası olarak ondan gizlenmişti. İki sene önce tüm gerçekler ortaya çıktığındaysa, Akgün babasını hiçbir zaman baba olarak görmemiş, açıkça Kemal'de bunu pek umursamamıştı. Yanında tutmadığı bir çocuk için bugün üzülecek değildi.

 

Kemal Ordulu için, Akgün sadece bir silahtan ibaretti.

 

"Kenan bir şeyler anlattı." Kemal sıkıntılı bir sesle konuşurken bakışlarını oğlu yerine Rıfat'a dikti. "İşleriniz beklediğinizden daha çabuk patlak vermiş, hanginiz sebep oldu buna?"

 

"Biz bir şey yapmadık." Arya bıkkın bir tavırla konuştu. "Yavuz'u avcumuza aldık sanarken çok sevimli karısının kanaması tutmuş. Yani aralarını bozma hayalleriniz." Avcunu açıp kapattı. "Puf oldu çok sevgili amcacım."

 

"Sen bu adamın dikkatini dağıtmanın tek yolu karısı dedin." Rıfat abisine bakarken gözlerinde soğuk bir bakış sürdürdü. "Dediğin gibi olmadı. Adam karısından gram şüphe etse şu an yanında olmazdı. Yaptığın plan bu muydu?"

 

"Yaptığım plan tam olarak buydu." Kemal ceketinin cebinden sigara paketi çıkarırken ofisin içinde birkaç adım attı. "Araları bozulmadı, ama dikkati dağıldı." Arya'ya baktı. "Söyle Nisa Karaca'ya onunla görüşmem gerek."

 

"Yine mi?" Arya kıstı gözlerini. "Amca o kız sizi sattı. Gitti Yavuz'u hapisten çıkardı."

 

"İşime karışma." Sert bir tavırla konuştu Kemal. "Ne diyorsam onu yap. Onu tehdit etmek zor değil, kendi canını umursamıyorsa bile kızının canını umursar." Akgün yeşil gözlerini babasına kaldırdı.

 

"Yine kızını mı kullanacağız?" Boş bir ifadeyle sorduğunda Kemal dudakları arasına yerleştirdiği sigaradan derin bir nefes çekti.

 

"Tam olarak öyle yapacağım." Burnundan duman dolu bir nefes verdiğinde kaşları çatıldı. "İşi mahvetmişsin."

 

"Konu dönüp dolaşıp buna mı gelecek?" Dedi arkasına yaslanan, Akgün.

 

"Mahvetmedi." Rıfat abisini es geçerek Akgün'e baktı. "Planın neyse uygula."

 

"Ne planı?" Kemal meraklı bir tınıyla sorduğunda Akgün ona bakmadan konuştu.

 

"Yavuz'u kaçıracağız." Kemal'in açıktaki gözü hafifçe genişledi.

 

"Ne yapacaksın?" Bunu onaylamadığı yüzüne kazındı.

 

"Adamı kaçıracağız, daha sonra kendi isteğiyle ortadan kayboldu gibi göstereceğiz. Anlamak bu kadar zor mu?" Akgün başını kaldırıp nefretle babasına baktı. "En sonunda da ortadan kaldıracağız, ama herkes onun çekip gittiğini düşünecek. Böylece ne masadaki yerimiz sarsılacak, ne de onun katilinin biz olduğumuz anlaşılacak."

 

Kemal ve Rıfat kısa bir an bakıştılar. İkisi içinde bu zordu. Ama eğer başarırlarsa, önlerindeki en büyük engellerden biri kalkmış olacaktı. Kemal bunu onayladı. Açıkça böyle bir şey daha önce aklına gelmemişti. Belki de ilk kez oğlunun zekasını takdir etti. Eğer Akgün bunu yapmak istiyorsa, yapmasına izin verecekti.

 

Kısa bir konuşmanın ardından Akgün ve Arya odayı terketti. İkisi yan yana yürürken, Arya konuştu. "Tüm bunları Hafsa'yı kendine saklamak için yapıyorsun." Kuzeninin zihninden geçen düşünceleri ezbere biliyordu.

 

"Saçmalama." Akgün düz bakışlarla ileri bakarken kuzeniyle yan yana merdivenleri indi. "Ben o adamın acı çekmesini istiyordum."

 

"Asıl saçmalayan sensin." Dedi Arya onu kapıya kadar takip ederken. "Daha öncede yaptın, sırf Tarık Hafsa'dan ayrılsın diye hayatına başka bir kadın soktun ve Tarık'ı ona aşık ettin."

 

"O Tarık itinin mallığıydı." Akgün sesli bir nefesle konuştu.

 

"Yine de bu senin onların evlenmesini engellemediğin anlamına gelmez." Kapıdan dışarı adım atan Akgün bıkkın bir nefes verdi. "Ben bunları doğru bulmuyorum. Yaptığın bu planı-"

 

"Neyi doğru bulmuyorsun, Arya?" Akgün keskin bir tavırla ona doğru döndü. "Planı mı? Yoksa Yavuz'un acı çekmesini mi? Bana bak, sen hoşlanıyor musun bu adamdan?" Arya onun bu sözleriyle afalladı. Kendine bile itiraf edemediği gerçekler vardı.

 

"Saçmaladın." Güldü yalanlar gibi. "O adamın nesinden hoşlanacağım?"

 

"O zaman olur olmadık yerlerde işlerime karışma." Akgün kuzeninin sözlerine hiç inanmasada sertlik barındıran bir ifadeyle konuştu. "Git şu avukatı ara." Arabanın yanına geldiğinde kapısını açıp oturdu. "Bende gidip diğer işleri halledeceğim, artık Payidar konusu ortalıktan silinsinde hepimiz rahatlıyalım." O aileden nasıl nefret ettiği yüzüne kazınmıştı.

 

Her şey o gün yaşanmıştı. Akgün planını o akşam uygulamış, Yavuz'u kurduğu tuzağa çekmiş. Onu ortalıktan yok etmişti. Çoktan gece yarısı çökmüştü. Hafsa, hastane odasında camın kenarından dışarı bakarken nefesini verdi.

 

"Ne işi vardı sormadınız mı Cafer abi?" Hüzünlü bakışlarını çevirdi koltukta oturan Cafer'e.

 

"Sordim." Hâlâ Yavuz'a kızgın bir ifadeyle konuştu. "Cevap vermedi, işim var döneceğum ama gecikeceğum dedi kapatti!"

 

"Hafsa sen biraz otursan mı?" Zerda endişeyle konuştu. "Bak iki saatir ayaktasın, önemli bir işi çıkmıştır. Bilmiyor musun sanki Yavuz'u?"

 

"Biliyorum." Hafsa bıkkın bir sesle bakışlarını hastane bahçesinden ayırıp abisinin oturduğu sedyeye yürüdü. "Ve bu huyundan nefret ediyorum."

 

"Aklı varsa geri dönmez, yoksa ağzını burnunu kıracağım." Tufan yanına oturan kız kardeşinin omzularına doladı kolunu. "İki oldu bu it üzüyor seni!"

 

"Kardeşume it deme ula." Cafer oturduğu koltuktan kısık gözlerini dikti, Tufan'a. "İşi vardir."

 

"Abi aslında telefonu sinyal vermiyor." Süleyman gergin sesiyle konuşurken gözlerini elindeki telefondan kaldırdı.

 

"Nasıl vermiyor?" Aziz tek kaşını kaldırıp sorarken Süleyman telefonu ona uzattı. Hafsa endişeli bakışlarını ikisi arasında götürüp getirdi.

 

"Şarjı bitmiş olmasın?" Dedi İshak yaslandığı kapıdan omzunu ayırarak.

 

"Bilmiyorum." Süleyman merakla konuştu. "Zahir, bir bizim çocukları arasana."

 

Zahir sessiz bir ifadeyle onu onayladı. Ceylan meraklı bakışlarıyla sevdiği adamı izlerken, Zahir vakit kaybetmeden numaralara girdi. Telefonun diğer ucundan belli belirsiz sesler duyuldu, kısa bir konuşmanın ardından Zahir şüpheyle kapattı telefonu.

 

"Birkaç saatir evin önünde değillermiş." Yavuz bağ evinin önüne bir sürü korumalar dikmişti. Ama şimdi o korumaların hiçbiri orda değildi. "Salih çıkmış, yaninada çociklardan birkaç kişi daha almiş."

 

"Yavuz mu aramış çağırmış?" Hafsa şüpheli bir sesle sordu. İçinde anlam veremediği bir sıkıntı vardı. Daha önce böyle hissettiğini hiç hatırlamıyordu. Sanki Yavuz'a bir şeyler olduğunu hissediyordu.

 

"Salih kimdu ula?" Dedi Cafer kafası karışmış bir şekilde.

 

"Bizim çocuklardan abi." Süleyman ona bakarak konuştu. "Çok zaman Mahir bey'le çalışırdı. Bağ evine gelirken Yavuz abi onuda çağırmıştı evin korumalığını yapması için."

 

"Bir şey oldu." Hafsa telaşla konuştu. "Abi kesin bir şey oldu, bak korumalarda yok! Kaç saattir yoklar bir şey oldu!" Ayağa kalktı başını iki yana sallayarak. "Arardı, beni arardı. Ne halde olduğumu biliyor mesajlarıma bakmadı telefonlarımı açmadı."

 

"Abim." Tufan ayağa kalkarak ellerini Hafsa'nın omzuna koydu. "Yapma böyle, otur. Bulacağız hiçbir şey olmayacak kendini strese sokma." Bir kez daha strese girmesinden, ona ya da bebeklere bir şey olmasından korkuyordu.

 

"Nasıl sakin olayım? Yavuz yok, nerede olduğu belli değil!" Titrek sesi hastane odasını doldurdu.

 

"Hafsa otur." Zerda onu Tufan'ın elleri altından alarak sedyeye oturmaya zorladı. "Hamilesin, bebeklerini düşün. Kızım hemen bir stres yapma bulacağız, Yavuz'u." Hafsa çaresiz bakışlarla onlara bakarken oturmak zorunda kaldı.

 

Bir telefon sesi odayı doldurdu. İshak sesin ondan geldiğini anladığında elini cebine atarak telefonunu çıkardı. "Devran arıyor." Dedi düşünceli sesiyle. Herkesin bakışları anında onu buldu. İshak telefonu açarak kulağına tuttu.

 

"Alo, İshak?" Sesi zorlukla çıkıyordu. İshak kardeşinin zor bir durumda olduğunu anladığı an kaşlarını çattı.

 

"Noluyor, iyi misin?" Ağzından çıkan ilk soru bu oldu.

 

Devran, olanlara anlam veremiyordu. Yavuz'u takip etmişti. Ama yarı yolda karşısını kesen iki araba, onun Yavuz'u kaybetmesine neden olmuştu. Yavuz'u takip etmesinin nedeni onunla önemli bir konu konuşması gerektiğindendi, ancak karşısına dikilen araçlar buna izin vermemişti. Neler olduğuna bakmak için arabadan indiğindeyse, aldığı tek şey iyi bir dayak olmuştu.

 

Bir elini arabanın kaportasına yaslarken ağır nefesler aldı. Burnundan akan kanı başını yana eğerek gömleğine sildi. "Yavuz'un başı dertte olabilir." İshak duyduğu sözler karşısında ifadesiz kalmak için kendini zorladı.

 

Gözleri bir an Hafsa'ya kaydı. Hamile bir kadını telaşa sokmak istemediğinden düz bir ifadeyle konuştu. "Evet ne olmuş şirkette?" Diye sorduğunda diğerleri ona merakla bakıyordu.

 

"Ne şirketi lan?" Devran sıktığı dişleri arasında konuştu. "Yavuz'un başı belada diyorum!"

 

"Diğerleride burda." İshak nefesini verdi. "Biz uğrar bakarız, sen neler olduğunu anlat?"

 

"Hafsa mı yanında?" Devran hırıltılı bir nefesle konuşurken İshak onaylar bir mırıltıyla cevapladı. Odadan çıkıp gidebilirdi, ama Hafsa zeki bir kadındı. Anında bundan şüphelenirdi.

 

Devran sesli bir nefes verdi. Yediği tekmeden dolayı acıyan sırtını arabaya yasladı. "Salih itiyle gitti. Onun arabasıydı, nerde görsem tanırım." Diye kısa özet geçmeye başladı. "İshak, Salih Kemal'e çalışıyor. Aynı anda Akgün'ede çalışıyor. Nasıl saçma bir bağlantıları var bilmiyorum. Ama aramızdaki hain o, ve sadece o da değil. İçeride başka hainlerde var da şu an konumuz bu değil. Önümü kestiler, takip etmeme izin vermediler. Bir oyun dönüyor, ne olduğunu anlamadım ama Yavuz'un başının dertte olduğuna eminim!"

 

"Tamam." İshak duydukları karşısında kasılan çenesini gevşek tutmaya çalışarak konuştu. Cafer onu izlerken nedensizce bir sıkıntı hissetti. En başından söylemese bile, içinde adını koyamadığı bir rahatsızlık vardı. En başından Yavuz onu aradığında yerini takip etmesi gerekirdi. Neler oluyordu bilmiyordu ama, onu kemiren endişe yerli yerindeydi. "Biz şirkete geçelim, orda konuşacağız."

 

"Şirket olmaz." Devran sığ nefesleri arasında konuştu. "Sana atacağım konuma adamlarını yolla. Her köşeye baksınlar, bu ormanı didik didik arayacağız!" Kardeşinin bu ormanda olduğundan bile şüpheliydi, ama yinede denemekten bir zarar gelmezdi.

 

"Tamam. Birazdan ordayız." Diyerek telefonu kapattı, İshak. Hafsa çattığı kaşlarıyla bakışlarını ona dikti.

 

"Ne oldu?" Telaşı sesine yansıyordu. "Ne dedi?"

 

"Şirkette bir takım sorunlar yaşanmış." Diğerlerine baktı. "Oraya gitmemiz lazım."

 

"Yalan söylüyorsun." İnanmayan ifadesiyle konuştu, Hafsa. "Bana doğruyu söyle, İshak."

 

"Doğruyu söylüyorum." İshak güven veren bir sesle konuştu. "Muhtemelen Yavuz'da şirkettedir." Başıyla kapıyı gösterdi. "Bir şirkete uğrayalım." Nedense onun şirket hakkında söylediği her kelime diğerlerine yalan geldi.

 

"Abim, sen kendini yorma." Tufan kardeşinin alnına bir öpücük kondurdu. Hemen ardından Zerda'ya kısa bir bakış attı. Hafsa'ya göz kulak olması için sessiz bir yalvarıştı bu.

 

Zerda Hafsa'nın yanına otururken diğerleri odayı terketti. "Kesin bir şey oldu." Hafsa çaresiz gözlerini Zerda'ya dikti. "Benden bir şeyler gizliyorlar!" İshak'ı az çok tanıyordu. Onu üzmemek için en kötü şeyleri bile gizleyeceğine emindi.

 

"Hafsa kendini strese sokuyorsun." Ceylan anlayışla mırıldandı ve o da sedyenin diğer tarafına geçti. "Yoktur bir sorun."

 

"Bir şey olsa söylerdiler değil mi?" Zerda yatıştırıcı bir sesle konuşurken bir elini kaldırıp Hafsa'nın saçlarını okşadı. "Üzme kendini kardeşim." Yeşil gözlerinde endişe vardı. "Eminim hiçbir şey olmamıştır." Ceylan'da usulca Zerda'yı onaylar gibi başını salladı.

 

"Umarım öyledir." İç çekti Hafsa ve gözlerini pencereye çevirdi. "Umarım dediğiniz gibidir." Dese bile, içinde adını koyamadığı o huzursuzluk devam ediyordu.

 

İshak hastanenin merdivenlerini inerken Süleyman konuştu. "Ne oldu?" Derken meraklıydı. "Konuşman bir garipti."

 

"Yavuz'un başı belada olabilir." İshak hastanenin çıkışına yürürken diğerleri koşar adım onu takip ediyordu.

 

Cafer çattı kaşlarını telaşlı ifadesiyle. "Ne demek başi belada?" Sorusuyla İshak sıkıntılı bir nefes verdi.

 

"Devran'a saldırmışlar." Hastanenin kapısından geçerek dışarı çıktı. "Yavuz'u takip ediyormuş, izini kaybettirmişler."

 

"Kim takip edeyimiş!" Zahir sıktığı çenesiyle konuştu. "Teker teker anlatmasana İshak!"

 

"Bilmiyorum!" İshak hızla cevap verdi. "Bende onu öğreneceğim, ama önce Devran'ın yanına gitmemiz gerek!"

 

"Nereye gitmişler?" Dedi Tufan aceleyle.

 

"Issız bir yer." İshak telefonunda konuma bakarken çoktan otoparka ulaşmıştı. Arabasını açarak sesli bir nefes verdi. "Orman alan."

 

"Orman mi?" Cafer'in yüreği acıyla kasıldı. "Ne diyisin, İshak sen? Ne haltlar döneyi!"

 

"Öğreneceğiz." İshak sürücü koltuğuna oturmadan önce onlara emir dolu bir sesle konuştu. "Geçin." Cafer yüzüne kazınan korkuyla fevri haraketlerle arka koltuğa geçince, Tufan ve Aziz'de onun yanına geçti. Süleyman, Zahir'in arabasına bindi. Herkesin yüzünde endişe açıkça belli oluyordu. Hepsinin tek bir korkusu vardı.

 

Yavuz'un başına kötü bir şeyler gelmesinden korkuyordular.

 

Yolculuk fazlasıyla gergin geçmişti. İshak yarı yolda adamlarına haber vermişti. Gönderdiği konuma ondan daha önce ulaştıklarına emindi. Kendisi sonunda ormanlık alandaki ana yola vardığında kapıları açık bir araba farketti. Onun arkasında kendi adamlarının arabaları vardı. Devran korumalarla öfke içinde bir şeyler konuşuyordu. Ağzı burnu kan içindeydi, fena dayak yediği açıktı.

 

"Devran!" Arabadan inerken gür sesle yankılandı boş alanda. Devran'ın bakışları önündeki korumayı terkedip İshak'ı buldu. Gözlerindeki telaşlı bakışla onların yanına yürüdü.

 

"Neler olayi?" İlk konuşan Cafer'de. Tüm bu olanlardan kimi suçlu tutacağını anlamaz bir şekilde her kese saldırmaya hazırdı. "Ne işin vardir burda, Yavuz nerde!"

 

"Bilmiyorum!" Devran sıktığı dişleriyle konuştu. "İzini kaybettim, peşinde arabalar vardı. Nereye gitti bilmiyorum, ama birinin ona tuzak kurduğuna adım kadar eminim!"

 

"Ne tuzağı?" Dedi Süleyman telaşla. "Ne işiniz vardı sizin burda!"

 

"Bilmiyorum!" Devran sinirli sesiyle onu tersledi. "Hastaneden çıktığında ona seslendim duymadı. Arabayla peşine düştüm, bağ evine gidiyor olmalıydı ki ne olduysa yönünü değiştirdi!"

 

"Bir işi olduğuni demişti." Cafer kendini suçlayan bir ifadeyle konuştu. "Beni aradi, bir işim var dedi! Ula, kafama tüküreyim, nasi anlamadim!"

 

"Ne işi?" Devran keskin bakışlarını dikti ona. "Ne işiydi, ne olduğunu söyledi mi?"

 

"Sordim, yüzüme kapatti!" Bu konuda hem kendine hem kardeşine kızıyordu. Neden onu takip etmemişti? Bir şeyler olduğunu anlamalıydı. Daha sonra defalarca Yavuz'u aramıştı ama Yavuz açmamıştı.

 

"Tuzak kurmuşlar." Aziz olaya aydınlık getirdi. "Kesin tuzak kurmuşlar, ortalıkta bu kadar uzun süre yoksa başka açıklaması olamaz!"

 

"Salih peşinde demiştin." İshak çattığı kaşlarıyla konuştu.

 

"Salih'in hayatını s*keceğim!" Devran öfke dolu bir küfür savurdu. "İhanet etmiş bize, bunca zamandır Akgün'e tüm bilgileri satanlardan biri oymuş, nerede olduğumuzu, her şeyi söylemiş!" Yavuz'un peşine takılan arabalardan birinde, Salih vardı. Bu Devran'ı daha fazla korkutuyordu.

 

"Biri derken?" Tufan anlamayarak konuştu. "Diğeri kim?"

 

"Nisa!" Diye hızlıca cevap verdi, Devran. Herkesin yüzünde şok ifadesi belirdi. Ama en çok canı yanan, Cafer oldu.

 

"Ne saçmalayisin ula sen?" Sözler titrek bir şekilde ağzından çıktığında Devran başını ona çevirdi.

 

"Şirketin tüm sırlarını ortaya çıkarıp, Akgün'e uçuran Nisa'ymış!" Devran'ın uzun zamandır anlayamadığı şeylerden biride buydu. Çok güçlü bir sistem kurmuşken, kim nasıl onun kurduğu bu sistemden bilgiler çalabilmişti. Başka birisi bunu yapsaydı hemen anlardı, ama içleriden biri bunu yaptığında şüphelenmek aklının ucundan geçmemişti.

 

Nisa uzun yıllardır Payidar ailesini tanıyordu. Üstelik bir avukattı, mesleğini kirli işlere karıştırmayacak bir avukat. Lakin bugün olanlar gösteriyordu ki, yapmıştı.

 

"Yalan konuşma." Cafer sert sesiyle konuştu. "Nisa yapmaz!"

 

Bugün olanlarda sevdiği kadının suçu mu vardı? Kardeşinin başına bir iş gelecekse bunda Nisa'nın parmağı mı vardı? Düşünmek istemiyordu. İki ihtimalide düşünmek istemiyordu. Devran onun duygularından haberdardı. Nisa konusunu daha fazla üsteleyebilirdi. Ama öfkesine hakim olarak, bunu bir kenara itti.

 

"Adamları tüm ormana dağıttım." Derken çaresizdi. "Ama burda olduklarından şüpheliyim!"

 

"Akgün yapti." Zahir sıkmaktan nerdeyse kıracağı çenesiyle konuştu. "Kesin o it yapti! Son günler etrafımızda dolanip durayidi, onun derisini kendi ellerumle yuzeceğum!" Zahir arkasını dönüp arabaya ilerlemek istedi ama İshak hızla kolunu yakaladı.

 

"Dur!" Kararlı ifadesiyle konuştu. "Gidip öylece ona ahkam kezemssin, henüz ne olduğunu bilmiyoruz! Masayı birbirine düşürürsen, daha fazla düşman kazanırız. Önce ne olduğunu anlayalım!"

 

"Neyi anlayacağiz ula!" Zahir kolunu çekti. "O s*ktiğimin herifi benum kardeşumi tuzağa düşüreyi bende durup izleyecek miyim!"

 

"Ondan başkası yapmış olamaz!" Diye onayladı Tufan Zahir'i. Yavuz'a olan öfkesi bir anda silinmiş yerini endişeye bırakmıştı. "Zahir haklı, son günler peşimizde dolanıp duruyordu!" Diğerleri birbirlerine onaylayan bakışlar attığında Cafer sert bir ifadeyle konuştu.

 

"Oni yaşatmayacağum." Öfkesi dinmeyecekti. Öfkesinin yanı sıra, Devran'ın söylediklerini düşünüyor kalbi ihanet duygusuyla dolup taşıyordu.

 

Nisa gerçekten bu kadar alçalmış olabilir miydi?

 

Bu soru yüreğini derinden yakıyordu.

 

"Emin olmadan hiçbir şey yapmayacaksınız!" İshak mavi harelerini gezdirdi onların üstünde. "Böyle bir şeye bulaşmayacaksınız, Yavuz'a ne olduğunu, kimin yaptığını bilmiyoruz. Anlamıyorsunuz, daha fazla insanı karşınıza alırsanız, iyice batarız! Ne Yavuz'u bulabiliriz ne de kendimizi koruyabiliriz!" İshak, kimsenin ani bir öfkeyle hareket etmesini istemiyordu.

 

Cafer boğazından çıkan öfke dolu bir hırıltıyla aşağı yukarı yürüdü. Ardından elini saçlarında daldırdı. "Ne edeceğuz o zaman?" Sıktı dişlerini. "Nasi bulacağuz Yavuz'i!"

 

"Hasan!" İshak sağ koluna seslendiğinde Hasan bakışlarını korumalardan ayırıp ona baktı. "Buyur abi."

 

"Ferhat'ı ara, bu işte bize yardımı dokunur. Çocuklara söyle, bu arazideki tüm kameralara baksınlar. Tek bir iz, her ne olursa basit bir ayak izi bile görseler hemen haber uçursunlar!"

 

"Emrin olur abi." Hasan başını salladığında, Devran'a baktı. İshak'ın adamları hem Devran için hemde İshak için çalışırdı.

 

"Sadece buraları aramasınlar." Devran karanlık bakışlarıyla konuştu. "Tüm araziyi, sadece ormanı değil, her yeri! Gerekirse her taşın altına bile bakın, bana kardeşimi bulun!" Ağzından çıkan kardeş kelimesi uzun zaman sonra Yavuz için ilk kez böylesine endişe ve özlemle dökülmüştü dilinden.

 

Yavuz'u bulmadan durmayacaktı. Bu sefer onu kaybetmeyecekti.

 

*******

 

Hafsa Polatlı.

 

Zerda'yla Ceylan'ı odadan çıkarmıştım. Dışarıda olduklarından emindim. Kapının önünden asla uzaklaşmıyordular. Ama ben onları dinlemek istemiyordum. Deli gibi korkuyordum. Yavuz'dan bir haber yoktu. Saatler olmuştu. Gece saat üçtü. Ama hiçbir haber yoktu. Abimi arıyordum cevap vermiyordu. Öyle çok korkuyordum ki ne yapacağımı artık bilemez bir haldeydim.

 

Sakin kalmaya çalışıyordum. Kendim için değil, bunu bebeklerim için yapıyordum. Lakin her seferinde gözlerim doluyor, ben yine ağlamaya başlıyordum. Kalbimdeki o ağırlık hissi hiç durmadan çoğalıyordu. Sanki ona bir şeyler olmuştu. Ona bir şeyler olmuştu ve, benden bunu gizliyordular.

 

İshak'ı bile aramıştım. Ama cevap vermemişti. Abime bir kez daha mesaj attım. Belki cevaplar diye ama aldığım tek şey karşı tarafa bile ulaşmayan bir mesajdı.

 

Bir kez daha İshak'ı aramayı denedim. Islak kirpiklerimi kapatarak telefonu kulağıma tuttum. Birkaç çağırmanın ardından açıldığında sırtımı yaslandığım sedyeden ayırdım.

 

"İshak." Umutla konuştum. "İshak, ne oldu? Nerdesiniz? Bana bir şey söyle, Yavuz iyi mi? Buldunuz mu?" Daha onun konuşmasına fırsat vermeden soru yağmuruna tutmuştum.

 

"İyi misin?" Diye sorduğunda yutkundum.

 

"Sorumun cevabını istiyorum!" Çocuklar gibi çıktı sesim. Ama elimde değildi. Yüreğimdeki korku o kadar fazlaydı ki her an kalbim duracak gibi hissediyordum.

 

"Telefonda anlatamam." Nefesim kesilecekti. Artık gerçekten nefesimi kesilecekti. Anlatamayacağını söylüyordu, ama daha çok beni strese sokmaktan çekindiğine emindim.

 

"İshak, yalvarırım bir şey de." Titreyen sesim büyük bir çaresizlikle çıktı. "Hiç kimse gelmedi, abimler telefona bakmıyor. Sende bilmece gibi konuşuyorsun, neler oluyor!"

 

"Yanında doktor var mı?"

 

"İshak başlatma doktoruna!" Bağırdım telefona. "Neler olduğunu anlat!" Telefonun ucunda verdiği sesli nefesi duydum.

 

"Bak sakin ol, henüz bir şey bilmiyoruz." Duraksadı ve ardından temkinli bir tınıyla konuştu. "Yavuz yok." Yutkunamadım.

 

Sedyede gergin duran vücudum daha da gerginleşti. Avcumun içinde sıktığım çarşafa karşı tutuşum giderek hafifleşti. Dediklerini anlamam birkaç saniyemi aldım.

 

"Yok derken?" Titrek bir fısıltıyla konuştum. "Şirkette yok, şirkette yok değil mi?" Sadece zihnim bunu algıladı. Zerda ve Ceylan odaya girdiğinde kaşları çatıkdı.

 

"Hafsa neler oluyor?" Ceylan fısıltıyla sorduğunda onlara cevap vermedim. Zerda koşar adım gelip yanıma oturduğunda kulağını telefona uzattı.

 

"Hayır." İshak zorlukla konuştu. "Bir takım olaylar yaşanmış." Bana bu haberi vermenin ağırlığını taşıyordu. "Tuzağa düşmüş olabilir."

 

Elimdeki telefon sanki ağırlaştı. Göğsümün tam ortasına bir taş çarptı. Orda kaldı. O acı vücudumun her zerresine yayıldı. Gözlerim boşluğa daldı. Elimdeki telefon sedyeye düştüğünde Zerda hızla onu aldı.

 

"İshak, neler oluyor?" Dediğini duydum, ama sesler boğuk geliyordu.

 

"Hafsa." Ceylan önümde aşağı eğilip ellerini dizlerime koyduğunda gözlerinde endişe belirdi. "Hafsa, iyi misin?" Değildim. Büyük bir şokun etkisindeydim.

 

"Tuzak mı?" Zerda korkuyla sordu. "Ne tuzağı?" Belli belirsiz bir şeyler duydum. Gözümden akan bir damla yaşla dudaklarım aralandı. Nefes alamıyordum.

 

Zerda telefonu kapatınca bana baktı. "Ceylan, doktoru çağır." Bana bir şey olur korkusuyla konuştuğunda yanıma geldi. Ceylan hızla başını sallayıp ayağa kalktı ve kapıya yürüdü. Zerda yanıma oturarak omuzlarımı kavradı.

 

"Hafsa bana bak." Çenemi kavrayıp bakışlarımı kendisiyle buluşturdu.

 

"Tuzak dedi." Sözleri kurumuş dudaklarım arasından titrek bir fısıltıyla çıkardım. "Ne tuzağı, Zerda?" Kaşlarım acıyla büküldü. "İlaçlarını almaya gitmişti, Zerda o ilaçlarını almaya gitmişti ne tuzağı!" Gözlerimden yaşlar akarken başımı iki yana salladım. "Bir saat içinde döneceğim demişti. Ne tuzağı!" Gerçekten başı beladamıydı?

 

Gerçekten onu tuzağa mı düşürmüştüler?

 

Bana döneceğini söylemişti.

 

İlaçlarını bile almamıştı, içmemişti. Ya kalbine bir şey olsaydı?

 

"Hafsa, bak bir şey belli değilmiş-" Zerda halime üzülen sesiyle konuştu.

 

"Ne belli değilmiş!" Gözlerimden yaşlar akarken konuştum. "Belli değilse bana Yavuz'u getirsinler!" Üstümdeki battaniyeyi iterek kalkmaya çalıştım. Aklım şu an doğru düzgün çalışmıyordu. İçimden tek bir şey geliyordu. Yavuz'u bulmak.

 

Bana Yavuz yok diyordular. Nasıl yoktu? Daha saatler önce biz birbirimizin kollarında uyuyorduk!

 

"Hafsa, ne yapıyorsun!" Zerda hızla ayağa kalkınca bende inatla ayaklarımı yere bastım.

 

"Gidip Yavuz'u bulacağım!" Hiçbiri beni anlamıyordu. "Yoksa, bende bulurum!"

 

"Kızım nerede bulacaksın!" Zerda yükseltti sesini. "Nasıl kaybolduğu belli değil, nerede olduğu belli değil!" Geniş gözlerimi ona diktim.

 

"Gerekirse sokak sokak ararım!" Sedyeden kalkmak için haraketlendim. "Ama onu bulmadan durmam!" Ayağa kalktığım an karnıma giren sancı sanki beni gerçek dünyaya döndürdü.

 

"Noldu?" Zerda panik içinde ellerini omzuma koydu. "Sancın var, otur!" Azarlayan sesiyle beni yerime oturttuğunda kıvrandım.

 

"İyiyim!" Desem bile gözlerim dolu doluydu. Haraket etmek istediğim an kendime daha fazla zarar vereceğimi daha yeni anlamıştım.

 

"Bana bak!" Çenemi kavradığı gibi gözlerindeki endişeyi bir kenara itip beni azarlamaya başladı. "iyi filan değilsin, delirtme beni. Seni şurdan şuraya bırakmam!" Dolu gözlerimi ona diktim.

 

"Yavuz yok diyorlar!" Yükselen sesim titredi. "Ben nasıl duracağım burda!" Ellerimi sedyenin iki yanına vurdum. "Bana kocamın tuzağa düşmüş olabileceğini söylüyorlar!" Kendimde değildim.

 

Sadece Yavuz'u istiyordum. Onun yanımda olmasını istiyordum. Kader neden bizi rahat bırakmıyordu? Neden hiç durmadan Yavuz'u benden almaya çalışıyordu? Kendi kendimi yedim bitirdim. Kafamın içindeki sorular asla susmak bilmedi. En son hatırladığım, Zerda'nın beni sakinleştirmeye çalıştığı, doktorunsa bana bir iğne yaptığıydı. O iğneden sonra her ne olduysa, tüm sinirlerim gevşedi. Ama içimdeki korku yerini koruyordu.

 

Sessiz sessiz ağlarken bir elimi yanağımın altına yaslamıştım. Doktor bana sakinleştirici yaptıktan sonra kızlara beni yalnız bırakmalarının daha iyi olacağını söylemişti. Benimse tek yapabildiğim ağlamaktı. Çıkıp gitmeyi çok istiyordum. Belki Yavuz'u bulurum sanıyordum. Oysa nereye bakacağımı, onu nasıl bulacağımı bile bilmiyordum.

 

Bunun yanı sıra, kendimi soktuğum stres bebeklerime zarar verebilirdi. Bu da ekstra olarak haraketlerimi kısıtlıyordu.

 

Saatler geçmesine rağmen kimse aramıyordu. Bu benim endişemin daha da çoğalmasına neden oluyordu. Zerda ve Ceylan ara sıra odaya gelip beni kontrol ediyordular ama ben onların yüzüne bile bakmadığım için geri odadan çıkıyordular.

 

İçinde bulunduğum durumun, ve hissettiğim acının bir tarifi yoktu.

 

Birkaç dakika sonra kapı açıldı. Her seferinde yaptığım gibi umutla başımı kaldırdım. Bizimkilerden birini görmeyi umuyordum. Belki abimi, belki Cafer'i, belki Yavuz'u..ama hayır.

 

Gördüğüm şey tamamen başkaydı. Kapının önünde duran adam bugün benim bu sedyede olmama neden olan insandı. Akgün'dü. Onun burda ne işi vardı? Sedyede dikeldiğimde hafifçe geri çekildim. Yaşlarla ıslanan kirpiklerimi kırpıştırdım ve soğuk gözlerimi ona diktim.

 

"Ne işin var burada?" Temkinli sesimle sorduğumda yüzündeki düz ifadeyle izledi beni.

 

"Hasta ziyareti. Ziyaret yasağı olduğunu sanmıyorum?" Odanın içine adımladığında biraz daha geri çekildim. Ona güvenim yoktu. Her şeyi yapabilecek kadar acımasız bir adam olduğunu Yavuz'a o resmi verdiğini öğrendiğim gün anlamıştım.

 

"Çık dışarı." İşaret parmağımla kapıyı gösterdim. "Güvenliği çağırmadan önce çık dışarı!" Gözlerim kapıya kaydı. Kızların nerede olduğunu merak ediyordum. Bunca zaman bir an olsun kapının önünden ayrılmamıştılar, şimdi nerdeydiler?

 

"Arkadaşlarını mı arıyorsun?" Kenardan bir sandalye çekip oturduğunda anında bakışlarım ona kaydı.

 

"Nerdeler?" Sesime dolan korkuya engel olamadım. "Bir şey mi yaptın onlara!"

 

"Hiçbir şey yapmadım." Bacak bacak üstüne atarak rahat tavrıyla geriye yaslandı. Bu haraketleri ondan tiksinmeme neden oluyordu. "İkiside yorgun düşmüş, uyuyorlar o kadar."

 

"Ne diyorsun hasta herif!" Öfkeli sesimle bağırdım. "Ne yaptın onlara-!" Sedyeden kalkmak istediğim an ifadesi donuklaştı.

 

"Bir şey yapmadım. Eğer beni dinlersen, yapmayacağım." Beni tehdit ediyordu. Yerime çökmek zorunda kaldım. Öfkeden titreyen harelerimle onu izledim. Gözleri birkaç saniye odada gezindi, ardından kaşları çatıldı.

 

"Kocan nerede?" Kinayeli tınısıyla buz gibi bakışlarım onu izledi. Bana Yavuz'u soruyor olması içimde anlamsız bir şüpheye neden oldu.

 

İshak bana Yavuz'a kimin tuzak kurduğunu söylememişti. Sanırım bunu onlarda bilmiyordu. Akgün, bizimle uğraşıyordu. Hemde durmadan. Yavuz'a zarar veren o olabilir miydi? Şu an bunu düşünmek aşırı mantıklı geliyordu. Yüreğimin acıyla kasıldığını hissettim. Yavuz'u tuzağa düşürüp sonra böyle rahatça karşıma geçecek kadar vicdansız olabilir miydi?

 

Elim benden habersiz korumacı bir tavırla karnıma yaslanmıştı. Hamileydim. Bizim çocuklarımız olacaktı ve, o bunu bana yapacak kadar acımasız olabilir miydi? Ailemi mahvedecek kadar mı vicdansız birisine dönüşmüştü?

 

"Sanırım." Sesli bir nefesle bana baktı. "Sana eskisi kadar değer vermiyor, hangi insan hamile karısını böyle bırakıp ortalıktan kaybolur ki?"

 

"Bundan sana ne?" Fevri bir şekilde sert tonumla karşılık verdim ona. "Ne istiyorsun, ne işin var burada?"

 

"Seni merak ettim." Yüzüm buruştu.

 

"Beni merak etme." Dişlerim arasında konuştum. "Çık git odamdan, sana inanır mıyım sanıyorsun? Tek yaptığın hayatımı mahvetmeye çalışmak!" Sözlerimle yeşil harelerindeki durgunluk çoğaldı. Sırtını hafifçe sandalyeden ayırıp bana hisli bakışlarla baktı.

 

"Hayatını mahvetmiyorum." Sakindi sesi. "Niyetim hiçbir zaman sana zarar vermek olmadı." Gözlerime odaklandı. Gözlerime öyle baktı ki sanki hayranlık duydu ve ben bundan nefret ettiğimi hissettim. Hızla gözlerimi ondan kaçırdım. Yavuz'dan başkasının gözlerime böyle uzun uzadı bakmasını istemiyordum.

 

"Öyle mi?" Küçümseyerek konuştum. "Niyetin bana zarar vermek olmasaydı, yıllar önce sana verdiğim bir resim kocamla aramı bozacağını bildiğin halde saçma bir şekilde ortalığa çıkartmazdın!" Benim gözümde, o değerli biriydi.

 

Eskiden öyleydi. Çocukken bana yardım ettiğini, annemin resmini benim için sakladığını bilmek küçük Hafsa için büyük bir hediyeydi. Çünkü ben o evde annemin resimlerinin yakılmasından korkar, gizlediğim zaman Zerrin onları bulur diye ödüm kopardı. Akgün, çocukluğumun tek bir gününe sığmıştı. Tek bir günde, benim arkadaşım olmuştu. Ama yaptığı her şey, o zamanki çocuğada bana da ihanetti.

 

"Kocanla aramdakiler ayrı mesele." Yavuz'a karşı gerçek bir kin beslediğini farkettim. Bu korktuğum şeyi başıma getiriyordu.

 

"Neden?" Soğuk sesimle konuştum. "Sana ne yapmış olabilir ki?"

 

"Senin karışmanı gerektiren şeyler değil." Onların kendi aralarında bir meseleleri vardı. Ben bunu anlayamıyordum. Kendi aralarında bir meseleleri varsa beni neden buna dahil etmişti?

 

"Eğer beni bulaştırdıysan, benim karışmamı gerektiren bir şeyler vardır." Saçma yalanlarına inanacağımı düşünüyorsa yanılıyordu.

 

"Sen bunları bir kenara bırakta, gerçekten soruyorum, kocan nerede?" Bu tavırları, soruları. Artık kafamı karıştırmaya başlamıştı. İçimden bir ses, tüm bu olanlarda onun bir parmağı var diyordu.

 

"Bilmem Akgün." İsmi büyük bir duygusuzlukla döküldü dilimden. "Sen söyle, Yavuz nerede?" Kaşlarının çok hafif havalandığında şahit oldum. Eğlenen bakışları çok az kayboldu ama bunu usta bir oyunculukla gizlemeye çalıştı. Dudaklarında kinayeli bir tebessüm belirdi.

 

"Kocanın yerini, bana mı soruyorsun?" Tek kaşını kaldırdı. "Sen bilmiyorsan ben nasıl bileyim, onunla evli olan sensin."

 

"O zaman burda ne işin var?" Sedyenin kenarında oturduğum için ona yaklaşmak benim için zor olmadı. Soğuk gözlerimi yüzüne diktim. "Neden karşıma geçip bana kocamı soruyorsun?"

 

"Merak ediyorum." Gözleri kısıldı. "Hamile karısını bir hastane odasın-" çekmecenin üstünden kaptığım makası boğazına dayadım.

 

Bunu yaptım. O makası elime aldım ve ayağa kalkarak hiç çekinmeden Akgün'ün boğazına dayadım. Gözlerimde intikam dolu bir bakışın belirdiğine emindim. "Onu tuzağa düşüren sendin değil mi?" Dişlerim arasında konuştuğumda gözleri hafifçe genişlemişti.

 

Benden böyle bir haraket asla beklemiyordu. Dudağının sağ köşesi yukarı kıvrıldığında beynimden vurulmuşa döndüm. Makası biraz daha boğazına dayadım. "Bana bir cevap ver!"

 

"Neden bahsettiğini anlamıyorum." Gözleri yüzümde gezindi. Ardından makası tutan elime kaydı. " Bu gösterinin amacını sorabilir miyim? Ne yapacaksın? Öldürecek misin beni?" Sorusu yutkunmama neden oldu. Kimseyi öldüremezdim. Bunu yapacak kapasiteye sahip değildim.

 

Ama Yavuz'a bir zarar gelirse, o zaman neler yapardım hiç bilmiyordum.

 

"Yaparım." Titreyen elimi es geçmeye çalışarak söyledim. "Bana cevap ver, onu tuzağa sen mi düşürdün?"

 

"Tuzağa mı düşmüş?" Alt dudağı hafif öne çıkarken tatmin dolu bir şekilde bana baktı. "Ben yapmadım, ama kim yaptıysa ellerine sağlık." Sesinde hiçbir yalan emaresi yoktu. Ancak bir şeyler yanlış geliyordu.

 

"Yalan söylüyorsun." Başımı iki yana salladım. "Yavuz'un burda olmadığını biliyordun. Eğer bilmeseydin gelmezdin!" Her şeyi biliyordu, aksi halde Yavuz'un ona zarar verme ihtimalini göze alarak buraya gelmezdi.

 

"Kocandan korktuğumu mu sanıyorsun?" Bileğimi tuttuğu gibi boğazından uzaklaştırdığında ayağa kalktı. Bir adım geri attığımda sıkı tutuşu yüzünden elimdeki makas yere düşmüştü. "Seni görmek istersem, görürüm. Kimse engel olamaz, o aptal kocan bile."

 

"Onun hakkında doğru konuş!" Bileğimi ondan kurtarak işaret parmağımı yüzüne doğru tuttum. "Onun hakkında, tek bir kötü laf etmeye hakkın yok senin!"

 

"Sen mi karar veriyorsun buna?" Bakışlarında tehlike belirdi. "Nasıl istersem öyle konuşurum. Söylesene yalan mı?" Üstüme yürüdüğünde bir adım geri attım. "Korkak gibi kaçmış, bak? Seni burda bırakmış." Söylediklerine asla inanmıyordum.

 

"Kaçmadı!" Öfkeyle bağırdığımda kollarımı kavradı. Yaptığı haraket soluğumun kesilmesine neden oldu. Beni kendine doğru çektiğinde geri adım atmak istedim ama izin vermedi.

 

"Onu bu kadar sevmendeki sebep ne?" Sert sorusuyla afalladım.

 

"Ne saçmalıyorsun, bırak beni!" Gözü dönmüş gibiydi. Açıkça şu an bana olan bakışını hiç beğenmiyordum.

 

"Anlamıyorum, neden ondan vazgeçmiyorsun?" Kaşlarım çatıldı.

 

"Neden ondan vazgeçeyim, ne diyorsun sen be! Ben Yavuz'u seviyorum!" Yavuz hakkında ağzımdan çıkan sevgi dolu sözcükler, ve kararlı bakışlarım sanki onu delirtmeye yetiyordu.

 

"Ya bıraktıysa seni?" Aklımı karıştırmaya çalışıyordu.

 

"Bırakmaz!" Diye direndim. "Bırakmaz, ona bir şeyler yaptın. Ona bir şeyler yaptınız, gelirdi!" Öfkem yükseldikce yüskeldi. Korkmuyordum. Onun yüzüne bağırmaktan gram korkmuyordum. "Bunun hesabını vereceksin Akgün Turaç." Boğuk bir sesle konuştum. "Yavuz'un bugün burda olmamasının sebebi sensen, bunun hesabını vereceksin!"

 

"Yavuz dönmeyecek." Dedi dişleri arasında. "Dönse bile, seni burada bulamayacak."

 

"Ne diyorsun?" Çenem titrerken sordum. Gözlerindeki o kararlı ve karanlık bakış beni artık ürkütmeye başlamıştı.

 

"Benimle geliyorsun." Kolumu kavradığı gibi beni kapıya götürdüğünde ayaklarımı yere dayadım.

 

"Nereye geliyorum?" Kolumu ondan kurtarmaya çalıştım. Var gücümle ayaklarımı yere bastırdığım için ekstra güç uygulaması gerekti. "Bırak beni, seninle hiç bir yere gelmiyorum pislik!"

 

Konuşmadı. Bir anda beni kollarına aldığında ağzımdan şaşkınlık dolu bir nefes kaçtı. Sert tutuşundan kurtulmaya çalışarak kıvrandım. "Bırak!" Avazım çıktığı kadar bağırdım. Belime olan tutuşu öylesine sıkıydı ki nerdeyse beni nefessiz bırakacaktı.

 

"Boşuna bağırma." Soğuk sesi tüm direnlişlerimi silip atmaya çalışır gibi sertti. "Burda seni kimse benden alamaz."

 

"Bırak!" Ellerimi göğsüne bastırarak onu itmeye çalışıyor olmam tamamen nafileydi. Gözlerimin dolmasına engel olamadım. "Bırak beni, imdat!" Bağırışlarımı birileri duysun istedim. Ama sanki, buraya gelmeden önce her şeyi ayarlamıştı. Kızlar ortada yoktu. Yavuz ortada yoktu, ve ben şu an resmen kaçırılıyordum.

 

"Sen yaptın!" Bağırdım. Artık emindim. Her şeyden emindim. "Bırak beni, bizden ne isityorsun!" Gür sesim titreyerek çıkıyordu. Oysa, sessiz kalmaya yeminli gibi bana cevap vermiyordu. Kafası iyi değildi.

 

Düşüncelerinden neler geçiyordu bilmiyordum. Nasıl bir manyak böylesine bir şeye kalkışırdı?

 

"Akgün bırak beni!" Dolu gözlerimle kollarında çırpınırken karnıma sancı saplandığını hissettim. Yüzüm buruşurken haraketlerim kısıtlandı. Hastanenin arka çıkışından çıktığını anlamak zor olmadı. Çünkü bu hastanenin girişi değildi. Acıma rağmen dolu gözlerle avuç içlerimi göğsüne ve omzuna vurdum.

 

"Rahat dur!" Beni uyaranan sesi sabırsız geliyordu.

 

"Sana beni bırak dedim!" Ayaklarımı sallayarak kurtulmaya çalıştım. Arabanın yanına geldiğimiz an sırtımı arabaya çarptığında soluğum kesildi. Canım yandı. Dudaklarım arasından çıkacak hıçkırığı zar zor bastırdım.

 

"Seni bırakmayacağım." Göğüs kafesim kısık nefeslerle titrerken ne kadar engel olmaya çalışsamda artık korkmaya başlamıştım. Beni nereye götürüyordu? Delirmişti. Bana zarar vermekten çekinmiyordu. İçimden bir ses her şeyin onun yüzünden olduğunu bağırıp duruyordu.

 

"Naptın ona?" Fısıltım ürkekti. "Ne yaptın Yavuz'a?" O yapmıştı. Başka bir açıklaması olamazdı. Sırf bize acı çektirmek için yapıyordu.

 

Yeşil irisleri duygusuzdu. Onun kolları arasında bir arabaya sıkışmış olmak kendimi çaresiz hissetmeme neden oluyordu. Canım yanıyordu, hemde sandığımdan daha fazla. Bana böylesine acı çektiren adam kim bilir Yavuz'a neler yapmıştı? Yüreğime öyle bir acı saplandı ki ben burda hayatım son bulacak sandım.

 

"Akgün yapma." Dedim son çare onu ikna etmeye çalışarak. "Bu yaptığının bir geri dönüşü olmayacak, Yavuz bunu senin yanına bırakmaz!"

 

İfadesi sertleşti. Elini uzatıp arabanın kapısını açtı. Kolumu sertçe kavrayıp beni arka koltuğa adeta fırlattığında acıyla yüzüm buruştu. Karnıma saplanan kramp şiddetlendi. İçimdeki korku her geçen an büyüdü.

 

"Kocan seni terketti." Dedi açık kapıdan bana bakarken. "Zamanla farkedeceksin." Kapıyı yüzüme kapatarak arabanın önünden dolaştı. Dolu gözlerimle elimi uzatıp kapıyı açmak istedim ama arka kapılar kitliydi. Dişlerim arasından öfke ve isyan dolu bir ses kaçtı.

 

"Bu yanına kalmaz!" Bağırdım sürücü koltuğuna geçip anahtarları çevirirken. "Yavuz bunu yanına bırakmaz!"

 

"Sana dönecek bir Yavuz olduğunu sanmıyorum." Ayağını gaza bastığı an gerçek bir tokattan farksız yüzüme çarptı. Beni kaçırıyordu. Kimse yoktu. Bana yardım edecek kimse yoktu.

 

"Nasıl bu kadar emin konuşuyorsun?" Elimi koltuğa vurdum. "Ona bir şey yapmadığını söylüyorsun, öyleyse nasıl bu kadar eminsin aşağlık herif!" Tükürürcesine bağırdım. Araba gecenin karanlığında ilerlerken avazım çıktığı kadar yüksek sesle konuşuyordum.

 

"Ben ona bir şey yapmadım." Dikiz aynasından bana baktı. "Yeraltında herkes onun geri çekildiğini konuşuyor." Dudaklarında keyifli bir tebessüm yer edindi. Gaza biraz daha yüklendi. "Yeraltındaki konumundan ayrılmış." Sözleri beni bozguna uğrattı.

 

"Yalan söylüyorsun." Yavuz daha düne kadar yerini korumak için binbir türlü işe bulaşırken bugün her şeyi tek seferde silip atacak mıydı? Buna inanmayacaktım. Bir çocuğu kandırır gibi beni kandırmaya çalışıyordu.

 

"Oraya neden geldim sanıyorsun?" Sert tınısıyla konuştu. "Çünkü sandığın gibi beyaz atlı prensin seni korumaya gelmeyecek." Gözleri yolda gezinirken net sesi yerini korudu. "Herkes onun bir tuzağa düştüğünü sanıyor. Oysa adam, kendi imzasıyla istifa etmiş." Alay etti. "Korkak gibi kaçmış, korkaklığını gizlemek için nasıl bir oyun oynadıklarını görmüyor musun?" Oturduğum koltukta dolu gözlerim boşluğa daldı.

 

"Kimin lafına güveniyorsun?" Derken beni azarlar gibiydi. "Daha düne kadar kardeşini mezara koymaya çalışan Devran'la onun yanında duran İshak'a mı? Kendi isimleri kirlenmesin diye nasıl bir saçmalığa kalkıştıklarının farkında değil misin?" Bana söylemek istediği şey şuydu.

 

Yavuz gitmişti. Yeraltında korkak ünvanına layık görülmüştü. Ama Devran, böyle bir şeyi yalanlayarak onun tuzağa düştüğünü iddia etmişti.

 

Tek kelimesine inanmadım. Beni kandırmaya çalışıyordu. Bilerek aklımı bulandırıyordu.

 

"Yalan söylüyorsun." Tiksintiyle konuştum. "Benimle oynuyorsun."

 

"Yalan söylemiyorum." Bana acır gibi baktı dikiz aynasından. "Aşk seni kör etmiş, olan bitenin farkında değilsin. Ama öğreneceksin." Dedi kendinden emin bir sesle. "Zamanla." Diye ekledi.

 

Tırnaklarım arabanın koltuğuna gömülürken tiksintiyle ona bakmaya devam ettim. İçinde bulunduğum durum içler acısıydı. Ne yapacağımı bilmiyordum. Nasıl kurtulacağımıda bilmiyordum. Tek bildiğim, her şeyin mahvoluğuydu.

 

****

 

Şimdiki zaman.

 

Yazar.

 

20 gün geçmişti. Koca 20 gün çaresizlikten başka bir şey değildi. Aranmadık yer bırakmamıştılar, ancak ne Yavuz'dan ne de Hafsa'dan bir haber yoktu. Karadeniz'e dönmüştüler. Çünkü Devran artık Yavuz'un başına gelenlerde Akgün'ün bir parmağı olduğuna emindi. Hafsa'nın ortadan kaybolması her şeyi netleştirmişti. Turaç ailesi Karadeniz'de olduğuna göre Yavuz Karadeniz'in bir yerlerindeydi.

 

Ancak nerede olduklarını bilmiyordular.

 

Tufan duvara yaslandı gözlerini kaldırdı gökyüzüne. Elleri cebindeydi. Yine tüm gün bir iz aramış, elleri boş geri dönmüştü. Sadece o değil, herkes ortalığa dökülmüştü. Bir iz arıyordular, en azından küçücük bir iz. Ancak hiçbir şey yoktu. Kardeşi hamileydi. Aklı almıyordu. Onu nasıl koruyamamıştı? Neden o gün onu yalnız bırakmıştı? Pişmanlık, ve korku duygusu yüreğini yakıyordu. Dudakları arasına koyduğu sigaradan bir nefes daha çekti.

 

Normalde sigara içmezdi. Ancak bugün, kafasındaki sesleri nasıl susturacağını bilmiyordu.

 

20 gündür ne o, ne de diğerleri doğru düzgün bir uyku uyumamıştı. Gözlerini gökyüzünden ayırdığında evin önüne doğru yürüyen Nadir'e baktı. Bir nebze olsun umutla. Ayırdı sırtını duvardan.

 

"Abi?" Derken sesi beklenti doluydu. "Bir şey var mı?" Nadir ona baktı. Usulca başını iki yana salladı. Tufan'dan aşağı kalır yanı yoktu. Her şeyden haberi olduğu an, adamlarını etrafa salmıştı. Kimseyi dinlememiş, tüm yeraltını karşısına almak pahasına olsada Akgün'ün evini bile basmıştı. Ancak, ortada hiçbir şey yoktu.

 

Ne Yavuz'dan ne de kızından geriye hiçbir şey kalmamıştı.

 

"Aklım almıyor." Tufan parmakları arasında tuttuğu sigarayla öfkeyle çattı kaşlarını. "Neden tek bir iz bulamıyoruz!" Boştaki elini saçlarına daldırdı. 20 gün içinde kilo bile vermişti. Tek düşündüğü kardeşiydi. Gözünden sakındığı kardeşi, bugün kimin elinde nasıl bir yerdeydi bilmiyordu.

 

Nadir yorgun bakışlarını Tufan'a çıkardı. "Kim yaptıysa, çok dikkatli ilerliyor."

 

"Kim yaptıysa ne abi?" Tufan sıktığı dişleriyle konuştu. "O piç kursunun yaptığı çok açık!" Birkaç saniye düşüncelere daldı. Ardından karanlık bakışlarla konuştu. "Cihan itinin bir parmağı olmasın?" Bundan gerçekten şüphe ediyordu. Nadir usulca başını iki yana salladı.

 

"O değil." Derken kendinden emindi ifadesi. "Bırak birilerine zarar vermeyi, şu an kendi canının derdinde."

 

"Nasıl eminsin?" Tufan anlamayarak sorduğunda Nadir nefesini verdi.

 

"Elinde hiçbir güç kalmadı. Köşeye sıkışmış durumda, yakın zamanda saklanacak bir yer bile bulamayacak ama şu an konumuz bu değil." Hafsa'yı düşündükçe bakışlarında acı beliriyordu. Daha kızına bir kez olsun doya doya sarılamamış, ona babası olduğunu söyleyememişti. "Devran bir şey bulabildi mi? Ferhat'tan haber var mı?"

 

Ferhat, onlara yardım etmek amaçlı Akgün'ün tüm mekanlarına baktırıyordu. Takip işi İshak'ın ellerindeyken etrafı kolaçan etme işini Ferhat'a bırakmıştılar.

 

Tufan dilini damağına vurdu. "Hayır." Hisliydi sesi. "Neyi denersek deneyelim hep elimiz boş dönüyoruz anasını satayım!" Alnını ovuşturdu. Üstüne çöken suçluluk duygusu giderek çoğalıyordu.

 

"Bulacağız." Nadir bir elini kaldırıp Tufan'ın omzuna koydu. "İkisinide sapasağlim bulacağız." Güven veren sesiyle Tufan ciğerlerine derin bir nefes çekti. Kardeşini bulmak istiyordu, kardeşiyle birlikte Yavuz'uda bulmak istiyordu.

 

İkisinide kanlı canlı istiyordu. Nadir'in sözlerine karşılık usulca başını salladı. Nadir ona onaylayan bir bakış atarak eve yürüdüğünde Zerda kapıdan çıktı. Tufan'ın çökmüş halini gördükce içi acıyordu.

 

O gün olanlar için kendini suçlamıyor değildi.

Gözünü bir kez olsun Hafsa'nın üstünden ayırmamıştı. Ancak Ceylan'la beraber içtikleri o suyun ardından ikiside anlamsızca derin bir uykuya dalmıştılar. O gün olan her şey planlıydı. İçtikleri suyun içinde ilaç olduğunu farketmemiştiler. Uyuya kaldıkları içinde, Hafsa'yı ordan çıkaran kimdi anlamamıştılar. Ortada ne bir kamera görüntüsü vardı, ne de bir şahit.

 

"Tufan." Zerda Tufan'ın yanına ilerleyerek elini koluna yasladı. Tufan sigarasını yere atarak ayağını üstüne bastı.

 

"Söyle Zerda'm." Derken bile sesi yorgundu. Kahverengi hareleri sevdiği kadının yeşil harelerine odaklandı. Onu sakin tutan tek şey buydu.

 

"İçeri gelsen?" Dedi Zerda. "Belki biraz uyursun." Ağzından çıkan kelimelere kendisi bile inanmıyordu. Tufan'dan pek bir farkı yoktu. Aklı her an Hafsa'daydı. Ne uyku uyuyor, ne de doğru düzgün bir yemek yiyordu. Sadece haber bekliyordu. İyi bir haber istiyordu.

 

Günler geçtikçe umudu biraz daha sönüyordu.

 

"Uyuyabilir miyim Zerda ben?" Tufan kendini suçlar sesiyle konuştu. "Kardeşim yok." Omuzları gerginleşti. "Nerde bilmiyorum, nasıl olduğunu bilmiyorum. Aç mı? Susuz mu? Uyuyor mu? Uyumaz ki o." Çaresizce fısıldadı. "Zerda, Hafsa korkunca uyuyamaz. Korkuyor hissediyorum." Ağzından öfke dolu bir şekilde döküldü kelimeler. "Ve ben onu koruyacak hiçbir şey yapamıyorum!"

 

Zerda konuşmak için dudaklarını araladı. Ancak ne söyleyeceğini bilemedi. Tufan'ın ağzından çıkan her kelime onu da mahvetti. Tufan haklıydı. Hafsa, korkunca uyuyamazdı. Gözlerini bile kapatamazdı. Yeşil harelerine yaşlar dolarken yutkundu. Tufan'a destek olmaya çalışıyordu ancak daha kendisini bile avutamıyordu.

 

"Bulacağız." Zerda titrek sesiyle konuşurken elini kaldırıp Tufan'ın yanağına yasladı. Tufan gözlerini kapatarak derin bir nefes çekti içine.

 

"Ya bulamazsak?" Çaresizdi. "Ya geç kalırsam Zerda'm?"

 

"Öyle bir şey olmayacak." Zerda buna ihtimal bile vermek istemiyordu. "Geç kalmayacağız. Bak görürsün, bulacağız." Dudaklarına zorla bir tebessüm yerleştirdi. "Hem Hafsa öyle kolay kolay pes eden bir kız değil." Zerda'ya göre Hafsa dünyanın en güçlü kadınıydı. Kaç kişi aksini söylerse söylesin, bunu değiştiremezdi.

 

"Umarım, Zerda." Tufan boğuk sesiyle konuştu. "Yoksa ne yapacağımı bilmiyorum." Hissettiği şeyler dile getirilmeyecek kadar ağırdı. Hafsa'yı kaybetmek dayanabileceği bir şey değildi. Annesinin emanetini, kardeşini böyle kaybedemezdi.

 

O sırada Nadir çoktan girdiği evin salonuna yönelmişti. Her gün buraya bir umutla geliyor, iyi bir haber bekliyordu. Ama aldığı cevaplar hep aynıydı.

 

"Peki başka bir iz yok mu?" Devran salonda aşağı yukarı giderken çenesini ovuşturdu. Karşı taraftan aldığı cevapla bir küfür savurdu.

 

"Nasıl yok!" Diye yükseltti sesini. "Yer yarıldıda içine mi girdi?!"

 

"Kim?" Nadir anlamayarak Aziz'e baktı. Adımlarını Süleyman'ın yanında oturan Aziz'in yanına götürdü. "Kimden bahsediyor?'

 

"Nisa." Aziz nefesini vererek konuştu. "Bir iz bulmak amaçlı Nisa'yı arıyor, ama o da ortada yok." Artık Nisa'nın Akgün'e çalıştığı daha net bir şekilde ortadaydı. Devran kaç gündür onunda peşindeydi. Bir iz bulur diye, ancak karşılığında hiçbir şey alamıyordu.

 

Telefonun diğer ucundaki İshak nefesini verdi. "Başka şeyler öğrendim." Sıkıntılıydı ifadesi. "Cafer orda mı?"

 

Devran'ın tek kaşı havalandı. Bakışlarını tekli koltukta oturup çökmenin eşiğinde olan kardeşine çevirdi. Ona baktıkça canı acıyordu. Cafer hem Yavuz'u kaybetmişti, hem de sevdiği kadının ihaneti altında eziliyordu.

 

"Cafer burada." Dedi Devran düz sesiyle. Cafer kendi ismini duyar duymaz kara gözlerini Devran'ın yüzüne çıkardı. Harelerinde çok az merak belirdi.

 

"Hoparlöre al." İshak net sesiyle sade bir emir verdiğinde Devran telefonu kulağından uzaklaştırdı. Hoparlöre alarak telefonu küçük sehpanın üstüne bıraktı.

 

"Cafer, Nisa'nın bir kızı olduğunu biliyor muydun?" Soru tüm odada bir sessizliğe sebep oldu.

 

Cafer'in aklı olanları alamazken gözleri genişledi. Duydukları karşısında afalladı ve tüm duyguları altüst oldu.

 

Narin sırtını yasladığı koltuktan ayırarak hafifçe öne eğildi. "Nisa'nın kızı mı varmış?" İlk dudakları açılan o oldu. Ardından telefonda İshak'ın sesli nefesi duyuldu.

 

"Varmış." Dedi ağır bir nefesle. "Beş yaşında. Haberin var mıydı Cafer?" Tekrarladığı sorusu Cafer'in nefesinin daralmasına neden oldu.

 

"Yoktu." Cafer boğazına oturan düğümle konuştuğunda İshak birkaç saniye bekledi. Kimse konuşmayınca kendisi bir kez daha konuşmaya başladı.

 

"Büyük ihtimalle tehdit edilmiş." Sesi odayı doldurdu. "Bize ihanet etmesinin sebebi kızı olabilir." Devran'ın bakışları telefondayken aklı düşüncelere daldı.

 

Nisa'yı bulduğu zaman ondan hesap sormayı düşünüyordu. Ancak şu an duyduğu şeyler, öfkesini bir nebze olsun yatıştırmıştı. Sadece onu değil, odada ki herkesi. Çocuğu tarafından tehdit edildiyse, ihanet etmesine şaşmamalıydı. Cafer yutkunarak çenesini sıktı. İhanetinin bir sebebi vardı. Yine de sebep ne olursa olsun tüm bunlar Cafer'e ağır geliyordu. En azından bir kızı olduğunu söyleyebilirdi, ama Nisa her şeyi gizli tutmuştu. Resmen onunla oynamış, bilgi toplamak için aralarına girmişti.

 

"Tamam peki başka bir bilgi var mı?" Devran sıkıntılı sesiyle konuştu. "Nerde olduğunu bulamadınız mı hâlâ?"

 

"Hayır." İshak düşünceli tınısıyla cevap verdi. "Arıyoruz, ancak bence bu da Akgün Turaç'ın işi."

 

"Ne demek bu?" Cafer kaşlarını çattı. "Nisa'nin da onin elunde olabileceğini mi diyisin?"

 

"Emin değilim." Hızlıca cevap verdi, İshak. "Ama şüphelerim bu yönde."

 

"Nolayi?" Zahir merdivenleri inerken tek kaşı havalandı. Ceylan'la Özlem'i kontrol etmek için yukarı çıkmıştı. Onların birlikte oyun oynadıklarını farkedince geri aşağı dönmüştü.

Narin sessizce ona olanları özet geçti.

 

Özlem kaç gündür abisini soruyor, bunun yanı sıra Hafsa'nında nerede olduğunu merak ediyordu. Ancak kimsenin ona verecek bir cevabı yoktu.

 

"O yapıyor." Süleyman soğuk sesiyle konuştu. "Her şeyi planlı ilerliyor, anlamıyorum nasıl hâlâ Yavuz'la Hafsa'yı bulamadık!"

 

"Zaten bu yüzden bulamıyoruz!" Devran sıktığı dişleri arasında eliyle olanları ima eder gibi yeri gösterdi. "O kadar iyi oynuyor ki o piç kurusu bize geçip gidebileceğimiz tek bir açık kapı bırakmıyor!"

 

"Kapatıyorum, araştırmaya devam edeceğim." İshak nefesini verdi. "Akşam buluşalım, Akgün'ü bir türlü tuzağa düşürmeden kimseyi geri alamayacağız gibi duruyor." Devran sehpanın üstündeki telefonunu alıp kapattı. Bakışlarını diğerlerinin üstünde gezdirdi.

 

"Gidip bakmak istediğim yerler var." Telefonu ceketinin iç cebine koydu. "Turaç'ların bir sürü gizli depolarına, evlerine eriştik."

 

"Aralarina soktuğuniz bu adama ne oldi?" Devran birkaç gün önce Turaç'ların arasına bir adam sızdırmıştı.

 

"Bir haber yok." Aziz yorgun bir sesle konuştu. "Kimseye belli etmeden çalıştıkları açık."

 

"Ya da aralarına bir casus soktuğunuzu biliyor." Dedi Narin hüzünlü sesiyle. Bakışlarını Devran'a çevirdi. Normalde olsa yüzüne bakmadığı adamdan, şu an bilgi almaktan başka çaresi yoktu. "Babam?" Dedi, bu soruyu her sorduğunda korkuyordu. "Ondan bir iz var mı?"

 

"Kemal'in yaptığını düşünmüyorum." Devran Narin'e bakarken acı çeker bakışlarını gizledi. "O yapsaydı, çoktan anlardık. Etrafında bir sürü adamım var. Bunun yanı sıra, eli sandığımız kadar güçlü değil. Birilerinden yardım aldığı doğru, ancak aldığı yardım birini alıkoymaya yetecek kadar güçlü değil."

 

"Bir haber var mı?" İçeri giren Tufan ve Zerda bakışlarını Devran'a dikti. Nihayet bahçeyi geride bırakıp eve dönmüştüler.

 

"Yok." Devran hızlıca cevap verdi. "Gidip yeni erişilen yerlere bakacağım, geliyor musunuz?"

 

"Dağılalım." Dedi Süleyman ayağa kalkarken. "En azından herkes bir yeri alsın, daha kolay olur."

 

Devran başını salladı. Diğerleri ayağa kalkıp kapıya yürürken Zerda konuştu.

 

"Bir şey olursa bizede haber verin." Tufan'a baktı. "Dikkatli olun." Tufan ona onaylar bir bakış attı. Zerda'nın sarı saçlarına bir öpücük kondurdu. Ardından diğerlerinin peşinden dışarı takip etti.

 

Devran, adımlarını birkaç saniyeliğine durdurdu. Narin'e baktı. "Kapıdaki güvenlikleri artırdım." Narin'e bakarken bakışları yumuşadı. "Bir şey sezersen, beni ara." Kimsenin can güvenliği yoktu. Devran, sırf bu yüzden kapıdaki korumaları artırmıştı.

 

"Numaran yok." Narin düz bir bakışla önüne bakarken konuştu. Devran onun bu sözleri karşısında afalladı. Eskiden olsa her şeyini anlattığı kadına şu an numarasını vermeye korkar olmuştu. Onun tepkisi, onun sözleri, canını öylesine yakıyordu ki, Narin'le göz göze gelmemek için adeta kaçacak delik arıyordu.

 

Zerda sessizce onların arasındaki çatışmayı izledi. Kimse iyi değildi. Ancak yaşanan olaylar, birbirine düşman olan insanları bile bir araya getirmişti.

 

"Korumalarda var, onlara söyle yeter." Dedi, Narin, soğuk bakışlarını ona çevirdi. En azından, numarasını verir sanmıştı. Ama Devran, bunu bile yapmamıştı. Donuk gözlerini onun üstünde tuttu. Aralarında sessiz bir bakışma geçti. Bunun ardından, Devran arkasını dönerek kapıya yürüyüp dışarı çıktı.

 

"Abla?" Ceylan merdivenlerden inerken merakla kaldırdı kaşlarını. "Nereye gittiler, yoksa bir haber mi var?"

 

"Yok." Narin nefesini verdi. "Akgün Turaç'ın mekanlarına bakmak için gittiler."

 

"Gitmedikleri yer kalmadı." Zerda bir elini göğsüne koyarken sesli bir nefes çekti içine. "Tek bir iz yok." Bakışları pencereden dışarı kaydı. Adımlarını koltuğa götürdü. Omuzları çöktü. "Tufan'a destek durmak için dayanmaya çalışıyorum. Ama artık korkuyorum."

 

Ceylan yutkunarak Zerda'ya baktı. En az onun kadar kendiside endişe duymaya başlamıştı. Her gün bir umut, bir iz bekliyordular. Ancak ortada hiçbir şey yoktu.

 

"Zerda." Narin oturduğu koltuktan kalkarak Zerda'nın yanına geçti. "Düşürme hemen kendini." Bir elini onun elinin üstüne koydu. "İkiside iyi, hayattalar bunu hissediyorum." İçinde acı vardı, ancak bunun yanı sıra hissettiği bir rahatlıkta vardı.

 

Tek korkuları, onlara bir şey olmasıydı. Hafsa hamileydi ve, hamile bir kadın kim bilir şu an ne hallerdeydi. Yavuz kalp hastasıydı ve, kalbi hasarlı adam ne tür bir ızdırapın içindeydi kimse bilmiyordu.

 

********

 

"20 gün oldu." Rıfat elindeki dosyalara bakarken yüzünde odaklanmış bir ifade vardı. Sandalyesinde hafifçe kıpırdandı. Bakışlarını masasının önündeki sandalyede oturan Akgün'e çıkardı. "Planın ne? Zira her yerde adım adım izleniyorsun."

 

"Buraya gelirken bile peşinde adamlar vardı." Kemal sıkıntılı bir nefes verdi. Akgün'le karşılıklı oturduğu sandalyede geri yaslandı. "Ben onları yanlış yönlendirmesem, yakalanacaktın." Akgün babasının sözleri karşısında çenesini sıktı. Kemal Ordulu'nun peşini toplamasını istemiyordu. Ama gerçek şuydu ki, bazı yerlerde onun yardımına ihtiyaç duyuyordu.

 

"Ne haltlar çeviriyorsun sen, Akgün?" Rıfat rahatsız sesiyle derin bir nefes çekti içine. "Adamı kaçırdın, tamam. Ama yaptığın şeyin başka bir işe yaradığı yok, adamı gebertip gömmek istesen yolun ortasında seni durdurup kafana sıkarlar."

 

Akgün tum bunların farkındaydı. Nerdeyse her gün izleniyordu. Bir gün peşine Süleyman, bir gün Zahir, bir gün Devran takılıyordu. Durmadan her adımında onun arkasındaydılar. Bazen bunu gizlice, bazen göstererek yapıyordular.

 

Yavuz'u sakladığı yerden çıkardığı an, kendini ifşa etmiş olurdu. Bu işi öyle ince, ve gizli görmüştü ki kimse anlamamıştı. O gün bu olaya şahit olan herkesi öldürmüş. Yavuz'un kapısına sadece en güvendiği kişileri dikmişti. Ona asla ihanet etmeyeceğinden emin olduğu kişileri.

 

"Bizim öldürmemize gerek yok aslında." Akgün keyifli sesiyle konuştu. Elini ceketinin iç cebine attı. Çıkardığı dosyayı amcasına uzattı. Rıfat, anlamayarak dosyaları aldı. "Zaten üç-dört ay kadar yanımızda tutsak, kendiliğinde geberip gider." Kemal'in kaşları havalandı. Bakışları Rıfat'ın elinde tuttuğu dosyalara kaydı.

 

Rıfat şüpheyle dosyaları açtı, gözleri satırlarda gezindi. Ardından yarım ağzı gülümsedi. "Payidar kalp hastası mı?" Rıfat'ın sorusuyla Kemal'in gözü genişledi.

 

"Öyle." Dedi Akgün gözlerinde eğlence parlarken. "Ama bu süre bana fazla." Geniş bir şekilde konuştu. "Ondan daha erken kurtulmam gerek."

 

"Nasıl yapacakmışsın onu?" Kemal tek kaşını kaldırdı. "Gözlemsiz geçirdiğin tek bir günün yok."

 

"Çok basit." Akgün'ün dudaklarında tehlikeli bir tebessüm belirdi. "Onları, kendi canlarının derdine düşüreceğiz." Rıfat'ın gözleri kısıldı. Ellerindeki dosyaları usulca bıraktı masaya.

 

"Ne demek şimdi bu?" Akgün amcasının sorusuyla ona baktı.

 

"Bir planım var amca." Dudakları arasından sesli bir nefes verdi. "Ama bilmem gereken bir şey var." Soğuk bakışlarını Kemal'e çevirdi. "Kızlarını bu yolda feda eder misin?" Kemal'in bakışları soğuklaştı. Duyduklarından hiçbir şey anlamadı.

 

"Kızlarımın konuyla ilgisi ne?"

 

"Onları kullanarak diğerlerini yanıltmak zor olmaz, bir planım var. Ama öncesinde, kızlarından vazgeçmen gerek." Akgün alaycı bir ifadeyle konuştu. "Evlattan vazgçemek senin için kolaydır. Zorlanacağını düşünmüyorum." Onun iğneleyici tınısına karşılık Kemal'in ifadesi donuk camdan farksızdı. Düz ve umursamaz.

 

"Payidar'ı ortadan kaldır, ne istiyorsan yap." Derken vicdanı bile sızlamıyordu. Onun için, düşmanlarının ortadan kalkması, özellikle Payidar'lardan birinin ortadan kalkması daha önemliydi.

 

"Hiç şaşırtmıyorsun." Akgün ayağa kalkarken az önce amcasına verdiği dosyaları aldı. "İzninizle, gidip planıma başlayacağım." Arkasını dönüp odadan çıkarken Rıfat ve Kemal birbirlerine kısa bir bakış attılar.

 

"Oğlun senden daha fena." Rıfat bir elini masaya yaslarken Kemal'e baktı. "Üstelik, onu sen yetiştirmedin bile. Ben yetiştirdim."

 

"Hakkını vereyim." Kemal kalın bir ses tonuyla konuştu. "Benden daha acımasız bir canavar yaratmışsın." Donuktu bakışları. "Ama onu bu hale getiren sen değilsin." Harelerini Rıfat'a çevirdi. "O kız." Rıfat bilmiş bir ifade takıntı.

 

Her şeyin tamamen farkındaydı. Akgün'ün nasıl Hafsa için herkesi mahvettiğini farketmiş, ve bunu kendi aleyhine çevirerek kullanmıştı. Tıpkı şimdi de, kullanmaya devam ettiği gibi.

 

******

 

Hafsa Polatlı.

 

Yorgun bakışlarımı önüme diktim. Koltukta geriye yaslanan kadına ve onun kızına baktım. Bakışlarım durgundu. Bir elim, çoktan büyümeye başlayan ve hafifçe belirginleşen karnımın üstündeydi. Bu duruma sevinmem gerekiyordu. Hemde çok fazla, ancak benim canım yanıyordu. Karnımdaki bebeklerin her gün nasıl büyüdüğünü ben hissediyordum, ama Yavuz bunu hissetmiyor, bilmiyor, görmüyordu.

 

İyi değildim. Hiçbir şekilde iyi değildim. Ne psikolojik olarak, ne de sağlık olarak iyi olduğumu düşünmüyordum. 20 gündür bir esirden farksız yaşıyordum. Evet bana evin en güzel odasını vermişti. Evet, bana en güzel yemekleri getiriyor, en güzel imkanları sağlıyordu. Ancak, benden hayatımı almıştı ve, almaya devam ediyordu.

 

Akgün Turaç beni her geçen gün biraz daha mahvediyordu.

 

Yavuz'dan tek bir haber yoktu. Bana her gün Yavuz'un beni terkettiğini söylüyordu. Ancak ben buna inanmıyordum. Bir şeyler olmuştu. O Yavuz'a bir şeyler yapmıştı. Ben bunu söylemekten asla vazgeçmeyecektim. Her şeyin suçlusu Akgün'dü. Uykusuzluğum, yorgunluğum, hatta sessizliğim bile artık bana ağır geliyordu.

 

"Anne, peki bu?" Küçük kız çocuğunun sesi doldu kulaklarıma. Yumuşak bakışlarımla onları izledim. Annesinin kolunun altına girmiş, başını onun göğsüne yaslamış kitaptaki desenleri soruyordu.

 

"O da kare." Nisa yumuşak bir fısıltıyla kızı Ayşin'in kahverengi saçlarını okşadı.

 

Buraya geldiğimden beri öğrendiğim en ağır gerçeklerden biride bu olmuştu. Bize ihanet eden Nisa'ydı. Bana tüm bunları anlatan kendisiydi. Akgün tarafından tehdit edildiğini, mecbur kaldığını söylemişti. Daha önce Cafer abi, bana Nisa'nın bir sevgilisi olduğundan bahsetmişti. Ancak, onların arasındaki ilişkinin böylesine büyük olduğunu kimse bilmiyordu.

 

Nisa, evlenmeden hamile kalmıştı. O adama tüm bunları anlattığında, adam bebeği istememiş yetmez gibi ayrılmıştı. Ancak Nisa, her şeye rağmen tek başına bebeğini büyütmeyi seçmişti.

 

İlk başlarda ona çok kızmıştım. Ancak daha sonra, bana tüm bunları kızı için yaptığını anlattığında onunda mağdur bir anne olduğunu anlamıştım. Onu suçlamaya hakkım yoktu. Akgün öylesine vicdansız bir insandı ki, beş yaşındaki bir kız çocuğuyla Nisa'yı tehdit etmekten hiç çekinmemişti.

 

Ayşin, güzel bir çocuktu. Yuvarlak yüz hatları, iri gözleri. Kahverengi saçları, ve annesinin benzeri simsiyah gözleri vardı. Bunun yanı sıra, fazlasıyla akıllıydı. Üstelik, bana hemen alışmıştı.

 

20 gündür, bu evin içinde üçümüzde hapistik. Nerdeydik bilmiyordum. Tek bildiğim, Karadeniz'de olduğumuzdu. Ancak neresinde olduğumuzu bilmiyordum. Diğerlerinin ne halde olduğundan bir haberim yoktu.

 

Hiç hissetmediğim kadar çaresiz hissediyordum.

 

Nisa'nın kara gözleri yüzüme çıkarak beni buldu. Omuzları hafifçe çöktü. Bu 20 günde bir-birimize fazlasıyla destek durduğumuzu söylebilirdim. Ben yemek yemeyi reddetiğimde, o beni ikna etmişti. O adamın getirdiği hiçbir şeye dokunmak istemiyordum. Ancak, bebeklerimi düşünmek zorundaydım. Bana öylesine masum, öylesine iyi bir adam rolü oynuyordu ki, gerçekten onu tanımayan birisi tüm bunlara inanırdı. Ancak Nisa'da bende onun nasıl vicdansız olduğunu biliyorduk.

 

Kapı açıldığında başımı oraya çevirdim. "Hafsa?" Cengiz'in sesiyle kaşlarım çatıldı. Yatakta hafifçe kıpırdandım. Benimle birlikte Nisa'da kıpırdandı.

 

"Burda ne işin var?" Ağzımdan kaçan ilk soru bu oldu. Bununla birlikte, kafam allak bullak oldu. Burda ne işi vardı? Akgün'ün bizi tuttuğu bu altın kafese nasıl girmişti?

 

"Burda tutulduğunu yeni öğrendim." Derken telaşlıydı. Bir şeyleri acele yapmak ister gibiydi. "Babamlar burda, onunla birlikte geldim." Nisa bana anlamayan bir bakış attı. Nefesimi vererek ona baktım. Cengiz'in Kemal'in oğlu olduğunu muhtemelen biliyordu. Ancak daha fazlasına sahip değildi. Ona her şeyin yolunda olduğunu ima eder bir bakış atarak geri Cengiz'e çevirdim harelerimi.

 

"Baban neden burada?" Ayaklarımı yataktan sarkıtarak yere bastırdım.

 

"Uzun hikaye." Dedi nefesini vererek ve yanıma yürüdü. "Sen iyi misin?"

 

"İyi mi görünüyorum?" Dediğimde sesim yorgundu. Kime nasıl tepki vereceğimi bilmiyordum. "Burda ne işin var? Neden buradasınız?" Yüreğim her saniye daha fazla acıyla doluyordu. Akgün'le Kemal'in nasıl bir işleri olabilirdi? Nasıl bir şey dönüyordu!

 

"Odaya gizlice girdim." Cengiz suçluluk duyar gibi konuştu. "Burda tutulduğunuzu birkaç gün önce öğrendim." Odaya neden bu kadar rahat girdiğini anlıyordum. Kapının önünde koruma yoktu. Tüm korumalar dışarıdaydı. Ayrıca odada herhangi bir kamera olduğunu sanmıyordum.

 

Akgün iyi adam rolü oynadığı için, beni rahatsız edecek hiçbir şey yapmıyordu.

 

"Peki neden geldin?" Nisa kaşlarını çattı. "Durumumuza gülmek için filan mı?" Cengiz'i onlardan biri sanıyordu. Açıkça şu an bende kimin tarafında olduğundan emin değildim. En son bana yardım ederek hayatımı kurtarmıştı. Ancak şu an nasıl bir yerde durduğunu bilmiyordum.

 

"Hayır." Başını iki yana salladı. "İnanın elimde olsa yardım ederdim, ama yapamadım." Sesi samimiyet doluydu. Gerçekten pişman olduğunu ve yardım etmek istediğini farkettim.

 

"Yapabilirsin." Ayağa kalktım hızla, içimde yeşeren umut bu sefer giderek çoğaldı. "İshak'a haber ver, diğerlerini ara. Bize yardım etmek istiyorsan bunu yap, Cengiz." Tam karşısında durdum, gözlerimde çaresiz bir bakış belirdi. "Lütfen." En azından o yardım ederse, burdan çıkarsam, Yavuz'u bulma şansım olurdu.

 

Onsuz geçen her günüm cehennem azabı gibiydi. Tüm vücudum acıyla sızlıyordu, oysa hiçbir yaram yoktu. Bu acı tamamen Yavuz'un nerede ve nasıl olduğunu bilmiyor olmamdan kaynaklanıyordu.

 

"Yapamam." Bize yardım edememenin verdiği zorluk yüzüne kazınmıştı. "Bu odaya bile tuvalete gidiyorum bahanesiyle girdim. Babam o gün olanlardan sonra başıma adam dikti, telefonumu elimden aldı. Herkesle iletişimimi kesti. Ağzımdan çıkan tek kelime, sonumu getirir." Bunun olabileceğini hiç düşünmemiştim, o gün ben baygınken ve diri diri gömülecekken beni kurtaran, Cengiz'di.

 

Kemal bunların ne kadarını biliyordu, bilmiyordum. Ancak büyük ihtimalle Cengiz'den şüphe etmişti ve, bu yüzden onu bir an olsun yalnız bırakmıyordu.

 

"Deneyemez misin?" Dedim. Birkaç saniye bakışları yalvaran ifademde dolandı. Harelerinde yumuşama sezdim. Nisa merakla ikimizi izlerken Cengiz usulca başını salladı.

 

"Denerim." Derken bana nasıl bir iyilik yaptığının farkında değildi. "Ulaşmaya çalışırım." Dudaklarımda titrek bir tebessüm oluştu. Burdan kurtulacak olmak kalbimin hızlanmasına sebep oldu.

 

"Teşekkür ederim." Fısıldadım kısık bir sesle. Usulca başını sallarken derin bir nefes verdi.

 

"Sana bir şey yaptı mı?" Gözleri ikimiz arasında gidip geldi. "Size yani. " Ayşin tanımadığı adam yüzünden iyice annesinin göğsüne gömülürken başımı iki yana salladım.

 

"Fiziksel bir zarar vermedi." Dediğimde, Cengiz'in bakışları soğuklaştı. Fiziksel bir zarar yoktu, ama zihinsel olarak asla iyi değildim.

 

Yavuz'u görmeden, ona sarılmadan, onu hissetmeden iyi olmayacaktım.

 

"Onlar şüphelenmeden geri dönmeliyim, iyi olduğunu görmek için geldim." Nedenini bilmiyordum, ancak Cengiz bana karşı her zaman iyi davranmaya çalışıyordu. Arkasını döndüğünde beynimi kurcalayan o soruyu sorma kararı aldım.

 

"Cengiz Yavuz'un nerede olduğunu biliyor musun?" Adımları duraksadı. Kapıya uzanan eli öylece kaldı. Bir şeyler biliyor olmalıydı. "Biliyorsun." Dedim hızlıca, koşar adım onun yanına yürüdüm. "İyi mi?" Titrek sesimle sorduğumda başını usulca bana doğru çevirdi. "Cengiz, nolursun biliyorsan söyle." Nasıl canım yanıyorsa, bu gözlerime yansıyor ve Cengiz bile bunu hissediyordu.

 

"Hayatta." Dedi, tek dediği bu oldu. Ardından tek kelime daha edemeden odadan çıktı. Sanki bunu söylerken bile başının belaya gireceğine emindi ancak yinede yapmıştı.

 

Hayattaydı.

 

Sandığım gibi değildi. Bu 20 gün içinde öylesine bir çaresizliğe gömülmüştüm ki, hiç istemesem bile ona bir şey olduğunu düşünmüş, nerdeyse delirme radesine gelmiştim. Kısa saniyeliğinede olsa, aklıma gelen düşünceler midemde derin bir acıya, kalbimde binlerce çizik ve kanamalara neden olmuştu. En azından, hayatta olduğunu artık biliyordum.

 

Sırtımı kapıya yaslayrak elimi kalbime koyduğumda gözlerim doldu. Burdan nasıl kurtulacaktım bilmiyordum. Denemiştim, her yolu. Ondan kaçmak için her yolu denemiş, ancak başarılı olamamıştım.

 

Nisa'yla bakışlarımız kesişti. İkimizde fazlasıyla zor bir durumdaydık. Ne yapacağımızı bilemez gibi çıkmaz bir sokaktaydık.

 

*******

 

Yazar.

 

Büyük bir oyun hüküm sürüyordu. Henüz kimse farkında değildi, ancak Akgün'ün kurduğu bu oyun fazlasıyla can yakacaktı. Zahir etrafa bakınıyordu. Devran'ın ona verdiği depoya gelmişti, yanına aldığı adamlar etrafı kolaçan ederken kendiside deponun içine bakmıştı. Ancak ne bir iz, ne de birilerini bulabilmişti. Depoya varması iki saatini almıştı.

 

Herkes bir yerlere dağılmıştı. Tüm bunların aksine, Süleyman'ı Akgün'ün peşine takmıştılar. Onun her adımını takip ediyordu, ancak yarı yolda karşısını kesen arabalarla bunu başarmamıştı. Trafik sorunu gibi gösterilen bu saçmalık tamamen Süleyman'ı yavaşlatmak için yapılmıştı. Süleyman, bunu anlayacak kadar akıllıydı. Kısa süre içinde, Akgün'ün arabasına taktığı takip cihazından tekrardan peşine takılmış ama yolda baya zaman kaybetmişti.

 

Bu yüzden arabayla ona yetişmesi zaman alıyordu. Yarım saat kadar geride kaldığına emindi. Gittiği yolda, Yavuz'u bulabileceğinden habersizdi.

 

Tufan ve Aziz bu sırada tamamen başka bir mekana yönlendirilmişti.

 

"Burası boş oğlum." Dedi salona giren, Aziz. Ev toz içindeydi, uzun zamandır kullanılmadığı açıktı.

 

"Tüm odalara baktım, bir şey yok." Tufan küfüreder gibi konuştu. "Burda da değiller, diğerlerini aradın mı bir haber var mı?" Diye sordu kapıya yürürken.

 

"Zahir'i aradım." Aziz onun peşinden takip ederken ifadesi sıkıntılıydı. "Aynı durum, hiçbir iz yok."

 

"S*keceğ*m böyle işi!" Tufan kendine daha fazla hakim olamadı iki üç basamak merdiveni inip arabaya yürürken. "Nereye götürmüş olabilir, yeryarıldı içine mi girdi lan bunlar!"

 

Aziz ona ne yapacağını bilemez bir bakış attı. O an telefonu çaldı. Elini pantolonun cebine atarak telefonu avcuna aldı, açarak kulağına tuttu. "Ne oldu, İshak?" Dediğinde Tufan kaşlarını çatarak ona baktı.

 

"Beni iyi dinle, Aziz." Derken sesli bir nefes verdi. "Size yakın bir mekan var, yeni bilgilere ulaştım. Akgün'ün oranın sahipiyle bir ilgisi varmış, kafes dövüşü yaptırıyor adam. Ne tür bir bağlantılar var bilmiyorum, ama araların iyi olduğuna dair bilgiler aldım. Adamları oraya yönlendirdim, sizde gidin. Belki bir şeyler biliyordur."

 

"Tamam." Aziz hızla cevap verdi. "Sen konumu yolla, biz gideriz."

 

"Ne olmuş?" Tufan merakla sordu.

 

Aziz arabanın kapısını açıp binerken konuştu. "İshak Akgün'le ilgisi olan bir adama ulaşmış." Başıyla sürücü koltuğun yanındaki koltuğa işaret etti. "Geç bakalım, gidip ne bulabileceğimize bir bakalım."

 

Tufan başını sallayarak arabanın etrafından dolaşıp koltuğa oturdu. Tek umudu bir iz bulabilecek olmalarıydı. Çünkü işler artık iyice sarpa sarmaya başlamıştı.

 

Bu sırada Zahir girdiği depodan çıktı. Bir kez daha eli boş dönmek canını sıkıyordu. Hafsa'yı ve Yavuz'u kaybetmekten korkuyordu. Özellikle yıllar sonra bir kızı kardeşi gibi severken, ona zarar gelmesinden endişeleniyordu. Hiçbir şey yapamamak, eli kolu bağlı oturmak ona aciz hissettiriyordu.

 

Başını gökyüzüne kaldırıp ciğerlerine derin bir nefes çekti. Rahatlar sanıyordu, ancak içine çektiği nefes bile ona ağır geliyordu. Gözlerini etrafta gezdirdi. Korumalarından biri başını usulca iki yana sallayınca, onlarında bir iz bulamadığını anladı. İleri birkaç adım attığı an telefonu çaldı. Çatılan kaşlarıyla telefonu kulağına götürdü. Arayan eve diktiği korumalardan biriydi.

 

"Abi, acil gelmen gerek." Karşı tarafta zorlukla çıkan ses, koruma Samet'e aitti.

 

"Nolayi ula?" Zahir endişeyle sorarken, korumanın sesi kesildi ve telefonu Nadir aldı.

 

"Alo, Zahir kızlar yok!" Nefes nefeseydi. "Saldırı olmuş, evin altını üstüne getirmişler!"

 

"Ne demek kızlar yok?" Zahir koşar adım arabaya yürürken boştaki elini havaya kaldırıp korumalarına arabalarına binmelerini işaret etti. Kendiside vakit kaybetmeden oturdu.

 

"Bilmiyorum, korumaların çoğu ölü ve baygın!" Nadir telaşla konuşurken fazlasıyla çaresizdi sesi.

 

"Nasi!" Zahir gaza basarken deliye dönmüş gibi yola koyuldu. "Nasi oldu, kim? Ula kim böyle bir şey etmeye cesaret eder!" Gür sesi arabanın içinde yankı yaptı. Telefonun diğer ucundaki Nadir sıkıntılı bir şekilde konuştu.

 

"Akgün'ün adamlarından başkası olamaz!" Sesini nefret sardı. "Çok büyük bir şey deniyor, Zahir. Diğerlerine haber ver, adamları her yere saldım fazla uzaklaşmış olamazlar!" Zahir hızla telefonu kapattı. Kızlar yoktu. En önemlisi, Ceylan yoktu.

 

Kalbi büyük bir acıyla sarsıldı. Sevdiği kadının şu an ne halde, nerede olduğunu bilmiyordu. Daha 20 dakika önce evi aramıştı ona her şeyin yolunda olduğunu söylemiştiler. Ancak şimdi olanlar her şeyi karman çorman etmişti.

 

Zahir tam gaz arabasını Nadir'in yanına sürdü. Oraya ulaşması iki saatini alacaktı ve buna lanet ediyordu.

 

*********

 

1 saat sonra.

 

Devran ve İshak ulaşılan son depoya varmıştılar. İshak gözlerini etrafta gezdirdi. "Orospu çocuğu Karadeniz'in her yerine bir yuva kurmuş." Devran paslı demir kapıyı iterek açarken, gözleri kısıldı.

 

"Burda da olduklarını sanmıyorum."

 

"Kapı paslı, hiç açılmamış." Diye sessiz bir fısıltıyla onayladı İshak onu. Devran ayağını içeri atıp nem toprağa bastı. İshak onun peşinden takip ederken kaşları hafifçe çatıldı. Deponun iki girişi vardı, biri önde ve bir diğeri arkadaydı.

 

"İki girişi var." İshak bir elini kaldırıp Devran'ın koluna koyarken bakışları etrafta gezindi. O an gelen bir çıtırtı sesi, ikisinde silahına davranmasına neden oldu.

 

"Biri var." Dedi Devran küçük kasalara bakarken.

 

"Ya da birileri." İshak kısık bir sesle konuşurken aniden ateş açıldı. Dudakları arasından kaçan küfürlü Devran'ı kendisiyle birlikte geniş kasanın arkasına çekti.

 

"Tuzak." Dedi tükürür gibi. "Burda olduğumuzu biliyor!"

 

"Nasıl tuzak lan bu?" Devran anlamayarak konuştu. Başka bir ateş daha açıldı, ama onların yönüne doğru değil başka bir yöne. "Ateş bile edemiyor, baksana."

 

"Bizi yanıltıyordur." İshak başını hafifçe çıkarıp etrafa göz attı. "Kapıya yakın sağ kasanın arkasından geliyor ses, orda."

 

"Tek kişi mi?" Devran'ın kafası iyice karışmıştı. İçinde anlam veremediği bir huzursuzluk vardı.

 

"Ya öyle, ya da bu da bir oyun." Mavi gözlerini Devran'ın soğuk harelerine çevirdi. "Dikkatli ol."

 

"Sen kendi arkanı koru." Devran sert sesiyle konuşurken silahın emanetini çekti. "Ben başımın çaresine bakarım." İshak onun ağır abi hallerine gözlerini devirerek bakışlarını bir kez daha etrafta gezdirdi.

 

"Çıkalım mı?" Diye sorduğunda Devran sessiz bir şekilde başını salladı. Yavaş adımlarla kasanın arkasından çekildiler. Ortada ne ses vardı, ne de birileri. Usulca ikiside sağ kasaya yaklaşırken, kasanın arkasından bir figür çıktı. Devran hızla silahını doğrulttu. Kaşları haffiçe havalandı.

 

Simsiyah giyinen, yüzünde maske olan biriydi. Kadın mı erkek mi o bile belli değildi.

 

"Haraket etme, sıkarım!" Kapıya doğru yürüyen siyahlar içindeki kişinin adımları kesildi. Usulca vücudunu ona doğru bakan iki erkeğe çevirdi. Gözlerini bile göstermeyen bir maske takmıştı. Ancak onları görebiliyordu.

 

"İndir silahını!" İshak sert sesiyle konuştu. Karşılarındaki kişiden hiçbir ses gelmedi, bunun aksine aniden silahını kaldırıp tetiğe bastığı an Devran ondan daha erken davrandı.

 

Aynı anda iki silah patladı, bir kurşun Devran'ın omzuna saplandı. Ancak başka bir kurşun siyah maskeli kişinin karnına saplandı. Bir inleme sesi duyuldu. Devran'a ait değil. Kadına ait. Devran'ın acısı silindi. Koluna saplanan kurşun, bir an içinde kalbine saplandı. Acı, vücuduna yayıldı.

 

Ne olduğunu anlamadı, sendelediği yerde ağır ağır başını kaldırdı. Gözleri genişlerken nefesi göğsüne takıldı. "Narin?" Fısıltısı, dünyanın en ağır yükü gibi omzuma çöktü. Devran, Narin'in nefesinin sesini bile ezbere bilirdi. Karşısındaki kişinin dudaklarından kaçan inilti, Narin'den başkasına ait olamazdı.

 

"Ne?" İshak şok içinde başını Devran'a çevirdi. Karşılarında duran maskeli kişinin elindeki silah yeri boyladı. Sendeledi. Devran kolundaki yarayı unutup ona doğru koşar adım yaklaşıp düşmeden önce yakaladı. Fazla gücü kalmamıştı, onunla birlikte yere çökerken acıyan omzuna rağmen hızla maskeyi çekip çıkardı.

 

Başından aşağı kaynar sular döküldü. Yüreği sıkıştı. Bir an içinde, her şeyi unuttuğunu hissetti. Nefes almayı bile. Silahından çıkan kurşun, sevdiği kadının karnına saplanmıştı.

 

İçinde bulundukları durumdan habersizdi. Narin'i Özlem'le tehdit edip bu depoya sokan Akgün'dü.

 

"S*ktir!" İshak'ın dudaklarından bir küfür kaçtığında Devran boğazına oturan yumruyu yuttu. Yüzüne kitlenen mavi hareler ilk kez ona böylesine acı verdi.

 

"Hayır." Fısıldadı zorlukla. Elleri Narin'in buz gibi yanaklarına yerleşti. Narin'in sarı saçları Devran'ın kucağına dağılmıştı. Devran, kendine geldiğinde, bağırdı. "Ambulansı ara!" Avazı çıktığı kadar bağırdı. "İshak, Ambulans ara!"

 

İshak ağız dolusu bir küfür ederek elini cebine atıp telefonunu çıkardı. Devran, bir elini aşağı indirip Narin'in yarasına bastırdı. Kan anında eline bulandı. "Narin." İşkence çeker gibi döküldü isim ağzından. Narin'in dudakları usulca aralandı. Bir şeyler söylemek ister gibi, yapamadı. "Yok bir şey." Devran titreyen sesini bastırmaya zorladı kendini.

 

Gözleri Narin'in yüzüne dikildi. Diğer eli hızlı haraketlerle saçlarını geri taradı. Delirecekti. Böyle giderse delirecekti. Delirmesi, sadece birkaç saniyesini alacaktı. Narin'i vurmuştu.

 

Devran Narin'i kendi silahıyla vurmuştu.

 

Kanaması giderek çoğalıyordu. "Ara şu s*ktiğimin ambulansını!" Devran'ın gözleri kendinden habersiz dolmuştu.

 

"Arıyorum!" İshak hızla cevap verdi. Açılan telefonda, adresi tarif etti. Devran, korku dolu gözlerle Narin'in yüzüne baktı.

 

"Sakın yapma." Yalvardı. "Bununda suçlusu ben olmayayım, beni böyle bir acıyla bırakma." Titrek sesiyle konuştu, Devran. Narin onu titreyen kiprikleri arasından izlerken nefesi kesik kesikti.

 

"Özlem." Dediğinde bir eli güçsüzce Devran'ın koluna yapıştı. Gözünden bir damla yaş aktı. Devran vakit bile kaybetmeden onu sildi. "Özlem'i koru."

 

"Hayır, yapma." Devran hızla başını iki yana salladı. "Böyle konuşma, bana bak." Ne yaptığını bilmiyordu. Kanlı elini kaldırıp Narin'in yüzünü elleri arasına aldı. "Yapma." Çaresiz bir fısıltıyla yalvardı. Tüm gücünü, bir anda kaybetmiş gibiydi. "Yapma kurban olduğum, bunu bana yapma." Yüreğindeki ateş her an çoğalıyordu.

 

"Özlem-" Narin daha cümlesini tamamlayamadan nefesinin kesildiğini hissetti. Son kez Devran'ın kahverengi harelerine baktığında gözleri kapandı.

 

"Narin?" Devran yutkunarak konuştu. Korku her hücresine akın ederek onu titretti. "Narin, aç gözünü." İshak önündeki içler acısı sahneyi izlerken gözleri dolmuştu. Yaşadığı bu an, ona yanancı gelmiyordu. Aksine ona, geçmişin en kötü anlarını hatırlatıyordu.

 

"İshak, bakmıyor." Devran dehşete düşmüş bir sesle konuştu. "İshak, yüzüme bakmıyor!" Acısı tarif edilmez bir şekilde çoğaldı. Ona bakan mavi hareler, ona bu hayatta her zaman bir umut olduğunu söyleyen hareler bu kez kapanmıştı.

 

Üstelik bunun sebebi, Devran'ın ta kendisiydi. Kendi silahından çıkan bir kurşun, Narin'i belki de ondan alacaktı.

 

Ona bunu yaşatanları, sevdiği kadına bunu yaşatanları teker teker mahvedecekti. Ama her şeyden önce, Narin'i kurtaracaktı. Kurtarmalıydı.

 

******

 

Tüm bunlar yaşanırken, Zahir son gaz arabasına yüklenmişti. Bağ evine yaklaşırken telefonuna gelen bildirim sesi onu afallatmıştı. Hızla avcuna aldığı telefonu açtığında bir video gönderildiğini farketmek zor olmadı. Kaşları çatılırken bilinmeyen numaraya tıkladı ve videoyu açtı.

 

Gördüğü şey kanınu dondurdu. Yolun ortasında ani bir fren yaparken yüreği sıkıştı. Kamerada yüzü gözükmeyen bir adam vardı. Ancak bunun yanı sıra, çok iyi tanıdığı ve asla unutmadığı bir görüntüde vardı. Bir benzin bidonu, neresi olduğu bilmediği bir evin etrafına boca ediliyordu. Hemen ardından, bir mesaj belirdi.

 

'Ceylan burda.'

 

Tek mesaj.

Ardından gelen bir konum.

 

"Hayır." Zahir'in dilinden inkar dolu kelimeler dökülürken gözleri genişledi. Aklı bir an içinde durdu.

 

Çok iyi tanıdığı o benzinin dökülme sesi kulaklarına doldu. Çocukluktan zihninde yer edinen, asla geçmeyen o ses. Çaresiz çırpınışları bir an içinde gözünde canlandı. Zahir, bir an içinde yine o küçücük çocuğa dönüştü.

 

Kulağında tek bir ses çınladı. Ceylan ordaydı.

 

Nefesi kesildi. Onu yakacaklardı.

 

Ne tür bir işkencenin içinde olduğunu bilmiyordu. Her şeyi unutmuştu. Tüm dünyayı, hatta kim olduğunu bile. Oraya nasıl gidecekti, nasıl yardım edecek, Ceylan'ı nasıl kurtaracaktı bilmiyordu. Ama yapmak zorundaydı.

 

"Tekrar olmaz." Başını deli gibi iki yana sallarken ayağını gaza bastı. "Yapma ula! Tekrar olmaz!" Dayanamazdı. Dayanamayacağını çok iyi biliyordu. Bir elini saçlarına daldırdı. Karanlık yolda arabayı deli gibi sürerken her an kaza yapabilirdi, ancak şu an tüm bunlar umrunda değildi.

 

Çaresizlik vardı üstünde. Altı yaşındaki bir çocuk kadar çaresizdi. Herkese bağıran çağıran, gücünü gösteren Zahir, ezilip sanki küçücük kalmıştı. Daha ateş görürken bile her zerresi titrerken oraya gitmeye nasıl dayanacaktı?

 

Ya da daha ağırı, Ceylan'a bir şey olursa buna nasıl dayanacaktı?

 

Aklı usul usul yerinden kaybolurken, alnını ovuşturdu. "Süleyman." Dediğinde yüreğinde korku vardı. Bunları tek başına yapamayacaktı. Titreyen eline bir küfür savurarak telefonu aldı ve Süleyman'ın numarasını aradı. Oraya varırsa, bir şey yapmamaktan, kalakalmaktan korkuyordu.

 

Titriyor, korkuyordu. Birkaç çağırmanın ardından, Süleyman sesi duyuldu.

 

"Söyle Zahir." Derken sesi bir şeyin peşinde gibi telaşlıydı.

 

"Gelmen lazim." Zahir yolu tam sürat geçerken direksiyonu sağa kırdı.

 

"Nereye gelmem lazım?" Süleyman anlamayarak sordu. "Bir şey mi oldu?"

 

"Süleyman, Allah içun gel." Çaresizdi sesi. Süleyman'ın yüreğine şüphe düştü. Daha önce Zahir'in sesinde böylesine bir korku duymamıştı.

 

"Nerdesin?" Dedi hızla.

 

"Ceylan'ı yakacaklar." Gözleri çoktan dolmuştu. Aynı annesi gibi, Ceylan'ıda ondan alacaktılar.

 

Süleyman duyduğu sözler karşısında ani bir fren yaptı. "Ne yapacaklar!" Gür sesi telefonda duyuldu.

 

"Gel, nolursun gel." Titrek sesine karşılık Süleyman yutkundu.

 

"Konum yolla!" Derken girdiği yoldan dönmek için sağa saptı. Zahir titreyen parmaklarıyla telefonu kapatıp konumu yolladı. Arkasına yaslanırken göğsü daraldı.

 

Korku onu kemirdi. En derine indi, indikçe indi ve kalbini yaraladı. Sandığından daha fazla.

 

Ceylan'ı kurtaramazsa, onuda kaybedecekti.

 

Annesi gibi. Kardeş gibi. Herkes gibi.

 

*****

 

"Ne diyorsun şerefsiz sen!" Tufan bağırarak ellerini önündeki adamın yakasına doladı. Kulağına dolan kelimeler onu kısa süre içinde delirtmişti. "Zerda nerede!" Bağırdı. Yumruğunu kaldırıp yanındaki orta yaşlı adamın yüzüne indirdiği an iki koruma koluna girdi. Onu geri çekti. Aynı Aziz'i tuttukları gibi onuda tuttular.

 

Aziz öfkeyle öne atılmak istedi. "Nerde lan kardeşim!" Dişlerini sıkarak bağırdı. "Senin mahvederim, kardeşim nerede!" İshak'ın onları yönlendirdiği bu mekanda büyük bir oyun dönüyordu.

 

Girdikleri mekan, tamamen bir tuzaktı. İshak'ında bunlardan haberi olmadığı açıktı. Akgün planını öyle bir ustalıkla oynuyordu ki, her kesi yolundan teker teker çekiyordu. Onun önüne taş koyacak herkesi, teker teker savuruyordu. Kendi zaferini kutlamak için, herkesi harcıyordu.

 

Yumruk yiyen klubün sahibi Latif, öfkeyle çenesini okşadı. Soğuk gözlerini önündeki her an onu parçalamaya hazır olan iki gence dikti. "Ben kuralımı belirttim!" Acısını es geçerek başını dikleştirdi. "O ringe çıkıp kazanırsanız, Zerda'nızı alırsınız!"

 

"Bana bak orospu çocuğu senin ağzını burnunu kırarım!" Tufan öne atılınca, onu üç kişi zar zor zapetmişti. Önce Yavuz, sonra kardeşi. Şimdi de sevdiği kadın tehlikedeydi. Aziz'inde ondan aşağı kalır yanı yoktu. Kız kardeşinin, birilerinin elinde olduğunu öğrenmiş ve kalan son aklınıda kaybetmişti.

 

"Naptın Zerda'ya!" Aziz boğazı yırtılırcasına yükseltti sesini. "Ona zarar verdiysen seni öldürürüm, kardeşimin teline zarar geldiyse hepinizi buraya gömerim!"

 

"Ne istiyorsun lan sen?" Tufan hesap sorar gibi bir elini havaya kaldırırken, diğer eli onu tutan korumayı ittirmek için uğraşıyordu. "Ne istiyorsun it oğlu!"

 

"Dövüşmeni!" Latif sert sözlerle karşılık verdi. Tufan ve Aziz burda olanların, basit bir iş olmadığının farkındaydı. Latif, tamamen normal bir anlaşma yapıyor gibi davransada, işin arkasında daha ağır şeyler vardı.

 

"Onun adamısın!" Aziz sıktığı dişleri arasında konuştu. "O piç Akgün tuttu seni, değil mi? Onun adamısın!" Zerda'nın kapalı bir alanda alnına silah dayalı olduğunu görmek, iki adamıda adeta mahvetmişti. Tüm bunları Akgün'ün yaptığından tamamen emin olmuştular.

 

"Kimden bahsettiğiniz hakkında gram fikrim yok." Latif usta oyunculuğuna baş vurdu. "İstediğim tek şey var." Tufan'a baktı. "Bu delikanlının bu gece bana iyi bir para kazandırması, ondan sonra. Kız serbest."

 

Tufan ateş saçan gözlerini Latif'e dikti. Ne kadar çabalarsa çabalasın, hissetiği o korku yerli yerindeydi. "Ringe mi çıkmamı istiyorsun, çıkarım!" Aziz iri gözlerini Tufan'a çevirdi.

 

"Ben çıkarım!" Derken neyle karşı karşıya olduklarını ikiside iyi biliyordu. Evet, Tufan iyi bir boksör olabilirdi. Ancak, böylesine kafes dövüşleri adil yapılmazdı. Hileler kullanılır, rakibi yere düşürmek için her yol kullanılırdı.

 

Biri ölmeden, diğeri durmazdı.

 

"Seni istemiyorum şampiyon." Latif alayla konuştu. Düz bakışlarını Tufan'a çevirdi. "O çıkacak."

 

"Çıkarım!" Tufan sert sesiyle karşılık verdi. Kazanacaktı, kazanmak zorundaydı.

 

O ringe çıkacak, kazanacak. Zerda'yı alacaktı.

 

Akgün, tüm bunları bilerek yapıyordu.

 

Herkesi, sevdiğiyle sınıyordu. Çünkü Yavuz'u sakladığı yerden ne diri ne de ölü çıkarabilirdi. Bunu yapmak için, öncesinde peşindeki herkesi en dibe çekmeliydi. Yavuz'a yardım eli uzatacak herkesi, kendi kaderine mahkum edip, kendi canlarıyla baş başa bırakmalıydı. Peşinde bunca adam varken, Yavuz'u ortadan kaldırmanın kolay olmayacağını biliyordu. Bu gece herkesi dağıtmış, dağıttığı yetmezmiş gibi Hafsa'dan Yavuz'unu alacak o planı yapmıştı.

 

Tufan, o ringe çıkmayı kabul etmişti. Haksızlığın hüküm sürdüğü ringe çıkacak, gerekirse Zerda'yı almak pahasına kendi canından olacaktı.

 

"Öyle bir şey olmayacak!" Aziz karşı çıktı. "Kardeşimi almak gerekiyorsa, bunu ben yapacağım. Onun yerine ben çıkacağım -"

 

"Beni istiyor!"

 

"Yaşatmazlar lan seni!" Aziz bu ortamda bunu dile getirmek istemiyordu, ancak gerekirse yapacaktı. Ne Zerda'yı ne kardeşi dediği adamı kaybetmek istemiyordu. Tufan ona susmasını ister gibi baktı.

 

"Nefesini tüketme aslanım." Latif siyah deri koltuğuna otururken kayıtsızca konuştu. "O ne derse desin, benim istediğim olur. Bugün ringe Tufan Polatlı çıkacak." Son karar, onundu.

 

İkisde buna karşı gelemeyeceklerinin farkındaydılar.

 

Dövüşe katılacak olan, Tufan Polatlıydı. Ancak sonu ne olurdu, kimse bilmiyordu.

 

********

 

Cafer, ayağın ucundaki taşı iteklerken arabasına doğru yürüdü. Elleri cebindeyken, başını gökyüzüne kaldırdı. Yüreği sıkıntı doluydu. Eli boş dönüyordu, yine. Gittiği ve baktığı yerlerde tek bir iz yoktu. Arabasının kapısını açtığı sırada, telefonu çaldı. Elini cebinden çıkarıp, telefonunu arka cebinden çıkardı. Nisa'nın ismini gördüğü an boğazı düğümlendi. Bu beklediği son şeydi.

 

Telefona olan tutuşu sıkılaştı. Bir an olsun unutamadığı o kız, hain olduğunu öğrendiği o kız. Ve bir kızı olduğunu öğrendiği o kız. Bunları her hatırlatıkça, yer yüzünden silinip yok olmak istiyordu.

 

Olanlara anlam veremese bile, telefonu açtı. Bir yanı Nisa'ya zarar gelir diye deli gibi endişe duyarken diğer yanı, onu affetme diyordu. "Cafer." Telefonu kulağına yaslar yaslamaz Nisa'nın sesini duydu. Göz kapaklarını sıkıca kapattı. Hissettiği şeylerin ne olduğunu bilmiyordu. Sadece fazlasıyla kırgın hissediyordu.

 

"İyi misun?" Ağzından çıkan tek soru bu oldu. Telefonun diğer ucunda titrek bir nefes duydu.

 

"İyiyim." Nisa ılımlı bir sesle fısıldadı. "Ama seninle konuşmam gerek."

 

"Ne konuşacağuz?" Diyen Cafer'in sesi kınar gibiydi. "Hayır, konuşacak bir şey biraktiğini sanmayirim."

 

"Biliyorum, bana kızmakta çok haklısın. Ama konuşsak, her zaman buluştuğumuz kafede. Cafer, lütfen. Benim sana şu an çok ihtiyacım var." Nisa'nın sözleri sadece bir saniyede Cafer'i yumuşatmıştı. Lanet ediyordu kendisine, böylesine kolay yenildiği için.

 

"Çok vaktim yok." Dedi isteksiz gibi davranarak. Ancak, sormak istediği çok şey vardı.

 

"Tamam, teşekkürler. Ben seni bekliyorum." Nisa'nın sözleriyle, Cafer sadece onaylar bir mırıltı çıkardı ve telefonu kapattı. Arabasına binerken, aklında tek bir şey vardı. Nisa'nın yanına gitmek, ve kafasındaki soruların cevaplarını almak.

 

Akgün Nisa'nın kulağındaki telefonu çekerken dudaklarında keyifli bir sırıtış belirdi. "Sandığımdan daha iyi oyuncusun." Keyifle masanın üstüne telefonunu bıraktı, hemen ardından bir bardak su doldurdu kendisine. "Avukatlığı bırakta, oyuncu ol. Bence."

 

"İğrenç bir adamsın, Akgün." Nisa dolu gözleriyle Akgün'e hakaret ederken, Akgün suyundan birkaç yudum aldı ve çok ciddiye alıyormuşcasına gözlerini kapatıp açtı.

 

Nisa o kafeye gidemeyecekti. Sadece, Cafer'i yoldan çekmek için Akgün'ün kurduğu bu oyuna katılmıştı. İçinde bulunduğu durum yüzünden kendinden nefret ediyordu. Ortada kızı olmasaydı, böyle bir şeyi asla yapmazdı.

 

"Bunu söyleyen ilk kişi değilsin." Akgün boş bardağını masaya koydu. Hissiz bakışlarını Nisa'ya çevirdi. "Yapman gereken son bir şey kaldı." Nisa'nın acıyla yüzü kasıldı.

 

"Hiçbir şey yapmayacağım." Kalktı sandalyeden. "Yeter artık, ne istediysen yaptım. Benden daha fazlasını isteme!"

 

"Son, küçük bir görev." Tezgahın çekmecesini açarak içinden ilaç çıkardı. "Bunu Hafsa'ya içireceksin." Nisa kaşlarını çattı. Korkarak Akgün'ün uzattığı ilacı aldı. Üstünü okurken nefesi kesildi.

 

"Bu düşük ilacı." Dediğinde sesinde dehşet vardı. "Hayır, bunu yapamam."

 

"Yapacaksın." Akgün sert sesiyle karşılık verdi. "Benden şüphe eder, elimle ona verdiğim hiçbir şeyi yemiyor. Bir tek sana güveniyor, bir tek sen ona yedirdiğinde, ya da bir şeyler içirdiğinde içiyor. Sen yapacaksın."

 

"Yapmayacağım!" Titreyen sesiyle Nisa başını iki yana salladı. "Bunun katil olmaktan farkı yok!"

 

"Yapmadığın şey değil avukat." Dedi Akgün tezgaha yaslanırken keyifle. "Daha öncede elini kana buladın." Nisa'nın her zerresi kasılırken gözlerine daha fazla yaş doldu. Genç bir kızken, öz abisini yaralamıştı. Ancak, bu kendini korumak için yaptığı çaresiz bir durumdu.

 

Nisa bunun vicdansızlık olup olmadığından emin değildi, ama hiç üzülmemişti. Ailesini geride bırakıp çıktığı o evede, asla dönmemişti.

 

"Bunu yapmayacağım, Akgün." İlacı masaya bıraktı. "Ben cani değilim, o kızın karnında iki can var!" Hafsa'nın gözlerinin içine bakarak kendi elleriyle ondan çocuklarını alamazdı. Üstelik, kendiside bir anneydi.

 

"Seninde bir canın var, Nisa." Akgün sesini kısarak sosyopat bit tınıyla konuştu. "Hatırlıyorsun değil mi? Üst odada. Dünyalar güzeli, çok tatlı bir kızın var." Elini uzatıp Nisa'nın kolunu kavrayarak onu kendine çekti. "Onun canını almam kaç saniye sürer biliyor musun?" Alayla Nisa'nın kulağına eğildi. "Senin, Hafsa'ya vereceğin ilacın etkisinden daha az. Belki beş saniye, belki bir dakika. Ne dersin, deneyelim mi?" Nisa'nın gözlerinden yaşlar akarken yüreği korkuyla yanıp tutuştu.

 

Ayşin'e bir şey olmasına izin veremezdi. Ama Hafsa'ya bu kötülüğüde yapamazdı. Çaresizliğin tanımı, Nisa için şu an tam olarak bu demekti.

 

"Tiksiniyorum senden!" Nisa sıktığı dişleri arasında konuştu.

 

"Ben evden çıktıktan sonra, bir yolunu bul. İçir." Akgün onun kolunu bıraktı, arkasını dönüp giderken arkasında gözü yaşlı bıraktığı kadın umrunda değildi. "Öncesinde, yapmam gereken bir şey var. Bizi rahatsız etme." Nisa öfkeyle elini masaya çarparken gözlerini sıkıca kapattı.

 

Yaptığı şeyler yüzünden artık kendisinden iğrenir olmuştu.

 

Akgün merdivenleri tırmanarak üst kata çıktı. Hafsa'yı buraya getireli 20 gün olmuştu, ancak ne onun kalbinde bir yer edinebiliyordu ne de yaklaşabiliyordı. Çok uğraşmıştı, her gün söylediği kelimelerin Hafsa'da piskolojik bir baskı yarattığını farkındaydı. Ancak Hafsa, onun ağzından çıkan kelimelerin hiçbirine inanmıyordu. Yavuz'dan bir an olsun bile nefret etmiyor, bir gün bile onu unutmuyordu. Lakin bugün, Hafsa'nın Yavuz sevdasına son vereceğine emindi.

 

Kapının önüne geldi. Elini uzatıp kulpunu aşağı indirdi ve kafasını içeri soktu. Hafsa'yı her zamanki yerde gördü. Tekli koltuğa oturmuş camdan dışarıyı izliyordu. Koltuk cama yakın olduğundan, Hafsa dışarıyı izleyerek birazcık olsun huzur bulmaya çalışıyordu. Sürekli olarak, o koltukta oturuyordu. Kapının açıldığını duyduğunda, Akgün'ün geldiğine emindi. Ancak dönüp ona bakmamıştı bile.

 

"Hafsa." Akgün yine o iyi adam rolüne büründü. Yüzünde sahte bir endişe belirdi. Hafsa öfkesini dindirmek için ciğerlerine derin bir nefes soludu.

 

Cengiz'in ona söylediği onca şeyden sonra, artık bazı şeyleri daha net anlamıştı. Akgün, kesinlikle ona yalanlar söylemişti. Bu 20 gün içinde piskolojisini berbat bir hale getirmiş, onu Yavuz'un gittiğine ikna etmeye çalışmıştı. Ancak tüm bunlar, Hafsa'nın sinirlerini bozmaktan başka bir işe yaramamıştı.

 

Akgün her ne kadar onun bu sessizliği karşısında öfkelensede, bir şey belli etmedi. Birkaç adım yürüdü. Hafsa'nın önündeki sehpanın kenarına oturarak dirseklerini dizlerine koydu. Yeşil irisleri Hafsa'nın yüzüne tırmandı. "Nasıl hissediyorsun?" Gerçekten umursuyormuş gibi endişeli bakışlarını Hafsa'nın karnına indirdi. "Ağrın-"

 

"Tek kelime etme." Hafsa gözlerini kapatırken öfkeyle konuştu. Karşısındaki bu iğrenç adamı daha fazla dinlemek istemiyordu. "Sana ne benim nasıl olduğumdan?" Gözlerini açarak delici bakışlarını Akgün'ün yüzüne çevirdi. "Gelip burda bana çok umurundaymış gibi davranma, Akgün. Yemem ben bunları."

 

Akgün bozulan ifadesini gizlerken gözlerini kıstı. "Sadece nasıl olduğunu merak ediyordum. Endişe-"

 

"Endişeni al, bir yerlerine sok." Hafsa, ettiği hakareti hiç umursamadan sırtını ayırıp hafifçe Akgün'e doğru eğildi. "Ne sanıyorsun? İyi adam rolleri oynadığın zaman, bende ay ne kadar iyi bir adam deyip de her şeyi geride bırakıp sana inanacığımı filan mı?" Başını iki yana salladı. "Ağzından çıkan tek kelimeye inanmıyorum."

 

"Biliyorum." Akgün, ne kadar öfkelendiğini gizlemekte fazlasıyla iyiydi. "Bana inanmak veya inanamak tamamen senin bileceğin iş." Kayıtsızca kaldırıp indirdi omuzlarını. "Ben zaten gerçekleri söylüyorum."

 

"Başlayacağım şimdi sana da gerçeklerinede!" Hafsa öfkeyle oturduğu yerden kalktı. "Bana yalan söyleme artık!" Akgün'de onunla birlikte ayağa kalkarken bakışları soğuklaştı.

 

"Sana neden yalan söyleyeyim, Hafsa?" Çattı kaşlarını. "Anlamıyorum, seni terkeden bir adam için nedir bu çaban-" daha cümlesini bitiremeden yanağına çarpan tokatla başı yana döndü. Sıktığı dişleri arasında gözlerini kapattı.

 

Hafsa ona tokat atmıştı.

 

"Yavuz beni terketmedi!" Hafsa dolan gözlerine inat bağırdı. "Sen ve senin yalanların, hiçbiri umrumda değil. Ona bir şey yaptın, sen ona bir şey yaptın ve ben bundan çok eminim!"

 

Akgün usulca araladı gözlerini. Başını ağır ağır Hafsa'ya çevirdiğinde ilk kez yüzünde büyük bir öfke belirdi. Hafsa'nın kollarını kavrayarak onu en yakın duvara yasladı. "Bıktım senin bu bitmeyen aşkından." Yediği tokat, sinirlerini bozmuştu. Şu an, kendini soktuğu o oyundan kontrol edemediği öfkesi yüzünden kurtulmuştu.

 

"Ne yapıyorsun, bırak beni!" Hafsa boştaki eliyle onu itmeye çalıştı. Akgün, onun dibine daha fazla girdi. Öfkeden yüzünün her zerresi seğirirken dişleri arasında konuştu.

 

"Çok koruduğun, hani benim zarar verdiğimi düşündüğün o Yavuz'un var ya, ne yaptı biliyor musun?" Hafsa korkusuz bakışlarını Akgün'ün yüzüne dikti. Ağzını açmadı, ancak merak ediyordu.

 

"Seni terketti." Dedi acımasızca. "Bana inanmıyorsun, ama kanıtım var." Bir elini ceketinin iç cebine götürürken gözleri Hafsa'nın yüzünü bir an olsun terketmiyordu. "Ofisinde buldum." Dedi soğuk sesiyle. "Sana hiç vermeyecektim, ama beni buna mecbur bırakıyorsun." Hafsa'nın boğazına bir yumuru oturdu. Bakışları usulca aşağı indi.

 

"Ne bu?" Dedi korkudan uzak bir sesle.

 

"Mektup yazmış." Akgün sert bir öfkeyle konuştu. "Herhalde sana, seni terkedip giderken mektup bırakmış." Hafsa'nın elini yakaladı, beyaz zarfı avcuna bıraktı. "Çok koruduğun o adamın ne olduğunu gör artık. Terketti seni." Gözleriyle Hafsa'nın karnını işaret etti. "Hemde iki çocukla.'

 

"İnanmıyorum sana aşağlık herif!" Başını iki yana salladı. "Yalan söylüyorsun, kendin yazıp bana Yavuz yazmış gibi yedirebileceğini mi sanıyorsun?"

 

"Kocanı çok seviyorsun ya, el yazısınıda tanırsın." Yeşil irisleri donuklaştı. "Aç oku." Hafsa'nın önünden çekilip kapıya yürüdü. "Belki ne demek istediğimi anlarsın." Akgün odadan çıktığı an, Hafsa üstüne çöken kabusla baş başa kaldı. Gözleri usulca, zarfa indi. Tek bir isim vardı.

 

"Hafsa'ya."

 

Yüzü acıyla kasıldı. Yazı, Yavuz'un el yazısına öyle çok benziyordu ki bunun bir rüya olmasını diledi. Yalandı. Hafsa için tüm bunlar bir yalandı, ya da..acımasız bir kabustu.

 

Ayakları ondan habersiz koltuğa ilerledi. Korkuyordu, nedenini bilmediği bir şekilde içinde korku vardı. Bir tarafı, Yavuz'un Akgün'ün elinde olduğunu tüm bunların bir oyun olduğunu söylüyordu. Diğer tarafı, Akgün'ün haklı çıkmasından deli gibi korkuyordu.

 

Oturduğu koltukla beraber dudakları arasından keskin bir nefes verdi. Dolu gözleri açılmayı bekleyen zarfta gezindi. En sonunda, titreyen elleriyle usulca zarfı açtı. İçinden çıkardığı kağıtı, titrek parmakları arasına aldı. Sayfanın yarısını dolduran yazılar yüreğine ok misali saplandı.

 

Yavuz'un el yazısıydı.

 

Kopya olmasına imkan yoktu. Yavuz'un öylesine güzel ve ince bir el yazısı vardı ki, kimse onu taklit edemezdi. En azından Hafsa, tek bir yanlıştan onun yazısı olmadığını anlardı. Dolu gözlerini, satırın en başına getirdi.

 

"Sevdam." Diyordu ilk kelime. Her zamanki gibi, Hafsa'nın kulaklarında çınladı Yavuz'un sesi. Daha ilk satırdan, gözlerinden yaşlar aktı.

 

"Her şey bu kadar kısa sürdüğü için özür dilerim. Seni geride bırakmayı asla istemedim. Ama bu sefer, bazı şeylerle baş edemediğimi anladım. Dayanacak gücüm kalmadı. Çabalasam bile bunu yapamadım. Ne seni ne de çocuklarımızı koruyamadım.

 

Sizi bir daha göremeyecek olmaktan korkuyorum. Sizi bir daha göremeyeceğim biliyorum. Bu hayatta deli gibi korktuğum ne varsa, hepsini yaşadım. Seni kaybetmekten deli gibi korkuyordum, seni kaybediyorum. Sizi kaybediyorum, geri dönebilir miyim bilmiyorum, içimden bir ses, asla dönemeyeceksin diyor.

 

Sevdam, ben bundan da çok korkuyorum.

 

Unutulmaktan korkuyorum. Anılarından silinmekten, daha doğmayan çocuklarımızın beni hiç tanımamasından korkuyorum. Bir zamanlar aptalca ölümü kabul ettiğimi hatırladım. Tedavileri nasıl redettiğimi, nasıl bir aptal olduğumu anladım.

 

Hâlâ bir aptalım. Hiçbir fark yok. Gidiyorum.

 

Korkağım, Hafsa ben sizi koruyamayacak kadar korkağım. Seni haketmiyorum.

 

Bana kız. İstediğin kadar kız, hatta seni geride bıraktığım için çocuklarımza benim ne kadar kötü bir baba olduğumdan bahset. Ne kadar iğrenç olduğumu anlat onlara, yanında olamayacağım her anın, acısını çıkar."

 

Yanında olamayacağım.

 

Hafsa'nın dudakları arasından bir hıçkırık kaçtı. Gözlerindeki yaşlar okumasını engellese bile devam etti. Burda bitiremeyeceğini çok iyi biliyordu.

 

"Yapabilirsen, beni anılarından sil."

 

Vazgeçmiş bir adamın değil, ölümü kabullenmiş bir adamın sözlerini okuyordu, Hafsa. Bunu farketmek her geçen an, biraz daha hıçkırıklara boğulmasına neden oluyordu.

 

"Seni nasıl silerim?" Titrek sesi fısıltıyla çıktı ağlarken. "Seni nasıl sileceğim..seni silemem."

 

Unutulmaktan korkan bir adamdı, Yavuz. Ancak, sevdiği kadına onu unutması için yalvarıyordu.

 

"Beni affetme, senin affına layık bir adam değilim. Özellikle, böylesine bir şeyden sonra asla değilim. Seni çok sevdim, ancak sevgim bazı şeylere yetmedi." Bir gözyaşı kurumuştu. Yeri, usulca kırışmıştı. Hafsa'ın baş parmağı yavaşça orada gezindi. Yutkunamadı. Yavuz bu mektupu yazarken ağlamıştı. Aynı şekilde, mektupun sağ köşesinde çok hafif kırmızı bir leke vardı.

 

Yavuz'un bileklerini zincirler kesmişti, ve o leke Yavuz'un kanına aitti. Ancak, Hafsa. Bunu asla bilmedi.

 

"Ben seni unutacağım." Bir gözyaşı lekesi daha.

 

"Unutmazsın." Hızlıca başını iki yana salladı. "Sen beni unutmazsın."

 

"Biliyorum buna inanmıyorsun, ama seni unutacağım. Bunu yapmaya çalışacağım." Hafsa, ellerinden mektubun düşmemesi için çalışırken titrek nefeslerle omuzları sallanıyordu. Hıçkırıkları, her geçen an çoğalıyordu.

 

"Benim en büyük korkum." Hafsa'ya hitaben söylenen bu cümle, bir kamyonun üstünden geçmesine eş değerdi. "Seni kaybettiğim için beni affet." Umut, korkuya dönüşmüştü.

 

Yavuz, Hafsa'yı kaybetmekten korkarken, ondan gitmek zorunda kalmıştı. Hemde kendini dünyanın en iğrenç insanı gibi göstererek.

 

"Benden nefret etme, ama beni unut." Bir gözyaşı daha. "Sana yalvarırım, benden nefret etme. Anılarında iyi bir adam olarak kalmak istiyorum. Nefret ettiğin, ve her gün bunu düşünerek uyandığın bir adam değil. " Birkaç satır boşluk. Birkaç gözyaşı lekesi.

 

Yazanın ağladığı, okuyanın hıçkırıklara boğulduğu bir mektup.

 

"Bu sefer sana en güzel umudum demeyeceğim." Hafsa gözlerini sıkıca kapatırken ağlamaları çoğaldı. Her kelime, bir hançer darbesi gibiydi. Zar zor ıslak kirpiklerini açtı.

 

"Umutlar tükendi, en azından. Benim için tükendi. Yaşa, Sevda. Çok güzel yaşa. Bilirsin, Cünha kabahatten ağır, cinayetten hafif olan suçtur. Ben sana ağır bir suç oldum. Ortası olmayan, ancak cana can katana mezar olacaka bir suç." Son bir cümle daha. "Sana mezar olduğum, suç olduğum için affet beni."

 

Mektubun sonlandığı, tüm hayatın bir anlığına durduğu bir zaman dilimindeydik

 

Sevdam dememişti bu sefer. Sevda diyordu. Kendisinin özgür bıraktığı bir sevda. Artık ona ait olmayan, acıdan başka bir şey getirmeyen, maziye gömülmesi gereken bir sevda.

 

Hafsa'nın yaşlar yanaklarını ıslatırken, gözleri aşağıdaki yasemen çiçeklerine takıldı. Yavuz'un kendi elleriyle çizdiği, bir yasemen çiçeği. O yasemenin dallarına konmuş, bir bülbül. Yaşamı simgeleyen, ona masum olduğunu, aynı zamanda yaşamasını, onu unutmasını bağıran bir simge.

 

"Yapamazsın." Hıçkırıkları arasında omuzlarını kendine çekti. "Bunu bana yapamazsın..böyle gidemezsin." Baş parmakları mektupu okşarken, sanki Yavuz'un tenini hissetmeye çalışır gibiydi.

 

Mektupta ki el yazısı Yavuz'dan başkasına ait değildi. Ancak Hafsa, bunu anlayamıyordu. Yavuz gerçekten onu böylesine terk mi etmişti?

 

*********

 

"Niye kimse telefonunu açmıyor, kaç kez aradım şimdi mi söylenir lan bu!" Nadir gür sesiyle bağırdı arabasını Rıfat'ın evine sürerken. Bu iş artık iyice sinirlerine dokunuyordu.

 

Ne herhangi bir delili umursuyordu, ne de başka bir şeyi.

 

"Açacak vaktim yoktu!" İshak sert sesiyle karşılık verdi. Gözleri yoğun bakımın önünde yere oturup sırtını duvara yaslayan Devran'ı buldu. Onun perişan haline her geçen an biraz daha içi acıyordu.

 

Nadir öfkesini bastırarak sordu. "Narin nasıl?"

 

"Bilmiyoruz." Derken İshak bir hayli umutsuzdu. "Durumu ağırmış, ameliyata aldılar."

 

"Başka yaralı var mı?" Önündeki yoldan dönen Nadir bir hayli umutsuzdu. Ancak bu kez Rıfat'ın kafasına sıkması gerekse bile bir şeyler öğrencekti. Daha önce, bir delil bulmadan haraket etmek istememişti. Ancak bugün olanlar, Narin'in vurulması, kızların kaybolması her şeyi açıklıyordu.

 

Bu işte Akgün'den başkasının eli yoktu.

 

"Yok." Dedi İshak. "Sen nereye gidiyorsun? Hastaneye mi geliyorsun?"

 

"Rıfat itinin evine." Nefreti sesine yansıdı. "Bu iş çok uzadı, İshak. Kızım ne halde bilmiyorum, Yavuz öldü mü kaldı mı belli değil. Ciğerim yanıyor, daha fazla bekleyip oturamam."

İshak onu anlıyordu. Nadir, kaç gündür kızından tek bir haber alamıyordu. Ağzını açıp konuşacakken telefonuna gelen bildiri bunu engelledi.

 

"Kapat, biri arıyor sana daha sonra döneceğim." Dediğinde Nadir telefonu kapatmıştı. İshak, bilinmeyen numarayı açtığında Cengiz'in sesini duydu.

 

"Alo, İshak sen misin?" Cengiz'in onu aramasını beklemeyen İshak bir hayli meraklanmıştı.

 

"Benim, ne oldu?" Uzun zamandır Cengiz'i görmüyordu. Babasının ondan şüphe ettiğinin farkındaydı.

 

"Özlem yanımda." Dediğinde İshak'ın ifadesi sertleşti. "Babam çok boktan bir oyun çeviriyor, İshak. Bana ablamların iyi olduğunu söyle, bir şey oldu mu?"

 

"Haberin var mıydı?" İshak öfkeyle sorduğunda Cengiz'in kalbi acıyla sıkıştı.

 

"Geç kaldım." Elini saçlarına daldırdı aşağı yukarı giderek. Özlem, önündeki deftere bir şeyler çizmekle meşgulken gözlerindeki acı dolu bakışlarını yeğenine dikti. "Geç kaldım değil mi?"

 

"Narin'in o depoya gönderildiğini biliyor muydun piç kurusu!" Devran onu duymasın diye fısıltılı bir öfkeyle konuştu. Cengiz bir elini çekmeceye yasladı.

 

"Biliyordum, ancak şimdi arayabildim. İyi mi? Ablamlar iyi mi İshak?"

 

"Değiller." İshak ne yapacağını bilemez bir şekilde konuştu. "Diğerleri nerede, biliyor musun? Lan bırak bunları, sen tüm bunlardan nasıl haberdarsın."

 

"Beni iyi dinle, fazla vaktim yok." Cengiz hızlıca konuşurken ara bir kapıyı kontrol etti. "Yavuz'la Hafsa Akgün'ün elinde. İkiside yaşıyor." İshak duyduğu şeyler karşısında ufak çaplı bir şoka girdi. Cengiz'in tüm bunları nereden bildiğini bilmiyordu.

 

"Sen nasıl?"

 

"Akgün benim kuzenim!" Derken sesi nefret doluydu. "Babamla Rıfat üvey kardeşler, açık konuşabildim mi? Babam bugüne kadar bir çok yardımı Rıfat'dan aldı. Bugüne kadar adı silinip gitmediyse hepsi Rıfat Turaç sayesinde. Dışarı çıkmama izin vermiyorlar, ama herkesi teker teker tuzağa çektiklerini biliyorum. İshak, Yavuz'u öldürecekler. Bunu bugün yapacaklar."

 

"Nerdeler!" İshak sesini yükseltti. "Bana nerede olduklarını söyle!"

 

"Bilmiyorum!" Cengiz çaresizce yükseltti sesini.

"Ama Akgün'ü başı boş bırakmayın!"

 

"Özlem?" Diye sordu, İshak. Devran'ın başı usulca kalkıp İshak'ı buldu. "Özlem iyi mi? Ona bir şeyler yapmazlar değil mi?"

 

"Ölümü çiğnerler." Cengiz gözlerini çizim yapan yeğenine çevirdi. "Ona bir şey olmasına izin vermem, ama ne olur ne olmaz. Buraya yardım gönder İshak, en iyisi Özlem'i burdan çıkarmak."

 

Devran duvardan destek alarak ayağa kalktı. Ellerinde hâlâ Narin'in kanı olması aşamadığı bir gerçekti. "Ne olmuş?" Boğuk çıkan sesiyle konuştu. İshak Cengiz'i onayladıktan sonra telefonu kapattı.

 

"Yardımın lazım, Devran." Derken bunu tek başına yapamayacağını biliyordu. Onca kişiyi tek başına kurtaramazdı. Bir kaç adımda ellerini Devran'ın omuzlarına koydu. "Yavuz'la Hafsa'yı bulmuş olabiliriz, benim Hafsa'nın peşine düşmem gerek. Yavuz'un peşine sen düşeceksin."

 

Devran yutkunarak birkaç saniye İshak'a baktı. Narin'i burda bırakmak istemiyordu, ancak geç kalırsa Yavuz'uda kaybedeceğini biliyordu.

 

"Anlat." Dedi emin bir sesle. "Neler olduğunu anlat." Eğer bir şeyleri telafi etme şansı varsa, bunu yapacaktı.

 

********

 

Zahir, daha Devran'lar hastaneye varmadan önce konuma varmıştı. Arabadan indiğindeyse gördüğü şey onu büyük bir bozguna uğratmıştı. Evi yakmıştılar, önünde cayır cayır yanan bir ev vardı. Boğazı düğümlendi. Burnuna dolan duman kokuları, onu parçalara ayırıyordu.

 

Yıllar sonra, ilk kez bir yangına tanıklık ediyordu. O yangında, sevdiği kadın vardı.

 

"Ceylan!" Sesi, Karadeniz'in dört bir köşesinde yankılandı sanki. Yangın daha yavaş yavaş başlamış, giderek çoğalıyordı. Tüm korkusuna rağmen, kapının eşiğinden geçerek içeri koştuğunda sıcaktan ve dumandan öksürmeye başlamıştı.

 

"Ceylan, nerdesun!" Bir adım daha attığında, yangından dolayı kopan tahta önüne düştü. Birkaç adım geri attığında nefesleri sığ ve kesik kesikti. Dirseğinin içini ağzına tutarak içeri adım atarken düşüp bayılmamak için binlerce kez dua ediyordu.

 

Korkuyordu. Ateşten çok korkuyordu. Her zerresi titriyordu. Ancak, başka çaresi yoktu. Alevler alıp çoktan yanmaya başlayan merdivenlere baktı. Yukarı kattan duyduğu tak sesiyle gözleri genişledi.

 

"Ceylan!" Merdivenin yanmayan kısımlarına basarak üst kata çıktı. Elini herhangi bir yere dokundurup yardım bile alamadı. Oysa, dizlerinin üstüne düşecek gibiydi. Burnuna dolan duman, her geçen an onu biraz daha boğuyordu.

 

Üst kattaki geniş bir salonu, ateşin alevleri bulanıklaştırıyordu. Zahir, çoktan eşiği yanmaya başlayan kapıya yaklaşıp ateşin üstünden geçerek içeri girdiğinde soluğu kesildi.

 

"Ceylan." Ceylan ordaydı, ancak hiçte beklediği gibi değildi. Gözleri kapalıydı, ağzına bağlanan beyaz bir bez vardı. Saçları dağınık, yüzünün bir çok yeri dumandan kararmıştı. Yerde yanan ateş her geçen an biraz daha ona yaklaşıyordu. Sandalyeye bağlıydı. Sıkı sıkıya bağlanmıştı.

 

"Ceylan!" Dirseğini ağzına kapatıp öksürerek Ceylan'ın yanına koştu. Eğer hızlı olmazsa, ikisininde bu cehennemde yanacağını çok iyi biliyordu. Titreyen elleri, Ceylan'ın ayaklarına bağlı olan ipleri çözerken dolu gözlerini yüzüne çıkardı.

 

"Aç gözünü, Ceylan'im!" Hızlı haraketlerle ipleri çözerek açtığı an ayağa kalkıp Ceylan'ın arkasına geçti ve ellerini çözmeye başladı. "Etma, buni baa yaşatma, Ceylan. Aç gözuni!" Sıkı bağlanan ipleri çözemediği için bir küfür savururken yavaş yavaş ciğerlerindeki havanın tükendiğini hissediyordu.

 

Giderek güçsüzleşen parmaklarıyla kendine güç toplamak için gözlerini sıkıca açıp kapattı. Çekiştiştirdiği ipler parmaklarını incitse bile umrumda değildi. Düğümü çözmeye başardığı an, Ceylan'ın sağına doğru ilerledi.

 

Öksürerek onu kollarına aldığında, başının geriye düşmesi görmeyi istediği bir manzara değildi. Kendisi bile artık başının döndüğünü hissediyordu. Kapının eşiğini iyice saran yangın, tüm yollarını kapatıyordu.

 

"Dayan Ceylan." Zar zor çıkan bir fısıltıyla konuştu. Orda olduğunu hissetirmek istedi.

 

Gözleri kenardaki çekmeceye takıldı. Tüm gücünü toplayarak oraya yürüdü. Kollarında Ceylan'ı sıkı sıkıya tutarken onu göğsüne saklamak ister gibi iyice kendisine yaklaştırdı. Ayağıyla çekmeceyi itekledi, kapının eşiğine iterek üstüne basıp diğer tarafa geçti. Daha merdivenleri sarmayan yangın sayesinde hızlıca aşağı kata ulaştı.

 

"Zahir, lan nerdesin Zahir!!' Dışarıda Süleyman'ın çaresiz ağlamaklı bağırışlarını duyduğunda ayakta zar zor duruyordu.

 

Dış kapıdan çıkarken elinin ve pantolonunu hafifçe yakan ateşi umursamadı. Dışarı ulaşır ulaşmaz yangından koşar adım uzaklaştı. Ayaklarındaki güç tükenirken Ceylan'la birlikte yere çöktü. Kendisininde Ceylan'dan aşağı kalır yanı yoktu. Yangından çıkmıştılar, ancak hâlâ yandığını hissediyordu. Hemde, en acı verecek şekilde.

 

"Noldu oğlum!" Süleyman korkuyla sorarken Zahir'in yanına eğildi.

 

"Araba..arabayı buraya çek!" öksürerek konuşurken ciğerlerine derin bir nefes doldurdu.

Araba evden biraz uzakta duruyordu, ve oraya kadar yürüyecek gücü kalmamıştı.

 

Süleyman sertçe yutkundu. Hızlıca onun dediğini yaparken Zahir dolu gözlerini Ceylan'ın yüzüne indirdi. "Uyan." Ceylan'ın yanaklarını avuçlarken ağladığından bihaberdi. Zahir, yıllar sonra ilk kez bir kadın için böylesine gözyaşı döküyordu.

 

"Aç gözüni, Ceylan." Başını usulca iki yana sallarken yanağına bir damla yaş aktı. Geç kalmış olmaktan korkuyordu. Dumanın onu zehirlemesinden korkuyordu. "Beni böyle bırakma." Sesi titredi. "Beni bırakma."

 

Süleyman arabayı yanlarına çeker çekmez sürücü koltuğundan indi. Zahir, zar zor ayağa kalkarken Ceylan'ı bir an olsun kollarından bırakmadı. Bir kız çocuğu tutuyordu sanki kollarında. Narin, kırılgan, ve ölümün eşiğinde olan bir kız. Süleyman arka koltuğun kapısını açar açmaz, Zahir Ceylan'ı oraya bıraktı. Bir elini arabanın üstüne koyarken soluk soluğa kalmıştı.

 

Kendi ciğerlerine dolan duman onu her saniye zehirliyordu. "Camları aç!" Dediğinde Süleyman'dan önce davranıp ön koltuğun kapısını açtı. Düğmeye basarak arabanın tüm camlarını indirdi. İçerinin havasız olmasını istemiyordu. Ceylan'ın durumu fazlasıyla ciddi gözüküyordu.

 

Kendi halide pek iyi sayılmazdı. Yutkunarak kapıyı kapatıp Ceylan'ın yanına oturmak için haraket ettiğinde bir ses duyuldu. Sert bir nefes benzeri bu ses, yankılandı etrafta. Ardından Zahir, göğsünde bir yanma hissetti.

 

"Zahir?" Süleyman bozguna uğramış bir şekilde fısıldadı. Zahir yerinde sendelerken bir eli kapıya tutundu. Gözleri usulca aşağı inerken çoktan gömleğine bulanan kanı farketti.

 

Vurulmuştu, üstelik yakından değil. Bu bir keskin nişancının işiydi.

 

"Vuruldun!" Dediğinde gözleri genişledi.

 

"Arabaya bin!" Zahir güçlükle konuşurken ayakta durmaya çalıştı. Süleyman dolu gözlerle onun yanına gelmek istesede Zahir tüm gücünü topladı. Arka koltuğa geçti.

 

"Hastaneye!" Net bir emir verdiğinde Süleyman kendini toplamaya çalıştı. Yapabileceği başka bir şey yoktu. Elinden gelen tek şey koltuğa oturup gaza basmak oldu.

 

"Dikkatli ol!" Zahir zorlukla çıkan sesiyle konuştu. Her an başka bir kurşun isabet edebilirdi. Bugün olanlar tamamen planlıydı. Önce Ceylan'ı bir yangının ortasına bırakmış, daha sonra Zahir'e saldırmıştılar.

 

Akgün, tüm bunları bilerek yapmıştı. Tek bir emri vardı, bir kişinin ölü çıkması. Herkesi geri tutmak için, bir kişinin ölmesini istiyordu. Ceylan'ın kurtarılmasına yardım eden, Zahir. Esas hedef olmuştu. Akgün, tüm bunları önceden planlanmıştı. Eğer Ceylan kurtulursa, içlerinden birine zarar vermek için en öncesinden keskin nişancı ayarlamıştı.

 

Süleyman yangın yerinden uzaklaşırken dikiz aynasından Zahir'e baktı. "Zahir, göğsünden vurulmuşsun!" Derken Zahir konuşamaz haldeydi. Her geçen an, kaybettiği kan çoğalıyordu.

 

"Kan kaybediyorsun!" Yan koltuktaki ceketi alıp arkaya uzattı. "Bastır şunu!" Zahir güçsüz bir şekilde ceketi aldı. Gözleri Ceylan'ın baygın yüzünde gezindi. Tek istediği, onun gözlerine bakmaktı. İyi şeyler hissettmiyordu. Bir eli usulca güçsüzce Ceylan'ın yanağını okşuyordu.

 

"Zahir, bana bak lan.." Süleyman dolan gözleriyle daha fazla gaza asıldı. "Gözlerin titriyor anasını satayım sakın uyuma!" Zahir onun dediklerini boğuk bir şekilde duyuyordu. Süleyman'ın çaresizliği canını yakıyordu. Ancak, şu anda göğsündeki kurşun yarasının bir önemi yoktu.

 

"Yaşasın.." derken zorlukla çıkan sesi savunmasız bir çocuğu andırdı. Zar zor harelerini dikiz aynasına kaldırdı. "Ölmesin Süleyman.." gözleri kapanıp açılırken başı usulca geri yaslandı. "Ölmesin."

 

"Ölmeyecek lan!" Süleyman başını hızla iki yana salladı. "Kimse ölmeyecek, sende ölmeyeceksin yengede ölmeyecek!" Ela gözlerini dikiz aynasından Zahir'in yüzüne dikti. Onun bilincinin kapanıp açıldığını görmek kalbinin nerdeyse durmasına sebep olacaktı. "Yapma Zahir, sen ailemsin ulan, kapatma gözlerini."

 

En yakın hastaneye sürerken gözleri yol ve ayna arasında gidip geliyordu. Kan görmeye dayanamazdı. Kandan korkardı, oysa şu an gözleri Zahir'in giderek kana bulanan göğsünü terkedemiyordu.

 

"Çok kanıyor lan!" Çaresizce sesini yükseltip elini direksiyona vurdu. "Çok kanıyor, bastır şunu Allah için bastır!" Elini geri götürüp Zahir'in bileğini tutarak ceketi göğsüne getirdi.

 

Zahir zar zor topladığı gücüyle ceketi göğsüne bastırırken alnında damarlar belirmişti. Boynundan aşağı akan birkaç damla ter hissetti. Gözleri, ağır bir şekilde Ceylan'ın yüzünü izliyordu.

 

"Zahir.." diye bir fısıltı Ceylan'ın dudaklarından döküldü. Çaresiz, ve umutsuzdu. Ceylan'ın hiçbir şeyden haberi yoktu. Ancak yaşıyordu. Hayattaydı. Zahir'in acısına rağmen dudaklarında yorgun bir tebessüm belirdi.

 

"Burdayim." Acısını bastırdı. Ceylan onu görmüyordu, ancak acısını duyuyor olmalıydı. Bunu hissetsin istemedi. Ceylan kapanıp açılan zihni yüzünden olanları anlamıyordu. Bir tek, Zahir'in kokusunu duyuyordu. O kokuya karışan yabancı bir koku vardı ve ne olduğunu anlamadı.

 

Süleyman sırtını geri bastırırken bir elini saçlarına daldırdı. Herkesi kaybetmişti. Kaybetmenin ne olduğunu çok iyi biliyordu. Süleyman, doğduğundan beri kimsesizdi.

 

Kimsesizliğini, en çok gideren Zahir olmuştu. Bugün, onu kaybetmekten korkuyordu.

 

Zahir'in nefesi giderek daraldı. En azından, gözleri kapanmadan önce Ceylan'ın yaşadığını anladı. Onun sesini duydu. Yanında olduğunu hissettirdi. En azından, onu kurtardı.

 

"Zahir yapma!" Süleyman korkuyla bağırdı. "Lan, Zahir aç lan gözlerini!" Zahir'in gözleri kapanırken başı geri yaslandı. Göğsündeki kanama durmadan devam ederken Süleyman çaresizce haykırdı.

 

"Allah kahretsin!" Yanağına akan birkaç damla yaşla daha da hızlandı. "Allah kahretsin, yapma lan bunu bana, neden hepiniz gidiyorsunuz lan!"

 

Herkesi kaybediyordu. Teker teker, korktuğunu yaşıyordu.

 

Kimse iyi değildi. Herkes canıyla uğraşıyordu. Ve Tufan, bir ringin ortasındaydı ağzı burnu kaç içindeydi.

 

"Lan Tufan!" Aziz elini örgülü tellere vurdu. Neden bu kadar zayıf dövüştüğünü anlamıyordu. Oysa Tufan, hemen yenilecek birisi değildi.

 

İnsanların bağırışları mekanı doldurmuştu. Yarısı Tufan'ın ismini bağırırken, diğer yarısı onun rakip olan Korhan Kılıç'ın ismini bağırıyordu.

 

Tufan'ın üstünde siyah şortudan başka bir şey yoktu. Çıplak elle dövüşüyordular. Dakikalarca devam eden bu dövüş onu hem terletmiş, hemde yavaşlatmıştı. Kaslarının sızladığını hissediyordu. İçine düşen kurt giderek anlam kazanıyordu.

 

Ringe çıktığından beri ona yapılan sadece şiddet değildi. Piskolojik baskıydı. Korhan'a saldırmak için bir kez daha yumruğunu kaldırdı. Korhan, sağa kaçarken soğukkanlılıkla konuştu.

 

"Bana kıyasla fazla zayıfsın." Tufan derin nefeslerine rağmen kendinden ödün vermedi. Buz gibi gözleri rakipini izlerken sırtından aşağı akan birkaç ter damlasını hissetti. Bu ringten Zerda'yı almadan çıkmayacaktı.

 

Karşısındaki adamla uğraşmak bile istemiyordu. Sadece, bunu bitirip Zerda'yı almak istiyordu. Bir kez daha öne atıldı, Korhan'ın yüzüne sert bir yumruk geçirirken bu sefer ona kaçma fırsatı tanımadı. Aynı hızla, dizini karnına vurdu.

 

Burda kurallar yoktu.

 

"Hadi kardeşim..hadi." Aziz parmaklarını tellerin üstündeki deliklere geçirdi. "Kazan be oğlum." Bir tarafı Zerda için korku doluyken diğer tarafı o korkuyu Tufan için taşıyordu.

 

Korhan kendini toplarken Tufan'a saldırdı. Onun omzuma bir yumruk geçirirken nefes nefese konuştu. "Sevdiğin için burdasın." Tufan hafifçe geri sendeledi, ancak hızlıca pozisyona geçti. "Kazanamayacaksın. Onu alıp götürme gibi bir imkanın yok farkındasın değil mi?"

 

"Erken konuşuyorsun." Tufan sağ kanca yaparak Korhan'ın çenesine bir yumruk geçirip vakit kaybetmeden dirseğiyle göğsüne vurdu. Korhan'ın ağzından acı dolu homurtular döküldü. Geri sendeledi, kendini hızlı topladı.

 

Tufan'ın omzuna dirseğini geçirerek onu demirliklere itti. Dirseğini boğazına dayadı. "Kimi korudun ki onlarıda koruyacaksın?" Tufan öfkeyle yumruğunu kaldırdığı sırada Korhan alayla konuştu. "Annen yok, yanlış değilsem onunda soğuk leşini bir yatakta buldun kız kardeşin kim bilir hangi cehennemde öldü. Biraz sonra sevdiğinde onların yanına gider, ne dersin?"

 

Sadist bir şekilde Korhan'ın ağzından çıkan her kelime Tufan'ın öfkesini körükledi. Annesi yoktu, kız kardeşini korumak isterken, sevdiğininde bir tuzakta olduğunu öğrenmişti. Sıkışmıştı. Çıkışı olmayan bir yolun sonundaydı.

 

"Ağzından çıkan her kelime için seni mahvederim!" Yumruğunu Korhan'ın yüzüne bir kez daha indirdi. Onu yere düşürerek üstüne çıktı. Ailesi hakkında edilen her kelime, onu güçlendirmişti. Üst üste attığı yumruklar son bulmuyordu.

 

Karşısındaki kişiden son günlerde yaşanan her şeyin hırsını alır gibiydi. Dayanmadan, hiç vakit kaybetmeden yumruklar savurdu.

 

Korhan, dizini Tufan'ın karnına geçirip yumruklardan kurtularak onu yuvarlayıp altına aldığında Tufan'ın nefesleri sığdı. Yumruk atması gerekiyordu, ancak bunun yerine ellerini boğazına doladı. Bir savaş değildi, ölüm emriydi bu.

 

"Noluyor lan!" Aziz'in gür sesi insanlarım bağırışları arasında yankılandı. "Böyle bir şey yoktu!" Bakışlarını sağ tarafta duran Latif'e çevirdi. Latif duygusuz gözlerle gelişen sahneyi izliyordu. "Dövüşte böyle bir şey yok, hile yapıyor durdursanıza!"

 

Tufan üstündeki adamı itmeye çalışırken, her seferinde boğazında daha fazla baskı hissetti. Giderek daralan nefesi, onu yavaşlatıyordu. İlk kez gerçekten ölecekmiş gibi hissediyordu.

 

Ama yapamazdı. Geride kimseyi bırakmazdı. Ne Zerda'yı ne de Hafsa'yı bırakmazdı. Bu savaşı kazanmalıydı, çünkü başka türlüsü yoktu.

 

Üstündeki adamı itmeye çalışırken, gözleri yukarıda gezindi. Üst kattan izleyen insanların arasında öz babasını görmek gözlerinin hafifçe genişlemesine neden oldu. Hakkında bu kadar fazla bilgiyi, Korhan'a ve burdaki insanlara elbette babası vermişti. İçinde hissettiği o kırgınlık ve nefret giderek çoğaldı.

 

Babası her seferinde daha ileri gidiyordu. Ve Tufan, rakibin altında nefesinin tükendiğini hissediyordu.

 

Eğer kazanmazsa, ölecekti.

 

*******

 

Nisa, elinde tuttuğu bir bardak suyla kapının önüne geldi. Yaptığı şey, ona fazlasıyla ağır geliyordu. Ancak, bunu yapmazsa kendi kızına bir zarar gelmesinden fazlasıyla korkuyordu.

 

Cesaretini toplayarak kapıyı tıklattı. Hafsa'nın sesini duymasada içeride olduğunu biliyordu. Yavaşça kapıyı açtı, içeri adım attığında yanılmamıştı. Onu perişan önünü izlerken buldu. Sehpanın üstüne bir kağıt bırakılmıştı.

 

"Hafsa?" Dedi usulca içeri adımlar atarken. Ağlamamak için kendini tutuyordu. Biraz sonra yapacağı şey için kendinden tiksiniyor ve iğreniyordu.

 

Onun ses vermeyen hali kendisini endişelendirdi. Yanına yaklaştı, bardağı bir kenara bırakarak koltuğun yanında aşağı eğildi. "Hafsa, iyi misin sen?"

 

"Aklımla oynuyor." Hafsa titrek sesiyle konuşurken sonunda bir haraketlilik gösterip elini saçlarına daldırdı. "Aklımla oynuyor.."

 

Nisa sertçe yutkundu. Gözleri mektupa indi. Hafsa'nın bir şey anlatacak durumda olmadığını anlayınca, elini uzatıp mektup aldı. Sessizce satırları okudu. Her kelimede, canı daha fazla yandı. Akgün'ün nasıl iğrenç bir insan olduğunu tekrardan anladı.

 

"Bunu Yavuz yazmış olamaz." Hafsa okuduğu şeylerin şokunu hâlâ atlatmış değildi. "Bir şey yapmıştır, tehdit etmiştir. O yazmış olamaz, o beni terketmez!" İnanmak istemiyordu.

 

Daha düne kadar Yavuz ne kadar mutlu olduğundan bahsederken şu an böylesine küçük bir mektupla kendisini terkettiğine inanmıyordu.

 

Bebeklerinin haberini duyunca bayılan, Yavuz.

 

Ona sekiz senedir sevdalı olan Yavuz.

 

Karşılıksız aşkını yaşatan Yavuz.

 

Bir veda mektubuyla mı gitmişti?

 

Yangın yeri dedikleri bu olsa gerekti. Bu kez kalbi zindanda olan, üstüne zincirler vurulan Hafsa'ydı. Kalbi yangın yeriydi, öyle bir yangın ki her zerresini yakacak, aklından şüphe ettirecek kadar derin ve acılı bir yangın. Yavuz'un gidişini kabul etmeyen aklı, ama bunların gerçek olmasından çok korkan bir kalbi vardı.

 

Zihni ona bu Akgün'ün oyunu diyordu.

 

Kalbi, bu yazılar Yavuz'a ait diyordu.

 

Kelimelerin böylesine içtenliği, bir tek Yavuz'a ait olabilirdi. O yazı, ve imza Yavuz'dan başkasına ait değildi.

 

Nisa yanağına akan yaşı elinin tersiyle sildi. Mektupu usulca geri yerine bıraktı. Dolu gözlerini Hafsa'nın yüzüne çıkardı. Elini bardağa uzatarak onu aldığında sanki kendine büyük bir ihaneti yapıyormuş gibi hissetti. Acı çekiyordu.

 

Bunu yapacağına ölmeyi diliyordu, ancak yapmadığı zaman can verecek tek kişinin kızı olacağından da adı kadar emindi. Asla taşıyamayacağı, her gün vicdan azabı çekeceği ve hiç unutamayacağı kadar ağır bir yük alıyordu omuzlarına.

 

"Su iç." Sesinin titremesini zorlukla bastırdı. "İyi gelir."

 

"İstemiyorum." Hafsa dizlerini iyice kendine çekerken alnını dizlerinin üstüne koydu. Hıçkırarak ağladı. "Ben Yavuz'u istiyorum, burda olmak istemiyorum. Acı çekiyor, çok acı çekiyor hissediyorum." Hafsa'nın çocuksu bir masumiyetle ağzından çıkan çaresiz kelimeler Nisa'nın tüm sesini susturdu. Ne diyeceğini bilmiyordu. Yaptığı şeyin katil olmaktan bir farkı yoktu.

 

Ona iki seçim sunulmuştu.

 

Ya kızı, ya da iki masum can.

 

Bir annenin katili olacaktı, oysa kendiside bir anneydi. Dünyanın en güzel duygusunu, bir kadının elinden alacaktı.

 

"Biliyorum." Elini Hafsa'nın koluna koyarken oynadığı oyunculuk pekte iyi sayılmazdı. "Ama çok yoruldun, biraz kendine gel. Hadi Hafsa, su iç." Hafsa usulca başını kaldırdı, ağlamaya devam ederken ne yapacağını bilemez bir şekilde kollarını Nisa'nın boynuna dolayarak ona sarıldı.

 

"Çok canım yanıyor, Nisa." Her hıçkırıkta göğsü inip kalkıyor, dudaklarından sızlanmalar çıkıyordu. Nisa, onun bu kimsesizliği karşısında ezilip yok oluyordu. Ellerini kaldırıp ona sarılmak istiyor, ancak kendini buna layık göremiyordu.

 

"Biliyorum." Derken Nisa'nın sesi titredi. "Benimkide yanıyor." Üstüne çöken suçluluk duygusu onu boğuyordu. "Ama çocuklarını düşün tamam mı?" Bir an önce burdan kaçıp gitmek istiyordu. Yoksa, kendi haraketlerinden dolayı oturup hıçkırarak ağlayacaktı. "Su iç, Hafsa. Kendine gel." Bardağı alıp Hafsa'ya uzatırken eli titriyordu.

 

Hafsa dolu gözlerle burnunu çekti, aynı Nisa gibi titreyen elini usulca bardağa uzattı. Onu avcuna alarak dudaklarına götürdü. Nisa, her an bardağı alıp yere atarak parçalamak için can atıyordu. Ancak bunu yaptığı an, kendi kanı canı bir zarar görecekti. Göze alamayacağı kadar ağır bir gerçek vardı ortada.

 

Nisa, cesaret ettiği şeyi yapamadı.

 

Ve Hafsa, bardaktaki tüm suyu içti.

 

*******

 

"Giremezsiniz." Diyen korumanın sesiyle Nadir buz gibi gözlerini ona dikti.

 

"S*ktir git lan önümden!" Önüne geçen korumanın yakasını kavrayı onu kenara iterek kapıyı açıp içeri girdi. Onu karşılıyan geniş evin avlusuna yürürken bağırdı.

 

"Rıfat Turaç!" Merdivenlere yürürken öfkeyle konuştu. "Neredesin orospu çocuğu!" Daha önce girdiği için, Rıfat'ın ofisinin nerede olduğunu biliyordu. Bu evin tüm odalarını didik didik aramıştı. Kızının ortadan kaybolduğunu öğrendiği an herkesi ortalığa dökmüştü. Ancak eline hiçbir şey geçmemişti.

 

Rıfat'ın evin içinde yerleşen ofisine varır varmaz, kapıyı açarak içeri daldı. Bu sırada Rıfat, umursamaz bir şekilde boş bakışlarla kapıya baktı. Nadir öfke saçan gözlerle elini beline atıp silahını çıkardı, vakit bile kaybetmeden kapıyı kitleyip sandalyeye yürüdü. Rıfat'ın yakasını kavrayarak onu ayağa kaldırıp arkadaki duvara yasladı.

 

"Kızım nerede!" Derken soğuk namluyu Rıfat'ın alnına yasladı. Rıfat'ın soğuk ifadesi bozulsada hiçbir korku tepkisi göstermedi.

 

"Bu iki oldu, Nadir." Tıslar gibi konuştu. "Sana ikincide evime gelirsen tüm adamlarımı üstüne salarım demişt-"

 

"Başlatma lan köpeklerinden!" Nadir'in gözlerinde ilk kez böylesine bir tehlike vardı. "Sana bir şans tanıdım, ama o şansın içine sıçtın Rıfat efendi, yaptığın saçma oyunla kendini ifşa ettin!" Rıfat'ı daha sert ittirdi duvara. "Kızları kaçıran sendin, herkesi bir tuzağa çektin. Planınız ne orospu çocuğu, derdiniz ne? Kızımla damadım nerede!"

 

"Neden bahsediyorsun sen?" Rıfat oscarlık bir oyunculukla konuştu. "Her seferinde dönüp dolaşıp sahip çıkamadığın piç kuruları için benim kapıma mı geleceksin?"

 

"Senin o ağzını dağıtırım!" Sert bir hamleyle dirseğini Rıfat'ın boğazına dayadı. Rıfat'ın hiç beklemediği bir şey yaptı. Silahın soğuk namlusunu çenesinin altına bastırdı. "O dilini dağıtırım, bana istediğim cevapları vermezsen, Rıfat. Yemin olsun seni öldürürüm, beni bilirsin. Yaparım!" Gözlerindeki ateş, büyük bir gerçekliği anlatıyordu. Yapardı, hemde hiç acımadan.

 

"Ben bir şey bilmiyorum. Ne kızının yerini ne de Yavuz'un!" Hafsa'ya neden kızım dediğini bilmiyordu. Muhtemelen gelişi güzel söylediğini düşünerek bu konuyu bir kenara itmişti.

 

"Ama ben çok şey biliyorum, Rıfat!" Bağırdı Nadir. "Mesela, Kemal itiyle kardeş olduğunu. Peki bunu çok değerli yeraltı üyelerimiz öğrenirse neler olur biliyor musun? Arkalarından çevirdiğiniz işler, alıp sattığınız şirketler. Milleti dolandırarak aldığınız faizler, herkesten gizli yönettiğiniz o değerli dosyalar Kemal adına çalıp kendi aranızda böldüğünüz mallar!" Rıfat'ın her kelimede boş ifadesi biraz daha sarsıldı. Bunca senedir gizli olan bir gerçeği Nadir'in nasıl öğrendiğini bilmiyordu.

 

Cengiz'in haber verdiğini, ve İshak'ında tüm bunları Nadir'e anlattığından bihaberdi.

 

"Ortada bıraktığın insanlar bundan pek hoşlanmaz değil mi?" Soğuk bir sesle konuştu. "Seni yakarım, Rıfat. Her gün başka bir işkence, her gün ölümü dileten işkenceler yaşatırım sana ve bunu ben yapmam. Bunu bugüne kadar o piç abinle birlik olup kandırdığın yerlatının kralları yapar!" Rıfat, işte şimdi soğuk terler dökmeye başlamıştı.

 

Kemal'le uzun zaman önce isimlerini ayırmalarının en büyük sebeplerinden biride buydu. Birilerini dolandırarak, daha fazla yükselmek için uğraşmıştılar. Bu yolda, başarılı olmuştular. Kemal'in dolandırdığı insanların yanında Rıfat durur, onlara yardımcı olur gibi davranarak daha fazla borca girmelerine neden olurdu.

 

Daha sonra aynı şeyi Kemal tekrarlardı. Aldıkları faizler, dolandırdıkları insanlar, kıydıkları canlar. Haddi hesabı yoktu. Ancak en kötüsü, tüm yeraltının onları düşman sanmasıydı.

 

Abi kardeş oldukları anlaşılırsa, ortalık iyice karışırdı. Kemal'e düşman olan her bir insan, Rıfat'la ortaklık yapardı. Aynı zamanda, Rıfat'la düşman olan herkes Kemal'le arkadaşlık ederdi.

 

Yeraltında bir çok kişi bilmeden, düşmanlarıyla iş birliği yapardı.

 

Yıllardır gizli kalan bu olay, ortaya çıkarsa büyük bir trajediye dönüşürdü.

 

"Yavuz'un yerini bilmiyorum." Derken öfkesini bastırmaya çalışıyordu. "Ama Hafsa nerede biliyorum." Akgün'ün istekleri, Rıfat için önemli değildi.

 

Yavuz'un ölmesini istiyordu. Bu yüzden, ne pahasına olursa olsun asla yerini söylemezdi. Ancak, Hafsa'nın yerini söylemekte bir sakınca görmüyordu. Çünkü, Hafsa'nın kaçırılması plan dahilinde bile değildi. Akgün, sapkın duygularına kapılarak böyle bir şey yapmıştı. Ve bu, Rıfat'ın umrunda bile değildi.

 

Nadir'in yüreğini sızlatan korku bir nebze olsun azaldı. "Yürü!" Diyerek Rıfat'ı itekledi. "Şimdi kapıyı açacağız, adamlarına silahlarını bırakmalarını söyleyeceksin. Aman bir işe kalkışma, benden haber alamadıkları an, küçük oyununuzu anlatacak başkaları var."

 

Rıfat zaten bunu tahmin etmişti. Tüm bunlar bittiğinde, ilk işi bu haberi yayan kişiyi bulmak olacaktı.

 

Onun Cengiz olduğundan habersizdi. Tüm bunlar yaşanırken, Cengiz, küçük yeğeni koltukta uzanmış tavanı izlerken sessizce onu izliyordu. Ne yapacağını bilmiyordu. İshak'tan bir haber beklemekten başka çaresiz kalmamıştı. Özlem, ellerini karnına yaslamış ayaklarını içe dışarı sallarken ofladı.

 

"Gelip seni alacaklar dedin." Narin'in kopyası olan gözlerini Cengiz'in yüzüne çıkardı. "Hani gelmediler!"

 

"Gelecekler." Dedi Cengiz. Özlem'in ablasının kopyası olduğunu görmek onu hem üzüyordu hemde yüreğini sevgiyle dolduruyordu.

 

"Sen kimsin ki?" Özlem kıstı gözlerini. "Narin abla bana kimseye güvenme dedi. Seni de hiç tanımıyorum. Geldiğimiden beri benimle konuşmadın bile."

 

"Ben." Cengiz yutkundu. "Ne konuşayım?" Bir çocukla nasıl konuşulması gerektiğini bilmiyordu.

 

"Kim olduğundan başlayabilirsin." Özlem doğruldu. "Akrabam mısın sen benim?"

 

Cengiz dudaklarını birbirine bastırdı. Yutkundu. "Bunlar karışık konular." Derken nasıl bir açıklama yapacağından emin değildi. Karşısındaki çocuğun daha hiçbir şeyden haberdar olmadığının farkındaydı.

 

"Yani akrabamsın?" Diye sordu, Özlem. Cengiz nefesini verdi. Birkaç adımla Özlem'e yaklaşıp tek dizinin üstüne çöktü.

 

"Henüz sana bunları anlatamam." Derken sessiz bir özür diler gibiydi. "Ama istersen, bana dayı diyebilirsin."

 

"Dayı annenin kardeşine denir." Özlem küçük ayaklarını koltuktan sarkıtarak avuç içlerini iki yanına yasladı. "Abim öğretmişti, iyide sen benim annemin kardeşi değilsin."

 

"Bana dayı demen için annenin kardeşi olmama gerek yok." Cengiz küçük bir tebessüm etti. "Eğer istersen, dayı diyebilirsin. Senin kararın."

 

Özlem birkaç saniye meraklı bakışlarını Cengiz'in yüzünde gezdirdi. "Tamam dayı." Dediğinde Cengiz sertçe yutkundu. Bu kelimeyi Özlem'in ağzından duymanın ağırlığının bu kadar yüklü olacağını tahmin edememişti.

 

Tam ağzını açıp bir şeyler söyleyecekken dışarıdan duyduğu bir takım sesler onu durdurdu. Yerinde doğruldu. "Burda kal." Dedi kapıya yürümeden önce yeğenine bakarak. Hemen ardından, salondan çıktı. Kapının sonuna kadar açıldığını, ve Devran'ın içeri girdiğini görünce merakla kaşlarını kaldırdı.

 

"Özlem içeride mi?" Diye sordu Devran, her şeye rağmen aklını yerinde tutmaya çalışıyordu. Cengiz, onu küçük bir baş sallamayla onayladı.

 

Şu anda, babasının evde olmaması büyük bir fırsattı. Devran, salona yürürken Cengiz kapıdaki baygın korumlara baktı. Devran'ın yanında gelen diğer birkaç korumada bakışlarını içeri dikmişti.

 

Devran, salona girdiğinde koltukta oturup yeri izleyen kızını farketti. Onu görmek, bir kez daha işlediği suçu gözünde büyüttü. Narin'i vurmuştu, haberi olmasa bile onu kendi silahıyla vurmuştu. Kızının annesini vurduğu gerçeği ağır bir şekilde yüzüne çarpıyordu.

 

"Özlem." Dedi kendini toparlayarak. Daha fazla burada kalamazdılar. Hafsa'nın yerini çoktan bulmuştu ve İshak'ı oraya yönlendirmişti.

 

"Devran abi?" Özlem hızla bakışlarını omzunun üstünden kapının eşiğinde duran adama çevirdi. En son onu gördüğünde, abisi sandığı adam kendisinden köşe bucak kaçmıştı. "Beni almaya mı geldin!" Koltuktan inerek Devran'ın yanına koştu.

 

Devran, birkez olsun kızına dokunamamıştı. Bir kez olsun ona sarılmamış, kollarında tutamamıştı. Belki de bugün tam zamanıydı.

 

"Seni almaya geldim." Yüreğinde anlam veremediği bir cesaret vardı. Ona doğru koşan kızını kollarına aldığında dudaklarından titrek bir nefes kaçtı. "Çıkacağız burdan." Özlem'in kokusunu içine doldururken ister istemez birkaç saniyeliğine gözkapakları aşağı indi.

 

Narin gibi kokuyordu. Devran bunun hayalini hep kurmuş, ancak bu kadar gerçekçi olacağını hiç tahmin etmemişti. Özlem gerçektende annesi gibi kokuyordu. Başka zaman olsa kollarındaki kızının kokusunu doya doya içine çekerdi, ancak şu an tüm bunları bir kenara bırakıp bu lanet yerden çıkmayı seçti. Özlem'i sıkıca tutarken salonun kapısından çekildi.

 

Özlem, sıkıca kollarını Devran'ın boynuna sararken içinde çocuksu bir neşe belirdi. Kendi dünyasında, daha önce ondan kaçan abisine sarıldığı için mutluydu.

 

"Baban sorarsa, saldırıya uğradığınız söyle." Cengiz'in yanından geçerken hızlıca konuştu. Açıklama yapmaya vakti bile yoktu. Özlem neşeyle elini kaldırıp geride kalan Cengiz'e doğru salladı.

 

"Görüşürüz dayı!" Mavi gözlerinin içi parlıyordu. Olan biten her şeyden habersizdi. Cengiz kendini zorlayarak küçük bir tebessüm ederken Devran'ın dışarı çıkmasını ve arabaya doğru yürümesini izledi. Onun peşinden korumaları takip etti.

 

Devran, henüz Özlem'in neden Cengiz'e dayı diye seslendiğini anlamasada şu an bunu kurcalamadı. Cengiz'in Özlem'e bir şeyler anlatacak kadar aptal olmadığını biliyordu.

 

Arabanın kapısını açarken Cengiz konuştu. "Hafsa'yı buldunuz mu?" Devran arabaya oturmadan önce bakışlarını Cengiz'e çevirdi. "Bulduk."

 

"Yavuz?" Dedi Cengiz sorgular gibi. Devran derin bir nefes verdi.

 

"Bulacağız." Kısa bir cevabın ardından hızlıca sürücü koltuğuna oturdu.

 

Kızını almıştı. Hafsa'yı bulmuştu. Geriye bir tek, Yavuz'u bulmak ve Narin'in o yoğun bakımdan sağlıklı bir şekilde çıkması kalmıştı.

 

*********

 

Akgün etrafa kısa bir bakış attı. Planı takır takır çalışıyordu. En başından beri istediği buydu. Herkesi yolundan çekmek. Yavuz'un değil dirisini cesedini bile çıkarsa yakalanacağını çok iyi biliyordu. Diğerlerini atlatmak kolay değildi.

 

Akgün 20 gün içinde, buraya adım bile atmamıştı. Takip edilmeyi göze alamazdı. Bunu yapmak için, önce peşindeki herkesin dikkatini teker teker dağıtmalıydı. Yapmıştı.

 

Peşindeki herkesi uzaklaştırmıştı. Bunu yaptıktan hemen sonra, Yavuz'u ziyaret etmiş ona bir mektup yazdırmıştı. Yazdırdığı mektupu, sadece tehditlerle yapmıştı. Hafsa'yı esir tuttuğunu söylediği an, açıkça Yavuz'un başka çaresi kalmamıştı.

 

Adamları, sürekli olarak Yavuz'un durumunu bildirmişti. Ara sıra halinin kötüleştiğini, ve anlamadıkları bir şekilde burnunun kanadığını söylemiştiler. Akgün boş durmadan bunu araştırmış, hatta Yavuz'un kanına bir tahlil bile yaptırmıştı. Çok kısa bir ömrü kaldığını, kalp hastalığı olduğunuda bu sayede öğrenmişti.

 

Yazdırdığı o mektuptaki her şey bir yalandı. Evet, yazılar Yavuz'a aitdi. Ancak onu, bir veda mektupu yazmaya mecbur bırakan Akgün olmuştu. Her şeyi, en sonunda Hafsa Yavuz'dan nefret etsin diye yapmıştı. Bu mektuptan sonra, kesin olarak nefret edeceğinden emindi.

 

"Yürü!" Kendi korumalarından birinin sesini duyunca bakışlarını demir kapıya çevirdi. Yaslandığı arabadan usulca ayrıldı.

 

Koruma, zincirlerini çözdüğü Yavuz'u yanında yürütüyordu. Yavuz, kaç gündür aynı pozisyonda kalmaktan vücudunun uyuştuğunu hissediyordu. Yürümekten biraz zorluk çeksede, uyum sağladı. Her şeye rağmen, yüzündeki o nefret ve soğukluk yerini asla terketmiyordu.

 

Gözlerinin içi kızarmıştı. Düşmanları, bunu uykusuzluğuna veriyordu. Oysa, yazdığı mektup Yavuz'un sessizce ağlamasına sebep olmuştu. Daha bu sabah, ellerini çözmüş ona bir kağıt kalem vererek yalnız bırakıp mektupu yazmalarını beklemiştiler. Akgün, tüm metni okumuş ve okuduklarından fazlasıyla zevk aldıktan sonra Hafsa'ya vermişti. Tüm bunları hiç acımadan yapmıştı.

 

"Arabaya bindir." Akgün, fazla konuşmak istemiyordu. Ulu orta bir yerde daha fazla durmak değildi niyeti. Kimsenin onu takip etmediğinden emindi, ancak işini şansa bırakmak istemiyordu.

 

Yavuz duygusuz bakışlarını önüne çevirdi. Kabullendiği bir şeyler vardı. Belki de daha fazla umudu kalmamıştı. Eğer Hafsa onun öldüğünü sanıp üzülecekse, terkedip gittiğini sansa belki de daha iyiydi. Koruma onu arka koltuğa iteklerken, yavaş haraketlerle oturdu. Bilekleri berbat bir haldeydi. Ancak, hiçbir acı hissettmiyordu.

 

Anlamıyordu, kalbi hâlâ nasıl dayanıyordu? Öyle bir durumdaydı ki kalbinin acısını bile hissettmiyordu. Hiçbir şey hissettmiyordu.

 

Sadece, Hafsa'yı düşünüyordu. Aklı ondan başka bir şey düşünemez olmuştu.

 

Kimse tek kelime etmedi. Ne bir söz dalaşı, ne de fiziksel bir kavga olmadı. Sadece sustu. Gideceği yere kadar düz bakışlarla önünü izledi. Tanıdığı yollar bile ona yabancı olmuştu. Kehribar hareleri, yorgun, duygusuz, ve boştu.

 

Hayatını kaybetmiş bir adam gibiydi.

 

Hayır.

 

Sevdasını kaybetmiş bir adamdı.

 

Tüm bunlardan sonra bir geri dönüş olmadığını biliyordu. Eğer Hafsa iyi olacaksa, yaşayacağı her şeye razıydı. Ölüme bile razıydı.

 

Dakikalar sonra, araba durduğunda hareleri usulca haraketlendi.

 

"Karadeniz'i sevdiğini duydum." Akgün, sessizliği bozarak konuşurken arabanın kapısını açıp indi. Yavuz, birkaç saniye olanlara anlam veremesede ağzını açıp tek kelime etmedi. "İndirin!" Koruma Yavuz'un kapısını açarak onu dışarı çekiştirdi. Yavuz vücudunu arabadan dışarı çıkardı.

 

"Seni gömerdim, ama bununla uğraşamayacağım, Yavuz." Akgün kayalıklara yürürken rüzgarın sesi sertçe uğulduyordu.

 

Yavuz, düz bakışlarını önüne dikti. Hareleri, bir an için gökyüzünden gezindi. Ardından defalarca geldiği, ve ezbere bildiği Karadeniz'i izledi. Uzaktan gözüken ufuk çizgisi, denizin kıyıları ve derinliği. Bunların hiçbiri onu korkutmadı.

 

Aklı, başka bir yerdeydi. Yavuz'un aklı Hafsa'daydı. Her zaman olduğu gibi. Bir tek Hafsa'yı düşünüyordu. O mektup onu ne kadar kırmıştı? Ne kadar incitmişti? Kafasında tek bir soru vardı..

 

Karımı ne kadar çok incitmiştim?

 

"Getirin." Akgün boş bir sesle fısıldarken elini beline atarak silahını çıkardı. Koruma, Yavuz'u ileri itekledi. Yavuz, sert bir haraketle ondan kurtulup ileri adımladı. Böyle bir durumdan istesede kurtulamazdı biliyordu. Üç koruma, hepsi eli silahlı. Bunun yanı sıra, Akgün. Onu öldürmeye hazır.

 

Kaçsada kaçmasada ölecekti.

 

"Seni gömerek risk alamam." Akgün nefesini vererek konuştu. "Daha sonra leşinin ortaya çıkması benim için büyük sorun olur." Silahın emanetini çekerken dudaklarında soğuk bir sırıtış belirdi. "En iyisi seni ait olduğun yere göndermek, ne dersin?" Yavuz'un kolunu kavrayarak onu aşağı çekiştirdiğinde dizlerinin üstüne düşürmekten hiç çekinmemişti.

 

Yavuz, dişlerini sıkarak sessiz kaldığında dizlerinin üstünde olmak umrunda bile olmadı. Belki, eskiden olsa kendine bunu yediremezdi. Ancak şu an, yenilgiyi en derinden hissediyordu. Akgün onu öldürdüğü için değil, sevdasını geride bırakığı için.

 

Kafasının arkasına dayanan soğuk namluyu hissetti. Denizin dalgaları öyle hırçın bir şekilde yükseldiki, sanki onlarda bunu hissetti. Sanki, Karadeniz bile Yavuz'un acısını hissetti ve şahit oldu.

 

Bundan sonra olacakları biliyordu. Belki de kafasına bir kurşun yiyecekti, her acısını kederini ve mutluluğunu paylaştığı Karadeniz'le bugün canını paylaşacaktı.

 

"Söylemek istediğin son bir şey var mı?" Akgün sapkın bir zevkle konuşurken Yavuz duygusuz bakışlarını sürdürdü.

 

"Dua et öleyim, Akgün." Dünyanın en basit anını yaşar gibi rahatlıkla konuştu. "Dua et ki öleyim." Sessiz bir yemindi. Devamını getirmeye ihtiyacı yoktu.

 

Ölecekti. Eğer ölürse, her şey bitecekti.

 

Ama eğer olurda, ölmeseydi. Karadeniz'i yakacaktı.

 

Karadeniz'i sevdası için yakacaktı.

 

Ona bunu yaşatan herkesi, teker teker kendi elleriyle mahvedecekti.

 

Her zaman yaptığı gibi, Kardeniz'e bir feryadı vardı. "Karadeniz şahitim." Yükseltti sesini. "Ölmezde yaşarsam, bana yaşattığını misliyle yaşayacaksın." Acılarımı değil, dedi kafasındaki ses. Çaresizliğimi yaşayacaksın.

 

"Boş konuşmalara gerek olduğunu sanmıyorum." Akgün bıkkın bir nefesle parmağını tetiğe koydu. "Kafanı dağıttıktan sonra, dua etmeme pek gerek kalmayacak. İyi tarafından bak, zaten iki üç ay içinde geberip gideceksin. Ben bunu biraz erkene çekiyorum."

 

"Çok sağol." Yavuz soğuk bir alayla konuştu. "Bu iyiliğini hiç unutmayacağım, Akgün Turaç." Soğuk rüzgar tenine çarptı. Karadeniz'in kokusunu içine çekti.

 

Her zaman olduğu gibi.

 

Hafsa gibi kokuyordu.

 

"Kendinden emin tavırlarına bayılıyorum." Akgün daha fazla beklemeden konuştu. "Ama üzgünüm, sana erken veda ediyoruz." Parmağını tetiğe basacağı an, silah sesi duyuldu.

 

Tek bir silah sesi değil, aynı anda bir çok silah sesi.

 

Yavuz bunların hepsini duydu..

 

Akgün'ün acı dolu iniltisi kulağına doldu. Anında başı sağa döndü. Olanlara anlam veremedi. Yerinde haraketlenerek geri baktığında kendisiyle yaşıt olacak biriyle kesişti gözleri.

 

Elindeki silah, Akgün'e doğrultulmuştu. Onu omzumdan vurmuştu. Üstünde siyah bir kapşönlü vardı, o kapşönlüyü kafasına geçirmişti. Bir insanı vurmaya değilde, koşuya çıkmış gibi basit bir eşofman takımı giymişti.

 

"Uygar!" Akgün dişleri arasında öfkeyle tısladı. "Seni geberteceğim, Uygar!" Akgün'ün sesinde ihanete uğramış bir adamın öfkesi vardı. Yavuz'un kaşları yavaşça çatıldı.

 

Bu ismi daha önce duymuştu. Birkaç saniye düşündüğü an her şey kafasında oturmaya başlamıştı. Daha birkaç gün önce, Zahir Uygar diye birisinden bahsetmişti.

 

"Sana bu kadar ileri gitme demiştim." Uygar soğuk bir sesle konuştu. Yavuz, karşısında ölümcül bakışlarla Akgün'ü izleyen adama baktı.

 

Neden ona yardım ettiğini anlamış değildi.

 

Uygar bakışlarıyla yerdeki silahı işaret etti. Yavuz, onun ne dediğini anlar anlamaz acıyan bileklerine rağmen daha Akgün uzanamadan uzanıp onun yere düşen silahını aldı.

 

Akgün, bu kez kurduğu tuzağa kendisi düşmüştü.

 

Onun beklemediği şey, Uygar'ın ihanet edecek olmasıydı. Oysa, Uygar Karaca'nın katilinin kim olduğunu öğrenmek için her şeyini verirdi.

 

Zahir'in geçmişini, Akgün'e anlatan Uygar'dan başkası değildi. Akgün, Karaca'nın katilinin yerini söyleyeceğine dair Uygar'ı ikna etmişti.

 

Uygar, yıllardır Karaca'nın katilini aramakla uğraşıyordu. En azından, geçmişte olanlardan sonra yaşadığı hafıza kaybı onu uzun bir süre geri tutmuştu. Yine de, yavaş yavaş yerine gelen hafızası ona Karaca'yı hatırlatmıştı. Tüm hayatını verebileceği o genç kızı, kim yüzünden kaybettiğini öğrenmek istiyordu.

 

Ama bunun uğrunda, birileri can versin istemiyordu. Zahir'in başına gelenleri duymuştu. Akgün'ün sadece zihinsel değil, fiziksel zarara geçtiğini duyunca işini baltalamak kararı almıştı.

 

"Bu iş burda bitmez oğlum!" Akgün acısını dişlerini sıkarak bastırdı. Kanayan omzunu umursamadan sesini yükseltti. "Sen, Yavuz Payidar. Bu gece burdan sağ ayrılırsan karının cenazesi iki güne kollarına ulaşır!" Sesindeki o gerçeklik, Yavuz'un beyninden vurulmuşa dönmesine sebep oldu.

 

"Sana karım hakkında konuşma demiştim!" Kayalıkların dibinde duran Akgün'ün yakasına yapıştı. Diğer eliyle silahı onun kafasının sağına bastırdı. Güçsüzdü, kaç gündür uykusuzdu. Açtı, susuzdu, yaralıydı. Ancak, hiçbirini hissetmiyordu.

 

"Onun kılına zarar verdiysen, ya da verirsen tüm sülaleni s*kerim o boş kafan bunu alıyor mu? İlk senden başlarım orospu çocuğu!" Parmağı tetiğin üstünde titriyordu. Her an, Akgün'ün kafasını dağıtma isteğiyle yanıp tutuşuyordu. Taki üstlerinde parlayan araba farlarının ışıklarını hissedene kadar.

 

"Yavuz!" Cafer'in sesiydi, arabanın sürücü koltuğunun yanındaki koltuğun kapısını açarak aşağı indi. Daha birkaç saat öncesine kadar Nisa'nın onu çağırdığı kafeye gitmişti. Ancak Nisa gelmeyince, bunun açık bir oyun olduğunu anlamıştı.

 

Yarı yolda Devran'a ulaşmıştı. Devran, ona tüm olanları anlatınca arabasına binerek Devran'ın yanına ulaşmıştı. Hemen ardından, yabancı bir numaradan Yavuz'un yerini bildiren bir konum almıştılar. Tabii ki, bunuda yapan Uygar'dı. Her ihtimale karşı, onlardan önce kendiside kayalıklara ulaşmış, peşinde birkaç adam getirmişti.

 

O bir çete lideriydi, güvenilir insanlar bulmak zor değildi.

 

Akgün, iyice kapana kısılmıştı. Devran, sürücü koltuğundan iner inmez telaşla bağırdı. "Yavuz, bırak onu buraya gel!" Her an ters bir şeyler olacak diye çok korkuyordu.

 

Günler sonra Yavuz'u görmek Cafer'ide Devran'ıda mahvetmişti. Üstelik böyle bir durumda görmek. Kilo vermişti, perişan haldeydi. Vücudu, yüzü, izlerle doluydu. Uzaktan bakan bir insana bağımlı gibi gözüküyordu. Oysa sadece, acı içindeydi.

 

"Burdan çıktığın an neler olur biliyor musun?" Dedi Akgün dişlerini sıkarak dip dipe olduğu Yavuz'a bakarak. "Benden haber alamadıkları ilk bir saat içinde karının kafasına sıkarlar." Şu anlık canını kurtarmak için Hafsa'yı kullanıyordu.

 

"Seni öldürürüm-" tetiğe basacağı an Devran konuştu.

 

"Hafsa bizimle!" Aciliyet dolu bir sesle bağırdı. "Yavuz, Hafsa'yı buldum. Bizimle!" Akgün'ün tüm iradesi sarsılırken gözlerinde hafif bir şok belirdi. Bunu beklemiyordu. Hafsa'yı bulmalarına imkan yoktu. Onu gizlediği yer fazlasıyla korunaklı ve şüphe çekmeyecek bir yerdi.

 

"Birak ula oni!" Cafer çaresizce konuştu. "Onin cezasini biz keseruz, buraya gel!" Yavuz'un elini kana bulamasını istemiyordu.

 

Turaç ailesinin bunu kendi çıkarları için kullanacaklarını çok iyi biliyordu. Akgün ortadan kaybolduğu an, tüm oklar Yavuz'u bulurdu.

 

Yavuz'un sönen umutu yavaş yavaş yeşerdi. Yorgun hareleri Devran'ı buldu. Bir güvence ister gibi. Onu kandırmalarından çok korkuyordu.

 

"Bizimle oğlum." Devran yemin eder gibi fısıldadı. "Hafsa bizimle, bulduk onu. Bırak, bitti. Yemin olsun bitti, gel lan buraya." Bu 20 günde kardeşinin nasıl perişan olduğunu görmek onun canını yaktı. Cafer dolan gözlerini zar zor tutuyordu.

 

Akgün, her kelimede daha da dibe battı. Her şey güzel ilerlerken bir anda çarkların tersine dönmesi beklediği bir şey değildi. Yavuz, onu bırakmak için haraket ettiği an Akgün dişlerini sıkarak onun yakasına asıldı.

 

"Ben kazanmadıysam, sende kazanamazsın." Yapacağı şey bir delinin haraketinden farksızdı. Ama yaptı.

 

Kayalıkların kenarına bir adım attı, bakışlarını denize indirdi. Kendini geri bırakırken Yavuz'uda kendisiyle birlikte çekti.

 

"Napıyorsun lan!" Yavuz'un gözleri genişlerken ayaklarını yere bastırdı. İçinde yeşeren umut yavaş yavaş sönmüştü. Akgün'ün sert tutuşu, Yavuz'un direnmesine izin bile vermeden ikisinide kayalıklardan aşağı çekti.

 

"Akgün, dur!" Uygar ileri atılarak Yavuz'un kolunu kavramak istesede, geç kalmıştı.

 

"Hayır lan!" Devran kayalıkların ucuna koşarken, aynı hızla ona Cafer eşlik etti. Soğukluk, ve sessizlik etrafı sardı.

 

Hemen ardından, sert bir ses duyuldu. Denize çarpan iki kişinin sesi. "Yavuz!" Haykırdı, Devran. Sanki onu çekip alabilirmiş gibi.

 

Dalgalar ikisinide içine çekti. Geriye, çırpınan deniz kalmıştı. Ve ona eşlik eden rüzgar. Hırçındı. Ağıt eder gibi hırçındı.

 

Yavuz'un vücudunu soğukluk sardı. O soğukluk, giderek güçsüz vücudunu derinlere çekti. Gözleri kapanana kadar aklında ve kalbinde tek bir isim dolandı.

 

Hafsa.

 

Onun sesi kulaklarında çınladı. Hayali, gözlerinin önünde belirdi. Dokunuşu, teninde dolandı. Acı, tatlı bir acıydı. Beynini uyuşturacak, hayalleri ona gerçek sandıracaktı. Hafsa'nın yanında olduğunu sanacaktı. Oysa, ölümün koynunda olduğunu asla bilmeyecekti.

 

Umut tükenmişti.

 

Karadeniz'e umut derlerdi. Umuta inat yaşaması gereken bir Yavuz vardı.

 

Hasarlı kalbine sevdasını sığdıran bir adamı yaşatması gereken bir deniz vardı.

 

Karadeniz'in sırları çoktu. Koynuna alıp sakladığı sevdalar, kırık kalpler, yarım kalmış aşklar çoktu.

 

Ancak bazı sırlar, ona bile ağır gelirdi.

 

Kendine yük edemeyeceği sevdayı tutmazdı Karadeniz.

 

********

 

SEZON FİNALİ SONU.

 

EVETTT

 

Nasılsınız bakalım? Tepkileri alayım🌸

 

Ben bölümden sonra perişan olduğum için beni geçelim. Üstümde garip bir burukluk var, hem tüm yaşananların acısı var hemde ilk kez bir kitabımda bu kadar yol katetmenin verdiği mutluluk.

 

Sezon finali olmuşuz biz ya

 

 

 

Herkes bir yana savruldu, bundan sonra ne olacağıysa belli değil. 😔

 

Yazdığım bölüm beni öylesine mahvetti ki özellikle Yavuz sahnelerinden gözyaşı dökmedim desem yalan olur.

 

Yavuz'a neler çektirdiler...

 

Bölüm aslında birkaç saat daha erken gelecekti ama ben uzun bir süre kendisiyle bakışıp hazmetmeye çalıştığım için olmadı🙂

 

Yavuz acı çekince ben çekiyormuşum gibi hissediyorum normal midir..

 

Siz sormadan ben söyleyeyim çünkü en çok alacağım soru bu olacakmış gibi geliyor.

 

Sezon finali öyle uzun sürmez diye düşünüyorum.

 

Alt tarafı bir ay 10-15 güncük.

 

Bence az🤏

 

Bu süre zarfında eski bölümleri düzenleyeceğimi zaten Whatsapp kanalımda söylemiştim. Geçmiş bölümlerde fazlasıyla yazım hatalarım var. Öyle ki, düzeltilmesi gereken yazım hataları. Uzun zamandır bunları yapmak için sezon finalini bekliyordum.

 

Whatsapp kanalımıda takip ederseniz çok sevinirim. Çünkü gerçekten bir çok şeyi oradan duyuruyorum. Ara sıra alıntılar atıyorum, bilgiler paylaşıyorum. Bazen öyle şeyler var ki Wattpad panoma atmak mümkün olmuyor. Kitappad panomu zaten kullanamıyorum.

Whatsapp kanalıma tiktok ve Instagram biomda ki linkten erişebilirsiniz. Giriş yaptığınızda karşınıza üç tane link çıkıyor. Tiktok, Instagram, Whatsapp. Hangisini isterseniz ona tıklayıp ulaşabilirsiniz. Böyle bir şey olduğundan haberim yoktu, bilsem daha önce yapardım. Bana bunu öğretende bir arkadaşım oldu burdan da ona çok teşekkür ediyorum. 💓❤️

 

Şimdi kaçıp gidiyorum, yeni sezonda görüşürüz. Hepiniz kendinize çok çok iyi bakın Allah'a emanet.💖

 

 

Bölüm : 22.07.2025 22:35 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...