
Merhaba! Nasılsınız? İyi ki sizzz. Uzun zamandır bölüm yüklemiyordum, ders ve sınavlar yüzünden oldukça yoğundum. Kendinize iyi bakın, iyi okumalar ✨️😍
Bu bölüm henüz düzenleme aşamasındadır. Yazım hataları ve küçük anlatım bozuklukları içerebilir. Geri bildirimleriniz benim için çok değerli.
Bahar gelmeden önce kendi içimizde bahar açtıra bilir miyiz? Yaşadığımız onca acı dolu günlerin ve sevgisizliğin ruhumuzun merkezinde yarattığı o boşluk hissini biraz toprak ve bir tohumla yeniden çiçek açtırabilir miyiz? Peki yine bir soru daha, o toprağı ve tohumu birisi bize vermediyse, biz nasıl bir çiçek yetiştirebiliriz? Sanırım bu sorunun cevabını gerçekten kendini seven insanlar verebilir. Çünkü onlar kendini severek kendine en büyük iyiliği yapmış insanlardır.
"Kendini sevmek" bu kelime kulağa her ne kadar basit gelsede, çok az insanın gerçekten başarabildiği bir terimdir. Kendimizi sevmek için kendi saçlarımızı kendimiz okşamalıyız, kendimize yemeğimizi kendimiz yapmalıyız, kendimize güzel kelimeleri kendimiz söylemeliyiz, bizi mutlu edecek eylemlere yönelmeliyiz, kendimiz kendimize sarılmalıyız. Bunları ebeveyinlerinden sevgi alan insanlar çok rahat şekilde yapabilselerde, küçükken o sevgiye ve ilgiye muhtaç olan çocuklar büyüdüğünde o yarayı kapatmakta güçlük çekerler ve o gücü kendilerinde bulmakta çok zorlanırlar. Acıda olsa hakikat böyledir. Belki de hakikat acının kendisidir.
Merhaba hayat!
Gözlerimi açtığımda etrafta kimse yoktu. İlk bir kaç dakika sadece ne olduğunu anlamaya çalıştım. Burası neresi? Ben kimim? İlk önce etrafa bakındım, etrafta sadece kuru ve cansız toprak bürümüştü bütün yeri. Hiç ot veya bir çiçek tanesi bile görünmüyordu. Yalnızca toprak ve yanında durduğum bu küçük söğüt ağacı vardı, yalnızca onlar. Yalnızdım. Yapayalnızdım. Yanında gözlerimi açtığım bu küçük ağacı inceledim, sanırım bundan başka yapacak birşeyim yoktu. Ağacın yaprakları ve dalları çok küçütü.
Çıplak dizlerimin üzerinde oturuyordum. Kuru toprak parçaları yumuşak cildime bir ok gibi batmış ve beyaz tenimi kızartmıştı. Yavaş haraketle ayağa kalktım ve küçük ellerimle toprağı temizleyip dizlerimi onlardan kurtardım. Bu sefer ağacı daha yakından inceledim. Ağaç benden biraz uzundu ve her dalında çok fazla küçük yeşil yaprakları vardı. Belli ki o da benim gibi bir çocuktu. Ağacın yeşil yapraklarıyla oynamaya başladım. Bu aslında benim için bir inceleme ve keşfetmek için bir öğrenme yoluydu. Ağacı incelemekten sıkıldığımda ise etrafıma bakındım. Bu kez etrafımı incelemeye çalıştım. Belirttiğim gibi ne bir ağaç nede çiçek vardı.
Kuru ve soğuk toprağa ayak bastığımda, toprak ayağımı incitmemişti çünkü ayağımın altında hızlıca yeşeren otlar gördüm. Yeşeren bu yeşillikler çok hızlı yetişip, büyüyordu.
Bunlar tamamen kendiliğinden oluyor ve beni hayrete düşürüyordu. Yoksa bunu ben mi yapıyordum? Zayıf bir rüzgar esintisi daha kulaklarıma kadar uzun olan saçlarımı okşadığında gözlerimi kapattım, gülücükler saçtım benimle oynamak isteyen rüzgara. Sesli şekilde kıkırdamaya başladım. Ben güldükçe güneş bu küçücük bedenimi ışığıyla daha güçlü sarmaya ve ısıtmaya başladı. Sağ elimi havaya kaldırıp güneşin ışınlarını yüzüme gelmesini engelledim. Sol gözümü kapatıp işığı keşf ederken çok eğleniyordum diyebilirim. Sağ elim havada durarken minik elime baktım, bu seferde onu inceledim. Küçük ve beyazdı. Sonra ayaklarıma baktım, onlar da ellerim gibi küçücüktü.
Ancak bir süre sonra yalnızlık beni korkutmaya ve huzursuz etmeyi başarmıştı. Bu büyük keşifler ise artık canımı sıkmaya ve beni rahatsız etmeye başlamıştı. Küçük bedenimi korku sardığında yanımda şefkat ve sevgi istiyordum. Birşey hiss ediyordum ama ne? Ne olduğunu bilmediğim için korkularımın üstüne endişe hisslerimde ekleniyordu. Korkuyordum, çünkü yalnızdım. Canım sıkkındı, çünkü yalnızdım.
Endişeleniyordum, çünkü yapayalnızdım. Üşümeye başlamıştım, yoksa bu hiss korktuğum ve endişe ettiğim içinmiydi bilmiyordum ama tir tir titriyordum. Ağacın yanına geri geldim. Ellerim ve kollarımla küçük bedenimi sarmaya çalıştım. Titremem geçmediğinde ise içimde ağır ve her an patlamaya çalışan yağmur bulutları oluşmuş gibiydi.
Sonunda ağacın yanında bir süre oturduğumda sesli şekilde ağlamaya başladım. Ağlıyordum, birşey için ağlıyordum ama neydi? Birşey istiyordum ama ne istiyordum? Boğazımda acı düğümlenmiş ve beni boğmaya çalışıyor gibiydi. Az önceki neşem ve gülücüklerim kendini acıya ve gözyaşlarına teslim etmişti. Bütün bedenim o şey için acıyla sızlanıyordu ama ne istiyordu?
Ben ağladıkça gökyüzünün rengi değişmeye başladı. Ağlarken içimde durmak istemeyen o acıklı çığlıkları dışarı vurduğunda gökyüzü gürlemeye başladı. Ağacın diplerine düşen her göz yaşının yerinde, çiçekler yeşermeye ve büyümeye başladı. Ağladıkça burnumdan soğuk sıvılar süzülüyordu ve bu sıvı burnumu çok kötü gıdıklıyordu. Beni rahatsız ediyordu. Çıplak kollarımla ve ellerimle silmeye çalışıyordum.
Bir şey istiyorum ama ne istiyorum? Burnumdan süzülen bu sıvı beni her ne kadar rahatsız etsede içimdeki bu sızı herşeyi göze alabileceğim kadar ağrılıydı. Yağan yağmur damlaları sayesinde ölü gibi görünen toprak sanki şimdi biraz daha canlı görünüyordu. Ancak ben ağlamayı kesmiyor, şiddetli yağmur ise hala devam ediyordu. Az önceki ışık neredeydi? Tekrar onu görmek istiyordum. En azından o ışık beni ısıtmayı başarmıştı.
Üşüyordum. Bunlar içimde oluşan karmaşayı sanki dahada ateşlendiriyor gibiydi. Şiddetli yağmur yüzünden ağacın olduğu bölgenin dört tarafında yağmur birikintileri oluşmuştu. İçimdeki o öğrenme hevesi yüzünden ağlamalarım biraz hafiflemişti. Yağmur birikintisine yaklaşıp baktığımda orada birisini gördüm. Kızıl kısa saçları ve yeşil gözleri vardı. Yalnız değil miydim? Ona dokunmak istediğimde su dalgalanmaya başladı. Hayır. Bu başka birisi değildi, sanırım bu bendim. Benim yansımamdı.....
Oluşan benliğim
Bugün yine gökyüzünün maviliği bana kendini hayran hayran izlettirmeyi başarmıştı. Periler, kuşlar, kelebekler hepsi mutluluk ve refah içinde havada süzülürken yerde dudaklarımda bir tebessümle oturmuş, onları izliyordum. Söğüd ağacının yanında oturmak beni annemin kollarında güvendeymişim gibi hiss etmemi sağlıyordu. Küçüklüğümü yada doğum anımı hatırlamasamda Söğüdün hep köklerinin dibinde uyuduğumu biliyordum. Rüzgar estiğinde gerçekte var olan annemin saçlarımı okşadığını his ederim tüm benliğimle, bilmiyorum belkide buna inanmak istiyordum. Diğer canlıların seslerini, okyanusların ve rüzgarların yardımıyla istediğimde duya biliyordum.
Her zaman şöyle konuşurlar "iyiki varsın, iyiki hayatımdasın, sen benim en iyi arkadaşımsın, canım annem, canım babam, canım kızım, canım oğlum" bu kelimeler içlerinde en meraklandığım kelimelerdi çünkü benim hayatımda bu şekilde değer verdiğim kimse olmadı. Birisine "ailem" diyemedim. Sanırım aile bir çok kişinin kan bağı ve sevgiyle bir arada yaşadığı anlamına gelen bir cümle. Duyduğum ve öğrendiğim cümleleri ve kelimeleri hep farklı dillerde duyarım. Bütün dilleri biliyorum sanırım.
Bazen kendime sorarım, neden bu kadar çok dil var? Aynı anlama gelen kelimeleri neden farklı şekillerde telaffüz ediyorlar? Belki de bunun anlamını hiç bir zaman öğrenemeyeceğim. Bazen diğer canlılar birbirlerinin kalbini kırmak için kırıcı kelimeler kullanırlar, üstelik bunları söylerken ses tonları çok yüksek olur yada kısık sesle ama titrek bir ses tonuyla ifade ederler. Bu kelimeleri duyduğumde gözlerim dolar, düşündüğümde ise, bu kelimeler benim bile kalbimi kırabildiyse karşısındakinin kalbini paramparça etmiştir.
Bazen düşünürüm, nasıl olurda birbirlerine böyle değer veren bireyler bir gün gelirde bu denli kalp kırıcı cümleleri kurabilirler. Bilemiyorum, birisini hayatıma alırsam ve o kişi bana böyle kalp kırıcı bir cümle kullanırsa kalbimin buna dayana bileceğini sanmıyorum. O kişiye verdiğim değer kalbimi sorgusuz sualsiz ona teslim ettiğimi ifade etmez miydi zaten.
Bugün yine hava biraz rüzgarlıydı, altında oturduğum söğüd ağacının uzun ve ihtişamlı yaprakları hafif rüzgar eşliğinde havada süzülürken yine annemin o sıcak okşamalarını hiss ediyordum. Başımı hafif yukarı kaldırdım ve söğüd ağacının dusulca dans eden yeşil yapraklarını izledim. Gönlüm şarkı söylemek için dil açmıştı sanki, bilemiyorum, dediğim gibi rüzgar estiğinde annemi hiss ederim. Eminim ki benim de bir annem vardır. Canlanan kalbim ile dilim kendini tutamadı. Kendimi bu mutluluğa teslim ederek gözlerim kapalı şekilde şarkı söylemeye başladım.
"ah söğüd ağacı, güzel söğüd ağacı, annemi gördün mü? Nasıl birisi haberin var mı?"
"ah kudretli rüzgar, güçlü rüzgar, annemi buldunda ondan haber mi getirdin?"
"gönlüm yanıyor, o saçlarımı okşuyor. Bugün beni seven birisinden mi haber getirdiniz?"
Şarkımı ne kadar süredir okuduğumu bilmiyorum, bu şarkıyı kendimi tanıdığımdan beri okuyorum. Şarkımı her söylediğimde günlerce göğsümde saklayıp, beslediğim acıyı dışarı çıkarabiliyormuş gibi hiss ediyorum. Bazen şarkımı söylediğimde ağlarım. Ama öyle uzun sürecek ağlama değil bu, bir kaç damla gözyaşı.
Gözüm kapalı olduğunda yakınlarımda bir ses duydum. Bir varlık hiss ettim. Yaşadığım bölgeye ait olmayan, başka bir can, başka bir nefes. Bütün bedenim bu farklı varlığın hissi ile titreyip esti. Saçlarımın uçlarına kadar hiss ettim bu canlının varlığını. Ayağının altında kırılan eski bir dal yüzünden çıkan bu sesle gözlerimi hemen açtığımda sakince etrafa bakındım. Etrafa göz gezdirdiğimde etrafta tanımadığım yada daha önce hiç görmediğim bir yüz yada canlı yoktu. Bu nasıl ola bilirdi? Daha önce böyle birşey hiss etmemiştim ve ben hiss ediyorsam gerçektende birşeyler olmalıydı.
Ayağa kalktım ve hiss ettiğim bölgeye doğru çekingen adımlarla yaklaştım. Kırılan yaşlı ağaç dalını bulmuştum. Küçük ve kahverengindeydi, kırılmıştı ama hala parçaları birbirinden ayrılmamıştı. Elime aldım ve avuçlarımın içinde sıktım. Toz haline geldiğinde elimi toprağa yaklaştırıp avucumun içinde toz haline dönüşen dalı toprağa üfledim. Toprakla temas ettiğinde görünmeyen tozlar birleşip tohum halini aldı. Tohuma nefesimle üflediğimde ise uslanan toprak yavaş yavaş kendine doğru kabul etti bu küçük tohumu. Bir kaç dakika içinde topraktan uzanan yeşilliği gördüğümde dudaklarıma tatlı ve küçük bir tebessüm kondurdum.
Yavaşça ayağa kalktım ve aynı şarkımı göz yaşları içinde okumaya devam ettim. Bütün bedenim yaratıldığım varlık (Anne) tarafından yanıp tutuşurken, kalbim içeride sızlanırken, dilim sadece şarkı söylüyor, gözlerim ise berrak göz yaşları döküyordu. Ağlamak sadece sevgiden yoksunluğumu hatırladığımda yaranan bir hiss idi ama gözlerimden dökülen her göz yaşı toprakla temas ettiğinde rengarenk ve çok farklı çiçekler yaratıyordu. İçlerinden bebek periler çıkıyor, onlar o çiçeklerin içinde doğuyordu. Onlar öyle bir farklı çiçeklerde doğuyordu ki, rüzgar yine farklı bir çiçek yarattığımı haber veriyordu. Burada yetişen çiçeklerin bazıları benim gözyaşlarımla bazıları ise dokunuşumla yetişdiler.
Burası benim evimdi, benim diye bileceğim bir yerdi. Gözyaşlarımdan yeni oluşan bu çiçekler hala açmamıştı, onlar açtığında yeni doğan bebek perilerimi görebilecektim. Onlarla hergün rüzgarın getirdiği başka diyarlarda yaşayan canlıların dillerini öğreniyorduk. Daha doğrusu artık ben onlara öğretmeye başlıyordum.
İlk kaşılaşma
Bugün o adamın bana merhaba demesini duydum. Şelalenin beyaz ve parlak suyunun altında bedenimi, kirlerden arınması için dizlerime kadar uzanan ve cildimi okşayan o saf ve berrak suya teslim ettim. Bütün bedenim suyun içinde, yüzüm ise nefes ala bileceğim şekilde suyun dışarısındaydı. Bir kaç dakika öyle durdukten sonra dizlerimi suda kırıp sırtımı dışarıya çıkardım. Çıplak göğüslerim uzun kızıl saçlarımın altında saklanmıştı. Islanan ve şekillenen saçlarım karnıma kadar uzanıyor ve kapatıyordu. Şelaleye taraf yüzmek istediğimde, samimi ses tonuyla bana gelen o sıcak bir "merhaba" yı duydum. Arkamı döndüğümde bir adam vardı, ağacın altında bana bakan. O an onu izlediğimde yüzümde yaranan merak ifadesini anlatamam. Ama onun nasıl göründüğünü anlatabilirim. Çünkü onu sadece izliyor ve inceliyordum.
Uzun ve ay gibi beyaz saçları vardı. Gözleri denizin mavi tonlarına sarmalanmış, kaşları saçlarından biraz daha sarıya boyanmıştı. Uzun boylu, geniş omuzluydu. Bana olan bakışları farklıydı, içinde şefkati ve bilemediğim bir hissi barındırıyordu. Sadece "merhaba" diyişi bütün vücudumu tirtir titretmeyi başarmıştı. İlk kez rüzgarın getirdiği seslerden birine hakim birisini yanımda görüyor ve duyuyordum. Benim için onlar birer efsane gibiydi. İlk kelimesinden sonra bana yaklaşmadı.
Öylece olduğu yerde duruyor ve o masum gözleriyle beni izliyordu, ama o bakışlarında sanki içten içe benden birşeyler bekliyormuş gibi bir hiss vardı. Peki karşılığında benim ona ne demem gerekirdi? Korkuyor muyum? Endişeli miyim? Hayır bunlar değildi.
Şu an hiçbirşey hiss etmiyorum. Korkmuyor ve çekinmiyordum, tam tersi çok meraklıydım. Onun o bakışlarının altında yatan düşüncelerini bilmek ve onu keşf etmek istiyordum. Saniyeler süren bu bakışmanın ardından milim saniye sürecek kadar gözlerimi kapatıp açtığımda artık karşımda durmadığını ve orada olmadığını fark ettim. İlk önce korktum ve suya geri daldım. Sonra yüzümün yarısı görünecek şekilde sudan çıkarıp daha önce orada durduğu yere baktım. Ahh oraya gidip hala oradamı bakmak istiyorum.
Acaba hala orada mı? Ya bana zarar verirse? Zarar vermek isteseydi bunu daha önceden yapmaz mıydı? İçimdeki bu derinlemesine keşfetme isteği bir gün benim sonumu gerçekten getirecek. Sonunda içimde doğan o güçlü merak hissi beni sudan çıkarıp adamın durduğu o yere götürmeyi başarmıştı. İlk önce sağ ayağımı sudan yavaşça çıkarıp ıslaklıktan kurtulması için silkeledim, aynı şeyi sol ayağım için yaptığımda kuru toprağın üstüne basdım ve sırtımı sanki hiç korkmuyormuş gibi dikleştirip oraya yavaş adımlarla gittim.
Bütün bedenim sanki soğuktan esiyormuş gibiydi. Endişe ve streste eklendi korkularıma. Ağacın yanına gittiğimde kimse yoktu. Birisinin olmadığını fark ettiğimde korkum azalmış yerini hüzüne bırakmıştı. Burada olmaması beni üzmüştü aslında. Yani düşünsenize hep efsane gibi bildiğiniz birşey önünüzde duruyor ve siz, keşfetmeye o kadar meraklı olmanıza rağmen onu keşfedemiyorsunuz. Ama sadece bununlada sınırlı değildi.
Göğsümde yaranan o boşluk hissini bakışlarındaki o manayla alıp götürmüştü sanki. Ama şimdi olmaması o boşluk hissine tekrar düşmeme sebep olmuştu. Az önceki parlayan gözlerim, yorgun haline geri döndü. Konuşmak istediğim cümleler tekrar bir araya gelip boğazımda oturmaya ve beni sessizliğe mahkum etmeye başladı. Hüzün dolu ruhumla üşüyen vücudumu tekrar suyun altına daldırdım.
Başımı suyun içine soktum ve orada dakikalarca sakladım. Evet suyun altında nefes alamıyordum çünkü vücudum becerileri bazı şeylerde sınırlıydı. Rüzgar bazen bana bir insana benzediğimi söylüyor. Suyun içinde durduğumda göğsümdeki acı hafiflemiş ancak bedenim suyun içerisinden onu dışarı çıkarmam için yalvarıyor gibiydi. Sonunda suyun içinden çıktığımda derin bir nefes aldım. Hatta tek bir nefesle yetinmedim. Nefes nefese kalmıştım. Kalbim öyle hızlı atıyordu ki, onu duyabiliyordum.
Yara
Bugün bir ağaç hayattaki görevini layiğile yerine getirmiş ve omrünün sonuna varmıştı. Tamamen kurumuş, yapraklarınıda kendisiyle beraber ölüme mahkum etmişti. Onu gördüğümde ellerimi kurumuş kabuğunun üzerine koydum ve onu hiss ettim. Ondan çok zayıf ve pasif enerji alıyordum. O kuru ağaç ilk önce yapraklarından, sonra dallarından, sonra ise gövdesinden yavaş yavaş parçalanıp kum taneleri haline geldiğinde rüzgar vasıtasıyla bedenimin etrafında her bir zerresi dönmeye ve sonrasında avucumun içine toplanmaya başladı. Gözlerimi kapattım ve avucumu örtüp onları orda sakladım. Bir kaç dakika öyle durduktan sonra toprağın yüzeyine sol elimle boşluk açıp, sağ elimdeki bu toz parçacıklarını oraya teslim ettim. Toprağı kapattığımda yavaş yavaş toprağın üstünde canlanan o yeşilliği gördüm. Bunu hep yapsamda her küçük fidanın yeşerdiğini gördüğümde sanki yüzümde ilk günkü gibi tebessüm yaranıyor. Ağaçla ilgilendiğim zaman o sert ama bir o kadarda yumuşak sesi tekrar duydum...
"Merhaba"
Bu o adamın sesiydi. Ama sesini duymak beni endişelendirdi. Çünkü önceki gibi güçlü ve samimi çıkmıyordu. Ses tonu daha çok yorgun ve hasta gibiydi. Yine arkamda beliri vermişti o sesi. Arkamı döndüğümde yine bir ağacın altındaydı. Ama bu sefer yerde uzanıyor, sağ eliyle karnını tutuyor ve kırmızı kanlara bulanmış bedenini kontrol etmeye çalışıyordu. Gözlerini sanki kapatmamak için zorluyor, bayılmamak için direnç gösteriyordu. Onu gördüğümde endişeden bacaklarımın o hızla nasıl yanına koştuğunu açıklayamam.
Yanına gittiğimde onu sadece "iyileştirmeliyim! O, iyi olmalı!" fikirleri kendime emr şekilde dönüyordu beynimde. Elleri ile kapattığı göğsünü ve karnını gördüm. Yavaşça kana boyanan sağ elini kaldırıp göğsünün üzerine koydum. Ve sağ elimi göğsüne sol elimi ise yara aldığı kanlı bölgeye yerleştirip gereken kelimeleri söyledim.
"ethina feraij losthan iftu greyjem tselim tem nruim elturam"
Kelimelerim bittiğinde soluduğum bütün havayı yaralarının üstüne güçlü bir şekilde üflemeye başladım. Bunu yaptığımda bilincini kaybetmek üzereydi ve bana Quenya dilinde birşeyler söyledi.
"yalnız peri kızı, bunlar üfleyerek geçecek türden yaralar değiller"
Bu kelimeleri söylediğinde artık bilinci kapanmak üzereydi. Gözleri kapanmıştı ama yüzünde bir tebessüm vardı. böylesine bir acı içindeyken nasıl tebessüm edebiliyordu. Bu tavrı beni kendine adeta hayran bırakmayı başarmıştı. Bilinci kapandığında yanağına usulca bir öpücük kondurdum. Gözleri kapalıydı, boynu ise kendi sağına sarkmıştı. Ellerimi bedeninden geri çektiğimde yine gözlerimi açıp kapatıncaya kadar yok olmuştu. Ve ben yine onun yokluğuyla hüzüne boğulmaya devam etmiştim. Yanında durduğumda dizlerimin üzerindeydim. Ve burnumdan süzülen bir sıvı hiss ettim. Kan gelmişti, elimle bunu silerken kan dayanmıyordu. Bedenim halden düşmüş gibi ve kemiklerim sızlıyordu. Sanki günlerce yük taşımışım ve yorulmuşum gibi. Yaptığım iyileştirme vücuduma ağır geldi sanırım. Ne kadar güçlü olsamda bedenim bunu bazen kaldırmıyordu. Ve sanırım yaptığım şey doğru değildi. Dengeyi boza bilirdi. Eğer ölmesi gereken bir canlı varsa bunu doğa istiyordur ve ben buna karışamam. Çünkü bir canlı ölür, diğer canlı onun yerine doğulur. Yaptığım şey yanlıştı ama onu kurtarmasaydım eğer hüzün içerisinde boğulan ruhuma yanlış yapmış olucaktım. Ona istemsizce değer veriyordum, çünkü bugüne kadar kimse bana o gözlerle bakmamıştı.
Onunla ilk yüz yüze karşılaşma
Adaya devasa bir cismin geldiğini hiss ettim. Koşarak oraya gittim. Kalbim öyle hızla çarpıyordu ki sanki yerinden kopup çıkacaktı. Ayaklarım beni dinlemiyor, bütün gücüyle koşuyordu. Koşarken saçlarıma taktığım çiçekler yapraklara takılıp saçımdan çıkıyordu.
Sonunda son yaprağıda araladığımda uzakta olan o devasa gemiyi gördüm. O geldi. Emindim o geldi. Sevinçten dünya gözüme küçücük göründü ve ben ne yere nede göğe sığmıyor gibiydim. Gerçekten kanatlarım varmış gibi hiss ediyordum. Sevinç çığlıkları atmamak için ellerimle ağzımı kapatım etrafımda küçük ama hızlı adımlarla dönüyordum. O gerçekten geldi! O burada! O benim için gelmişti! O gelmişti!
Ellerimle sakladığım dudaklarımı serbest bırakıp uzun, kızıl saçlarımı avuçladım. O an heyecandan ne yaptığımı anlamıyordum ama saçlarıma dokunmak ve onları güzelleştirmek istiyordum. Saç uçlarımı okşuyor, saçlarıma çeki düzen vermeye çalışıyordum. Evet! Evet! O geldi.
Orada oturdum ve gemiyi izledim saatlerce. Sonunda gemiden indiğini ve uzaklaştığını gördüm. Acaba benim mi yanıma geliyordu? Ahh kalbim bir sakin olsaydı, ne güzel olurdu. Bu kadar sesli şekilde atma minik kalbim o da duyacak.
Ormana taraf yaklaştığını gördüğümde elimle yüzümü kapattım. Neden böyle yaptığımı bilmiyorum ama mutluluk ve heyecan hissleri resmen kendimi kontrol etmemi zorlaştırıyordu. Ormana dahada yaklaştı. Beni bulmaya çalışıyor eminim. Acaba önüne çıksam mı? Sakin ol Aphrida! Belki seni aramıyor. Belki farklı bir iş için geldi. Ama bu ormana daha önce hiç kimse gelmedi. Sadece o geldi o da beni görmeye gelirdi. Doğru değil ama biraz daha izlemek istiyorum. Ne yapacağını merak ediyorum, çok merak ediyorum.
Neden devasa yırtıcı bitkiler olan taraftan ilerliyor? Oysa benim tarafımda olan bitkiler söğüt ağaçlarından ve çiçeklerden ibaret. Devasa ağaçların yaprakları tenini kestiğinde, sanki benim canım ondan daha çok yanmıştı.
Bir an gömleğini çıkarıp ağaca bağladığını gördüm. Çıkardığı gömleğinin altında iri ve kaslı bir vücudu vardı. boynu ve kaslarının çizgileri belirgin ve akılalmaz derecede ilgi çekiciydi. Dikkatli ve sessiz hali ile görünüşünden ziyade tavrıylada dikkatimi çekmişti.
Ama neden gömleğini çıkarıp ağaca bağladı ki? Biraz daha izlersem belki anlamını öğrenirim. Başka bir işi varmış. Beni görmeye gelmemiş, öyle olsaydı gömleğini ağaca bağlamazdı. Belliki belirli bir iş için gelmiş. Bu düşünce yalnızlığımı tetikleyp, kalbime acılı iğneler batırdı. Acaba karşısına çıksam mı? Beni de yanında götürmesini istesem mi? Onunla gitmek istiyorum. Onu her gördüğümde sarılmak ve saatlerce göğsünde öylece kalmak istiyorum. Sanki içimde aradığım o arayış onda varmış gibi. İçimdeki bu acıyı o dindirebilecekmiş gibi. Yağmur yağmaya başlamıştı. Büyük bir ağacın altında oturup ateş yaktı. İlk kez bir ateşin nasıl yakıldığını ve nasıl olduğunu gördüm. Sıcak ve büyük bir ateşti. Sarı, turuncu ve kırımızı renklerin karıştırılmış ve dans etmiş hali gibiydi.
Ateşin arkasında durup, yere uzandı. Başının arkasına yanındaki çantasını koydu. Üşüyor gibiydi. Beyaz saçları kirlenmiş, çamura bulanmıştı. Hüzünlü görünüyordu. Sanki kalbi kırılmış gibi. Daha önce hiç onu böyle görmemiştim. Yaralandığında bile yüzü hiç bu ifadede değildi. Kesin beni aramıyor. Benim için gelmediğini anlamalıydım. Kırgın kalbime öfke eklensede oradan gitmedim ve onu izlemek istedim. Kendine gel Aphrida! İşini görüp gidecek ve sen onu bir daha göremeyeceksin. Bu yüzden onu incelemek için vaktin var. Dikkatle incele yüzünün her zerresini.
Bir süre sonra ateş söndüğünde, elleriyle kollarını sarmaladı Wild. Üşüyordu, artık bundan emindim. O kıvılcıma baktım ve ölmüş o ateşi yeniden canlandırdım. Evet ilk kez bir ateş yakıyorum, böyle birşey yapa bildiğimi ben de ilk kez anlıyıp, öğrenmiştim. Onun üşümesini hiç istemiyorum, üzülmesini ve zarar görmesinide.
Bir kaç saat uykunun ardından uyanıp, elleri ile yine kollarını sardı. Ama ateş hala yanıyor, neden hala üşüyor. Bir kaç saniye ateşi izledikten sonra olduğu yerden doğrulup ayağa kalktı. Çantasını geri omzundan astı ve yerden toprak götürüp ateşi söndürmeye çalıştı.
Ateş söndükten sonra üstünü temizleyip yoluna devam etti. Artık çok merak ediyordum, neydi onu bu kadar üzen işi? Neydi onu uzak diyarlardan buraya kadar getirebilcek işi?
Bir süre yürüdükten sonra ağaca bağladığı gömleğini gördü. Gömleğini fark ettiğinde hayret etmiş ve öfkelenmiş gibiydi. Aynı yeri dönüp dolaşdığımız için gömleğini bağladığə ağacı tekrar görmesi çok normaldi. Ağacı tekmeleyip sinirlendiğinde ayağı ıslak toprak yüzünden kaydı. Aşağısı boşluk olduğu için çok kötü düşmüştü. Bu olay onu dahadada sinirlendirmişti. Ağlamaya başladı ve ayağa kalkmakta zorlanıyordu. Sonunda konuşmaya başladığını fark ettim. Ve dudaklarından döküldü o büyülü kelimeler...
"Ey doğanın ruhu, ey unutulmuş dünyanın yaratıldığı günden koruyuculuk vasfına hakim melek, duy sesimi! benim Wild! Elf kral! Buradayım, senin topraklarında. Lütfen yanıma gel sana çok ihtiyacım var" diyip ağlayarak gözyaşlarına boğuldu...
Bu kelimeleri duyduğumda ve gözyaşlarını gördüğümde artık bedenimi kontrol edemiyordum. Sanki bedenim onun yanına gitmek için beni susturmuş ve kendisi haraket ediyormuş gibiydi. Yavaş adımlarla ona doğru gittim. Ve sonunda kendimi onun karşısında bulduğumda onu sessizce izledim.
Aphrida: "Gelmişsin" dedim hüzünlü ve samimi ses tonumla.
Wild: "Geldim" dedi ağlamasını durdurmaya çalışarak cevaplayan elf kral.
Küçük bir tebessüm kondurdum dudaklarıma. Hüzünle baş etmeye çalışan, güçlü gibi görünen ama bir o kadarda hassas olan krala bakdım "peki neden ağlıyorsun?" diye sordum onu hala tebessümle izlerken.
başımı yana eğip sonunda merak ettiğim o soruyu "Neden canın yanıyor?" diye sordum.
Wild: "kardeşim ölüyor ya da belki de öldü onu kurtaramadım. Sirenler zehirledi ve biz, biz, yani ben adaya varır varmaz seni bulmaya çalıştım belki yardım ede bilirsin diye ama şu an hayatını kayb etmiştir ya da geri dönüşe kadar kayb edecektir artık çok geç." Ağlıyordu Wild, hala ağlamasına devam ediyordu. Savunmasız ve güçsüz görünüyordu. Onu bu halde görmek sanki beni kahrediyordu. Onunla beraber alamak ve ona sarılmak istiyordum. Acısını dindirmek için herşeyi yapardım. Ona yardım etmek istedim ve etmeye meyilliydim.
Aphrida: "kardeşin nerede?"
Wild: "sahilde ki gemimizin içinde, kendi odasında yatıyor."
Durmayan gözyaşlarını benden saklamayan elf krala yaklaştım. Ona sarıldım ve bütün özlemimi gidermeye çalıştım. Onun kırgınlığınıda gidermek, onu üzen her ne varsa onu korumak istiyordum. Yüzünü omzuma gömdüğünde, göğsümdeki o acı yine hafiflemişti. Göğsümdeki acı hep vardı ama Wild'ı gördüğümde sanki azalıyordu.
Aphrida: "gözlerini kapat"
Dedim yüzüne sevgi dolu ve bütün samimiyetimle bakarken. Dediğimi anlamamış gibiydi ve sordu;
"ne?"
Gözlerinden çıkıp şakaklarından süzülen o parlak gözyaşlarını gördüğümde gözlerinin iöine bakıp sağ elimle sildim. Ona öyle derinlemesine baktım ki "ben buradayım, güven bana" dediğimi anlasın istemiştim.
"Gözlerini kapat Wild"
Dediğimde anlamışdı bu sefer.
"tamam" diyip gözlerini kapattı hemen.
Adaya gelen gemiyi düşündüm. Orayı hayal ettim. Tarif ettiği gibi yatakta baygın yatan elf kardeşini ve odasını. Gözlerimi açtığımda bir odadaydık. Kardeşinin odasının olduğuna emindim.
"Gözlerini açabilirsin Wild" dedim nazik ses tonuyla. Bana yaklaştığında meltem gibi büyülü ve tesirli saçlarının kokusu sanki ruhumu büyülemişti. Burnunu omzumun çıkıntısına yerleştirdiğinde nefes alışverişleri sakinleşmişti. Gözyaşları artık cildimle temas edip, sanki cildimi kutsamıştı. O gözlerini kapattığında ben de kapatmıştım. Ve gözlerimi açıp ondan uzaklaştığımda o da yavaşça gözlerini açtı. İlk bir kaç saniye etrafı incelemiş gibiydi. Ben ise etraftan daha çok onu inceliyordum çünkü her ifadesi benim için önemli ve değerliydi. Henry'e yaklaştığında aslında onu izlerken kaskatı kesilen bedenimi haraket ettirip yatakta uzanan bir hasta olduğunu hatırladım. Henry'e baktığımda uyuyor gibiydi ama hiss ediyordum, bedenini kontrol edemediği için ruhu acı çekiyordu. Onun hem fiziksel hem de manevi acısını dindirmek için yatağın sağ tarafına geçip oradaki sandalyede oturdum. Sol elini elimle kaldırıp sol avucumun içine koydum ve iki elimlede sarmaladım. Teni buz gibiydi, cildide kupkuru. Beyaz elleri soğuk yüzünden çatlamıştı. Sanki kuru topraktı. Bunu yaptığımda içindeki ruhu hiss ettim ve Wild'e uyarıda bulundum.
"Şu an sadece onun acılarını dindirip size zaman kazandırabiliyorum Wild ama onun panzehire ihtiyacı var. Panzehir deniz kızlarının kanıdır çünkü onlar masum canlılardır ve Sirenlerin akrabalarıdır. Gün bitmeden panzehiri getirmen gerekiyor Wild."
"Tamam" dedi ve kapıya doğru gitti hızlı adımlarla. Kapıya vardığında dışarı çıkmak yerine duraksadı, sanki birşeyler için tereddüt eder gibiydi. Yüzünü göremiyordum, arkası bana dönüktü sadece o büyük sırtını ve uzun omuzlarını izleyebilirdim. Sağ elini yumruk yapıp hızlı adımlarla dışarı çıktığında yine dönüp Henryi izledim...
Beni kendinle birlikte götür sevgilim
Bugün Wild'ın odasında uyudum. Başımın altındaki yastık ve yatakta olan diğer bütün yastıklar Wild gibi kokuyordu. Üstümde ise onun gömleği vardı. Kabul etmem gerekirse Henry'nin dediği gibi gerçekten terliydi. O yoğun kötü koku bastırdıkça daha fazla dayanamayıp üstümdeki gömleğini çıkardım. Ama yastığı saçları gibi kokuyordu, deniz ve şeftali ağaçlarının çiçeklerinin kokusunun karışımı gibiydi. Gömleği çıkardıktan sonra bütün vücudum çıplak kalmıştı. Yatağa geçer geçmez yorganın altına girmiştim ve yanımdaki yastıklardan birini alıp koklamaya başladım. Onun kokusu ruhumda olan eksik birşeyleri tamamlıyordu. Odada mumlar yanıyordu, küçük ateşler. Hayatımda ilk kez onların sayesinde ateşle tanıştım. Onun kokusu ve mumlar, gerçekten huzurlu bir ortamdı.
Artık göz kapaklarım ağırlaşmış, gözlerimi açık tutmak bana yük gibi geldiğinde küçük ateşlere bakdım ve onları haraket etmeden söndürdüm.
Sabah uyandığımda Wild'ın dün masanın üstüne bıraktığı elbiseleri gördüm. Yeşil, kırmızı, bordo, sarı ve pembe renginde elbiseler vardı. İlk pembe renkte olan elbiseyi giydim. Etrafımda döndüğümde, elbisenin uçları havaya kalkıp, ben döndükçe o da bana ayak uyduruyor gibiydi. Evet kesinlikle bu elbiseyle görmeli beni Wild! Bunu değiştirmeyeceğim!
Masanın üstüne üstünde çiçek desenleri olan bir tarak ve saçıma takmam için bir de çiçekli toka koymuştu. Sandalyede oturduğu ve masanın üzerinde olan tarağı elime aldım. Ancak tarakla saçlarımı taramaya çalışsamda başaramadım çünkü saçlarımda kalıyordu. Aniden kapının çalındığını duydum, emindim ild gelmişti, bu yüzden hemen saçlarımda kalan tarağı saçımdan çıkardım. Kendimi toparlayıp...
"Gelin" dedim.
Wild içeri girdiğinde yine kalbim göğsümde hızlı hızlı çarpmaya başlamıştı. Umarım bu deli kalbimin sesini o duymuyordur çünkü duyulmayacak kadar normal atmıyordu. Odaya girdiğinde bana baktı ve ben de ayağa kalktım. Utanma falan hiç bir hissi önemsemiyordum şu an, sadece elbisenin üstümde nasıl güzel göründüğünü ona göstermek istiyordum. Tarağı bir kenara bıraktım ve hızla ayağa kalktım. Elbisenin kenarlarından tutup ilde baktım ve kendi etrafımda döndüm. Sesli gülücüklerime engel olamıyordum.
"Bak Wild, nasıl olmuşum?" diye sordum gülücükler içerisinde.
O ise sadece bana bakıyordu. Beni izliyor, tek kelime etmiyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse bu benim biraz keyfimi kaçırdı. Güzel görünseydim hemen birşey söylerdi değil mi? Dümdüz durdum, yüzüne baktım ve sadece beklentiler içinde cevap vermesini bekledim.
"Çok güzel olmuşsun" dedi ifadesiz bir şekilde.
Kesin güzel olduğumu düşünmüyor. O yüzden böyle dedi. Biraz burukluk yaşadım ruhumda, bu yüzden önceki neşemden eser kalmadı. Masanın üstündeki tarağı aldım. Ve geri döndüğümde hala beni izliyordu. Zaten beni beğenmiyor, en azından utanmayı bir kenara bırakayım ve bu eşyanın nasıl kullanıldığını sorayım.
Aphrida: "Bu eşyayı kullanamadım Wild"
Wild: "Ahh izin verirseniz ben yardım edebilirim leydim"
Ahhh bu konuşma tarzı gerçekten çok hoşşşş.
Tarağı ona uzattım. Ve Wild tarağı eline alır almaz omuzlarımda kalan saçlarımı parmaklarıyla sırtıma dökülmesi için geri itti. Uzun saçlarımı yavaş ve nazik şekilde taramaya başladı. Demek tarak böyle kullanılıyormuş. Daha sonra saçlarımı toplayıp o çiçekli tokayı saçıma taktı. Tokayı taktıktan sonra nefesini boynumda hiss ettim. Cildimi bir çiçeği koklar gibi kokluyor, sanki kokumu kendi içine çekiyordu. Sıcak dudaklarıyla omuzlarıma bir öpücük kondurdu. Bu öpücük sadece vücuduma değil aynı zamanda ruhumada dokunmuştu. Sanki sadece bedenim değil aynı zamanda ruhumuda sevebiliyordu. Sağ elinin parmaklarıyla omzumdan ellerime inene kadar cildimi dokanarak incelemeye başladı. Bu haraketi sanki bedenimi sevgiyle okşuyor gibiydi. Ama hemen uzaklaştı, sanki birşey onu tedirgin etmişti. Bu haraketide yine keyfimi kaçırmayı başarmıştı, neden böyle davrandı peki?
Wild: "dışarı çıkalım mı?"
"Oluuurr" dedim beklentiler içinde gözlerinin içine bakarken. Ancak o teklifini ettikten hemen sonra dışarı çıktı.
Gemiden indikten sonra ona yanında doğup büyüdüğüm ağacı ve gözyaşlarım sayesinde büyüyen farklı çiçekleri göstericektim. Çok heyecanlanmıştım. Ona orayı göstermek benim için çok önemliydi. Wild benim için özel birisiydi ve o yer ise benim diye bileceğim bir yerdi. Hevesimi her ne kadar göstermemeye özen göstersemde kalbim şiddetli şekilde attığı için hızlı yürüyor, bir elimle diğer elimi sıvazlıyordum.
Biraz ilerledikten sonra, son büyük yaprağıda görüş açımızdan çektiğimde sonunda "intiliere" gelmiştik. Bu ismi bu yere ben vermiştim.
"Tilier" eşsiz anlamındadır "in" ise benim demektir. Bu kelimeleri kendim yarattım. Herhangi bir dilde değil. Bu dejarus dilinde. Perilerle hep bu dilde konuşuruz.
İntilere gelir gelmez hemen çiçeklerin içine koştum ve kendi etrafımda hızlı adımlarla döndüm. Ben etrafımda döndükçe üstüme giyindiğim puantiyeli pembe elbisemin uçlarıda havaya kalkıp bedenimin temposuna eşlik ediyordu. Kollarmı havaya doğru kocaman açıp, gururla bu güzel yeri ona sundum. Evet sundum. Çünkü yüzyıllar sonra intilieri farklı bir canlıya gösteriyor, burada dinlenmesine izin veriyordum. İntilier dediğim alan büyüktü. Ağaçlar, çiçekler, periler, şelale ve söğüt ağacının sığacağı kadar büyüktü. Şelaleden akan berrak ve temiz su, benim söğüt ağacımın yanına kadar uzanıyordu.
"İşte burasıda benim yerim Wild" dedim hevesli ve gururlu ses tonuyla. Wild buraya gelmişti aslında, beni burada görüyordu hep. Ama bu benim iznim ve rızam olmadandı. İlk önce söğüt ağacının yanına gitti Wild yüzünde küçük bir tebessüm ve gözlerinde ki o merakla. Sanki ilk kez görüyor ilk kez inceliyordu. Söğüt ağacının suya kadar uzanan dallarından birini nazik şekilde tutarak yapraklarını okşamaya başladı. Bunu yaraken gözlerini ağaca kilitlemiş gibiydi. Daha sonra arkasını dönüp bana baktı ve hızlı adımlarla yanıma geldi. Yanıma yaklaştığında bunu yapacağını tahmin etmemiştim. Bana sarıldı. Burnunu boynumun çıkıntısına gömdü ve oradaki bütün kokumu içine çekti.
"Si lefur! Sen gerçeksin" dedi hüzünlü ama bir o kadarda mutlu bir ses tonuyla. Yüzü hala boynumda durarken ben olduğum yerde dikilmiş, kenetlenmiştim. Hayretler içerisindeydim. Bunu yaptığında bedenim sanki sevgi için ona minnet duyuyordu. Sanki yıllarca hiç sevilmemiş, hiç değer görmemiş küçük bir kıza, değer verdiği birisinin "sen özelsin" kelimesini duyması gibiydi. Biraz kırgın, biraz mutlu, biraz düşünceli ve birazda sevgi doluydum. Karma karıştıktım. Sarılmayı bırakıp, başını kaldırdığında gözleri ile gözlerime baktı. Daha önce gözlerini hiç bu kadar yakından inceleme şansım olmamıştı. Gözleri parlıyordu. Şimdi ise yüzünde öncekinden daha büyük bir tebessüm vardı, kocamandı. Ben ise olduğum yerde hala kenetlenmiştim. Boşluktaymışım gibi boş ve hayretli gözlerle ona bakmaya devam ediyordum. Ne hiss ediyordum? Bana ne oluyordu?
Aniden hızlı haraketle dudaklarını dudaklarıma dokundurdu. Bunu yaparken bana çok hassas davranmıştı, kırılgan bir cama gösterilen dikkat gibiydi. Dudakları sıcaktı, sanırım benim dudaklarımda sıcaktı. Çünkü dudakları hala benim dudaklarımdayken, yanıyormuş gibi hiss ediyordum. Bu herneyse çok güzeldi. Keder ve sevgiyi aynı anda hiss ettim. İkisi de o kadar acı veriyordu ki ruhuma sanki bütün kırgınlıklarım artık bedenimi terk etmek istiyor gibiydi.
Kapalı olan sağ gözümden bir damla yaş aktı o an. Yavaş yavaş şakaklarımdan süzülüp, çeneme vardığında kendini boşluğa teslim etmişti. O da toprakla temas ettiğinde çiçek açacaktı. Ama bu seferki acı gözyaşlarımdan değildi, mutluluk gözyaşımdandı. Kim bilir o çiçekten ne çıkacaktı. Nasıl özel bir varlık, gelişi ile dünyayı eşsiz kılacaktı.
Elf kral hala dudaklarımdayken bu anın hiç bitmesini istemiyordum. Ona içimden "seni seviyorum sevgilim" dedim. Eminim ki o bu kelimeleri duymadı. Ama dudaklarımı özgür bırakıp gözlerime hala baktığında yüzünde masum ve huzurlu ruhun yansıması vardı.
"seni seviyorum peri kızı" dedi. Bunu söylerken ses tonunda titreşim yada utangaçlık yoktu. Huzur dolu bir kelimeyi ruhuyla söyüluyormuş gibiydi. Sanırım ben de kendi hisslerimi söylemeliydim. Sancı dolu ruhumu artık özgür bırakmalıydım.
Ben de seni seviyorum Wild. Dedim.
Cümlem biter bitmez Wild beni kucağına aldı ve beni yavaş adımlarla Söğüt ağacının yanına getirdi. Bedenimi hiç bu kadar sakin ve bir tüy kadar hafif hiss etmemiştim. Söğüt ağacının yanına beni nazik bir şekilde bıraktığında, yine dudaklarımı sevmeye başlamıştı.
Dudakları ile ilk önce dudaklarımı sonra ise yüzümü kısa öpücükleriyle ödüllendiriyordu. Ardından yavaş yavaş boynuma inmeye başladı. Bedenim ondan gelen sevgi için yalvarıyor, ruhum ise sunulan bu sevginin karşısında minnet duyuyordu. Sıcak dudaklarıyla cildimi okşadığında bu kez cildimde dokunduğu yerlerin alev aldığını hiss ediyordum. Bu gösterdiyi sevgi karşısında hiçbirşey yapamıyor adeta daha fazlasını vermesi için yalvarıyor gibiydim.
Vücudum hala donuk ve kinitlenmişti. Boğazımın altını öpdüğünde bedenim sanki bütün kontrolünü kayb etmiş ve gösterilen bu sevgi karşısında beni kendisi idare ediyormuş gibiydi. Boğazımın alt kısmını öpücükleriyle şereflendirdiğinde başımı yavaş yavaş geriye uzatmıştım. Başım ağaçla temas ediyordu. Benim için en iyi terziler tarafından diktirdiği bu özel kumaşlardan olan elbisenin kollarını yavaş yavaş aşağı indirdi. Gözlerimi daha fazla açık tutamıyordum, bana ızdırap gibi geliyordu.
Ancak Wild, bir anda durdu. Yüzünü hafifçe göğsümden çekerek gözlerime baktı. Gözleri, bir yıldızın gece göğünde bıraktığı iz kadar parlaktı. O anda dünya durdu sanki. Zaman, sadece ikimiz için durmuş gibiydi.
"seninle olmak... sadece bedeninle değil, ruhunlada. İntiler deki her bir çiçeğin ruhunu hissetmek gibi," dedi fısıldayarak, sesi hafif bir melodi gibiydi.
Bir elimi yüzüne koydum, avuç içim tenindeki sıcaklığı hissediyordu. "Wild, her çiçek ruhumun bir parçası... ve sen, onlara su olan şelale gibisin."
Bu kelimelerden sonra, rüzgar hafifçe esti, söğüt ağacının dallarını dans ettirdi. O an, bu rüyanın devamı gibi hissettiğim bir sessizlikte birbirimizin gözlerinde kaybolduk.
..............
...................
....................
Ne kadar süredir uyuduğumu bilmiyorum ama göz kapaklarımı açtığımda o söğüt ağacının yanında ikimiz de uzanmış. Ben başımı Wild'ın göğsüne yatırmış vaziyetteydim. Kendime gelmemle başımı hafifçe yukarı kaldırıp Wild'a baktım. Beni izliyor ve saçlarımı okşuyordu yüzündeki o huzurlu tebessümüyle. Kalkıp oturak vaziyette yüzünü hala izlemeye devam ettim ve kısık bir sesle sordum...
"hala buradasın?"
"evet"
"hep biraz konuştuktan sonra giderdin"
O da sırtını dikleştirip yanımda oturdu ve sağ eliyle nazik bir şekilde yüzümü sevmeye başladı.
"artık gitmeyeceğim. Söz veriyorum"
Bütün bunlar sanki rüya gibiydi. Sanki güzel bir rüya görüyordum ve uyandığımda herşey önceki gibi olacaktı, Wild gidecekti ve ben yine yalnız kalacaktım. İçimden gitme demek geliyordu. Beni asla alnız bırakma. Göğsümdeki o dayanılmaz acı sadece sen olduğunda diniyor demek istiyordum ama sessiz kaldım. Her zamanki gibi susuyordum. Bilmiyorum sanki böyle olmalıydı, sanki hep suskun durmalıydım. Sanki boğazıma birisi kilit vurmuştu ve o kilit ömrüm boyunca sessiz kalmam için orada duruyordu.
Ayağa kalktı Wild ve benim de kalkmam için sağ elini uzattı. Hafifce elimi avucunun içine yerleştirdim. Elimi tutup bedenimi kendine çekti. Ayağa kalktığımızda kirlenen elbisemi yaklaşıp tozlardan temizlemişti. Ve daha sonra kendi üstünü tozlardan arındırdıktan sonra bu sefer boğazını kısık öksürüklerle temizlemeye başladı. Onu sesizce izliyordum. Bir dizini kırıp toprağa koydu. Ardından sakince pantalonunun sol cebinden bir yüzük çıkardı. Yeşil taşlı çok güzel bir yüzüktü. Yüzüme bakarken gözlerinin içi parlıyor yüzü kızarıyordu.
"her sabah uyandığımda ve uyumadan önce seni düşünüyorum. Sadece bu zamanlarda değil yemek yediğimde, kitap okuduğumde birisiyle konuştuğumda, gün içerisinde yaptığım en güzel iş sadece seni düşünmek. Şu kısa zamanda anlamsız hayatıma anlam kattın, siyah beyaz olan yaşamımı renklerinle şereflendirdin. Ben artık sadece aklımda değil yanımda da olmanı istiyorum. Sabah uyandığımda göreceğim ilk şey gözlerin ve ay gibi olan yüzün olsun istiyorum. Benimle evlenir misin? lütfen teklifimi kabul et ve bana evet diyerek hayatıma neşe kat, leydim"
Bir an beynimdeki bütün düşünceler susmuş gibiydi. Dünya durmuş, zaman gerçekten bu sefer durmuş ve o duran zamanın içinde ikimiz hapsedilmiş gibiydi. Sadece onu izliyorum ve daha sonra yüzüğe bakıyordum. Şok olmuştum. Dur Aphrida, kendine gel. Senden cevap bekliyor. NEEEE? İçimde sevinç çığlıkları atıyordum. Benimle evlenmek istiyor. Aile olmak istiyor. Yüzümde kocaman bir gülümseme belirdi istemsizce. Ellerimi birbirine kavuşturup sol elimde sağ elimi okşuyordum heyecandan. Evet diyecektim. Cevabım belliydi. Ancak bu güzel manzaranın arkasında siyah perdeler vardı. Wild'ın arkasında yardımcısını elinde bir kılıçla durduğunu gördüm. Hançeri onun sırtına doğrulmuştu. Masal bitti, neşem söndü. Şimdi yine korkularımla başbaşaydım. Yine korkuyordum ve yine yalnız hiss ediyordum. Soğuk ve kimsesizlik hissi yine sarmıştı bütün ruhumu.
Wildın yardımcısı "ayağa kalk!" diye emretti tehtidkar ses tonuyla kılıcını Wildın boğazına yaklaştırmış. Wild soru sorarcasına yüzüme bakıyordu. Ben ise dehşet dolu ifademle onu izliyordum. Donmuştum, sanki kımıldarsam dahada kötü olacaktı. Tirtir titriyordum.
Yine emretti yardımcı isyan ettiği kralına "Şimdi yavaşça bana doğru dön ama aklından en ufak bir yanlış haraket yapmayı geçirme. Keserim o boğazını"
Yardımcısına doğru döndü Wild. Ardından "Zeyphrus?" diye sordu ondan. Ne oluyordu? Anlayamıyordum. Neyin içerisindeydim ben? Henry geldi çalılıkların arasından yavaş ve dikkatli adımlarla. Zeyphrus onun geldiğini kılıcını boğazına dayadığında fark etmişti. Öfkeliydi Henry. Onu hiç böyle görmemiştim, sanki gözlerinde yeni tanıştığım o alevler yanıyordu. Çok soğuk bir ses tonuyla emr etti isyan eden yardımcılarına prens "Çek şu kılıcını kralın üzerinden!"
Zeyphrus ise prensinin bu emrine ukala bir şekilde güldü. Henry gördüğümde içime biraz bile olsun huzur serpilmişti, o buradaydı ve ildı koruyacaktı. Erken sevinmenin yanılgısıyla öyle bir hisse kapılmıştım bir anlık.
Prens ise emrine itaat etmeyen yardımcısına yine seslendi ama bu küz yüksek sesle konuşuyordu tereddütsüzce.
Henry: "BİR KEZ DAHA TEKRARLAMAYACAĞIM. SON KEZ SÖYLÜYORUM ÇEK ŞU LANET OLASI KILICINI KRALIN ÜZERİNDEN!"
Yardımcı ise hiç bir şey söylemeden sadece kahkaha atmaya başladı. Ancak beni korkutuyordu çünkü şimdi kılıcını kralın boğazında gezdiriyordu.
Zeyphrus: "bu kılıcı mı çekme mi istemiştiniz benden prensim?"
Henry hemen cevap verdi sorusuna öfkeli bir şekilde...
Henry: "kafanı bedeninden ayırmam için beni kışkırtıyorsun köle"
Zeyphrus: "ahh tamam prensim emredersiniz, sıcak şarapta var gemide izniniz olursa getireyim?"
Henry: "kendi canından bu kadar mı imtina ettin ki bu haraketlere yol açıyorsun köle?"
Zeyphrus: "ehh yetti be, oyunlarınızdan sıkıldım. SİYAHİLER TOPLANIN!"
İsyankar yardımcılarının cümlesi biter bitmez saniyeler içinde etrafımız iri yarı, siyah deri kiyafetli ve yüzleri maskeli, saçsız canlılar tarafından sarıldı. Henry kılıcını savuracakken başının arkasına büyük bir odunla vurmuştular. Wild ise kendini korumak için Zeyphrusun karnına tekme atıp kılıcını almaya çalışmıştı. Ben sadece bu manzarayı izleyebiliyordum. Ne yapacaktım? Ne yapmalıydım? Korkuyordum? Ayakta duruyordum ama bacaklarım gövdemin ağırlığını taşıyamıyordu sanki. Ayaklarım titriyor. Vücudum her saniye yaşadığım olaylar ve izlediğim manzara yüzünden biraz daha kilitleniyordu. Ne olduğunu anladığımda artık prens yerde kanlar içinde yatıyor Wild ise ağzından oluk oluk kan gelirken direnmeye çalışıyordu. Kendisi için savaşmıyordu, benim için savaşıyordu. O yere düştüğünde, yüzüme bakıp kısık sesle birşeyler söyülyordu ama benim beynimin içerisinde sadece gürültüler vardı. hiçbirşey duymuyordum. Hiç birşey görmüyordum. Tek gördüğüm, sevdiğim insana karşımda durup zarar veren bu canlılardı. Gücümü kontrol edemiyordum, kendimi kontrol edemiyordum. Herşey sadece yok olmalıymış gibiydi, ilk kez içimde bu hissi farkediyordum. Öfke ve kaybetme korkusu.
Flierthe tianorasli, eltiem oklariyahbas. Seleniar ampiose hitres bardas. Polierthem enthrem. "duy beni yüce doğa. Senin gücüne sesleniyorum. Yardım et bana"
Güçlü rüzgarlar esmeye başlamıştı etrafımda. Rüzgar yüzünden kızıl saçlarım görüş açımı kapatacak şekilde gözlerimi örtüyordu.
Flierthe tianorasli, eltiem oklariyahbas. Seleniar ampiose hitres bardas. Polierthem enthrem.
Rüzgar çok şiddetlenmişti. Ağaçlar neredeyse yerinden oynuyordu. Ayaklarımı daha sıkı bastım toprağa ve yine tekrarladım aynı kelimeleri...
Flierthe tianorasli, eltiem oklariyahbas. Seleniar ampiose hitres bardas. Polierthem enthrem.
Elimi onlara doğru uzattığımda ayaklarımın altından bir kaç santim uzakta olan toprak, çatladı. Çatlak onlara doğru ilerlelediğinde toprak ikiye ayrıldı. İri yarı bu maskeliler toprağın içine düşmüştü.
Ağaçlar köklerini topraktan kurtarıp onları boğmaya başlamıştı. Yardım etmeleri için çağırdığım yılanlar ve kargalar ormanın içinden, onlara doğru gidiyordu. Kargalar gözlerini deşiyor, yılanlar içe ayaklarına sarıldıp isiriyordu. İsyankar yardımcı ağaçlardan birinin gövesine sarılmış bağırıyordu.
"büyülü okları ve zincirleri getirin hemen!"
Flierthe tianorasli, eltiem oklariyahbas. Seleniar ampiose hitres bardas. Polierthem enthrem.
Gökyüzünün rengi değişmişti. Bulutlar güneşin ışıklarını kapatıyordu. Bu kez bir kasırgayı yaratıyordum. Onu ve yardımcılarını alıp denize götürmesi için. Ama aniden sol omzuma saplanan keskin bir ağrı hiss ettim. Bu ağrı bile öfkemin dinmesine izin vermiyordu.
Flierthe tianorasli, eltiem oklariyahbas. Seleniar ampiose hitres bardas. Polierthem enthrem.
Kasırga büyümeye başlamıştı ve tek haraketimle isyankar ve yardımcılarını içine hapsedecektim. Ancak aynı okdan göğsümede geldiğinde, birşey yapamadım. Nefes alamadım ve göğsümden gelen kanı sağ elimle avucumun içine aldım. Kasırga durdu, ağaçlar haraketsizleşti.
Dizlerimin üstüne yere yığıldım. Ben de yaralana biliyor muydum? Benim de canım acıyabiliyor muydu? Güçsüz kalan bedenim yere uzanıp, toprakla temas ettiğinde bayılan sevgilimi izliyordum. Ve o an sol gözümden bir damla yaş düştü topağa. Kasırga dindi, yoldaşlarım gitti. Ağaçlar haraketsizleşti ama güneş doğmadı. Bulutlar gürleyerek, ağlamaya başladı. Sanki isyan ediyordular acı dolu manzarayı izleyip. Sanki annelerini kandan temizlemeye çalışıyordular. Onların gözyaşları benim ve değer verdiklerimin kana boyanan bedenini yıkıyordu.
...............
......................
........................
Gözlerimi açtığımda ilk bir kaç dakika sadece tavanı izliyordum herşeyden birhabersiz. Sessiz ve sakindim. Geçmişin hiç bir sahnesini daha hatırlayamamıştım. Siyah saçlı ve süslü bir elbiseyle karşıma bir kadın geldi. Cildi ve saçları çok bakımlı görünüyordu. Açık siyah saçlarını omuzlarından aşağı sarkıtmıştı. Toprak gibi koyu kahve rengi gözleri ile beni izliyor, kiraz gibi kırmızı dudaklarına tebessüm kondurmuştu.
Cadı: "uyandın mı koruyucu?"
Kadın bana soru sorduğunda bile daha ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Sarhoşmuş gibiydim. Onu izliyor ve kendime gelmeye çalışıyordum. Yavaş yavaş kendime geldiğimde vücudum üşümeye başlamıştı. Kollarıma ve ayaklarıma baktığımda ağır demir zincirlerle kaplandığını gördüm. Vücudumu ise demir bir zemine yatırtmıştılar. Bunları fark ettiğimde korkuya kapılmış, oldukça tedirgin bir vaziyete düşmüştüm.
Aphrida: "bunlar ne?"
İçten bir kahkaha attı dudakları birbirine kilitliyken.
Cadı: "görmüyor musun? Zincirler."
Aphrida: "gitmek istiyorum. Bırakın beni!"
Kadın kendimi korumam için söylediğim kelimelerimden sanki hazz alıyordu.
Cadı: "seninle işimiz bittiğinde, tabiki bırakacağız ama Cennete"
Diyip yine içten kahkaha atmaya başladı dudakları kapalıyken. Kızıl saçlarımın uçlarını avuçlarının içine alıp baş parmağıyla okşuyordu.
Cadı: "Si Lefur! Ben şuan hiç bir cadının yapamadığını yapıyorum. Koruyucuya dokunabiliyorum. İzin ver sana kendimi tanıtayım, ben Ehliya"
Aphrida: "niye yapıyorsunuz bunu bana?"
Diye sordum titrek ses tonumla. Sorumu kendim bile duyduğumde, ses tonumdaki korku çok net belli oluyordu. Onu korku dolu ve meraklı gözlerle izliyordum.
Ehliya: "Lütfen! izin ver canını almadan bütün cadıların hayalini ben gerçekleştireyim. Sana dokunmak istiyorum. Bizim için o kadar özelsin ki. Sen koruyucusun, bizim gibi vahşi ve akıllı canlıları diğer doğaya zarar vermememiz için varsın. Doğa bize öfkeliyken onu sen sakinleştirdin. Ona mucize bir bebek verdik. Daha doğrusu Agatha verdi. ses tonu şefkatliydi. Agatha senin annendi. O ne bir cadıydı, nede bir elf. O sıradan bir insandı ama hayatını kendi elleri ile değiştirdi, onun bu fedakarlığını yüzyıllardır cadılar bütün çokuklarıne ve torunlarına bir efsane gibi anlatıyor. Tabi ben de bir cadıyım koruyucu ama eminim ki beni tanısan bana lanetler yağdıracaksın çünkü cadılar doğayı korumalı ama ben yaradılışıma isyan kaldırdım bir aşk için. Eğer bunun için bana lanetler yağdıracaksan, yağdırabilirsin çünkü ben bunları gözealarak şuan bunu yapıyorum."
Ne diyordu bana. Ne anlatıyordu? Benim bir annem mi vardı? Peki neden beni hiç sevmedi? Her çocuk gibi benim de sevgi için hakkım yok muydu? Neyse... kendine gel Aphrida, zaten annenin olabileceğini hep umutediyordum. Şimdi neden böyle davranıyorsun? Onun hala yaşayıp yaşamadığını sor, belkide bu son şansın.
Aphrida: "annem yaşıyor mu?"
Bu soruyu sorduğumda kadın bakışlarını saçlarımdan çekip merak dolu, onu izleyen gözlerime baktı. Avucunda tuttuğu saçlarımı bırakıp kahkaha atmaya başladı.
Ehliya: "Anne mi?"
Hala kahkaha atmaya devam ediyordu.
Ehliya: "Si Lefur! Doğanın koruyucusu, annesini mi istiyor?"
Daha sonra kahkaha gösterilerini bitirip, yüzüme tebessüm ederek bakarken bu sefer daha ciddi bir ses tonuyla konuşmaya başladı.
Ehliya: "Hayır koruyucu! Agathaya anne diye bilir misin bilmiyorum. Çünkü o seni sadece 3 gün karnında taşıdı ve doğar doğmaz zaten senden kurtulmak istiyordu. Anne olmak için çok gençti ve o buna hazır değildi. Zaten bunu kabul etmesinin sebebide kendi hayallerini gerçekleştirmekti. Sen doğar doğmaz cadılar seni kimsenin bilemeyeceği ve ulaşamayacağı topraklara götürdü, onlar seni bir ağacın köklerinin dibine seni bıraktı. O ormanı biz cadılar, biliriz ama kimseye gitmeye izin verilmez. Zarivora gitmek istediğinde izin vermedim, çünkü sen çok güçlüsün ve bizi mahvedebilirdin. Belkide hiç gözümüze bile görünmezdin. Sevgiye açtın, çok safdın. Bu yüzden yeni tahtta oturak elf kral ile seni buluştura bilmek için bir portal açtım. O portalla kral sana gelecekti ve birbirinize aşık olacaktınız. Kral böylesine saf bir güzelliğe kalbini tabiiki teslim edecekti. Sen ise aşık olursan savunmasız olacaktın. Elf kralı seçmemizin sebebi ise, o topraklara sadece onun kudreti yeterdi. Kaderlerine baktım, diğer krallar Dejarusa varmadan ölüyordular ama ild de tam tersiydi. Bunun sebebini bilmiyorum ama o dejarusa varabilecek tek kişiydi. Yani bunların hepsi planlandı ve siz sadece bu oyunu oynadınız"
Bu kelimelerini duyar duymaz sanki kalbime keskin bir hançer saplandı. Acı doldu minim kalbime. Acı ruhumu zehirlerken, gözlerim dolmaya başladı. Ağlıyordum, sıcak gözyaşları gözlerimi yakıp, şakaklarımdan demir zemine süzülüyordu. Beynimde o kadar çok fazla soru dönüyordu ki, ona sormamak için kendimi tutamıyordum. Kıpıramaya ve zincirlerden kurtulmaya çalışıyordum.
Aphrida: "Wild nerede? O iyi mi? Benden ne istiyorsunuz?"
Ehliya: "Ohhh sakin ol koruyucu, bu zincirlerden kurtulamazsın. Sevgilin iyi, bunu söyleyebilirim. Ama seni bir ayın için getirttik. Gücünü Zarivoraya vereceksin ve yaradılış anlamın son bulacak. Sevgilin amcasına tahtını ve topraklarını verir vermez, ayini gerçekleştireceğiz. O zamana kadar seni derin bir uykuya göndereceğim. Ayinde bile uykuda olacaksın benim koruyucum. Hiç korkma, hiçbirşey hissetmeyeceksin"
Gözlerini kapatıp alnıma işaret parmağını koyup nadiren duyduğum o dilde konuşuyordu. Bu yüzden bilmiyordum bu dili.
"intersiol anhriaste liurse tu aplar, ashertiem nuar niarte, ilham, isbaham tu estrajente"
Derin bir uyku mu? Ölüm mü? Taht mı? Ne diyordu bu kadın. Korkuyordum ve çırpınıyordum alnıma sertce temas eden parmağının altında. Ancak beynim uyuşuyordu, sesini duyamıyordum. Sanki beni karanlığa, derinlere itiyordu. Ölmek yada uyumak istemiyordum. Korkuyorum Wild, yardım et!
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.24k Okunma |
587 Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |