25. Bölüm

20. Bölüm

Esma Gül Çağırgan
singularity

Yazardan

Ahmet Köksal uzun zamandır ilgisini çeken genci yanından ayırmıyordu. Buradaki çoğu kişi çoktan akıl sağlığını kaybetmişti. Bu gençte diğerleri gibi suskunlaşmış içine kapanmıştı.

Uzun yıllardır içerideydi Ahmet. Artık neyin ne olduğunu iyi biliyordu. Son zamanlarda her şey daha zor olsa da hiçbirinin önemi yoktu onun için.

Bu gence ne olduğunu da iyi biliyordu. Gürkan Eldem vazgeçiyordu. Gördüğü işkencelere dayanamıyordu artık. Buradan çıkabilme umudu gün geçtikçe azalıyordu. Bedeni Gürkan’ın koca cüssesini artık taşıyamıyordu. Çünkü her yeri yara bere içerisindeydi.

Ama içinde bir yerlerde halen savaş vardı. Bunu da görüyordu Ahmet. Çünkü kendisi de benzerini yaşıyordu. Buradan çıkma umudunu yıllar önce kaybetse de onun asıl amacı vatandı. Vatan için yanlış yolu seçmiş yıllarını heba etmiş ama fark etmemişti. Hala farkında değildi. Kendine dava adamı diyordu.

Merak ettiği asıl şeyse bu gencin içindeki savaşın ne olduğuydu. Kendisi gibi bir dava gütmüyordu. Belki de biteceğine dair bir umut vardı içinde.

Belki biterdi, işkence ve şiddet. Ama buradan çıkış var mıydı? Ahmet yıllardır bulamamıştı çıkışı. Bu toy delikanlı bulabilir miydi?

“Yaş kaç?” diye fısıldadı.

Gürkan yanında oturan ve uzun zamandır bu eylemi devam ettiren adama baktı. En az 40 yaşında olmalıydı. Tabi saç sakal ağarmıştı. Üstü başı kir içerisindeydi. Kendisi de pek farklı sayılmazdı ama en azından kendini göremiyordu. Aynayı kırıp intihara kalkışmasınlar diye ayna bile yoktu burada.

Ölmek bile yasaktı.

“20” diye cevap verdi Gürkan. Sesi eski zamanın neşesini taşımıyordu. Gür değildi elbette ama kendinden emindi. Fısıltı denmezdi ama normal bir tonda değildi. Burasının Gürkan’a öğrettiği bir şey daha varsa o da korksa da belli etmemesi gerektiğiydi.

Korktuğunu anlarlarsa üstünde gelirlerdi. Zaaflar bu dünyadaki en tehlikeli şeydi.

“Sağcı mısın solcu mu?” diye sordu bu sefer Ahmet. Cevabını bilse de ondan duymak istemişti. Gürkan’sa hiçbir şey söylemedi. Öğrendiği bir diğer şey ise buradakiler çoğunlukla bildikleri soruları sorardı.

Ahmet kendisine cevap vermeyen gence bir tebessüm bıraktı. Burada kimse sesli gülmezdi. Nedeni yoktu. Belki de unutmuşlardı.

“Bekleyenin var mı?” diye sordu bu sefer. Olmasaydı bu kadar dayanamazdı. Bunu da biliyordu. Ya bekleyeni ya da beklediği vardı.

“Var.” Diye fısıldadı Gürkan. Aklında bekleyenleri dolanıyordu. Gülşah ne haldeydi? Annesinin ölümü üzerine birde kendisinin gidişini kaldırabilmiş miydi? Nahif bir kızdı kardeşi. Çok üzülmüş, çok ağlamış olmalıydı.

Peki Güney, küçük kardeşi ne yapıyordu? Ankara’ya döndükleri için Iraz’ın yanında çalışmaya devam ediyor olmalıydı. En çokta Güney için üzülüyordu Gürkan. Hepsi mutlu oldukları zamanları ondan daha fazla görmüştü. Anneleriyle daha fazla zaman geçirmiş, babaları insanlığını kaybetmeden önce onunla daha fazla yaşamışlardı. Güney her şeye geç kalmıştı. Annesine, babasına, abisine ve mutlu bir ülkede büyüme şansına geç kalmıştı. Bir ablası vardı ona kalan. Hiçbir şeye olmadığı kadar sıkı sıkıya bağlıydı Güney ona.

“Kim?” Ahmet Köksal bu genci neden bu kadar merak ettiğini bir türlü anlayamıyordu. Ama ediyordu işte.

“Kardeşlerim.” Sesi fısıltıdan ibaretti. Utanıyordu. Aşk uğruna onları geride bırakmıştı. Ama Ayşe dayanamazdı ki. O bile zor dayanıyordu. Ayşe tüm bunları yaşamak için fazla güzeldi.

O an aklına babası düştü birden. Neden o aklına geliyordu ki? Başına gelenleri öğrenince ne yapmıştı acaba? İstanbul’a geldiğine emindi. Başını belaya sokmaması için dua etti Gürkan. Ne olursa olsun babasıydı.

Peki evlendiği kadın kardeşlerine iyi davranıyor muydu? Gülşah’ın ondan nefret ettiğine yemin edebilirdi. Karısının daha kırkı çıkmamış bir adamla evlenmeyi kabul ettiği için Gülşah ondan ömür boyu nefret edebilirdi.

Ama Güney susardı. İçine atar ve her şeyin biteceği zamanı beklerdi. Gitmek için an kollardı. Umursamaz görünür içten içe üzülürdü. Annesi Saniye her daim onun ne kadar duygulu ve hassas bir çocuk olduğundan bahsederdi.

Saniye üç çocuğunun neyi nasıl sevdiğini, nasıl karşılayacağını, nasıl tepki vereceğini ezbere bilerek hareket ederdi.

Koğuşun kapısı açıldı. Tüm mahkumlar oturduğu yerde dikleşti. Her biri içten içe kendi adını duymamak için dua ediyordu. Çünkü adları zikredildiği de görüşe götürmeyeceklerdi, işkenceye götüreceklerdi. Biliyorlardı buradan çıkana kadar kaçış yoktu. En azından daha az olsun diyorlardı, daha geç. Bazıları buradan asla çıkamayacaktı.

“Gürkan Eldem.” Diye bağırdı gardiyan. Sesi gürdü. Zaten gürültülü olmayan koğuştaki tüm sesler onun gelişiyle birlikte kesilmişti.

Gürkan’ın yüzünde acı bir tebessüm oluştu. Ne olacağını biliyordu. Buraya girdiğinden beri zaman kavramını kaybetmişti. Bu yüzden ne zamandır içeride olduğunu bilmese de ilk geldiği andan beri bunu yaşıyordu. Bazen daha fazla bazen daha az bir önemi yoktu. Onlar da Gürkan’dan bir şey çıkmayacağını anlamıştı artık. Sadece zevkineydi her şey işte.

Oturduğu yerden ayaklandı. Her yeri acıyordu ama belli etmedi. Kimsenin hali ondan pek farklı değildi. Biri kötü olduğunu belli ettikten sonra çok yaşamıyordu, ya kendini öldürüyor ya da işkenceye dayanamıyordu. Bazen cesetlere ne yaptıklarını merak etmeden duramıyordu. Ailelere mi gönderiyorlardı yoksa bir köşeye mi atıyorlardı? İstemedi, Gülşah ve Güney’in kendisini o halde görmesini istemedi.

Koğuştan çıktığı an gözlerini bağladılar. Bir çuvaldan kesilmiş parçaydı. Kötü kokuyordu. Götürdükleri herkesin gözüne takıyorlardı büyük ihtimalle. Kanlar olduğunu düşündü üstünde. Sararmış olmalıydı.

Koridorlarda geçtiler. Yollar uzun uzadıya gidiyordu. Gürkan bu işkencenin ne zaman biteceğini merak ediyordu. Bu korkunç ıstırap son bulsun diye Allah’a dua etmediği tek bir gün bile yoktu.

Sonra demir bir kapının açıldığını duydu. Gıcırtı sesleri geliyordu. İçeride her kim varsa masaya elini düzenli olarak vuruyor Gürkan’ı içeri bırakmalarını bekliyorlardı. Gardiyan onu sırtından tutup içeri ittirdi. Sendelese de düşmedi. Düşmemek için direndi.

“hoş geldin.” Dedi içerideki adam. Sesi alaylıydı. İlk zamanlar kimin ona işkence edeceğini anlamak için sese dikkat kesilirdi. Şimdilerde ise hiçbir öneminin olmadığını düşünüyordu. Her biri bu cehennemin zebanisiydi. Hiçbirinin diğerinden arta kalır bir yanı yoktu.

Omuzlarına baskı uygulayan elleri hissetti. “bugünün talihlisi sensin he. Çok eğleneceğiz seninle. Bundan sonra seni hep bana getirmeleri için dua edeceksin.” Dizlerinin arkasına attığı tekmeyle dizlerinin üstüne düştü Gürkan.

“Tabi hiç gelmeyi de seçebilirsin. Konuşabilirsin. Sağcı mısın solcu mu? Kimler var başka? Ne planlıyorlar? Konuş çocuk, konuşta kurtul. İtiraf et. Ölümün acısız olsun. Burada dayak yerken ölmekten iyidir. Konuş.”

Hiçbir şekilde yaşam vadetmiyorlardı. Ölümlerden ölüm beğenmek denirdi buna. Yaşamak gibi bir şansı olmadığını beynine işliyorlardı. Oysa yaşamak istiyordu Gürkan.

Konuş diyorlardı ona. Suçları itiraf et diyorlardı. Oysa konuşsa anlatacakları suçlar olmazdı. Suç işlememişti ki anlatsın.

Hayallerinden bahsederdi Gürkan. Hakim olmak istediğini söylerdi. Adalet için her şeyi yapmak istediğini anlatırdı. Artık hakim olamazdı. Adalet istediğini söylese bunu da suça yorarlardı.

Kardeşlerini özlediğini söylerdi. Gülşah ve Güney’in kahkahaların, Güney’le didişmeyi, Gülşah’la uğraşmayı, onların kendisine sığınmasını ne kadar özlediğini anlatırdı. Kardeşlerine ev olmak istediğini söylerdi.

Ayşe’yi anlatırdı onlara. Ayşe’nin kahverengi dalgalı saçlarını, kahve gözlerini, güler yüzünü, hırsını, inadını, istikrarını, güzel kalbini, merhametini, vicdanını, savaşçı ruhunu, onu gördüğü yerleri, kalbinde hissettiği duyguları anlatırdı.

Annesini özlediğini söylerdi en sonunda. Kaç yaşına gelirse gelsin anne şefkati istiyor insan derdi. Onun yaptığı yemekleri, her yere bir dantel koyma çabasını, terlik giymediği için azarladığını, sinirlendiğinde terliğini atıp her şart ve koşulda isabet ettirmesini, kendi kendine türkü mırıldanışını, saçlarını sevişini, o zamanlar sıksa da yaptığı her bir uyarıyı deli gibi özlediğini söylerdi.

Tek kelime etmedi. Yapmadım dediğinde daha çok vuruyorlardı. İtiraz etmenin anlamı yoktu. Yapmıştı onların gözünde. Ne yapmıştı peki? Bilmiyordu. Ne ile suçluyorlardı onu?

“Anlaşıldı konuşmayacaksın. İt oğlu it. Sizi vatan hainleri. Halkı kışkırtın sonra gelip burada susun.” Bir şeylerle uğraşıyordu. Ne yaptığını merak etmiyordu artık Gürkan.

Sonra bir şey sertçe çarptı sırtına. Yanmayı hissetti. Zaten yaralarla doluydu sırtı. Kemerle vurmuş olmalıydı. Öyle düşündü. Acıyla inledi. Sonra bir daha, bu sefer inlemesi ufak bir çığlığa döndü. Aynı yere vuruyordu. Bir daha bu sefer daha sert, daha çok bağırdı Gürkan. Umursamadılar.

Sırtının her tarafı yara bere içindeydi. Ne kadar vurdular hatırlamıyordu bile. Derin derin soluklanıyor kendine gelmeye çalışıyordu. Acıya alışılmıyordu. Ne kadar denese de olmuyordu.

Annelerin el bebek gül bebek büyüttüğü çocukları döve döve öldürüyorlardı.

Metalin soğukluğunu hissetti kollarında. Keskin bir sızı. Omzundan dirseğine kadar, derin değildi. Kanın sıcaklığını bileklerine kadar hissetti. Adam diğer tarafına geçti. Sol kolunda da aynı sızıyı hissetti. Aynı yerin üstünden bir daha kesti. Bağırmak istemiyordu yenilmiş gibi hissediyordu ama yenilmediyse neydi tüm bu yaşadıkları. Tutamıyordu, inliyor bağırıyor bazen de haykırıyordu.

Şimdide haykırdı. Adam elinin üstüne basmış tüm yükünü vermişti. Kırmak istercesine. Yavaş yavaş ilerliyordu. Her bir işkenceyi özenle yapıyordu. Zevk alıyordu. Yaptıkları hoşuna gidiyordu.

Bıçağın keskin tarafı bu kez ensesindeydi. Sızıyı hissetti ama sırtı zaten kan içindeydi, kanın sıcaklığı oraya uğramadı. Bir sonraki hamleyi bekliyordu öylece. Bir anda yüzüne atılan yumrukla geriye savruldu. Onu yere yatırıp üstüne çıkmış yüzünü yumruklamaya başlamıştı.

Ne kadar süre devam etti bu çile bilmiyordu. Gözleri artık bağlı değildi biri kollarının altından tutarak onu sürüklüyordu. Siyah kirli tavanı gördü. Yanıp sönen lambayı gördü. Gözleri bir açılıp bir kapanıyordu. Yorgundu, canı acıyordu.

Kapı açılma sesini duydu. Gardiyan onu koğuşa getirmiş ve içeri bırakmış olmalıydı. Bir süre sonra kollarının altından ve ayak bileklerinden tutan elleri hissetti. Onu koğuş kapısının önünden taşıyıp her daim oturduğu yere götürmüş olmalılardı. Kimsenin kimseyi umursamadığı bu yerde yapılan hareket için şükretti. Yer soğuktu rahatsızdı. Yaralar daha çok acıyordu. Oturduğu yer daha rahattı en azından.

Ahmet içi acıya acıya baktı gencin suratına. Onun davasını güden her genç geri döndüğünde onlara da böyle bakardı ama davadan olmayan birine ilk defa acıyordu. Pekte temiz olmayan bir mendille kaşındaki ve dudağındaki kanları temizlemeye durdurmaya çalıştı. Hangi birine gücü yetecekti ki? Kendi kendine durulmasını beklemekten başka çare yoktu.

...

Yavaş yavaş kendine geliyordu Gürkan. Kahvaltı getiren gardiyanla uyanmış ağrıdan duramasa da akşama kadar yemek yeme şansı olmadığı için dayanmıştı. Zaten bir parça ekmek bir dilim peynir ve iki zeytinden başka bir şey gelmezdi. Akşamları da yoğurt çorbası gönderirlerdi.

Zar zor yemiş ve sırtını duvara yaslamıştı. Sırtı acısa da ruhu daha çok acıyordu. Gözleri kapanıyor beş dakika ya uyuyor ya uyuyordu. Sonra geri açılıyordu gözleri. Bazen kabuslar görüyordu. Bazen ağrıdan uyanıyordu. Bazen gözleri uyanmak için direniyordu.

Gardiyan arada bir gelip birilerinin adını söylüyordu. O anlarda koğuşta derin bir sessizlik oluyordu. Herkes kimin adı söylenecek diye bekliyordu. Bir önceki gün götürülenler bugün götürülmeyeceğini bilerek rahattı. Ta ki gardiyan 4. Kez gelene kadar.

“Gürkan Eldem.” Diye bağırdı.

İlk önce şaşırdı Gürkan. Sonra yavaşça doğruldu yerinden sarsak adımlarla ilerledi gardiyan doğru. Ayakları geri geri gitse de çaresizdi. Gardiyan onu kolundan tutmuş her zamanki gibi koridorlarda ilerliyordu.

Gözleri yine bağlıydı. Korkuyu hissetmeyi bırakalı uzun zaman olmuştu. Ama ne kadar acı çekeceğini düşünmeden edemiyordu. Bu sefer yol her zamankinden daha uzun sürmüştü.

Yine bir demir kapının açılma sesini duydu. Her kapı gibi bu da gıcırdadı. İçeri ittirmek yerine yürütmeye devam etti gardiyan en sonunda bir sandalyeye oturttu. Ne olduğunu anlamıyordu.

O an aklında dolanan şey ölümdü. İdam mı ediyorlardı onu? Çok düşünmüştü nasıl olacağını. Öldürüp bir kenara mı atacaklardı? İdam ediliyorsa Gülşah’ın haberi var mıydı? Ya da ailesi burada mıydı? Güney’in görmemesi için dua etti o an. Eğer idam edeceklerdir onu kardeşleri, özelliklerde Güney, görmemeliydi.

Sonra bir koku geldi burnuna. Bahar kokusu gibiydi. Tanıdıktı. O an bir rüyada olduğunu düşündü. Benzerini çok görmüştü. İşkenceye götürür gibi alıyorlardı onu koğuştan. Sonra gözleri açıldığında dere kenarında piknik yaparken buluyordu kendini. Annesi Gülşah ve Ayşe için papatyadan taç yapıyordu. Gülşah ve Ayşe kek yiyor bir yandan dedikodu yapıyordu. Babası Güney ve kendisi top oynuyorlardı. Gerçek olmadığını bilerek orada olmak için derin bir arzu duyuyordu böyle anlarda.

Şimdi de aynısı olacaktı. Gözündeki bağ çözülecek ve aynı piknikten farklı bir an görecekti. Özlemle yoğun bir istekle izleyecek sonra gerçeğe dönecekti. Gerçek ölümü arzulatıyordu.

Öyle olmadı ama. Gözlerindeki bağ açıldı. Karşısında o soğuk karanlık odalardan biri vardı. Nasıl göründüğünü düşündüyse aynı şekilde bir odadaydı. Kimseyi göremedi ama arkasından kağıt sesleri geliyordu. Gürkan ne olduğunu anlamıyordu. Sonra adım sesleri duydu.

Başını kaldırıp yanında kim olduğuna baktı. Gözleri kocaman açıldı. Duygularının öldüğünü istese de tepki veremeyeceğini sanıyordu. Yanılmıştı. Şaşkınca karşısındaki kadına bakıyordu.

Ayşe alev alev gözleri kahve dalgalı saçları arkasında toplanmış sert bir duruşla karşısındaydı.

“seni buradan çıkarmak için çok çabaladım ama gücüm yetmiyor.”

“sen, nasıl?” Gürkan olayın şokuyla zar zor konuşuyordu.

“nasıl olduğunu boş ver.” Gürkan’ın önündeki masaya bir sayfa kağıt ve bir kalem bıraktı. “dediğim gibi seni buradan çıkaramam ama sevdiğin birine mektup yazarsan ulaştırabilirim. Benim için buradasın karşılığı gibi düşün.”

Ayşe’nin sesi taviz vermez şekilde çıkıyordu. Bu kadın hem aptal hem de çok güçlüydü. Bunu yapmasının tek sebebi kendini borçlu görmesiydi. Gürkan’a aşık değildi. Asla olmayacaktı. Eğer Gürkan’a aşık olsaydı ne yapar eder onu buradan çıkarırdı. Çünkü aşk aklı baştan alır, aptal cesareti verirdi. Aşkın gözü körüdür diye boşa dememişlerdi. Gerekirse kaçırırdı.

“Hadi yaz çok vaktimiz yok.”

Gürkan titreyen elleriyle kaleme uzandı. Zar zor tuttu kalemi. Elleri acıyordu. Yazmaya başladı.

“Gülşah’ım. Canım kardeşim.

Bu sana ne zaman hangi şartlarda ulaşır bilmiyorum. Pekte yasal yollardan gönderdiğim söylenemez çünkü. Ulaşıp ulaşmayacağını bile bilmezken yazması ayrı bir ümit benim için.

Güzel kardeşim, ne kadar dayanırım bilmiyorum ama geri dönmek için çok çabalıyorum. Seni ve Güney’i çok özledim. Özgür olduğum o günleri çok özledim. Uyuyamıyorum yemek yiyemiyoruz ve bir çok kişi geri dönmüyor. Gülşah umudumuzu yitirdik.

Bitmiyor. Her gün en az 3 defa koğuşun kapısını açıyorlar ve birinin adını bağırıyorlar. Çığlıklar bitmiyor. Koğuşun duvarları kan renginde. Ve kimseyle görüştürmüyorlar.

Biliyorum babam ve o kadının yanında kalmak zor. Annemin hatıralarına sahip çıkılmadığını görmek zor ama sabret. Ben gelene kadar bekle Gülşah. Geleceğim ve yeniden beraber olacağız. Üç kardeş birbirimize tutunacağız.

Özür dilerim. Seni, Güney’i ve kendimi buna mahkum ettiğim için özür dilerim. Seni, sizi çok seviyorum. Söz veriyorum geri dönmek için elimden gelen her şeyi yapacağım.

Abin Gürkan.”

Yer yer gözyaşları düşüyordu kağıdın üzerine. Titreyen ellerle yazılan mektup pekte okunaklı değildi. Gülşah’ın yine de okuyacağını biliyordu. İçinde derin bir umut yeşerdi o an. Yazmayı bitirip kalemi bıraktığında Ayşe kağıdı oradan aldı. Kapıya doğru ilerlerken Gürkan’ın sesiyle durdu.

“Seni seviyorum.”

“ben sana aşık değilim.” Acımasızcaydı belki ama kimseye boşa umut veremezdi.

“Biliyorum.” Dedi Gürkan. Gerçekten de biliyordu. Ama bizzat ondan duymamıştı. Yani kendini kandırabilirdi. Hem Ayşe onun duygularına karışamazdı ki. Ondan uzakta da onu sevmeye devam edebilirdi.

“öyleyse benim için neden kendini feda ettin?” diye sormaktan kendini alı koyamadı Ayşe.

“Çünkü sana olan aşkım seni ilgilendirmez. Ama sana aşık olan biri olarak gerektiğinde fedakârlık yapmayı bilmeliyim. Beni benim aşkım ilgilendirir sen değil.”

Aldığı yanıta şaşırsa da saygı duydu genç kadın. “kime götüreceğini biliyor musun?” diye sordu Gürkan bu sefer. “Kardeşine.” Derken odadan ayrıldı Ayşe.

Gürkan içten içe Ayşe’yi son görüşü olduğunu biliyordu. Onu bir daha göremeyeceğini, duyamayacağını, onunla konuşmayacağım biliyordu. Sessizce vedalaştı sevdasıyla. Pişman değildi. İçinde büyük bir acı vardı ama Ayşe için değerdi. Peki vazgeçebilecek miydi bir gün ondan? Buradan kurtulabilecek miydi? Aklı onunla vedalaşsa da kalbi vedalaşabilir miydi? Bir gün bir başkasını sevebilir miydi?2

 

Instagram Singularity_mybook

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 16.01.2025 19:04 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...