11. Bölüm

10 cu bölüm. "Söğüt Ağacı"

Sona Askerova
sonyammm

Merhaba güzel okurum, nasılsın? bu bölüm başlarda biraz karışık gelebilir. Ne olduğunu anlayamabilirsin ama bölümün sonuna geldiğinde anlayacağını ve seni hayretlericeğine eminim. Lütfen sonuna kadar oku. Kendine iyi bakkk.

Bu bölüm henüz düzenleme aşamasındadır. Yazım hataları ve küçük anlatım bozuklukları içerebilir. Geri bildirimleriniz benim için çok değerli.

 

 

Ben Agatha. 18 yaşımdayım. Milrunanın Askal köyünde yoksul bir ailede gözlerimi açdım hayata. Daha 5, 6 yaşlarımdan annemle beraber süt sağmayı öğrenirdim. İnekleri yaylaya otlamaları için ben götürürdüm. Akşamda eve geldiğimiz de annem ve ben süt sağardık. Sağılan sütü peynir ve yoğurt etmek ablalarımın göreviydi. Babam çiftçiydi. Bizden daha yükses statülü elflerin yada insanların bağlarınde çiftçi olarak çalışırdı. Ailem 9 kişiden ibaretti: Annem Christine, babam Stefan ve onların 7 kızı: ben, Emmelie, Violet, Embar, Jesica, Aria ve Betty. Evet düşüneceğiniz üzere 7 kızdık ailede. Ve evet şu an ne düşündüğünüzü biliyorum, erkek kardeşimiz yok. Annem ve babam hep bir erkek oğul isteselerde hep kızları oldu. En küçük çocuk benim. En Büyüğümüz ise Violetdir. Kendisi 26 yaşında. Ablalarımdan daha hiç biri evlenmedi. Küçük bir evimiz var. Geceleri annem ve babam tahta çelimsiz yataklarında uyuyor, biz ise yerde döşek koyup uyuyorduk.

Akşam yemeği içi tabakları masaya koydum. Bu gün yeni yıl, çok heyecanlıyım! Hiç, yeni yılda ailem bana elbise hediyye etmedi ama bunun için sızlanmıyorum, yada ağlamıyorum tabii ki. Bir gün yeterli paraları olduğunda alacaklar. Biraz daha eski elbiselerimle idare etmeliyim. Mavi bir elbise giymiştim. Bu elbiseyi 2 yıl önce annem tüccarlardan almıştı, şimdi biraz kısa duruyor. Elbisenin uzunluğu dizlerime kadardı. Örgülü saçlarıma açık mavi renginde bantlar bağladım. Diğer çocuklar gibi tabii ki ben de okula gidiyordum. Elf bir yakın arkadaşım var, ismi Seina. Altın sarısı saçları ve benim aksime beyaz teni var. Ben kumral tenliyim ve kahvre rengi uzun saçlarım var. Bana bir kitap vermişti. Kitabın ismi “kızıl kız”. Daha o kitabı okumadım ama bugün okuya bilirim. Annemin yatağında oturdum ve kitabın kapağını inceledim. Kapağı yeşil rengindeydi, üstünde ise sanki acemi bir ressam havuç renginde tilki resmi çizmeye çaşılmıştı. Annem kitabı incelediğimi gördüğünde...

Christine: “Agatha kalk ve yemeğini ye!”

Ben: “Tamam anne”

Kitabımı geri kapatıp, yatağın üzerine bıraktım. Yerde küçük bir masmız vardı. 9 kişi o küçük masanın etafına toplanmıştı. Sandalye yerine yastığın üzerinde oturuyorduk. Yastıkları annem elf bir tüccardan almıştı, onların kumaşları ve üzerine dokuduğu nakışları çok güzel görünüyordu. Masada her birimizin önünde birer kaşık, bir tencere dolusu havuç çorbası ve tencerenin yanında iki tane ekmek vardı. Yavaşça her birimiz kaşığımızı daldırıp oradan yiyiyorduk.

Gece olmuştu. Pijamalarım yok diye sadece iç çamaşırlarımla yorganın altına girdim. Ablalarımla beraber aynı döşeğin üzerinde uyuyorduk. Daha doğrusu ben uyuyamadım. Bir süre tavanı izleyip, kitabımı elime geri aldım. Annemle babamın yatağının üzerinde duran lambayı yavaş ve sessiz adımlarla yaklaşıp götürdüm. Geri yatağımın yanına geldim ve lambayı yakıp, bir saat boyunca kitabı okudum. Çok sayfası yoktu aslında, 52 sayfaydı. Fantastik bir öykü hakkındaydı kitap. Baskıcı bir ailede yaşayan 20 yaşında bir kız, özgür bir hayatı olması için hep dua eder. Kız sonunda tilkiye dönüşür ve uzaklara, ailesinden çok uzaklara, koşarak başka şehirlere gider. Orada birisiyle tanışır, aşık olur ve evlenir. Kitabı kapatıp okul çantamın için geri koydum. Yemekte giydiğim elbisemi üzerime geri giydim ve kapıyı açıp dışarı çıktım. Gökyüzü çok berraktı. Yıldızlar ve ay gökyüzünde çok parlak görünüyordu. Bir süre parlayan semayı izledim. Kahve rengi uzun saçlarım açıktı. Gecenin soğuk rüzgarı saçlarımı hafiften okşuyor, yüzüme gülücük kondurmamı sağlıyordu. Etrafıma bakındım, komşunun tarlası boyu ektiği mısırları izledim. Büyümüş ve mısırları yetişmişti. Rüzgar onun dallarınıda okşuyordu. Acaba onlar da semayı izledikten sonra benim gibi mutlu oluyor mudur? Tanrıyla konuşmaya çalıştım.

“Si lefur! (Tanrım) acaba kitaptaki kızıl tilki gibi, ben de bir gün birisini sevebilir miyim?”

Rüzgar bu sefer saçlarımı sertçe okşadı...Kıkırdadım. “Si Lefur! bu evet demekti sanırım.”

Rüzgar yüzünden üşümeye başlamıştım. Hemen içeri geçip elbisemi çıkardım. Ablalarımın yanına, yorganımın altına saklandım. Yorganın tenimi ısıtmasını bekledim bir süre. Yorganın altında oksijen azaldığında nefessizlikten başımı yorgandan dışarı çıkardım ve derin nefes aldım. Vücudum ısındıkça, yavaş yavaş göz kapaklarım ağırlaşmaya başladı. Sabah annemin sesiyle kendime geldim.

Christine: “Kalkın kızlar, işinizin başına.”

Ben: “Anne ben bugün okula gitsem olur mu?”

Diye sordum annemden sesimi inceltmiş şekilde. Cevap alamayınca yine ekledim.

Ben: “Bu hafta hiç gitmedim. Lütfen anne”

Christine: “Tamam ama bu hafta yine gitmek yok. İşlerimiz var ve yardım ediyorsun Agatha”

Ben: “Tamam anne teşekkür ederim. Söz bu hafta yine ricada bulunmayacağım.”

Hemen koşup yüzüne bir öpücük kondurdum. Masaya oturduğumda, masada: peynir, yağ, ekmek ve çay vardı. Hemen kahvaltımı yapıp dün giydiğim elbisemi giydim ve saçıma yine dünki kurdelelerimi takmaya başladım. Saçımı iki örgü yaptım ve kurdeleler örgülerin arasında çok güzel görünüyordu. Eğer size göstere bilseydim eminim ki siz de çok beğenirdiniz.

Ablalarımın eski okul çantalarını kullanıyordum. Biraz kenarı yırtılmıştı ama anneme 2 gün yaıvarmamla annem ona öyle bir yamak vurduki sanki yeni gibi oldu. Koşar adımlarla Seinanın evine gittim ve kapıda bekledim. Evden çıktığında şaşırmıştı. Beni gördüğünde sevinçten sanki uçacakmış gibi koşarak üzerime geldi ve bana sımsıkı sarıldı.

Seina: “İzin verdiler mi?”

Agatha: “Evet! Evet! Evet!”

İkimiz de mutluluktan çığlıklar atıyorduk. Benim aksime o hergün yeni kiyafetler giyer, saçına farklı ve şatafatlı kurdeleler takardı. Onu hayranlıkla izlemekten kendimi alı koyamazdım.

Seina: “sana anlatacağım o kadar şey var ki”

Agatha: “ne oldu?

Seina: “Elfler ve insanlar kavga ediyormuş. Araları hiç iyi değilmiş, birbirlerini öldürüyorlarmış.”

Agatha: “Ama bizim aramız çok iyi”

Seina: “Tabii ki. Bizim aramızı kimse bozamaz”

Yol boyu Seina bana ülkemizde yaşanan olaylar hakkında konuştu. Elfler ve insanlar boş boş şeylerin üzerinde kavga ediyordular.

Agatha: “Boş boş şeylerin üzerinde kavga ediyorlar”

Seina: “Evet haklısın. Artık canlılar doğayada çok zarar veriyor. Cadılar yeni ağaç dikmekten yoruldu. Çok fazla ölen hayvanlar var ve onları geri canlandırma güçleride yok.”

Ben: “Hayvanlar neden ölüyor?”

Seina: “Bizim yüzümüzden. Bazı tüccarlar deriden kiyafet yapmak için bütün bir yılı av avlıyorlar.”

Ben: “Üzüldüm!”

Seina: “Evet ve dahasıda var. Gizlice kölelik yayılmış. Bir kaç hayvanın av yüzünden nesli tükenmiş. Artık iki ırk birbirinden sebepsizce nefret etmeye başladı. Hayvanların nesli tükenmeye ve tehlikeli hastalıklar hızla yayılmaya başladı.

Ben: “Ciddi misin?”

Seina: “Evet”

Ben: “Peki kral levon ve cadılar ne düşüyor bu konu hakkında?”

Seina: “Bilmiyorum ama çok büyük bir planları var sanırım. Cadılar ilaç yapmaktan ve hayvanları korumaktan çok yoruldu. Yetişemiyorlar, artık dengeyi sağlayamıyorlar.”

Ben: “Ahh çok korkunç. Bana güzel şeyler anlat lütfen Seina”

Seina: “hele ilk önce söyle bana bakiyim, sen benim vediğim kitabı okudun mu?”

Ben: “Tabii ki, okumaz olurmuyum.”

İkimiz sohbete o kadar dalmıştık ki okulun önüne geldiğimiz de vardığımızı vark ettik. Okulumu en son geçen hafta görmüştüm. Özlediğimi fark ettim, bu yüzden onun dış görünüşünü incelemeye başladım. Okulumuz tek katlıydı, dışarıdan oldukça sade görünüyordu. Giriş kapısının önünde 3 basamaklı bir merdiven var. Dışarıdan duvarları soluk sarı renginde boyanmış. Çatısı, penceresi ve merdivenleri ise açık mavi tondaydı. Öğretmen okulun bahçe kapısının önünde bizi karşıladı. Kapı gümüştendi ve üzerinde limon yaprağı desenleri vardı. öğretmenimiz bir insandı; koyu sarı tonunda saçları, ince dudakları vardı. Oldukça zayıf bir kadındı kendisi ama hep güleryüzlüydü. Öyle ki, gülüşü insanın içini ısıtan türdendi. Saçlarını bala benzetirdim. Anlatımımdan da belli oluyordur onu çok sevdiğim. Diğer okullara kıyasla en küçüğü bizim okuldu ve ayrıca olarak her köyde 3 büyük okul olur. Her okul en az 5 katlı olur. Biliyorum çünkü Seina ile bir kaç yıl önce hep kaçıp giderdik diğer köylere. Size çok meraklı ve maceracı bir ruhum olduğundan bahs etmiymiydim? Bu yıl okulumun son yılıydı, burayı özleyeceğim.

Öğretmemizin ismi Oliviaydı.

Olivia: “Hoş geldiniz kızlar! Geçin içeri. Malum son bahara girdik, havalar soğudu”

İçeri girdiğim an kendi sırama yerleştim. En önden 3 cü sıraydı. Sınıfta daha bir kaç kişi vardı, sanırım diğerleri de birazdan gelir.

Sonunda çocukların hepsi toplandığında, derse başladık. 4 saat süren dersin ardından hepimiz evimize geri gitmek için ayağa kalktık. Sınıfta herkes beni çok seviyor, benim geldiğimi gördükleri an yüzlerinde gülücük açtı hepsinin. Seina ile ben, eve doğru yola koyulmadan önce Seinaya söz vermiştim. Tiaus köyüne gidip dut ağacının tepesine çıkacaktık. Tiaus köyü ile neredeyse komşu sayılırdık. Çantamızı sırtımıza attığımız gibi koşarak oraya gittik.

Ben koşarken Seinadan “çok yoruldum Seina. Nerede bu ağaç?” diye sordum.

“Bekle az kaldı, neredeyse vardık sayılır” Bir başkasını tarlasıydı sanırım. Elimden tutup koşarak oraya taraf gittik. Tarlaya vardığımızda tarlaya hızlı göz gezdirdim, bakımsızdı. Dut ağacından başka ağaç yada bitki ekilmemişti. Başımı kaldırıp ağacın yüksekliğine baktım. Seina gerçektende haklıymış, ağaca baktığımda sanki büyülenmiş gibiydim.

Ben: “Vaooo! Seina gerçektende haklıymışsın. Bu çok büyük bir ağaç”

Seina: “Tabii ki de öyle. Ne sandın?”

Ben: “nasıl buldun bu yeri?”

Seina: “babamla beraber şehire giderken gördüm”

Saatlerce dut ağacının başında beraber vakit geçirdik. Zamanın nasıl geçtiğini hiç fark etmemiştim. Akşam olmuş, güneş yavaş yavaş dağların arkasına geçip uyumaya hazırlanıyordu.

Ben:”Ahh Seina, annem beni öldürecek akşam olmuş”

Seina: “benim annem de bana çok kızacak. Zaman nasıl böyle çabuk geçti hiç fark etmedim. Koşarak gidelim daha çabuk varırız”

Ben: “Tamam”

Koşarak varmaya çalıştık evlerimize. Tabii ki de zamanında yetişemedik. Güneş batmış, yıldızlar beliri vermişti gökyüzünde. Seina evine vardığında benim de 5 dakikalık yolum kalmıştı. Nefes nefese koştuğum gören komşu İlda halam şaşkınlıkla sordu.

İlda: “nereye koşuyorsun yavrum?”

“Eve yetişmeye çalışıyorum İlda hala” diyip koşarken arkamı döndüm ve hızla uzaklaşan görüntüsüne bakmaya çalıştım.

Eve vardığımda ellerimi dizlerimin üzerine koyup kuruyan dilimi tükürüğümle ıslatmaya çalıştım. Kalbim göğsümden çıkacakmış gibi hızla atıyordu. Nefes alıp verişim göğsümü yakıyordu. Koşmaktan terler içerisindeydim. Kapıyı yavaşça açıp içeri girdiğimde annem yatağında oturmuş beni bekliyordu. Ablalarım ve babam ise masada oturmuş yemek yiyiyordular. Beni gören annem ayağa kalkıp yanıma geldi hızlı adımlarla. Vuracağını düşünüp gözlerimi kapattığımda zayıf kolları ile bana sımsıkı sarıldığını fark ettim.

Christine: “Neredeydin kızım? Beni çok endişelendirdin”

Ben:“Özür dilerim anne, Seina ile gezmeye çıkmıştık. Zamanın nasıl geçtiğini fark etmemiştim.”

Christine: “Bir daha beni böyle endişelendirme. Ellerini yıka ve masaya geç”

Dışarı çıktım, hemen evimizin yanındaki demir musluğu açıp elimi azar azar gelen suyun altına tuttum. Ellerime dut ağacının kıymıkları batmıştı. Biraz büyüktü parmağıma batan bu kıymıklar, bu yüzden çıkarmak zor olmadı. Tırnaklarımın üstünü ve arasını kirden kurtarmak için hızlı haraketlerle bir kaç dakika sıvazlayıp suyun altında tuttum. Temizlendiğini düşündüğümde musluğu kapattım. Masanın yanına geçtiğimde masada peynir ve ekmek kalmıştı. Bununlada karnımı doyura bilirim diyip iştahla yemeye başladım.

Gece olmuştu, babam kız kardeşlerim üstünü çıkarıp yatağa gire bilsinler diye dışarı çıktı. Aslında bir kaçının pijaması vardı, annem onlara ala bilmişti. Ben de kirlenmiş elbisemi çıkardım ve katlayıp yanı başıma koydum. Yatağıma geçtiğimde ilk bir kaç dakika bugünü hatırlayıp tavanı izledim. Her hatırladığımda kalbime heyecan ve yüzüme bir gülücük kondu.

Sabah olmuştu. annemin beni uyandırması ile yatağımdan kalkıp dünki elbisemi giydim. Kahvaltıyı hazırlamıştı annem. Herkes masanın etrafına toplanmış kahvaltısını ediyordu. Yüzümü ve ellerimi yıkadıktan sonra masaya geçtim ve ekmeğimin üzerine tereyağımı sürdüm. Tereyağlı ekmeğimi ağzıma götürdüğümde kapımızı çaldılar. Hayretle kapıya bakıyordum. babam sızlanarak yavaş adımlarla kapıya doğru gidip kapıyı açtı. 2 tane asker kapımızın önünde belirmişti.

Asker: “Merhaba! Çiftçi Stefanın evi burası mı?”

Stefan: “evet, buyrun?”

Asker: “biz kralın askerleriyiz. Kralımız sizi görmek istiyor”

Askerin ağzından bu kelime çıktığı an annemin endişeden elleri titredi. Ayağa kalkıp kapıda duran askerlerin yanına gitti.

Christine: “birşey mi oldu? Ne için çağırıyor?

Asker: “bilmiyoruz. Biz sadece bize verilen haberi getirdik”

Stefan: “bekleyin hemen geliyorum”

Diyip babam duvarda asılı olan soluk siyah renginde eski püskü ceketini üzerine giydi ve hemen yola koyuldu.

Ben inekleri yaylaya götürmekle görevliydim. Yaylaya gittiğimde üzerime daha kalın kiyafetler giyerdim. Orası çok soğuk olur. 2 tane ineyimiz var. İkiside dişi. Birinin ismi Alaca, diğerinin ismini annem koymuştu, Asin. Yayla evimizden 1 saatlik uzaktaydı. Yaylaya gitmeyi çok severim, orada uzanırım ve gökyüzüne bakıp gelecek maceralarımı düşünürüm.

Akşam olmuştu, Asin ile Alacayı eve gitmek için yön gösteriyordum. Kendileri artık yolu çok iyi biliyorlar. Vakitleri geldiğinde tepemin üstünde duruyorlar sanki artık sıkıldık geri eve gidelim demek istiyorlar gibi. Alacanın her tarafı kahve rengi tüylerle kaplı. Asin ise ona çok benziyor, ancak alnında burnuna kadar uzanan beyaz bir beneği var.

Sonunda eve vardığımızda ikiside kulübelerinin yolunu tuttu. Annem ise elinde kovalarla kulübenin önünde süt sağmayı bekliyordu.

Christine: “bu kovayı al”

Diyip kovayı bana uzattı. Kovayı elinden aldığımda Alacanın yanına gitti. Ben ise kovayı götürüp Asinin yanına yaklaştım. Asinininn tüylerini sıvazlayıp onu sağmaya başladım. Tamamen düşüncelere daldığımda annemin sesini duyarak kendime geldim. Ağlıyordu.

Ben: “anne birşey mi oldu?”

Christine: “Hayır kızım, yok birşey”

Ben: “babam geri geldi, değil mi?

Christine: “evet”

Diyip yine sessizce ağlamaya devam ediyordu. Annem pek ağlamazdı, yani ağladığını ilk kez görüyordum. Bu durum beni biraz endişelendirdi.

İşimiz bittiğinde ikimiz de kulübeden ayrıldık. Annem sütle doldurduğum kovayı elimden aldı ve sütle dolu kovaları ablalarıma götürdü. Ben ise elimi yıkayıp içeri geçtim. Akşam yemeği vakti gelmişti. Annem sofrayı açtığında dışarıda çalışan Violetin yanına gittim.

Ben: “Violet birşey mi oldu?”

Violet: “neden sordun?”

Ben: “annem ağlıyordu”

Violet:”evet. Babamla kavga ettiler”

Ben: “neden?”

Violet: “Si Lefur! Agatha. Bilmiyorum bizi dışarı çıkardılar.”

Offf. Bunu öğrenmeliydim. Annemin gözyaşlarını gördüğümde benim de canım yandı. Geri içeri girdim. Babam yine sofrada oturuyordu. Annem sofrayı açıp yatağına uzandı. Uzandığında yine sessizce ağlamaya başladı. Sakince sofraya oturdum ve babamla beraber yemeğe başladık. Babamla pek konuşmazdım ama onun yüzüne baktım yüzümde soru sorarcasına bir ifadeyle.

Ben: “annem neden ağlıyor baba?”

Stefan: “boş ver kızım, birşey yok”

Babamda cevap vermemişti. Ablalarımda yemeğini bitirdikten sofrayı topladılar. Yine bir günün daha sonuna gelmiştik. Ablalarımla yatağımıza girdik. Annemin acılı gözyaşları hala devam ediyordu, uyuyamıyordum. Annem orada ağlarken ben nasıl uyurum?

Babam herkesin uyuduğunu sanıp konuşmaya başladı.

Stefan: “artık ağlamayı kes Christine”

Christine: “onu onlara vermeyeceğim”

Stefan: “seninle konuşmuştuk. Sadece 3 gün. 3 gün boyunca yine yanımızda olacak.”

Christine: “ama onun hayatını ellerinden alacağız”

Stefan: “ben ona çok güzel bir hayat vaad edeceğim. Sadece bu fakirlikten kurtulalım. Bir düşünsene tatlım. Hem zengin olacağız, hemde bu hayat için birşeyler yapacağız.”

Christine: “ne için kızımın geleceğini elinden alarak mı?”

Stefan: “iş bittiğinde buradan çok uzaklara gideriz. Çok fazla paramız olucak.”

Annem yine ağlamaya devam ediyordu. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama onları dinlerken uykuya dalmışım. Sabah ilk bir kaç saniye pencereden giren güneş ışınlarının tavanı parlatmasını izledim. Bu gün annem beni uyandırmamıştı. Dışarı çıktım, ablalarım komşuya gitmiş. İneklerin kulübesine baktım inekler yoktu, sanırım bugün onları annem götürmüş yaylaya. Kulübden ayrıldığımda babamın eve geldiğini gördüm. Normelde böyle erkenden gelmezdi. Yanına gittim. Hemen ceketini çıkarıp çaydanı kaynaması için sobanın üzerine koydu. Ceketini yatağına bıraktığında arkasını dönüp kapıda duran beni fark etti.

“Ah Agatha, hazırlan tatlım. Kralın yanına gideceğiz.”

“Neden baba? Birşey mi oldu?”

“Hayır. Birşey yok. Hadi peynir, ekmek koy sofraya hemen kahvaltımızı edip gidelim.”

“Tamam baba”

Gerçekten bugün kralın yanına gidecektim. Çok sevinçliydim. Hemen yeni bir elbise giydim açık pembe renginde. Balon kol elbisemin uzunluğu dizimden biraz aşağıydı. Sade bir elbiseydi bu. Babam ceketini giydikten sonra evden çıktık. Yol boyu tek kelime etmedi. Ben de konuşmadım zaten. Hayal ediyordum, acaba kral bana ne diyecek? Belki yanında bir iş verir, belki de bize yardım edecek.

Sonunda saraya vardığımızda sarayın büyük kapısının önünde biri insan diğeri elf, zırhlı iki gardiyan vardı. her birinin sağ elinde uzun bir mizrak vardı ve heykel gibi kapının önünde dayanıyordular. Babamı gördüklerinde sağ kolunda ki mızrakları sol koluna aldılar. Babamda bunu geç komutu algılayıp başını saygı için aşağı eğdi. Kapıdan geçtiğimizde salon boyu uzanan kahve renginde uzun bir halı vardı, halının kenarlarına turuncu renginde desenler çizilmişti. Babamla halının üzerinde yürüyüp, yavaş adımlarla sağ tarafta olan tahta bir kapıyı açtık, boş koridorlar vardı. İçeriye güneş ışığı girdiğinden heryer parlaktı. Koridorun sonunda sola döndük. Sonunda büyük bir kapı vardı. kapının önünde yine zırhlı gardiyanlar. Babam gardiyanları gördüğünde kısık sesle “yardımcı Leysini görmek istiyoruz.” Dedi. Gardiyanlardan biri başıyla onaylayıp yanımızdan uzaklaştı. 5 dakika sonra yanında bir elfle yanımıza yaklaştı. Orta boylarda, sarı saçlı ve zayıf yada kilolu diye bilemeyeceğim kadar normal kiloya sahipti. Üstünde beyaz kollu bir gömlek. Gömleğin üzerine zümrüt yeşili kolsuz bir ceket ve siyah deri bir pantalon giymişti. Ayaklarındaki deri botları siyahtı. Yanımıza yaklaştığında yüzümü dikkatlice inceledi. “Buyrun geçelim. Kral Levon bizi bekliyordur” Dedi. Kralın ismini söylediğinde kalbim heyecandan hızla çırpındı göğsümde. Avuç içlerim ve ellerim ise terlemeye başlamıştı. Yüzümde çok kısa sürecek istemsizce bir tebessüm yarattım. Elf kapıyı açtığında içeri girdik. Kralı gördüğümde heyecandan şoka girmiş olmalıyım, nutkum tutulmuştu. Heyecandan geldiğimiz bu odayı bile inceleyememiştim. Kral ayakta duruyordu, önündeki masada büyük bir harita, kralın sağında ise kahve rengi uzun saçları olan, orta boylarda beyaz tenli bir kadın vardı. Kral şatafatlı kiyafetlerin içerisindeyken, kadın ise uzun sade yeşil renginde bir kiyafet giymişti. Kiyafetin kolları uzun ve desenliydi.

Kral Levon: “Hoş geldiniz Stefan. Gelin, çekinmeyin.”

Kralın uzun saçları öyle bakımlı görünüyordu ki, bugüne kadar kimsenin saçlarını böyle parlak görmemiştim. Kendisi sarı saçlarını başının arkasından düşük at kuyruğu yapmıştı. Cadı ise beni gördüğünde anlamsızca yüzünde hüzünlü bir ifade belirdi.

“ahh güzel kızım sen çok geçmişsin”

Kral levon: “ama krallığımız için bu görevi üstlenecek kadarda cesur ve büyük yürekli birisi”

Ben: “ ahh üzgünüm kralım. Ama bilmiyorum, umarım sormamda bir sakıncası yoktur. Ben ne görevini üstlendim?”

Cadı: “ona söylemedin mi? Görevinden haberi yok mu?”

Stefan: “efendim ona söyleseydim bugün burada olmayacaktık.”

Cadı: “o zaman, diğer kızlarından kabul eden birisini alırdık göreve”

Stefan: “en küçük kızım bu. Onları o yaşlara getirmek için çok çalıştım. Eğer onlardan birisine birşey olursa ben kaybederim.”

Cadı: “iyi bir baba değilsin insan. Hemde hiç iyi bir baba değilsin”

Bu kelimeleri duyduğumde şok geçirmiştim. Çok korkuyordum. Görevim neydi? Benden ölmemi mi isteyeceklerdi? Ölmek istemiyorum. Benim yaşayamadığım çok fazla hayallerim var. İçimden düşünce ve korku fırtınası yükselirken onları sadece donuk bir ifade ile izliyordum.

Kral Levon: “sen sorumsuz bir ebeveyinsin Stefan. Ayin bittiğinde sana bolca altın göndereceğim ama kızı kendi himayem altına alacağım. Keni kızım gibi bakacağım. Senin yanında bırakamam”

Ben: “ne oluyor? Lütfen banada söyleyin kralım”

Cadı: “birşey yok Serephia. Sana herşeyi anlatacağım.”

Ben: “lütfen!”

Kral levon: “sen gidebilirsin Stefan. Artık buradaki işin bitti”

Stefan: “ama efendim. Kızım?”

Kral levon: “kızını unut ve bu olaylardan kimseye bahsetme. Eğer birisinden duyarsam seni yaşatmam”

Babam başını eğip dışarı çıkmak için yavaş adımlarla kapıya doğru ilerlerken, koşup elini tuttum. Yaşadığım korkudan ve heyecandan deliye dönmüş gibiydim. O an hiçbirşey düşünemiyordum. Tek düşündüğüm burada kalmamalıyım düşüncesiydi.

“baba hayır. Beni bırakma. Korkuyorum”

Bu kelimeleri söylerken gözyaşlarım zindanda uzun süre bekleyen ve sonunda özgürlüğüne kovuşan köleler gibi hızla süzüldü şakaklarımdan. Gözlerime dolan yaşlar yüzünden babamı bulanık görüyordum. Babam kolunu benden kurtarmak istedikce ben dahada sımsıkı sarılıyordum koluna. Artık ağlamalarıma hıçkırıklarda eklenmişti.

“gitme baba. Bırakma beni neolursun. Artık okula gitmeyeceğim söz veriyorum”

Babam sanki beni duymuyor gibiydi. Davranışı korkularımı daha çok körüklüyordu. Nefes bile almak için vaktim yoktu sanki, kendimi kurtarmalıydım.

Babam yine sakindi ve kolunu kurtarmaya çalışma çabalarına devam ediyordu. Odada ki kadın benimle konuşmaya çalıştı ince ses tonuyla...

“güzelim bırak baban gitsin. Sana söz veriyorum sana en güzel hayatı bahş edeceğim. Bu görev bittiğinde sana istediğin herşeyi vaad edeceğiz. Ona ihtiyacın yok”

Ben ise delirmiş gibiydim. Kadının dediklerini dinlemiyordum, dinlemek istemiyordum. Tek istediğim eve geri gitmekti. Artık hayatımdan memnunum Si Lefur! Lütfen bunların olmasına izin verme”

Hıçkırıklar içerisinde ağlamaya devam ediyordum, ama bir anda sakinlik ve uyku bütün bedenimi ele geçirmiş gibiydi. Bu hisse karşı direndim. Ama gözkapaklarım ruhumun söylediğinin aksini yapıyordu. Onları konrol edemiyordum. Ellerim yavaşça boşaldı, babamın sımsıkı tutup tırnaklarımı geçirdiğim ceketini aniden bıraktım. Dizlerimin üstünde duruyordum. Yavaşça bedenim sırtımın arkasını geri, beni yere çekiyordu. Sonunda bedenim soğuk yer ile temas ettiğinde gözlerim kapanmaya başladı. En son duyduğum kelime odadaki kadının sesiydi.

“uyu ve dinlen tatlım”

 

 

 

 

 

........

Gözlerimi açtığımda heryeri bulanık görüyordum. Hiç birşey hiss etmiyordum, bir baygının iyileştikten sonra kendine gelmesi gibiydi. Karanlık tavanı bulanık gözlerle izlediğimde yavaş yavaş kendime geldim. Kendime gelmemle, babamla yaşadığım olayı hatırladım. Hatıralar sanki bir hastalık gibi göğsümü sıvazladı o an. Acı kalbime yayıldığında sağ gözümden bir damla yaş aktı. Sağ elim karnımın üzerinde, sol elim ise başımın altında ki yastığın üstünde duruyordu. Kalkmak istemedim, gözlerimi kapattım. Gözlerimi açmak istemiyordum. Yaşadıklarım yalnızca bir kabustan ibaretti, öyle olmalıydı. Annem yanımdaydı, yine o sade ve sıradan günlerimi yaşıyordum. Bu kelimeleri ve ferziyyelerimi içimde düşünürken gözyaşlarım şakaklarımdan sessizce süzülüyor, başımın altındaki yastığın üzerine damlıyordu. Kıpırdamak istemiyordum. Hayır, haraket etmeyeceğim. Ne olacak diye düşünmeyeceğim. Sadece böyle kalacağım, şuan bunu hakediyorum. Tavanı izleyen gözlerim yaşlardan dolup taştığında bakışlarım çok fazla bulanıklaştı. Dayan Agatha. Herşey çok iyi olacak dedi ruhum ağlayan bedenime. Ağlama Agatha, ayağa kalk ve kaç buradan. Hayallerini yaşa. Ancak ruhumun bu söylediklerini bedenim redd ediyordu. Hayır, burada kal ve haraket etme. Kalk Agatha pes etme, burada kalırsan başına ne gelecek bilmiyorsun ama buradan kurtulursan özgür olacaksın. Sanırım ruhumun dedikleri beni ikna etmişti. Sessizce ağlarken kafamı sol tarafa çevirdim. bir pencere vardı ve oradan ay ışığı odayı beyaz ışıklarıyla aydınlatıyordu. Ayağa kalktım. Yatakta oturak vaziyette durarken pencereyi izledim. Ayı göre biliyordum. Çık git buradan diyordu ruhum sanki bana. Ellerimle gözlerimi sildim. Ayağa kalktım. Ayaklarımın üzerinde duruyordum. Bana uzun ve beyaz bir pijama giydirmiştiler. Oysa benim hiç pijamam olmamıştı. Bu da benim değildi zaten. Yalın ayaklarla yatağımın baş ucundaki açık ve büyük penceresine baktım. Bu pencere yüksekteydi. Uzun ağaçlardan bile yüksekteydi. Buradan kurtulamazdım. Tek çıkış şansım vardı. Kendimi atmak. Hiç düşünmeden pencereye çıktım. Rüzgar yüzüme vuruyordu. Bu kez rüzgar saçlarımı okşamıyordu sanki bana bağırıyordu, yapma diye. Ellerimi yukarı kaldırdım, kollarımı iki tarafa uzattım. “Beni yanına al Si lefur! Lütfen! “ bu kelimeleri fısıldadım ve gözlerimi kapattım. Bedenimi boşluğa terk ettim. Kendimi sonsuzluğa gömdüm. Ayaklarım pencereden kurtulduğunda, soğuk ve keskin rüzgarın tenimle temas etmesini hiss ediyordum. Ama birşey oldu, yanlış olan birşey. Ayaklarımı tekrardan aynı soğuk betonun üzerinde hiss ettim. Ölüm böyle birşey miydi? Acısız mı olurdu? Korkudan gözlerimi açamıyordum. Gerçekten ölmüş müydüm. Bedenim tir tir esiyordu. Aniden o kadının sesini duydum.

Cadı: “Aç gözlerini tatlım”

Ben: “ölmedim mi?”

Cadı: “hayır. Sence buna izin verir miyim Serephia?”

Ben: “canımı yakmadan öldür beni”

Cadı kapının önünde karanlıkta duruyordu. Ayın ışıkları yüzüne çok az geliyordu. Yanıma yaklaştı yavaş adımlarda. Ses tonu çok ciddi ve hüzünlüydü.

Cadı: “seni öldürmeyeceğim. Lütfen Serephia benden böyle birşey isteme”

Ben: “benden ne istiyorsunuz?”

Cadı: “sadece küçük bir anlaşma Serephia”

Ben: “ismim Agatha. Bana neden Serephia diyorsun?”

Cadı: “Serephia yüce anne demek”

Ben: “senden küçüğüm”

Cadı: “ama sen sonsuzluğu doğuran olacaksın”

Ben: “anlamıyorum. İnsanım ben. Sen de insansın”

Cadı: “hayır. Sen Serephiasın, yüce annesin. Seçilmiş kızsın. Kader bu görev için seni seçti”

Ben: “anlamıyorum”

Gözlerim yine gözyaşlarıyla dolmaya başlamıştı. Kimse beni birşeye seçsin istemiyordum. Sadece sade hayatımı yaşamak istiyordum.

Cadı: “bak tatlım, sana herşeyi anlatacağım. Seninle bir anlaşma yapmak istiyoruz.”

Ben: “istiyoruz?”

Cadı: “evet. Bütün kral ve kraliçeler”

Ben: “ne olacak?”

Diye sordum korkuyla.

Cadı bana daha fazla yaklaştı ve yatakta oturdu. Sonunda konuşmaya başladı hüzünlü ses tonuyla.

Cadı: “doğanın dengesi bozuldu. Eğer birşeyler yapmazsak elf ve insan ırkı birbirine düşmak kesilecek. Diğer canlılardan güçlü ırklar kendinden güçsüzleri yavaş yavaş yok edecek. Son zamanlar yaşanan olaylar hızla artmaya başladı. Bu kararı bütün dünyanın kralları ve kraliçeleri aldı. Yoldaşlarımızla hepsinin yanına gittik, olayları ve çözümü söyledik. Doğayı koruyan lazım. Trua dünyasına bir nefes. Hastalıklar artıyor, ölümler, cinayetler. Hasta ve farklı doğan bebekler var. Denge bozuldu. Biz cadılar bunu düzeltemiyoruz.”

Ben: “denge neden bozuldu ve ayrıca ben nasıl yardım ede bilirim?”

Cadı: “Tianora isimli bir cadı vardı. Ölen sevgilisini geri diriltti. Bu çok güçlü bir büyü. Bu büyü için ilk önce her canlıyı kurban etmek gerekiyor. Bu büyüye insan ve elflerde dahil. Bu büyü yüzünden bütün canlılar lanetlendi. Bu büyü bir efsaneden ibaretti ama Tianora bunu gerçek kıldı. Cadı konseyi toplandık ve Tianoranın elinden bütün güçlerini aldık”

Ben: “ona ne oldu?”

Cadı: “onu öldürmedik Agatha. Onu sürgün ettik. Ondan daha büyük sorunlarımız var şuan. Dünyaya doğanın ruhu getirmeliyiz ve bunu senden istiyoruz. Onu doğurana kadar anne ol”

Ben: “ben istemiyorum”

Cadı: “karnındaki bebeğin döllenmesi ve dünyaya gelmesi için sadece 3 gün gerekecek”

Söylediklerini aklım almıyordu. Anne olmak, bu yaşda anne olmak istemiyordum. Hayır neden ben?

Ben: “istemiyorum”

Cadı: “Lütfen bütün canlıları kurtar Serephia. Gerçek bir Serephia ol. Karşılığında ne istersen verilecektir.”

Ben: “ne istersem mi? “

Cadı: “evet”

Ben: “bu iş bittiğinde bana özgürlüğümü verin”

Cadı: “sen şimdide özgürsün. Kabul etmessen buradan gide bileceksin”

Ben: “hayır hem özgür hem de çok zengin olmak istiyorum”

Cadı:” tamam”

Ben: “heryeri gezmek istiyorum, zengin bir kaşif olmak istiyorum. Kendim için bir gemi istiyorum”

Cadı: “tamam”

Ne dediysem hepsine tereddüt etmeden tamam dedi yanımda oturan bu güzel kadın. Başını kaldırıp gözlerimin içine baktı...

Cadı: “hemen yarın aini gerçekleştireceğiz. Ain bir elf ve bir insan prensesin kanından olacak. Ormanın içinde gerçekleşecek bu ain ve bütün cadılar o gün orada olacak.”

Ben: “prensesleri öldürecek misiniz?”

Cadı: “hayır” kelimesinin hemen ardından ekledi “iyice dinlen Serephia yarın ainden sonra çok yorgun olacaksın”

Ben: “tamam”

Arkasını dönüp yavaş adımlarla kapıya doğru ilerlerken onu izliyordum. Kapıya yaklaştığında yüzüme bakmadan sert ve soğuk sesini duydum.

Cadı: “birşey daha, sen o çocuğu doğurduktan sonra onu bize vereceksin ve birdaha göremeyeceksin.”

Döndü ve yüzüme baktı “sen sadece onu doğurmakla görevlisin Serephia”

Ben: “nasıl isterseniz”

Cadı kapıyı açıp çıktıkdan sonra pencere yaklaştım ve ayı izledim. “Si lefur, ben yarın Serephia olacağım” dedim alçak ses tonumla. Rüzgar yine yüzümü hafiften okşamaya başladı. Sonunda rüzgar tenimi kesip beni üşüttüğünde yatağıma geçtim. Si lefur ben kaşif olacağım. Kendi gemim olacak. Sonunda hayalimi gerçekleştir bileceğim. Halbu ki az önce intihar ediyordum, halbu ki az önce korkudan bilincimi kayb ediyordum. Kıkırdayarak yastığa sarıldım. Gözlerimi kapattım ve derin uykuma daldım. Bekleyen yarınlar için, bekleyen hayallerim için uyudum.

Kapı sesiyle gözlerimi açtım. Biri kapıyı çalıyordu. “Gelin” dedim uykulu ses tonuyla, gözlerimi okşarken. İçeri giren dünkü cadıydı.

“ben geldim Serephia. Yemek vakti”

Ardından 3 kadın elf hizmetçi içeri girdi. Birinin elinde tepsi, diğerlerinin elinde elbiseler vardı.

“kahvaltını yap ve hazırlan. Ama akşam beyaz sade bir elbise giyeceksin bilmeni isterim”

Kadın tepsiyi yatağımın ucuna bıraktı. Tepside bal, yağ, ekmek, süt, meyve suyu, kurabiye, peynir, reçel, kaymak, kabuksuz yumurta vardı. İlk kez böyle zengin bir kahvaltı görüyordum. Hemen yumurtayı yemeye başladım. Ardından bir kaşık bal aldım ağzıma. Meyve suyunuda içmeden edemezdim. İncir reçelide vardı, Si lefur incir reçeline bayılırım.

Cadı: “çok fazla tatlı yeme, şekerden bayılmanı istemeyiz”

Ben: “tamam”

Kahavltı biter bitmez hizmetkarlar elbiseleri bedenime yerleştirdi. Pembe renginde büyük bir elbiseyi çok beyenmiştim, önüme büyük bir ayna getirdiler kendime baka bilmem için. Prensesler gibiydim, prenseslere benzemiştim.

Ben: “prenseslere benzemedim mi?”

Cadı: “Serephia siz prenseslerdende üstünsünüz. Eğer isterseniz bir kralla bile evlene bilirsiniz”

Ben: “zengin kaşif olmayı tercih ederim”

Cadı: “ismim Paragonda, Serephia”

Ben: “memnun oldum Paragonda”

Elbisemi o kadar beğenmiştim ki etrafımda dönüp duruyordum. Her döndüğümde elbisenin uç kısımları uçuşuyordu.

Paragonda: “benimle gelin Serephia, sizi prenseslerle ve diğer cadılarla tanıştıracağım”

Diyip dışarı çıktı, ben de hemen ardından hızlı adımlarla onu takip ediyordum. Etrafı izlerken yüzümde herşeye taparcasına bir ifade vardı. Büyülenmiş gibiydim. Koridorun duvarlarına çok güzel çizilmiş tablolar asılmıştı. Odadan çıktığımızda sol tarafa döndük. Koridor boyunca ilerlerken büyük merdivenlere gittik. Hemen ardından aşağı, birinci kata indik. Büyük bir salondu burası. Cadı elini cadılara uzattı “Bunlar cadı kardeşlerimiz” Erkekler ve kadınlar vardı, göz tahmini 50 kişi olabilirdiler. Daha sonra çok güzel giymiş kadınları ve erkekleri gösterdi. “Lotherian kralı ve kraliçesi, Fliruan kralı ve kraliçesi, Manhan ve Svelyn kralları ve kraliçeleri.” Diğer 2 kız ve 4 erkek çocukları gösterdi, “Lotherian, Fliruan ve Manhan krallığının varisleri.”

Lotherian kraliçesi yüzüme baktı ve Paragondadan sordu..

Kraliçe “Bakire mi?”

Paragonda: “evet kraliçem”

Kraliçe: “bir aksilik çıkmasın. Herşey hazır değil mi?”

Diğer bir cadı cevap verdi. Siyah derili, mavi gözlü, kısa boylu bir erkek insandı...

Cadı: “evet kraliçem”

Akşam saatleriydi. Hepimiz saatin gelmesini bekliyorduk.

Paragonda: “zamanı geldi”

Paragondanın bu kelimesiyle oturduğumuz yerden hepimiz ayağa kalktık. Böyle dediğinde kalbim çok hızlı atmaya başladı. Bilemiyorum bir anda böyle dediğinde istemsizce strese kapıldım. Diğer kız çocukları hiç endişelenmiş gibi değildi aslında, çok sakin görünüyordular.

Paragonda hizmetkarlara seslendi. “Lütfen üçünede ain için gereken kiyafetleri giydire bilir misiniz”

“tamam” diyip bizi götürmek için yanımıza geldiler. Tekrardan yukarı çıktık ve aynı odaya geldim. Yatağımın üzerinde beyaz çok sade hiç bir nakışı olmayan bir elbise vardı. elbisenin kolu uzundu. Giydiğimde uzunluğu neredeyse çıplak ayaklarımı örtüyordu.

Kapıyı açıp koridora çıktığımda diğer prensesler de benim gibi giyinmişti. Merdivenlerden aşağı indiğimizde herkesle beraber dışarı çıktık. Dışarıda büyük ve süslü arabalar bizi bekliyordu. 20 tane beyaz atlı araba düzülmüştü sırayla. Herkes arabalara bindi. Ben, Paragonda ve prenseslerin bindiği arabaya doğru ilerledim.

Yaklaşık 20 dakikalın yolun sonunda ormana vardığımızda hepimiz arabadan indik. Cadılar ellerinde yanan meşaleleri tutuyordu, etraf çok karanlıktı. Cadılar ateşten çember şeklinde büyük bir daire çizdi otların üzerine. Ateşin ışığıyla heryer aydınlanmaya başladı. Beni yanan çemberin ortasına aldılar. Heyecandan kalbim küt küt atmaya başlamışdı. Nefes almayı unutmuştum. Cadılar çemberin kenarlarında toplandılar. Cadılar el ele tutuşup gözlerini kapattılar. Kraliçe ve krallar uzaktan bu manzarayı izlemeye çekilmişti. Cadılar fısıltıyla hepsi aynı kelimeleri tekrarlamaya başladı.

“İntersia, lenior mathrias! Aphorum ta kliandros. Tablah antiof asia. Eni kriyos lenior. Aphorum ta kliandros”

Cadıların tekarladığı sesle güçlü rüzgar esmeye başladı. Öyle güçlüydü ki ayaklarımın üzerinde zor dayanıyordum. Ağaçlar rüzgarın esintisiyle sanki konuşuyor ve haraket ediyordu. Cadılar tekrarladığı bu cümleleri baştan söylediğinde ateş kükrüyor sarının en sıcak rengini alıyordu. Ateş o kadar sıcak olmuştu ki, artık cildimi yakıyordu.

Cadılar sonunda susduklarında ateş yavaş yavaş dinmeye başladı. Ateş dindiğinde prensesler çemberin içine ellerinde bir hançerle geldi. Prenseslerin ikisi de byeaz tenliydi. İnsan olan siyah saçlı, elf olan ise ondan biraz uzun ve sarı saçlıydı. İkisinin de saçları çok uzundu. İkisi de zayıfdı. Paragonda bana yerde otur dedi. Ne dediyse öyle yaptım. Prensesler hançerle avunçlarının içini kesip avuçlarının içinden süzülen koyu kırmızı kanlarını yerde duran kaseye doldurdular. Bunu yaptıktan sonra rüzgar yine sert esmeye başlamıştı. Az önce ki rüzgardan bile daha güçlüydü. Kahve rengi açık saçlarım rüzgar yüzünden avada asılı kalmıştı

Paragonda “O kanı iç Agatha.” Diye bağırdı.

Ben: “ne? Benden kan içmemi mi istiyorsun? Bunu yapamam”

Paragonda: “Serephia lütfen”

Dediğinde kaseyi elime aldım ve başıma kaldırdım. Çemberdeki ateş öyle güçlendi ki bir an ateş beni yakacak diye çok korktum. Aniden karnımda birşey hiss ettim. Hızla büyüyordu. Sanki 9 aylık hamileydim.

.............

 

 

 

 

 

.................

 

 

.................

 

..................

 

 

.......................

 

 

......................

 

 

Merhaba sevgili günlüğüm. Bu gün nasılsın? Benim Agatha. Yine denizlerde Dejarus ormanını arıyorum. Sanırım onu bulamadan öleceğim, çünkü artık 82 yaşıma astım. Benim Aphridam, Benim güzel kızım. Eğer geçmişe dönme şansım olsaydı ondan kurtulmak için öyle can atmazdım. Hatta tam tersi, onlara vermemek için elimden geleni yapardım. Cadıyla anlaştığımız gibi onu doğurduğum an benden aldılar. O an ondan kurtulmak beni çok sevindirmişti, hatta bana nereye bırakacaklarınıda söylemiştiler. Kendisi hızla büyüyecekmiş, onu doğa koruyacakmış. Keşke onun büyüdüğünü ben de görseydim. Heryeri gördüm, bütün dünyayı gezdim bir kaşif gibi. Ama bunların hiçbirini istemiyorum şimdi, bunu anladığımda çok geç oldu, güzel kızım, güzel Aphridam. Sana 3 gün hamile kaldım, o 3 gün içerisinde sana isim vermiştim. Aphrida. Hep seninle konuşuyordum, hep karnımda olduğunda isminle sesleniyordum. Özür dilerim kızım. Affet anneni! Affet beni!

Bölüm : 14.09.2024 21:15 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...