
Herkese merhabaaa, ben yine sizlerleyimmm. Sınavlarım bitti ve çok iyi geçti. Önceden söyleyeyim bu bölüm bomba gibiiii❤️🔥 hatta bir çok okurlarım bu bölümün gelmesini dört gözle bekliyordu 🤭.
Bu bölümde yeni karakterlerle tanışacaksınız. İlginizi çekerse ve meraklanırsanız "Giriş" bölümünden karakterlere bakabilirsiniz. İyi okumalar, bol bol yorum yazmayı ve beğenmeyi unutmayın. Sizi seviyorummm❤️🧚♀️
Henry nin anlatımıyla...
Hak edilen ölüm nasıl olur? Nereden bilebiliriz nasıl bir ölümü hak ettiğimizi? Göğsümüzde oluşan alevin ruhumuzu tüketmesine izin verirken, ölüm bize kurtuluş mudur?
Her gün yeni doğan güneşin parlaması bize Tanrının hala bir şansın var demesi midir?
Hayatlarımızı kendimiz belirleyemeyiz ama sanırım sonu kendimiz belirleyebiliriz. Göğsümüzde oluşan ateşin ruhumuza zarar vermesine izin verdikten sonra yaşamanın nasıl acı verici olduğunu kelimeler tarif edemez. Çünkü bu hissin doğurduğu sonuçları anlamak için o acıyı günlerce tatmak gerekir. Ve sonunda o acı, bütün bedenimize bir hastalık gibi yayılmayı başardığında, artık hür irademizle kendi bedenimizin üstünde olan hakkımızı sonlandırmakla anlaşırız. Bu kararı artık hem bedenimiz hemde ruhumuz alır. Hayır, ölüm hiç bir zaman kurtuluş değildir.
Ölüm sadece göğsümüzdeki acıya artık bir son vermek için alınan bir karardır. Ben ise, bütün acılara rağmen savaştım. Sonsuz yaşam bana verilen hem büyük bir şans hemde büyük bir şanssızlıktı. Nice savaşlardan sağ çıktım, nice şerefli askerlerin ölümlerine tanık oldum. Nice güzel ruhlu elflerin ölümlerinde, arkasında bıraktığı eşini ve küçük çocuklarını düşünürken göz yaşları döktüklerine tanık oldum. Savaşmak sadece eline kılıç alıp bir kaç kişinin canını almak değildir. Savaşmak sevdiklerin için, masum canlılar için ve en önemliside kendi onurunu korumak için yapılan bir eylemdir.
Şimdi ise, bir kaç cellatın kılıcıyla bu onurlu yaşamıma son verilecek. Ben bunu hakediyor muydum? Hayır! kesinlikle böyle bir ölümü hak etmiyordum. Son bunun gibi mi hiss ettiriyordu? O kadar derin ve boşlukta hissediyorum ki, sanki herşey için dakikalarım hatta saniyelerim var. İçimde ne varsa düşünmeliyimmiş gibi, bütün iyiliklerim ve bütün kötülüklerim. Vicdan azaplarım ve şükr ettiğim olaylar, hepsi gözümün önünde saniyeler içinde kitap bölümleri gibi geliyordu. Wild yanımdaydı. Ona son sözlerimi söylemeliydim. Onunla vedalaşmak için sadece saniyeler kadar vaktim vardı. sessizlik tüm bedenimi tutsak almışken, kendimi zorlayıp konuşmalıydım. Çünki hala zamanım vardı. Çaresizlik böyle birşey miydi? Sarayda keyif içinde ve sonsuz bir zaman içerisinde yaşarken şimdi sadece saniyelerim vardı. Cellatlar bizi, arabadan itekleyerek, kaba bir şekilde indirdi. Dizlerimizin üstünde durduk ve çaresizce kılıcın boynumuzu bulmasını bekledik.
Henry: “yolun sonuna geldik ha ağabey?”
Bunu söylerken boğazımda kalan bütün kelimeler düğümlenmiş ve yerleştiği yeri kasıp kavurmuştu.
Wild: “sanırım öyle kardeşim. Seni koruyacağıma dair kraliçemize söz vermiştim. Ondan ve senden tekrar özür diliyorum”
Henry: “başka bir evrende görüşürüz ağabey. Umarım o evrende ya dost, yada yine kardeş oluruz.”
Eğer bana şans verilseydi gerçekten Wild ile yine ve yeniden kardeş olmak isterdim.
İşte bunlar son sözcüklerimizdi ve benim son sözcüklerim hem kalbimi hemde çıkarken boğazımı yakmıştı. Baba! (Aldarin) Geheris!. Bugün ikimiz de sizin yanınıza geleceğiz.
Cellatlar, ölümlerimize mühür koymak için kılıçlarını boyunlarımızdan uzaklaştırdılar. Tekrar yaklaştırmak istediklerinde kılıçlarının yere düştüğünü, düşen kılıçların sesini duyduğumuzda fark ettim. Ardından cellatlar da kılıçlarının yanına bir çuval gibi yere saplandığında ne olup bittiğini anlamaya çalıştım. Bir kişi koşar adımlarla yanımıza yaklaşıp cellatlara baktı. Daha sonra...
Ozarius: “Ölmüşler Kleora!”
Diğerleri de bu yüksek sesle bağırıp, haber veren kişinin yanına hızlı adımlarla geldiler. Haber veren kişi hemen benim ve Wild’ın yüzünü örten çuvalı başımızdan kaldırdı. Çuval kalkar kalkmaz derin bir nefes aldım, çünkü çuval içinde nefes almak oldukça zordu. Ağabeyime baktım.
Henry: “İyi misin Wild?”
Wild: “Evet iyiyim. Ancak neler oluyor?”
Henry: “haberim yok”
Bizim başımızdan çuvalı kaldıran kişi bir elfti. Daha sonra diğerleri bizim yanımıza koşar adımlarla geldi. 10, 15 kişiydiler. Önde iki kız duruyordu. Biri siyah deri pantalon ve deri ceket giymişti. Siyah, uzun örgülü saçları vardı o, bir insandı. Diğeri ise beyaz saçlı, siyah derili bir kadındı o, ise bir elfti. Si Lefur! Biz yine neredeyiz? Ve başımıza yine hangi oyunlar gelecek. Hissettiklerim ve düşündüklerim korkudan ibaret değildi. Tam tersi beynim her an bir plan yapmak için ve kurtulmak için hızlıca çalışıyor, çıkar bir kapı arıyordu. Ölen cellatlara baktım, biri benim yanımda, diğeri ise Wild’ın yanında uzanmış, ikisi de alınlarını delip geçen oklarla gözleri açık şekilde ölmüştü. Onları o vaziyette görmek, içimi biraz bile olsun rahatlatmayı başarmıştı.
İnsan ve elf kızlar, karşımızda duruyor, tepki vermeden bizi izliyordu. Koştukları hallerinden belliydi, nefes-nefese kalmıştılar. Haber veren erkek elf, hızlıca ellerimizdeki ipleri açmaya balşadı. Daha sonra diğer siyah derili elf kadın, yanımıza yaklaşıp, yakından boyunlarımıza ve gözlerimize baktı.
Olivera: “Prensin beli yaralı, kan akıyor. İkisi de çok takatten düşmüşler. Hemen Salimin çadırına götürmeliyiz.”
Dedi arkasında duran, zayıf ve siyah örgülü saçlı insan kıza bakarak. İnsan kız ise tepki vermeden, ciddiyetini koruyarak bizimle konuşmaya çalıştı.
Kleora: “Ben Kleora, bu toplumun ve birlikteliğin öncüsüyüm. Sizi kurtardık, çünkü bize yardım etmelisiniz. Size ihtiyacımız var ve lütfen bize güvenip bizimle gelin”
Ne diyordu bu kadın? Nasıl tekrarlanan bir oyunun içindeydik? O bir insandı. Milruna kralından ve prensinden bir insana güvenmemizi mi istiyordu. Bu kabuledilemez bir teklifti. Ancak eğer doğruyu söylüyorsa, Zarivora köpeğinden bir süreliğine kurtulmamız şarttı. Şu an yapabileceğimiz en iyi seçim onların tekliflerini kabul etmekti. İki şansımız vardı, ya ölüm, yada güvenmek. Ben ailemden başka kimseye güvenmem ancak şuan mecburum ve çaresizim. Wild de çaresiz olduğumuzu biliyordu. Bu yüzden kabul etmişti.
Wild: “Teklifinizi değerlendirmek istiyoruz.”
Kleora: “harika! Size herşeyi sığınağa vardığımızda bizzat kendim anlatacağım kral Wild!”
Ve bizi kurtaran erkek elfe bakıp, ekledi...
“Ozarius! kral Wild’ı sen kendi atına bindir. Kendisi atı süremeyecek kadar güçsüz ve yaralı. Prens Henry ise benim atımla gelecek. “
Bunları konuşurken Olivera diye seslenilen elf, elinde iki atın yularlarını tutup yanımıza doğru geliyordu. Atlardan biri bembeyaz ve kahve renk beneklerle süslenmiş, diğeri ise siyah bir attı, alnında ve topuklarında beyaz benekleri vardı.
Atları gördükten sonra Wild’e dönüp “ağabey ayağa kalkabilecek misin?”
Diye sorduğumda, Wild ayağa kalkmaya çalışarak ve zorlanarak bana cevap verdi...
Wild: “ben ayağa kalkarım. Yaralarım neredeyse iyileşti. Sen, asıl sen kalkabilecek misin? Hala sırtından kan akıyor”
Ben birşekilde başarırdım ama ağabeyim benim yanımda zorlanamazdı. O hem benim ağabeyim hemde bir Milruna kralıydı. Onun zar zor olsada ayağa kalktığını gördüğümde kendim ayağa kalkmaya çalıştım. İlk önce sağ dizimi açıp ayağa kalktığımda sırtıma ve kaburgalarıma keskin bir ağrı girdi. Öyle bir ağrıydı ki nefes almamı zorlaştırıyordu. Ağrı hafiflesin diye nefesimi tutup sırtımı dikleştirmeye çalıştım. Zorlandığımı gören insan kız, hemen sol kolumun altına girip beni destekledi. Deniz gibi mavi gözleriyle bana bakıp, “yapabilirsiniz prens” dedi soğuk ses tonuyla. İlk kez birisinden yardım alıyordum. Çaresizliği ilk kez tadıyordum. Gözlerine bakıp, hatta dalıp gittiğimde gözlerini benden ayırdı. Elinin birini sırtıma koyup, kolumun altından duruşumu destekliyordu. Zorlanarak ve yardım alarak ata bindim. Önde insan kız duruyor, atın yularından tutmuş atı idare ediyordu. Ben ata bindiğimde Wild ında çoktan bindiğini gördüm. Ozarius denilen elfin belinden tutmuş düşmemesi için ondan destek alıyordu. Benim ise karşımda bir kız vardı. Küçük, ince ve cesur. Ata bindiğinde kaşlarını hafif çatmış beni izliyordu. Beline sarılmamı bekledi benden.
Ben asla kimseden yardım almazdım, kimse bana ne yardım ederdi nede ben istemezdim. Çünkü yardım alacak kadar kimseye güvenmezdim. Şuan yine güvenmiyorum ancak yardım almaya ihtiyacım var.
Kleora: “Tutunun prens”
Dedi soğuk ve mesafeli ses tonuyla. Bu kız neden bu kadar soğuktu? Benim geldiğim yerde bütün kadınlar mutluydu, sarayda gördüğüm bütün kızlar kahkahalar ve kıkırdamalara boğulurdu. Saçları çok uzun ve siyahtı. Kömür gibi simsiyah saçları vardı ve saçlarını örgü yapıp sırtına atmıştı. Teni ay gibi beyazdı ve gökyüzü kadar maviydi. İlk kez bu üç rengi bir arada görmüştüm. Ona ciddiyetle bakıp, incelerken bakışlarımı yakaladı...
Kleora: “Tutunacak mısınız prens?”
Sanırım ilk kez birisinin yardım teklifini kabul edeceğim. Mecburum ancak bu ilk ve son seferim olacak. Soruyu sorduktan sonra onun yüzünü hala ciddiyetle inceliyordum. Herşey bir kenara dursun, ilk kez birisinden yardım alıyorum ve bir insandan. Çaresiz olduğumu anlamam ve bir insandan yardım almam kalbimi sıkıştırıyordu. Bu, bana öğretilen hiçbir şeye uymuyordu. Milruna’da, özellikle de benim gibi bir prens için, bir insana güvenmek en büyük hataydı. Onlar zayıftı, onlar aldatıcıydı. Ama şimdi, bu küçücük kızın soğuk ama kararlı sesi, elinin sırtımda verdiği destek ve atın hafifçe hareket etmesiyle bu düşünceler yavaş yavaş anlamını yitiriyordu.
Sessizlik içinde yola koyulduk. Arkada Ozarius, Wild’ı tutuyordu; yanımızda Olivera ve diğer elfler sessizce ilerliyordu. Hava serindi, ormanın içindeki nem tenime yapışıyordu. Atın adımları, yere düşen yaprakları hışırdatıyordu.
Kleora’nın beli hâlâ avuçlarımın arasında duruyordu. Hafifçe nefes verdim, vücudumdaki ağrı, hareket ettikçe kendini daha da hissettiriyordu. Ama en azından artık ölümle burun buruna değildik.
"Nereye gidiyoruz?" diye sordum sonunda. Sesim hâlâ yorgundu ama güçsüz olmadığımı belli etmek istiyordum.
Kleora başını hafifçe çevirdi, gözleri yine o soğuk maviliğiyle beni süzdü. "Sığınağa." dedi kısa ve net.
"Ve sonra?" diye sorduğumda, bir an duraksadı. Ardından hafifçe başını öne eğerek "Sonrası sana bağlı, prens." diye ekledi.
Ne kastettiğini tam anlayamamıştım ama bununla ilgilenebilecek kadar gücüm yoktu. Şu an tek istediğim, güvenli bir yere varıp biraz nefes alabilmekti. Ama içimde, bu kızın ve onun öncülük ettiği grubun sıradan bir birlik olmadığını hissediyordum.
Ve bu, beni huzursuz ediyordu.
Yavaş yavaş vardığımızı anlıyordum çünkü ileride çok fazla çadır vardı. Sanırım bu yer onların sığınağıydı. Büyük bir araziydi. Yakşalık 40-50 çadır vardı. Ormanın içinde değil de, boş bir alanda yerleşiyordu bu sığınak. Etrafında ağaçlar yoktu, yalnızca otlar vardı. Vardığımızda herkes hemen atlarından indi ve Wild ile benim de atlarımızdan inebilmek için yardım ettiler. Gerçekten ne istiyordular? bunların asıl niyetlerini konuşdukların da anlayacaktık anlaşılan. İnsan kız kendisiyle gelen diğer kişilere emretti.
Kleora: “Kralı ve Prensi Salimin yanına ben, Ozarius ve Olivera götüreceğiz. Siz de atların bakımını ihmal etmeyin”
Bu kız sanırım gerçekten bu kabilenin öncüsüydü. Yüzüme baktı ve “bizimle gelin” dedi.
Duruşu, cesaretini ve korkusuzluğunu karşısındakine çok açık hissettiriyordu. Mesafesi ve ciddiyeti istemedende olsa çok ilgimi çekiyordu. Bir kadın bakışlarıyla neden bu kadar isyankar olsun? Bakışları çelik gibi keskindi, sanki fırtına öncesi sessizlik gibi. Ancak yüz hatları bu bakışlarla uyumlu değildi. Çünkü yüzünde küçük bir kız çocuğunun masumiyeti vardı. Ne için böyle bir bakışlara sahipti?
Düşüncelere dalmışken insan kız yine tekrar etti, “iyilmeşmek istemiyor musunuz?”
Wild: “Bir sorun mu var kardeşim? Iyi misin? Seni hiç bu kadar sessiz görmemiştim”
Wild’e bakıp “iyiyim” dedim ciddiyetle, daha sonra insan kıza bakıp “Cevap vermemem iyileşmek istemediğim anlamına gelmiyor”
Verdiğim cevaba gözlerini devirip “bizimle gelin” dedi ve ileriye doğru yürüdüler. Biz hala esirlikten kurtulmamıştık. Onlar ne söyleserde yapmak zorundaydık çünkü kurtulana kadar buna mecburduk. Esir olmasak bile kendimi esir gibi hissediyordum. Daha sonra insan kız ileride yürürken arkaya dönde ve mavi gözleriyle bize bakıp...
Kleora: “Burada esir olduğunuzu düşünmenizi istemeyiz çünkü siz esir değil bizim onur konuklarımızsınız”
Çok garipti, sanki bizim düşüncelerimi anlayabiliyor gibiydi. İnsanlar bu kadar empati seviyeleri yüksek ve anlayışlı canlılar mıydı? Yoksa sadece bu kız mı öyle. Sessizce Salim denilen adamın çadırına doğru ilerledik. Çadıra vardığımızda iki yatak vardı ve iki yatağın ortasında tahta bir masa. Masanın üstü otlarla doluydu. Masanın yanında ise erkek bir insan duruyordu. 1. 80 boylarında, kumral, dalgalı saçlara ve kumral bir tene sahip erkek bir insandı. omuzları genişti ve üstünde beyaz bir gömlek vardı. gömleğin göğüs kısmı biraz açılmıştı ve altında da deri kahverengi bir pantalon vardı. Sol omzundan deri açık kahve renginde bir çanta asmıştı.
Kleora: “Biz geldik Salim”
Salim: “Yanınızda iki beyefendi ile geldiğinize göre onları kurtarmayı başarmışsınız demek Kleora”
Kleora: “o kadar belli mi oluyor?”
Salime: “öyle”
Dedi erkek insan. Yüzünde masum bir tebessüm vardı. Belki de düşündüğüm kadar kötü niyetli değillerdir. Hayır! Kendine gel Henry! Öyle bir durumdasın ki kimseye güvenemezsin. Ölümün kıyısından döndün. Senin ölmene bile izin vermediler. Kim bilir bizden ne isteyecekler.
Erkek insan sağ eliyle yatakları gösterip, “Geçin Lütfen!” dedi, tebessüm ederek. Ben sessizce olayları anlamaya çalışırken ağabeyimin çoktan yatağa doğru ilerlediğini gördüm. O, Salim denilen erkek insanın sol tarafındaki yatağa geçip oturdu. Wild’ın oturduğunu gördüğümde ben de sol tarafdaki yatağa geçtim. Salim gelip ilk önce bana baktı.
Salim: “sırtınıza bakabilir miyim?”
Ben: “Evet. Sorun değil”
Sırtıma baktıktan sonra, diğerleri de çadırı terk etti.
Olivera: “Bize ihtiyacın yoksa biz gidiyoruz Salim.”
Salim:” Tamam. Ozarius sen dur! Kralın bedenini de sen temizle”
Ozarius: “Tamam”
Salim ve Ozarius küçük demir bir leğen aldılar masanın üzerinden. Leğenin içinde ılık su ve bez vardı.
Salim: “İsmin ne?”
Ben: “Henry”
Salim: “Tamam Henry, yaralarını temizleyeceğim şimdi”
Birşey demedim. Başımla onayladım. Salim ıslak bezle yaralarımı temizlerken ağrılarım şiddetlenmişti.
Salim: “Acıtıyor, biliyorum ama birkaç güne daha iyi hissedeceksiniz”
Yine dediğini başımla onayladım. Salim daha sonra anlayışlı ve empati dolu bir sesle konuşmaya başladı benimle. Sanki bize samimiyetini kanıtlamaya çalışıyordu.
Salim: Benim ismim Salim. Şifacıyım. Bu kabile de yalnız bir tane şifacı var o da benim”
Wild’e yardım eden elf ise konuşmaya başladı “Ben de Ozarius”
Wild: “Bizi buraya ne için getirdiniz?”
Salim ilk önce sessizdi daha sonra tereddütle konuşmaya başladı..
Salim: “İsterdim ki bu konuyu Kleora sizinle konuşsun ancak azda olsa merakınızı gidermek isterim. Biz sizden sadece yardım istiyoruz. Siz Milruna kralı ve prensisiniz. Biz ise Zarivoraya baş kaldıran bir kabileyiz. Ondan saklanıyoruz ve asıl amacını öğrendiğimizde onun krallığın da yaşamaktan imtina ettik. Kleora Zarivoranın en iyi askerlerinden biriydi. O Zarivoranın planlarını öğrendiğinde bize anlattı ve biz de haberimiz olduğunda onu destekledik. Hepimiz krallıkta çalışıyorduk. Ben hekimdim, Kleora, Ozarius ve diğerleri asker ve koruma rütbelerindeydi. Zarivoranın planlarından haberimiz olduğunda ailelerimizi ve sevdiklerimizi yanımıza alıp krallıktan kaçtık ve yıllardır Zarivoradan saklanıyoruz. Çünkü Zarivora acımasız bir kral ve herşeyi ele geçirebilecek bir güce kadir olursa hepimizi acı içinde yaşatır. Onun makamını idare edebilmesinin ve kontrol edebilmesinin tek sebebi kraliçe Ehliya. Ehliya ise bir cadı. Aşkın büyüsüne kapılmış bir cadı. Öyle ki diğer cadılardan uzaklaşmış ve kuralları gizliden gizliye ihlal eden bir cadı. Doğanın koruyucusuna yaklaşmak için bir portal açtı ve ona sarayında şuan azap veriyor. Doğa bizi affetmeyecek. Cadılar bunu hiss ediyor ve Ehliyayı aine kadar durdurmalıyız. Cadılara bir şekilde haber vermemiz gerekiyor. Kral Zarivoranın ölmediğinizden haberi olacaktır ve sizi aramak için suikastçılar tutacaktır. Bu bizi de tehlikeye atıyor ancak siz kendize gelir gelmez ordunuzu almak için geri Milrunaya gitmelisiniz. Cadılara ve Kraliçe Elaraya haber vermelisiniz. Geçmişte krallar ve kraliçeler, lordlar ve leydiler toplanıp bir doğanın koruyucusunu dünyaya getirme kararı aldılar. Cadılar da bu isteği yerine getirdiler çünkü buna mecburdular. Doğanın koruyucusu şuan zindan da işkence görüyor ve doğa bunu hissediyor. Günlerdir yağmur yağıyordu ancak yer ıslanmıyordu. Uzun süre bu dengesizlik devam ederse hayvanlar ve tabiat susuzluktan ölecek. Aine kadar dayanabiliriz ancak ainden sonra bu güç Zarivoraya geçerse büyük bir gücün kötülüğün elinde olduğunu düşünebilirsiniz.”
Bu duyduklarımız bize tehlikenin habercisiydi. Demek ki bizi gücümüz için kurtardılar ve bize gerçektende ihtiyaçları var. Yalnız onların değil, bu gerçek ve bunun olmaması için biz de çabalamalıyız çünkü Zarivora dünya için başlı başına bir tehtit. Büyümemiş, kin içinde boğulan ve otorite ararken güçten gözü dönmüş bir deli. Düşüncelere dalmışken Salimin konuşurken Aphridadan bahsettiğini hatırladım. Hemen başımı kaldırıp ağabeyime baktım. Üzgün görünüyordu. Dokunsam acılarını gözyaşlarıyla dışarı atacak gibiydi.
Ben: “iyi görünmüyorsun ağabey”
Wild: “iyi olacağım Henry”
Dedi hüzünlü ses tonuyla, konuşmak istemezmiş gibi.
Salim: “Herşeyden haberimiz var”
Dedi empati dolu bir ifade ile.
Salim yaralarımızı temizledikten sonra masanın üstündeki otları alıp içine azıcık su katıp yaralarımıza sürmeye başladı. Ardından büyük bir bezle sırtımızı ve karnımızı sarmaya başladı. Bezi sırtıma bağladıktan sonra...”Siz biraz dinlenin, gece Kleora sizinle sohbet etmek için gelecek. Bir de lütfen sırtınızın üstüne yatmayın” dedi ve yine yüzünde bir tebessümle herşeyi masanın üstüne koyup Ozarius ile beraber çıktılar.
Ben: “başımıza gelenleri görüyor musun ağabey?”
Dedim yatağa göğsüm üstüne uzanmış. Masanın üstünde bir mum vardı ve Wild’ın yüzünü mumun ışığı vuracak kadar bulanık görüyordum.
Ben:”asıl savaş şimdi başlıyor. Kendimizin en iyi halini hazırlamalıyız. Hem fiziksel hemde ruhsal anlamda toparlanmamız gerek ve bunun için sadece bir kaç günümüz var.”
Wild: “Biliyorum!”
Ben: “olanlar yüzünden konuşmak istemiyorsun anlıyorum ağabey ancak ben hep buradayım. Her zaman senin yanındayım, bana herşeyi anlatabilirsin”
Wild: “biliyorum. Biraz dinlenmem gerek”
Ses tonu o kadar yorgundu ki, bir kaç kelimesi bile aslında nasıl hissettiğini anlamamı sağlamııştı. Benim hiçbir zayıflığım yoktur, tek zayıf noktam ailemdir. Ve onlar iyi değilse ben asla iyi olamam.
Ben: “dinlen ağabey! İkimizin de dinlenmeye ihtiyacımız var ve beyaz atın altın umutları hikayesini hatırla lütfen”
Dediğime hiçbir cevap alamadığımı gördüğümde ağrılarımın ve yorgunluğumun gözlerimi güçlükle kapattığını fark ettim. Gözlerim istemeden kapanıyordu, bu yüzden bedenimi dinlenmek için uykuya bıraktım.
Uyandığımda ilk bir kaç saniye nerede olduğumu anlamaya çalıştım. Daha sonra hatıralar gözlerimin önüne kitap bölümleri gibi geldi. Wild’e baktım ve yatağında olmadığını gördüm. Ayağa hemen kalkmak isterken sırtımın ağrısı şiddetlendi ve yaralı olduğumu hatırlamam geç olmadı. Zar zor yataktan kalkıp, çadırdan yavaş adımlarla çıktım. Geceydi ve herkes çadırının önünde ateşte yemek pişiriyordu. Beni fark ettikleri zaman ise dikkatli bakışları üzerimdeydi. Yavaş yavaş burayı inceleyip, çadırlarda yaşayan halkı anlamaya çalışıyordum. İnsanlar ve efler bir aradaydılar. Zarivoranın krallığında da görmüştüm ancak bu konu hakkında pek düşünememiştim. Sonunda Wild’ı gördüğümde endişem hafiflemişti. Wild büyük ateşin yanında bugün tanıştığımız insan ve elflerle konuşuyordu. Benim geldiğimi fark ettiklerinde Ozarius ayağa kalktı. Gel Henry, burada yer var. Henry? Bana bu şekilde sadece annem ve Wild seslenirdi. Normalde herkesin bana prens diye seslenmesine alışmıştım. Ozariusun kalktığı yerde oturduğumda sessizliğimle sohbete eşlik etmeye başladım. Onlar konuşuyordu, ben dinliyordum.
Kleora: “Zamanımız yok. Dolunayın olmasına sadece bir kaç hafta kaldı. Ölmediğinizi Zarivoraya haber etmişlerdir çoktan. Bir plan yapmalıyız.”
Wild: “Biz üç güne yola çıkarsak Milrunaya varmamız en az bir hafta sürer.”
Ben: “Bizim haritalarımız da Svelyn toprakları çizilmemiş. Neredeyiz? Konumumuzdan bile daha haberimiz yok”
Kleora: “Çünkü bu topraklar Ehliya tarafından gizleniyor. Bir kalkan var”
Ben: “Haritanızı görmemiz gerek”
Dediğimde Kleora elinde bir çubukla ateşin yanında, yerde bir harika çizmeye çalıştı.
Kleora: “Burası Milruna, yanında çizdiğim ise Svelyn. Gemiyle gidersek 1 haftaya varırız”
Ben: “Sen buna harita mı diyorsun?”
Diye küçümseyerek sorduğumda tehtidkar ve keskin bakışlarıyla yüzüme baktı. Bu bakış beni susturmayı başarmıştı. Az önceki olay olmamış gibi konuşmaya başladım..
”Bu çok büyük bir tehlike. Bütün cadılara haber vermemiz gerek. Bir haftaya oraya varırsak, orduyu hazırlamamız ve cadılara haber vermemiz en az 3 günü bulur. Ayrıca belki bu savaşta müttefik krallıklar ve insanlar yanımızda olur”
Kleora: “Hayır insanlar Zarivoranın tarafında”
Ben: “bu tehlikeyi bilip nasıl onların yanında olurlar?”
Kleora: “İnsanlar olayın hakikatini bilmiyorlar. Zarivora doğanın koruyucusunun, kral Wild’ın tutsağı diye biliyorlar. Sizin zindan da aylardır işkence gördüğünüzden haberleri yok ve ayrıca Zarivora insanlarla yüzyıllardır müttefik. Bu yüzden insanlar ve elfler beraber yaşıyoruz. Zarivora onları kullanıyor”
Wild sinirle ayağa kalkıp, “Bu planın hiçbir mantığı yok!” diye itiraz etti.
Doğanın koruyucusu diye seslendiklerinde, Wildın yine kötü olduğunu anlamıştım.
“Onun ismi Aphrida,” dedim daha net bir sesle. “Onu doğanın koruyucusu olarak anmanız mantıklı olabilir ama o bir insan. Bir ruhu, bir geçmişi, hisleri var. Sadece bir güç kaynağı gibi bahsetmeniz bana doğru gelmiyor.”
Kleora ve diğerleri sessizleşti. Ateşin çıtırtıları havaya karışırken, Wild başını eğip gözlerini kapattı. Onun için bu konu çok daha ağırdı. Aphrida, sadece doğanın bir koruyucusu değil, Wild’ın kalbindeki en büyük yaraydı.
Kleora bir an duraksadı, sonra çubuğuyla toprağa birkaç şekil daha çizdi. “Haklısın, prens,” dedi iç geçirerek. “Ama unutma, o şu an sadece doğanın değil, tüm dünyanın umudu.”
Wild dişlerini sıktı. “Onu orada tek başına bırakmamı mı bekliyorsunuz?” diye sordu, sesi öfkeli ve kırıktı.
Salim araya girerek, “Kimse onu orada bırakmanızı istemiyor, Wild,” dedi sakince. “Ancak duygularına kapılırsan doğru kararı veremezsin. Plan yapmalıyız. Mantıklı ve stratejik olmalıyız.”
Wild, gözleri ateşe sabitlenmiş şekilde başını iki yana salladı. “Mantık… Strateji…” diye tekrarladı. “Bütün bunlar hiçbir anlam ifade etmiyor eğer onu kaybedersek.”
Ben sessizce ağabeyime baktım. O, Aphrida’yı kaybetmekten korkuyordu. Ama biz sadece onu değil, bütün bir dünyayı kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyaydık. Ve bu yüzden güçlü olmalıydık.
Derin bir nefes aldım. “Ne yapmamız gerektiğini biliyoruz,” dedim. “Öncelikle Milruna’ya gidip orduyu toparlayacağız. Sonra, müttefikleri bulacağız. Ve en önemlisi… Aphrida’yı kurtaracağız.”
Wild bana baktı. Gözlerinde öfke, üzüntü ve kabul etmek istemediği bir çaresizlik vardı. Ama en sonunda başını salladı. “Evet,” dedi kısık bir sesle. “Aphrida’yı kurtaracağız.”
Bu savaş yeni başlıyordu. Ve biz, en büyük mücadelemize hazırlanıyorduk.
Aniden, Ozarius ayağa kalkıp sırtından oklarını çıkardı ve hemen karanlıkla duran çalılıklara bir ok attı. Hepimiz Ozarius’un bu yaptığı haraketle dikkatimizi Ozarius’a verdik.
Olivera:”pusuyorlar”
Kleora diğerlerine bakıp ciddi bir ses tonuyla “bu günlük bu kadar yeter. Herkes çadırlarına gidip dinlensin. Prens ve krala iyi bakmamız gerek, 3 güne güçlerini toparlayıp kendilerine gelmeliler. Uzun bir yolculuk onları bekliyor ve savaş yakındır.
Ozarius: “ben, gidip şu öldürdüğümü getireyim. Yok otmemiz gerek”
Olivera: “Seninle geliyorum”
Ozarius, elf erkekti. Beyaz saçları, 1.80 boyu ve geniş omuzları vardı. Bize nazaran daha genç olduğu belli oluyordu. Olivera ise 1.70 boylarında elf kızdı. Beyaz uzun ve örgülü saçları vardı. Bu kişilerin hakkında bir fikrim yoktu sadece Salimin bize verdiği bilgiler. Kleora dediği an bir çok kişi ateşin çevresinden kalkıp çadırlarına gitti.
Kleora: “Sen niye gitmiyorsun prens?”
Ben: “ateşin sıcaklığı hoşuma gitti. Biraz daha burada kalacağım”
Dediğimde bana göz devirdi. Ve ekledi “Tabi! Sana emredilmesine alışkın değilsindir”
Ben: “Benim dünyamda kadınlar daha naziktir. Daha ince konuşurlar.”
Elinde ki hançeri oturduğum kötüğe sapladı ve “Burada kadınlar sadece güçlüler. Eğer bir narinlik arıyorsan, yanlış yere geldin”
Ben: “unuttuğun birşey var. Ben hala bir prensim”
Kleora: “Çok fazla şımarıksın”
Ben: “bunu bana bir vahşi söylüyor”
Benimle konuşurken sanki heran kükreyecek dişi bir aslana benziyordu. Hoşuma gitmişti. Ancak bunu dediğimde Kleora bana doğru bir adım yaklaştı ve gözlerini kısıp alaycı bir gülümsemeyle “O zaman dikkat et, prens. Vahşiler ısırabilir”
Bunu dediğinde boğazımda bir düğüm oluştu ama altta kalmamak için ben de ona doğru bir adım attım “Sorun değil. Vahşileri de terbiye edebilirim”Dedim. Bunu söylerken öfkeli ve keskin bakışları üzerimdeydi. Aramızda sadece bir adım mesafe kalmıştı.
Yere bakıp gözlerini devirdikten sonra yanıma tamamen yaklaşıp oturduğum kötüğe sapladığı hançerini aldı mavi gözlerini gözlerimden ayırmadan. İlk kez bir kadının böyle, yırtıcı ve keskin bakışlarına maruz kalıyordum. Açıkcası bir tarafdan çok hoşuma gidiyor diğer tarafdan ise tahamül edemiyordum. Hançerini alırken o kadar yanıma yaklaştı ki, sanki benimle alay ediyor gibiydi. Sınırlarımı bilerek aşıyor, bana ne kadar cesur olduğunu göstermek istiyor gibiydi. O kadar yakındık ki, mavi gözlerini yakından inceleyebiliyordum. Bana ciddiyetle gözlerime bakarken aniden dudağının kenari kıvrıldı ve alaycı bir gülümsemeyle hançerini çıkarıp geri çekildi. Daha sonra hızlı adımlarla kendi çadırına doğru gitti. Ben ise o giderken, gidişini izledim. Daha sonra ateşe tekrar baktım ve az önce Kleoranın eline alıp o, komik haritayı çizerken kullandığı çubuğu aldım ve anlamsızca çizmeye başladım. Bir çiçek yada bir yaprak çiziyordum. Uzun zaman sonra, zindandan ayrılmak ve ateşin yanında oturmak hoşuma gitmişti.
Sabah uyandığımda yine göğsümün üzerine yattığımı fark ettim. Ağabeyim ise yine kendi yatağında yoktu. Yine zorlanarak yatağımdan kalktım ve çadırdan çıktım. Hava çok temiz ve etraf çok huzurluydu. Ozarius’u gördüm, yanıma geliyordu.
Ozarius: “Uyandın mı? Ben de senin yanına geliyordum”
Ben: “hayır, daha uyuyorum”
Ozarius: “Komik prens seniii. Sağ tarafa git, bir kaç adım sonra temiz çeşme var. Yüzünü yıkayıp, su içebilirsin”
Başımla onayladım. İkimiz de güneşin parlak ışınları yüzünden gözlerimizi biraz kısmıştık.
Ozarius: “daha sonra ateşin etrafına gel. Yemek yiyelim”
Yine başımla sessizce onayladım. Çeşmeye vardığımda suyun akışı çok hoşuma gitmişti. Aylardır hayatı ve yaşamayı unutmuş gibiydim. Akan serin suyla ilk önce ellerimi yıkadım, sonra yüzümü ve saçlarımı. Akşam nehire gidip yıkanmam gerekiyordu. Avucuma su alıp içerken uzaktan Kleoranın elinde avladığı tavşanları tuttuğunu fark ettim.
Ben: “Hey vahşi! Buradayım”
Beni fark ettiğinde yine benden bunalmış gibi gözlerini devirdi ve yoluna devam etti. Tanrım bu kızın göz devirmeleri bile ilgimi çekiyor. Ateşe doğru gidiyordu, belliki öğle yemeği için avlanmıştı. Ve hep saçlarını örgü yapardı.
Onu gordüğümde ben de ateşin yanına gittim. Salim getirdiği tavşanları elinden alıp ona tebessümle. “aferin Kleo, harika iş çıkarmışsın”
Kleora ise ona gülüp cevap verdi “sadece bugün şanslıydım”
Olivera ise yanına koşarak geldi “döndünüz mü?” tavşanları görür görmez yüzünde koca bir gülümsemeyle ekledi “Ooo anlaşılan bugün keyif yapacağız”
Demek o vahşi, gülebiliyormuş. Gülüşü bana gösterdiği kadar tehtidkar ve korku dolu değil. Benim geldiğimi fark eden Salim “geç Henry, birazdan yemek olur” dedi. Çok garip hissettim açıkcası. Benim Wild’den başka kimseyle samimiyetim olmamıştır ve onun bu şekilde konuşması sanki onlardan biriymişim gibi hissettirdi.
Kleora: “Tavşan yemeğine alışkın değilsinizdir prens” dedi alaycı br gülümsemeyle
Onun benimle derdi ne? Diğerlerine iyi davranıyor oysaki. Ağabeyime bile benden daha iyi davranıyor. Yinede altta kalmak istemedim.
Ben: “ben herşeye alışkınım. Benim için bu kadar endişelenme”
Bunu dediğimde Olivera “oo en iyisi tavşanları alıp ben kaçayım” dedi. Diğerleri de “biz de seninle gelelim” diye cevap verdi. Oliveranın uzaklaşırken Salime “Kleorayı tanıyorsam o, son cevaptan sonra prensi öfkeden parçalayacak” dediğini duydum.
Kleora: “Bizimle yaşadığınız sürece konuşmalarına dikkat et prens!”
Ben: “Sen de, misafirlerine iyi davran. Özellikle de aynı tarafdaysak”
Kleora: “Yeterince iyi davranıyoruz. Bir sorunun varsa gidebilirsin. Ah ama dur. Doğru ya yardım almadan gidemezsin”
Bunu dediğinde yine yanıma çok yaklaşmıştı. Bu küçük boyuyla ve ince bedeniyle bana kafa tutması başlı başına cesurluktu. Bir adım geri çekildim.
Ben: “İstediğim zaman gidebilirim. Benim adıma konuşmayı bıraksan daha iyi olur”
Bir adım geri çekildiğimi görüp yine o alaycı gülüşünü sergiledi. “kesinlikle öyledir”.
Bu tavırları beni çok büyülüyor. Ve yanıma bu kadar çok yaklaştığında mesafemi korumak benim için zorlanıyor. O da bir adım geri attığında bu sefer ben, ona iki adım yaklaştım ve “prens olmam, beni diğerlerinden farklı kılmıyor. Bunu anlasan iyi olur” dedim. Çok yakındık ve kışkırtıcı konuşması beni kendine daha çok çekiyor gibiydi.
Kleora: “şımarık olman bunun aksini söylüyor”
Bu şekilde konuşurken Wild geldi. Karşımda duran bu insan kızın gökyüzü gibi mavi gözlerine o kadar dalmıştım ki, onun geldiğini bile fark etmedim.
Wild: “Ne yapıyorsun Henry?”
Diye sorduğunda geri çekildim ve başımı iki yana sallayarak “birşey yapmıyorum” Dedim. Kleora ise yine hızlı adımlarla olduğumuz yerden uzaklaştı.
Wild: “ O kıza çok sataşıyorsun”
Ben: “Kenardan böyle göründüğünü bilmiyordum”
Wild: “yemek yedikten sonra Ozarius, bize kılıç talimleri verecek. Ata binmeyi ve kılıç kullanmayı hatırlamamız gerek. Sonuçta yakınca savaşacağız.”
Yemekte papatesle kızartılmış tavşan eti vardı. Ozarius hepimiz oturuken yemeğin tepsisini ateşin üstüne koymuştu. Bakışlarım istemeden de olsa Kleoraya kaydı. Küçük bir çocuk gibi sesszice bir kenarda oturmuş, tavşan etini kemiriyordu. Bu tavrıda hoşuma gitmişdi. Çok masum görünüyordu.
Salim: “Yesene Henry”
Ben: “ahh tamam”
Dedim ve tavşan etini ayırıp küçük bir kısım aldım.
Yemekten bir kaç saat sonra kılıç talimleri için boş ve kimse olmayan bir yere gittik. Ben, Wild, Kleora, Ozarius, Salim ve Olivera’ydık. Dudağımın altından sadece Wild duyabilecek şekilde konuştum “bana sadece Ozarius olacak demiştin”
Wild: “çünkü ben de öyle biliyordum. Ozarius bana öyle söylemişti”
Ozarius: “tamam o zaman en zayıfla başlayalım. Wild ve Henry ilk önce Salimle çalışın. O hekim olduğu için aramızda en kötü kılıcı o kullanır. Daha sonra sırayla hepimiz sizinle teker teker çalışacağız”
Ben: “Bu ne kadar saçma birşey. Sadece seninle de çalışabilirdik”
Kleora: “Neoldu prens? Zoruna mı gitti? Yapamaz mısın?”
Ben: “Boş versene, yaparım. Kılıcı verin”
Ozarius: “İlk önce Wild ile daha sonra seninle çalışır”
Ben: “Tamam, bana uyar”
Kleora ise kenardan bana bakıp o alaycı gülümsemesini sergiledi.
Wild ve Salim çalışırken. Wild’ın elinden kılıç yere düştü. Tanrım ağabey nasıl böyle bir acemiye kaybedersin dedim içimden. Salim ise oluşan bu durumdan baya eğlenmişti. Sıra bendeydi. Kılıcı elime aldım. Salim, ilk önce sağ tarafdan daha sonra sol tarafdan saldırmaya başladı. Gövdemi daha az harakat ettirerek kılıcını kılıcımla kontrol altına aldım ve kılıcımı kılıcının çevresinde döndürerek güçlü bir haraketle kılıcını yere saldım.
Ben: “bu çok kolaydı” dedim kendilerine. Aslında kolay değildi, yaralarım canımı çok yakmıştı.
Ozarius: “Ooo, harikasın”
Kleora: “Hadi şimdi benimle çalışalım”
Olivera: “Biraz yavaş mı gitsek acaba. Sonuçta yaraları daha yeni iyileşiyor. Ozariusla çalışırsa daha iyi olur”
Ben: “Hayır. Bana uyar”
Kleora: “Bakalım prens, sadece sözlerin mi keskin, yoksa kılıcın da mı?”
Kleora kılıcını hızla çekti ve bir an bile tereddüt etmeden saldırıya geçti. O kadar hızlıydı ki, ilk darbeyi savuşturmak için istemsizce geri çekildim. Ama hemen kendimi toparladım, çünkü Kleora’nın karşısında zayıf görünmek istemiyordum.
Ben: “Hırslısın ama acelecisin. Savunmanı açık bırakıyorsun.”
Kleora: Alaycı bir kahkaha attı. “Beni mi eğitiyorsun, prens?”
Tam o anda yeniden saldırdı. Kılıçlarımız havada çarpıştı, çeliğin çeliğe sürtünmesi kulaklarımı tırmalıyordu. Güçlüydü, düşündüğümden de güçlü. Her darbesinde beni geri itmeye çalışıyordu ama ben de geri çekilmeye niyetli değildim.
Bir hamleyle saldırısını savuşturup ona doğru adım attım, ama tahmin ettiğimden daha çevikti. Eğilip yanımdan geçti, kılıcını sırtıma doğru savurdu. Son anda döndüm ve kılıcını engelledim ama dengesiz bir şekilde geri çekildim. Yere düşmemek için zor tuttum kendimi.
Kleora: “Ah, prensim, düşeceksin diye korktum.” Gözleri alayla parlıyordu.
Ben: “Seni korkutacak günleri de göreceğiz, vahşi.”
Bu sefer ben saldırıya geçtim. Kılıcımı hızla savurdum ama Kleora her hamlemi bir gölge gibi takip edip savuşturuyordu. Göz göze geldiğimizde yüzüme hafifçe gülümsedi. Sonunda bir fırsatını bulup kılıcımı yana savurduğunda, onun oyununa geliyormuş gibi yapıp aniden onun kılıcına kendi kılıcımla baskı uyguladım. Dengesi bozuldu.
Bir anda hamlemi değiştirerek hızla hareket ettim ve kılıcımı boynuna doğru götürdüm—ama son anda durdum. Kılıcım tenine değmemişti ama çok yakındı.
Kleora’nın nefesi hızlanmıştı. Mavi gözleri gözlerime kilitlenmişti, ama geri adım atmadı.
Ben: “Sanırım vahşiler de dikkat etmeli. Isırılabilirler.”
Bu sefer ben ona alaycı bir gülümsemeyle baktım. Ama Kleora geri çekilmek yerine, hızla ileri atıldı—ve bir anda, beklemediğim bir şekilde, ayağını uzatıp beni yere düşürdü!
Sırt üstü düştüğümde kılıcımı elimden çıkarmıştı. Eğilip üzerime doğru geldi, kılıcının ucunu boynuma dayadı ve kaşlarını kaldırdı.
Kleora: “Ah, prensim, sanırım ısıran yine ben oldum.”
Sesindeki zafer dolu ton sinirimi bozmuştu ama aynı zamanda... Tanrım, içimdeki tuhaf kıvılcımı da körüklemişti.
Ben: “Eğer bana bu kadar yaklaşmaya devam edersen, bir gün sen yanacaksın.”
Kleora’nın yüzü bir anlığına dondu, ama sonra sinsi bir gülümseme belirdi. Kılıcını hızla çekti ve yerden kalkıp bana sırtını döndü.
Kleora: “Bunu görmek için sabırsızlanıyorum.”
Arkasını dönüp yürürken, ben hâlâ yerde oturuyordum. Kalbim hızla çarpıyordu. Onunla savaşmak mı daha tehlikeliydi, yoksa onunla olan bu tuhaf çekim mi?
Tanrım, ben bu vahşinin içine düşüyordum.
Akşam kampın üzerini bir gölge gibi sarmaya başlamıştı. Ateşin etrafında oturan Wild, yeni tanıştığımız bu kişilerle, savaş hakkında konuşuyor, planımız hakkında endileşeniyordu.
Wild: “Planınız iyi görünüyor, ama...Güçlerimizi toparlayamadık hala. Milrunaya vardığımızda orduyu toparlamak hatta müttefik olduğumuz ülkelerin ordusu ile birleşmesi bir zaman alacak, biz yeterince hazır değiliz.”
Ben ise kararlı bir şekilde “Bunu biliyorum, ama zamanı durduramayız. Her şeyin olması gerektiği gibi ilerlemesi için daha fazla beklemek lüksümüz yok. Şimdi atacağımız adımlar, her şeyin şekil almasını sağlayacak” dedim.
Wild biraz daha düşündü ve başını salladı. Benim sözlerim ona mantıklı gelmişti ancak yüzüne bakıldığında içinde bir kuşkunun olduğu barizdi. Bizim cesaretimize ve liderliğimize güveniyordu, ancak düşmanda güçlüydü.
Wild: “Belki de haklısın. Ama bu geceyi nasıl geçireceğimizi bile bilmiyoruz. Düşmanlarımız da hazır olabilir...”
Ben: “Herşeyin zamanı var. Şimdi kendimize odaklanmalıyız. Geriye tek bir şey kaldı: Şu anki takımımızı bir arada tutmak. O zamana kadar birlikte savaşmalıyız”
Biraz daha sessizlik vardı. Wild, sadece bir an için gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Gelecek için hala bir belirsizlik vardı, ama benim güven dolu konuşmalarım onun kaybolan umudunu geri getirmiş gibiydi.
Wild ile konuştukdan sonra yavaş adımlarla kampın kenarına doğru yürüdüm. Gölgedeki huzurlu akışın tadını çıkarmak için nehre doğru ilerlerken, vücudundaki gerginliği atmaya karar vermişti. Hafif bir rüzgar, akşamın serinliğini taşıyor, suyun şırıltısı ise sanki zamanın geçişini yavaşlatıyordu.
Henüz nehre varmamıştım ki, bir figürün suya doğru ilerlediğini fark ettim. Gözlerim nehrin kenarında duran birini gördü. Kleora, nehrin serin sularına doğru adım atıyordu, bir an için tüm vücut hatları net bir şekilde belirginleşmişti. O kadar keskin bir hatla hareket ediyordu ki, içimde tuhaf bir çarpıntı hissettim.
Ve sonra, Kleora tamamen suya daldı. Sadece silüeti suyun üzerinde beliriyordu, ama henüz tamamen kaybolmamıştı. Gözlerim istemsizce ona kilitlendi. Kleoranın kiyafetsiz olduğu ve suyun yüzeyinde yüzdüğü an, içimdeki duygular karışmaya başladı. İçimdeki eski duygular, arzular ve nefret, hepsi bir araya gelerek beni tereddüt ettiriyordu.
Ama Kleora, benim burada olduğumu fark ettiğinde, gözleri birdenbire sertleşti. Su içinde bile, bakışları soğuk ve keskin bir tavır sergiliyordu.
Kleora: “Beni izliyor musun Prens?” Sesinde açıkca bir öfke vardı.
Ben ise dalgın bir şekilde “Sadece...sadece geçiyordum”
Kleora, suyun içinde haraket etti ve bir adım daha attı, yine beni saran o gergin sessizlik devam etti. Kleora’nın derin bakışları, sanki her haraketimi ölçüp biçiyordu.
Kleora: “Geçmekle ne demek istiyorsun? Daha önce...Beni bir şekilde tehdit etmedin mi?”
Öfkesinin farkına varmıştım. Onunla her karşılaşmamda bir şey değişiyor ve bu seferde durum farklı değidi. İçimdeki çatışma, nefretten karmaşık duygulara kadar her şeyi kapsıyordu.
Soğukkanlılıkla “Bu sefer seni tehdit etmedim. Ama hala...seni anlayamıyorum.”
Kleora suyun içinde ilerleyerek bana yaklaştı. Gözleri birdenbire öfke ve intikamla alevlenmişti.
Kleora: “Beni anlamak zorunda değilsin. Ama sadece gözlerimle değil, ruhumla da izlediğini biliyorum”
Bir adım geri attım. İçimdeki karmaşa daha da derinleşmişti. Kleora, bana kendini tehdit gibi gösterse de, beni başka bir şekil de etkiliyordu. Her kelimesi ve hareketi, bir şeyleri uyandırıyordu içimde.
Kleora gergin bir sessizlik içinde bir süre bana bakmaya devam etti. Ardında, yüzüne bir alaycı gülümseme yerlerleştirdi.
Kleora: “ O zaman bakmaya devaç et, Prens. Ama bu sefer...”
Kleora son bir hamleyle sudan çıkıp kiyafetlerini giyerken, içimde karmaşık duygusal fırtına yükselmeye devam etti. Bu an, bir tür dönüm noktası gibiydi benim için. Neydi bu hissettiğim?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.24k Okunma |
587 Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |