
Herkese merhaba! Nasılsınız? Bu bölü sizi ruhsal olarak yorabilir.
Kendinize iyi bakın ve sağlıkla kalın ❤️
Sizce aile sadece, bizim özel alanımızı ihmal eden ebeveynlerden ya da kardeşlerden ibaret bir topluluk mudur? Ailenin anlamı nedir? Birkaç kişiden ibaret olup ömrünün sonuna kadar birlikte yaşamak zorunda kaldığın kişiler midir?
Aslında aile, "çok yakınım" diyebileceğimiz insanlardan ibarettir. Bu, kan bağıyla olmak zorunda değildir. Kan bağı bizi sadece biyolojik olarak yakınlaştırır. Aile, bir sorunun olduğunda problemlerini anlatabileceğin güvenli limanındır. Aile, seni asla kıskanmaz, ihanet etmez ve sana başka bir sorun yaratmaz. Düştüğünde seni sevgisiyle ve desteğiyle ayağa kaldıranlara aile denir. Hastalandığında ya da geceleri korkudan uyuyamadığında, sabaha kadar başucunda sana şefkat gösterenlere aile denir.
Benim de ailem tam olarak böyleydi...
“Neden bu kadar ağlıyorsun, Asius? Lütfen daha fazla ağlama! Bak, yemeğini de yedin. Tuvaletin mi geliyor? Bir yerin mi ağrıyor?” diye endişeyle sordum ağlayan küçük kardeşime.
Asius, “Annemi istiyorum!” diye bağırdı, küçük mavi gözlerinden yaşlar süzülürken.
“Birazdan gelecek! Biraz dışarı çıkalım mı? İster misin? Belki keyfin yerine gelir.”
“HAYIR! Ben annemi istiyorum!”
Ne yapacağım şimdi? Asius, annemiz gittiğinde hep böyle yapar. Sanki 3 yaşında değil de daha 1 yaşında. Peki şimdi onun keyfini nasıl yerine getireceğim? Annem pazara gideli 2 saat oldu, şimdiye dek gelmeliydi ama hâlâ gelmedi. Acaba başına bir şey mi geldi?
Asius ağlarken, babamın onun için yaptığı özel kumaşlardan dikilen kuklalarla şov yaparak keyfini yerine getirmek istiyordum.
“Bak, Asius! Kuklalar dans ediyor,” dedim ince ve neşeli bir ses tonuyla.
“Kuklaları izlemek istemiyorum! Annemi istiyorum!” deyip yine ağladı, ancak bu seferki ses tonu öfkeliydi.
Asius, annem gibi altın sarısı saçlara sahipti. Gözleri deniz gibi mavi, teni ise ay gibi beyazdı. İkimiz de babamın mavi gözlerini almıştık.
Ben Asius'u sakinleştirmeye çalışırken, babam kucağında odunlarla içeri girdi. Dalgalı saçlarına ağaç kıymıkları yapışmıştı. Ellerinin dolu olması nedeniyle sağ ayağıyla kapıyı kapattı.
Babam oduncuydu. Ormana gidip yaşlı ağaçları keserdi. Elde ettiği odunları köy halkına satardı. Uzun boylu, beyaz tenli, kumral saçlı ve mavi gözlüydü.
Annem ise 1.70 boylarında, ince belli, uzun siyah saçlı ve ela gözlüydü. Ev hanımıydı. Bize hep lezzetli yemekler yapardı. Yemek pişirdiğinde, kediler ve köpekler, yemeğin eşsiz kokusuna kapılıp penceremizin önüne gelirdi. Hepsi orada, yalvaran gözlerle onlara biraz yemek vermemizi beklerdi.
Bazen, annem haftada bir kez farklı tatlılar yapardı. Mesela geçen hafta elmalı turta yapmıştı. Onun elmalı turtalarına kardeşim de, ben de bayılırdık. Komşumuz Fiona teyze de bazen bize tatlılar ikram ederdi ama asla annemin tatlıları kadar lezzetli olmazdı.
Babam, kucağındaki odunları sobanın yanına bıraktıktan sonra Asius'un yanına geldi. Biraz eğilip, yüzünde bir tebessümle sandalyede oturan Asius'la konuşmaya çalıştı.
“Ne oldu oğlum? Anneyi mi özledik?”
“Baba! Saçında kıymıklar var!” dedim, saçlarına bakarak.
“Ahh, bu adamı kıymıklardan kurtarmak ister misiniz hanımefendi?” deyip başını bana doğru uzattı. İstemsizce kıkırdadım.
“Tabii ki beyefendi,” deyip saçındaki kıymıkları çıplak elimle aldım. Bunu yaparken dikkatli davranmaya ve canını yakmamaya özen gösterdim.
Babamın saçlarındaki kıymıkları aldıktan sonra, babam ağlayan Asius'u kucağına aldı.
“Hadi ama oğlum! Baba da burada. Babayı hiç özlemedin mi?” diye sordu, Asius'u kucağında gezdirirken.
“Özledim ama annemi daha çok özledim,” diye cevap verdi Asius, babam onun gözyaşlarını nazikçe silerken.
“Baba, ne yapsam da sakinleşmedi. Sanki 1 yaşında gibi, sabahtan beri ağlıyor,” deyip göz devirdim. Ellerimi göğsümde kavuşturdum. Asius'un mızmız tavrı sinirimi bozmuştu.
Babam, cevabımı duyduğunda “Ahh, benim güzel kızım, ama Asius'umuz daha küçük. Ağlaması çok normal. O daha 3 yaşında,” dedi.
Bu cevabını duyduğumda kendi küçüklüğümü merak ettim. Neden 3 yaşlarımı hatırlamıyorum?
“Baba, peki ben 5 yaşımdayken nasıldım? Ben de kardeşim gibi çok fazla mı ağlıyordum?”
Babam güldü. Gülüşü bir kahkaha değildi ama içtendi. “Güzel kızım, sen daha fazla ağlıyordun.”
“Ben de ‘Annemi istiyorum’ diye mi ağlıyordum?” diye sordum merakla, kaşlarımı kaldırarak.
Yine aynı gülümsemeyi koruyarak, “Ahh hayır! Sen ‘Babamı istiyorum’ diye ağlıyordun,” diye cevap verdi.
İstemsizce güldüm. “O zaman Asius'u suçlamaya hakkım yok.”
“Öyle görünüyor, küçük hanım,” deyip yaklaştı ve alnımdan nazikçe öptü.
“Baba, peki ben neden küçüklüğümü hatırlamıyorum?”
“Çünkü daha çok küçüktün.”
“Asius da büyüdüğünde bunları hatırlamayacak mı?”
“Hayır kızım. Asius büyüdüğünde bunların hiçbirini hatırlamayacak.”
Biz konuşurken annem içeri girdi. Hızla eşarbını ve ceketini duvardaki askıya yerleştirip, babamın kucağında sakinleşmesini beklediğimiz Asius’u kucağına aldı.
“Bak! Anne geldi. Anne burada, güzel oğlum.” deyip Asius’un yüzüne nazikçe öpücükler konduruyordu. Asius ise annemin boğazına sarılıp sakinleşmeye çalışıyordu. Sanki annemi yıllarca görmemiş ve yıllar sonra kavuşmuş gibiydi.
“Pazardan gerekenleri alabildin mi, Mathilda?”
Annem, kucağında Asius’u sakinleştirirken babama kısık ses tonuyla cevap vermeye çalıştı.
“Evet, alabildim. Şimdi geriye yemek yapmak kaldı. Sanırım bugün yemek birkaç dakika gecikecek.”
“Sorun değil, tatlım. Bugün yemeği ben yaparım. Sen Asius’u uyutmaya çalış!”
Diyerek anneme yaklaştı ve onun dudaklarına küçük bir öpücük kondurdu. Annem, öpücüğü aldığında sanki bütün endişesi ve yorgunluğu gitmiş gibiydi. Yüzü hemen mutlulukla parladı.
“Asius’umuz yorulmuştur. Ben onu uyutup gidiyorum.”
“Yemek hazır olduğunda haber veririm, tatlım!”
“Tamam, hayatım!”
Annem, yavaş ve dikkatli adımlarla ağlamaktan yorgun düşen Asius’u uyutmak için odasına çekildi. Ben ise babamla yemek yapacaktım. Babamın yemek yapmasını izlemeyi çok seviyorum çünkü yemek yapma konusunda berbattır. Buna rağmen annem zorlandığında yemek konusunu hep üstlenir.
“Tamam, prenses! Hadi benimle mutfağa gidelim. Bugün çok leziz yemekler yapacağız.”
İstemsizce güldüm. “Ama baba, senin yemeklerin berbattır.”
“Babaya hiç öyle denir mi? Mutfağa kadar beni takip et bakalım.” diyerek yavaş adımlarla mutfağa doğru gitti. Ben de arkasından attığı adımları izleyerek onu takip ettim.
Mutfağa varan babam, eline tahta bir kaşık alıp “Bugün havuç çorbası yapacağız.” dedi.
“Baba, havuç çorbasını daha önce hiç yapmamıştın. Bu konuda emin misin?” diye sordum, bir kaşımı havaya kaldırarak, ellerim belimde bir şekilde.
“Hiç olmadığım kadar eminim, prenses! Bugün size bol proteinli bir yemek hazırlayacağım.”
“Ahh baba, umarım tadı kötü olmaz.”
Babam beni kaldırıp masanın üstüne oturttu. “İzle ve gör, prenses. Bak bakalım baban neler yapabiliyor.”
Babam kazanı alıp içine tereyağı döktü, tereyağı eridikten sonra üstüne soğan doğradı. Yemeği hazırladığı sırada arkasını dönüp bana baktı. “Babaya bir şarkı söylemek yok mu?”
“Olmaz olur mu? Hangi şarkıyı söyleyeyim?”
“Hmm… Küçük Tavşan’a ne dersin? Bak, ben de havuç çorbası yapıyorum zaten.”
“Oluuur!” dedim ve boğazımı temizleyip söyledim:
“Ah minik tavşan, ah küçük tavşan!
Neden yalnızsın, söyle bana nerede ailen?
Nerede evin, küçük tavşan! Minik tavşan!
Yoksa evden mi kaçtın? Yoksa havuç mu arıyorsun?
Minicik canınla nereye varmaya çalışıyorsun?”
Ben şarkı söylediğimde babam da kısık sesle şarkıyı mırıldanıp, nazikçe başını sağa ve sola hareket ettirerek bana eşlik ediyordu. Babama bu şarkıyı hep söylerim. Bu şarkıyı bana kendisi öğretti. Ona ne zaman “Hangi şarkıyı söyleyeyim?” diye sorsam cevabı hep aynı olurdu: “Küçük Tavşan.” Ayrıca, bu şarkıyı onun için söylemeyi çok seviyorum. Beni çok mutlu ediyor.
Babam çorbayı hazırladıktan sonra kazanı masanın üstüne bıraktı. Koluyla alnını silip “Bak, baban başardı!” dedi tebessümle. Ben de bu sözlerine kıkırdadım.
Annem sakince kapıyı kapatıp odadan çıktı. Annemin sessiz ve dikkatli adımlarını gördüğümde Asius’un uyuduğunu anlamıştım.
“Ooo! Tatlım! Harikalar yaratmışsın.” dedi annem ellerini birleştirip, babamın yanağına bir öpücük kondururken. Daha sonra bana baktı. “Prenses de size eşlik etmiş sanırım.”
“Evet! Küçük Tavşan şarkısını bile söyledi.”
Annem yaklaşıp saçlarımı öptü. “Aferin benim kızıma.”
Annem hemen mutfağa gidip, tabakları ve kaşıkları getirdi. Daha sonra dışarıdan sürahiye su doldurmaya giderken ben de masada oturdum. Babam yemeği servis etti.
Annem, taze suyla dolu sürahiyi masaya koyduktan sonra hepimiz oturduk. Yemekten bir kaşık aldığımda, tuzunun çok fazla olduğunu fark ettim. Ancak annem, tebessümle öyle bir yemeye devam ediyordu ki sanki en sevdiği yemeği yiyordu.
“Yemek harika olmuş, hayatım! Eline sağlık!”
Babam ise bir kaşını havaya kaldırıp “Sanki tuzu biraz fazla olmuş gibi ama? Sence nasıl, Kleora?”
Yüzüme bir tebessüm yerleştirip “Harika olmuş baba! Ellerine sağlık.” dedim.
“Peki, o zaman.” diyerek bu tuzlu yemeği yemeye devam etti.
Yemek bittikten sonra babam kalkıp masayı topladı, ben de ona yardım ettim. Annem mutfağa gidip bulaşıkları yıkamaya başladı. Babam ise yemekten sonra hep bana okçuluk ve savaş taktikleri öğretirdi. Geçmişte kralın gardiyanlarından biriymiş ama annemle evlendikten sonra emekliye ayrılmış.
Dışarı çıktığımızda babam okları elime verdi. Kendisi biraz uzaktaki kütüğün üstüne bir tane elma koydu ve yanıma geldi.
“Bak kızım! İlk önce pozisyonunu düzeltmelisin! Daha sonra bütün dikkatini elmaya vermelisin.”
“Biliyorum baba! Beş yaşımdan beri öğretiyorsun. Bu benim için çok kolay.”
Bazen merak ediyorum, diğer adamlar kızlarına böyle şeyler öğretmezken neden babam bana bunları her gün ama her gün yaptırıyor? Her sabah kahvaltıdan sonra bir saat beraber koşuyoruz. Öğleden sonra ok atma antrenmanı yapıyoruz. Akşamları da dövüşmeyi öğretiyor. Artık ondan bile daha iyiyim ama her gün yapmaya beni mecbur ediyor. Bazen yapmak istemediğimi söylemek istiyorum ama gözlerindeki mutluluğu gördükten sonra söylemekten vazgeçiyorum.
Acaba beni erkek çocuğu olarak mı görüyor? Ama o zaman bana neden "prenses" diye sesleniyor ki? Üstelik buradaki erkek çocuklarının babaları oğullarına bunları öğretmez, onların yerine çocuklar özgürce dışarıda birlikte oynarlar. Ama bugün soruyu soracağım! Hep merak ettiğim o soruyu babama soracağım! Neden her gün bunları yapmam gerektiğini bana söylemesi gerek!
Babam oku fırlattığında, ok elmayı delip ağaca saplandı. “Aynısını senden de bekliyorum, prenses.”
“Tamam baba!” dedim kararlı bir ses tonuyla. Ben pozisyonumu düzeltirken babam aynı kütüğün üstüne bir tane daha elma yerleştirmek için gitti. Evimizin önünden geçerken ön bahçemizde antrenman yaptığımızı gören komşumuz İshakan amca babama seslendi: “Hey, Lafkus! Nasılsın?”
İshakan amca biraz kilolu ve sakalsız biriydi. Boyu ne çok uzundu ne de çok kısaydı. Yanakları kıpkırmızıydı. Babam benim yanımdan ona el salladı. “İyiyim İshakan! Sen nasılsın?”
“Kızına yine antrenman mı yaptırıyorsun?”
“Evet! Beraber her gün tekrarlıyoruz.”
“Neden bunları öğretiyorsun ki? Orduya mı göndereceksin? O bir kız.” dedi ve babama yavaş adımlarla yaklaştı.
“Kız da olsa, hayatta her şeyi bilmesi gerekmez mi?”
“Kızını çok zorluyorsun, Lafkus. Bırak gitsin, çocuklarla oyunlar oynasın.”
“Nezaketin ve dikkatin için teşekkür ederim, İshakan.” diye cevap verdi babam. Bunu söylediğinde İshakan amca babama tekrar bir öneride bulunmadı çünkü babam konuyu nazikçe kapatmıştı.
“Tamam o zaman! Sonra görüşürüz!”
Babam da gülerek uzaklaşan İshakan amcaya cevap verdi: “Görüşürüz, komşu!”
Babam tekrar yanıma geldiğinde oku hâlâ fırlatmadığımı fark etti. “Hmm! Tamam o zaman, nerede kalmıştık?”
“Baba, sana bir şey sormak istiyorum.” dedim tereddütle ve başımı eğdim. Bunu sorduğuma biraz utanmıştım doğrusu.
“Tabii ki kızım.”
“Neden ben de diğer çocuklar gibi oynayamıyorum? Neden hep bir asker gibi eğitiliyorum?” dedim utanarak. Cümlemi bitirdiğimde yüzüm alev alıyor gibiydi, eminim ki kızarmıştı.
Babam, soruyu duyduğunda sessizce yanıma gelip bana sarıldı. Eğildi ve gözlerimin içine bakarak konuştu:
"Benim güzel prensesim... Eskiden bir gardiyandım. Hayatım boyunca kadınların ne kadar narin ve güçlü varlıklar olduğunu gördüm ama aynı zamanda ne kadar şiddete maruz kaldıklarını da… Onları korumaya çalıştım ama her zaman yanlarında olamadım. Ve bir gün, senin de yanında olamayabilirim. Ya da sen her zaman iyi insanlara denk gelmeyebilirsin. O yüzden kendine güvenmeyi, kendi kendinin dostu olmayı öğrenmelisin, Kleora. Dünya sandığından daha acımasız bir yer. Savaşlar, işgal edilen topraklar, işkenceler… Dışarısını ben gördüm. Öğrendim. Ve senin de hazırlıklı olmanı istiyorum.
Benim sana öğrettiklerim bir ders. Zaten gelecek yıl okula başlayacaksın, sekiz yaşına gireceksin. O zaman bu dersleri sadece akşamları tekrar edeceğiz. Ama eğer senden çok şey istiyorsam... lütfen babanı affet."
Bu kelimeleri duyduğumda aklıma sadece bir şey takıldı: Güç! Güç ne kadar önemli olabilirdi ki? Güç neden bu kadar önemliydi? Babamın bana verdiği cevaptan sonra yüzünde bir hüzün vardı. Onu öyle gördüğümde içim parçalanmıştı.
“Sorun değil baba! Lütfen devam edelim.”
Günler birbirinin ardı sıra gelip geçti. Ve ben her gün disiplinli bir şekilde babamla antrenman yaptım. Sabah, öğle ve akşam... Babam bazen bana ata binmeyi de öğretiyordu. İlk başlarda ata binmek bana zor gelse de, zamanla daha kolay hale gelmişti.
Bugün 12 Mart. Okula gideceğim ilk gün. Annem, okul için pazardan bir etek ve bir gömlek almıştı.
Aynanın karşısında kendimi gördüğümde çok mutlu olmuştum. Artık bir öğrenciydim. Annem üstüme başıma çeki düzen verirken babamın yanına koştum.
"Baba! Baba! Nasıl olmuşum?" dedim, etrafımda dönerek. Dönerken eteğim de havalanmıştı.
"Çok güzel olmuş benim prensesim! Ahh Mathilda, sanırım âşık oldum!"
Annem, babamın yanına yaklaştı, eliyle dudaklarını kapatıp kıkırdadı. "Âşık olduğun bizim kızımızsa, benim için bir sorun olmaz."
Babam ayağa kalktı, beni kucağına aldı ve annemin yanağından öptü. "Ben dünyanın en şanslı adamıyım! Çok güzel iki prensese ve bir de yakışıklı bir prense sahibim."
Beni gördüğünde Asius hemen mızmızlanmaya başladı. "Ben de okula gitmek istiyorum! Ben de çanta takmak istiyorum!" dedi, kaşlarını çatmış bir şekilde.
Babam gülerek, "Küçük adam! Daha senin okula gitmene dört yıl var. Biraz daha beklemen gerek."
Annem mutfağa gidip kahvaltıyı hazırlarken, babam da saçımı düzeltiyordu. Babam saçımı nazikçe tarayıp, uzun siyah saçlarımı ördü. Saçımı bitirdiğinde başıma küçük bir öpücük kondurdu, ardından saçlarımı okşamaya başladı.
Kahvaltımı yaptıktan sonra babam beni okula bıraktı. Okul arkadaşlarım da benimle aynı yaşta olan çocuklardı. Okulun kapısının önünde babam yanağıma iki tane öpücük kondurup, "Uslu bir prenses ol ve derslerini dikkatle dinle, tamam mı?" dedi.
"Tamam baba."
"Dersten çıktığında ben gelip seni alacağım. O zamana kadar iyi dersler, kızım."
Ben okula girerken babam da beni izliyordu. İçeri girdiğimde öğretmenle karşılaştım. Siyah saçlı, buğday tenli bir adamdı. Beyaz bir gömlek ve siyah bir pantolon giymişti.
"İlk sıraya oturun lütfen. Birazdan derse başlayacağız," deyip beni en ön sıraya oturttu. Bir kız çocuğuyla beraber oturuyordum. Sarı saçları, ela gözleri vardı ve yanakları kızarmıştı. Kızın tavrı çok hoşuma gitmişti.
İlk derste herkes kendini tanıtıyordu. Sıra bana geldiğinde ayağa kalktım ve kendimi tanıttım.
"Benim adım Kleora! Kleora Diatavetra. Sekiz yaşındayım. Annem ev hanımı ve babam bir oduncu. Büyüdüğümde hekim olmak istiyorum, insanları iyileştirmek."
Öğretmen benim konuşmamdan sonra, "Herkes Kleora'yı alkışlasın! O, hepimize yardımcı olmak isteyen bir hekim olmak istiyor. Aferin Kleora!" dedi. Bu övgü yüzümde istemsizce bir tebessüm oluşturmuştu.
Yerime geri oturduğumda, kapıyı koluyla itip içeri biri girdi. Adamın yaptığı bu haraketle kapının kilidi kırılmıştı sanırım.
İçeri giren adamın gözleri korku ve endişeden patlayacakmış gibi bakıyordu. Nefes nefese kalmıştı, elleriyle dizlerini tutuyordu. Boğazı kurumuştu, yutkunuyor ve kendini konuşmaya zorluyordu.
"Kö... kö... Köyü yağmaladılar! H... herkes... öldürülüyor!"
Bunu duyduğumda dünya sanki ayaklarımın altından kaydı. Korkudan ve endişeden titremeye başladım. Hepimizin çığlık attığını gören öğretmen, "SAKİN OLUN!" diye bağırarak hızlı adımlarla dışarı çıktı.
Çocuklar korkudan masaların altına saklanmışlardı. Ben ise oturduğum yerde kalakalmıştım. Bedenim şoktan kilitlenmişti. Babam? Annem? Asius? Onlar neredeler? Onlara zarar veriyorlar...
Ailemi hatırladığımda hemen dışarı koştum. Bağırışmalar vardı ama ben korksam da tek umursadığım ailemdi. Eve koşuyordum ama hâlâ varamıyordum. Kalbim, göğsümde patlayacakmış gibi atıyordu. Ben... ben ailemi kaybetmek istemiyordum.
Ayaklarım koşuyordu ama aklımda binlerce korkulu düşünce vardı.
Lütfen! Lütfen Tanrım! Aileme bir şey olmasın. Tanrım, ilk kez senden bir şey istiyorum. Ne olur aileme zarar vermelerine izin verme!
Koşarken eğilip yorulan ince bacaklarıma baktım. Artık gidemeyecek gibiydiler ama ben durmuyordum. Koş, bacaklarım! Lütfen daha hızlı koş! Beni yarı yolda bırakma!
Bugüne kadar en hızlı koşuşum buydu diyebilirim ama dehşet korku kalbinizi sardığında, bedeninizi kontrol eden ruhunuz olur. Beyniniz çalışmaz, çünkü ruhunuz, bedeni daha verimli kontrol etmek için onu devre dışı bırakır. Şu an ben de öyleydim. Hiçbir şey düşünemiyordum. Tek hissettiğim kaybetme korkusuydu.
Hadi bacaklar! Hadi! Varmak üzereyiz!
Yolda hızla kana bulanmış cesetleri görüyordum ama onlara bakmamaya çalışıyordum. Hayır! Aileme bir şey olmadı! Onlar iyiler ve beni bekliyorlar!
Neredeyse köye varmak üzereydim. Boğazım kurumuştu, bedenim daha fazla oksijen için yalvarıyordu. Dayan bedenim! Vardık!
Sonunda köye vardığımda bağırışmaları duydum. Kadınlar yalvarıyor, erkekler acı içinde çığlık atıyordu.
Anne! Baba! Asius! Bekleyin, geliyorum! Gideceğiz! Kurtulacağız! Biraz daha dayanın!
Köyün kenarındaki evlerden giderek barbarların beni görmemesi için saklanarak eve ulaşmaya çalışıyordum. Hepsi 40-50 yaşlarında, saçı sakalı uzun adamlardı.
Arka bahçemize vardığımda, mutfağın penceresini açıp eve girdim. Kimse yoktu. Salona koştum, orada da kimse yoktu. Annemin ve babamın yatak odalarına baktım, yine kimseyi bulamadım. Kardeşimin ve benim odamıza baktım, ama boştu.
Ne yapacaktım şimdi? Neredeydiler?
Düşün, Kleora! Ne yapmalıyım?
Ya dışarıdalarsa?
Bunu düşündüğümde hemen salonun kapısını açmaya koştum. Ancak kapı açılmıyordu. Bütün gücümle kapıyı ileri doğru ittirdim...
Kapı tamamen açılmasada yarattığım küçük aralıktan ince ve zayıf vücudumu geçirebildim. Ancak.. ancak keşke dışarı çıkmasaydım. Keşke bu manzaraya tanık olmasaydım.
Ben...Ben..Ben geç kalmıştım.
Kapının önünde, annemin ve babamın yerde yatan cansız bedenleri vardı...
Bu manzara gerçek olamazdı. Ben...ben... beni bulmaları için gelmiştim. Nasıl bu olabilir? Ellerimi havaya kaldırdım, onları tutmaya çalıştım. “Anne! Baba!” Dedim fısıldayarak. Boğazlarından bıçak darbesiyle kesilmiştiler. Uzandıkları toprak kan kırmızısı olmuştu. Göğsümde acı düğümlendi, düğümler hızla boğazıma ulaştı ve orada yerleşip nefesimi kesti.
Dizlerimin üstüne yere yığıldım ama ağlamıyordum. Bu.. bu gerçek miydi? Ben onları kaybetmiş miydim? Onlar gerçekten beni bıraktılar mı? Babama sarıldım ve fısılyarak “baba” dedim, anneme baktım “Anne!”
babamın yerde yatan cansız vücudunu salladım. “baba uyan! Geldim baba!”
“Anne gidelim!Anne buradayım artık! Anne ben ne yapacağım? Anne!”
“Baba! Uyan baba! Söz veriyorum artık sizi yalnız bırakmayacağım!”
Bu kez hızla dürttüm ve çığlık atarak ağladım “Geldim diyorum! Uyanın!”
Ağladım...ağladım... canım çıkana kadar ağlayacağım. Onların yanına gideceğim... benim kimsem kalmadı...ağlayarak öylece kaldım gözlerimi kapatıp. Annemin elini tuttum ve başımı babamın göğsünün üstüne koydum. “Birlikteyiz!” dedim. Gözyaşlarım babamın gömleğini ıslatırken “Sizi asla bırakmayacağım!” diye fısıldadım.
Tam o an, biri kolumdan sertçe çekti. Gözlerimi açtım. Sert bir el, beni havaya kaldırdı.
“Hey Frank! Küçük bir kız buldum!”
Bana bakan adam alaycı bir şekilde güldü. “Bunu köle pazarında satarsak iyi para eder. Hizmetçi yaparlar.”
“Frank, bu evde küçük bir erkek çocuğu vardı. Onu da aldınız mı?”
“Evet, arabada.”
Asius…
O yaşıyor…
Gözlerim büyüdü, kalbim hızla çarpmaya başladı. Yaşıyor! Kardeşim yaşıyor!
“Thun! Bunu arabaya götür, fazla oyalanmayalım. Bu iğrenç yer midemi bulandırmaya başladı.”
Beni çuval gibi sürükleyerek götürdüler.
Ellerimi arkaya uzattım. “Anne… Baba…”
Baba… kurtar beni.
Her şey eski haline dönsün baba… Lütfen…
Barbarlar ellerimi kalın iperle bağlayıp, arabaya bindirdiğinde, yanımda komşu ve başka tanımadığım kız çocukları vardı. Hepsi korku içinde titreyerek ağlıyordu. Ağlamaları beni daha çok korkutuyor, tedirgin ediyordu. Asiusu bulmam ve kurtarmam gerekiyordu.
Arabayı sürüp biryere gidiyorduk. Demirden, hapisane gibi bir arabaydı. İçi genişti. Neredeyse içinde onbeş kız çocuğu vardı. Sanırım hepimizi köle olarak satacaklardı. Korkuyorum baba!
Araba saatlerdir haraket ediyordu ancak ne bir yerde durduk nede indik. Otur ağla Kleora! Şükr et! Aileni özlemen ve hatıralarını hatırlaman için zamanın var. Onları sakın unutma! Her bir anıyı aklına kazı! Hiç birinin silinmemesi gerek!
Ellerim hala titriyordu ve ben bütün gücümle ağladım, ağladım ve ağladım. Nefesim kesilene kadar çığlık attım. Ebeveyinlerimin kanına boyanan ellerime baktım. Vücudumu kontrol edemiyordum, vücudum istemsizce titryordu.
Çığlıklarım sonunda sustuğunda arabanın kirli zeminine uzandım ve sessizce gözyaşlarına gömüldüm. Babamı hatırladım, bana prenses dediği anları gözümün önüne geldi. Annemi hatırladım, bana hep sıcak sarılmalarını hissettim. Lütfen geri gelin! Sizsiz yaşayamam. Biliyordum, ağlamaktan gözlerim çok şişmiş ve kızarmıştı.
Araba durduğunda hala uzanmış bir vaziyetteydim. Barbarlar arabadan inip ateş yaktılar. Daha sonra akşam yemeğini hazırladılar. Caniler o kadar insanı öldürdükten sonra avladıkları tavşanların etini pişirip yiyiyordular. Elindeki eti dişleriyle parçalarken barbarlardan biri, komşumuzun kızı olan Tianaya bakıp “İster misin? Köpek! İstiyor musun?” diyip Tiananın sesli ağlamalarına gülüyordular. Tiana, komşumuz İshakan amcanın ve Adriel teyzenin kızlarıydı.
Ne kadar süredir ağladığımı bilmiyorum ama bir noktadan sonra uyuyakalmıştım. Rüyamda annemi ve babamı gördüm, uzaktaydılar. Evimizin önünde birbirlerine sarılıp bana sesleniyordular.
Annem, babamı bırakıp bana yaklaştı “Kleora! Güzel kızım. Lütfen Asiusumuzu kurtar! O sana emanet”
Elimi uzatıp ebeveyinlerimin yanına koştuğumda rüyamdan uyandım. Sabah saatleriydi, yine arabayla biryerlere gidiyorduk. Bu yolculuğumuz öncekinden kısa sürmüştü.
Araba durduğunda barbarlar gelip bizi buradan itekleyerek çıkardılar. Dışarı çıktığımda güneşin ışınları ağlamaktan yorgun düşen gözlerimi kamaştırmıştı. Yukarı güneşe bakmaya çalıştığımda sırtımdan vurarak beni ittiler “Yürü hadi! Aval aval bakma!” etrafa baktığımda burası bir pazardı. Ellerim ve saçlarım kana, çamura ve kire bulanmıştı.
Bizi kaldırımdan biraz yüksektü, tahta zeminli bir yere çıkardılar. Burada kız çocukları ve erkek çocukları beraberdi. Asiusu bulabilirdim. Bu yüzden ona seslenmeye çalıştım “Asius” “Asius benim Kleora”
Erkek çocukların arasından benim Asiusum biraz öne çıktı ve bana korku ve endişe dolu gözlerle baktı “Abla?” caniler onun da ellerini bağlamıştılar. Onun yanına gittim. Bileklerim iplerle bağlı olmasına rağmen ona sarıldım “Geçti. Ablan burada. Ben buradayım kardeşim. Sana birşey olmasına izin vermeyeceğim” deyip saçlarını öpüyordum.
Asius ağlamaya başladı “Abla! Annem ve babam kırmızıya boyanmış halde yerde uyuyordular”
Ona birşey söyleyemiyordum. Sadece sessizce ona sarılıp hem kendimi hemde onu teselli etmeye çalışıyordum. O, benim tek tesellimdi.
Bir kaç dakika sonra etrafımıza insanlar toplandı. Ve bu barbarlar bizi köle olarak satmak için insanlarla pazarlık yapıyordu. “kendinize ucuza bir hizmetçi arıyorsanız kızlardan birini satın alabilirsiniz. Tamir ve odun işlerinde erkek çocuklarını da kullanabilirsiniz. Hepsi ucuza!”
Bir kaç kişi gelip çocukları köle olarak almaya başladılar. Parasını ödeyip, zorla iple götürmeye çalışıyordu. Birisi gelip Asiusa baktı.. “Kaç paraya?”
Barbar ona gülerek cevap verdi “on altın efendim”
“alıyorum”
Dediğinde sanki dünyam başıma yıkıldı. Onu korumalıydım, koruyacaktım! Kimse onu benden alamazdı! Bizi köle olarak satan adamlardan gelip Asiusu almaya çalıştığında bağlı ellerimle onu geriye ittim.
“Ne yapmaya çalışıyorsun pislik?” deyip karnıma tekme attı. Yere yığılıp sancıdan kıvrandığımda ağlayan kardeşimi götürdüklerini gördüm. Karnımın içi acıdan sızlamasına rağmen ayağa kalkıp adamın uyluklarına tekme attım. Adam ağrıdan uyluğunu elleriyle kapatıp dizlerinin üstüne düştüğünde bu seferki tekmeyi yüzüne hedefledim. İkinci bir barbar geldiğinde bacaklarının arasından koşarak diğer tarafa geçip, beline bir tekme attım. Attığım tekmeyle adam yere düştüğünde yüzüme baktı, ben ise zıplayıp adamın boğazına yapıştım. Boğazı bütün gücümle sıktığım bacaklarımın arasındaydı. Adam boğulacakken diğeri beni zorla ayırmaya çalıştı. Ellerim bağlıydı, birşey yapamadım.
Birisi geldi, zırhlı birisi. Uzun boylu ve kumral saçları vardı. “Bu kızı ben alıyorum! Karşılığında kaç altın istiyorsun? “
“3 altın verseniz yeterlidir efendim” yanındaki arkadaşına bakıp ekledi “çabuk kurtulalım bu pislikten”
Ayağa kalktım “Kardeşimi benden alamazsınız!” diye bağırdım.
“kes sesini be!” deyip bağırdı üstüme, beni köle olarak satan barbar.
Diğeri ise kardeşimi alıp atına bindirdi ve hızla uzaklaşarak yanımızdan gittiler. Onlar giderken arkalarından koşmaya çalıştım ama beni satın alan bu zırhlı adam boğazıma güçlü bir darbe vurdu. Aldığım darbe yüzünden gözlerimin önü karardı ve hiçbirşey göremedim. Ben..ben bilincimi kaybettim.
Uyandığımda bir zindandaydım. Ellerimdeki ipleri çözmüştüler. Ve parmaklıkların ardından bulanık göre bildiğim iki asker figürü vardı.
“neden bu kızı getirdiniz komutanım?”
“Bu kızın dövüş becerileri var. İyi bir eğitim alırsa, orduda işimize yarayacak”
“Peki nasıl getirdiniz?”
“Köle pazarında bir tüccardan aldım.”
“Komutanım! Uyandı sanırım”
Demirliklerin kilidini açıp yanıma gelen birisi vardı. Bu aynı zırhlı adamdı. İçeri gelip başımı kaldırdı ve yüzümü inceledi.
“Bak küçük kız! İstersen bir asker olup bize katılırsın”
“peki ikinci seçenek ne?” dedim gözlerimi kamaştırmış
“İkinci seçenek ise şiddetle katılmanı sağlarız. Bence bunu istemezsin”
“Ben orduya katılmak istemiyorum. Ben kardeşimi istiyorum”
“Kardeşini geri kazanmak istiyorsan güçlü olmalısın! Güç bu dünyadaki herşeyden üstündür”
Adamın dediği kulaklarımda yankılandı. Güç? Güç. Güç! Güç ne kadar önemli olabilirdi ki?
“eğer orduya katılmayı kabul edersen. Kardeşini de aramana yardım ederim”
Bunu duyduğumda içimde bir umut filizlendi. Hemen başımı evet şeklinde yukarı aşağı salladım.
“Tamam o zaman. Niara! Bu küçük kızı odasına götür. Yarından itibaren, askerlik dersleri alacak”
“tamam komutanım” deyip asker yanıma geldi ve beni ayağa kaldırdı. Takatten düşmüş ve zorla yürüyen vücudumu inceledi. Beni kucağına aldı ve odaya götürmeye başladı. Yorgunluktan başımı onun göğsüne yatırdım ve gözlerimi kapattım. Sanki güvenli bir yerdeymişim gibi hissediyordum. Babamın güvenli kollarını hatırladım. Babam tutuyor gibiydi, rahatlayan vücudumu kontrol etmek dahada zorlandı. Göz kapaklarım ağırlaşmaya ve beni uykuya teslim etmeye başladı.
Uyandığımda bir yataktaydım. Kaç saattir uyuyordum? Gördüklerim bir rüya mıydı? Herşey bir rüyadan mı ibaretti? İçeri bir hizmetçi girdi, uyandığımı görüp “Uyandınız mı? size pijamalar ve temiz kiyafetler getirdim.”Dedi yüzündeki tebessümle.
1.55 boylarında koyu kahve rengi saçlı, 50 yaşlarında bir kadındı. Koşarak ona sarıldım “Ben..Ben kabus gördüm teyze. Annemi ve babamı öldürmüştüler. Kardeşimi köle olarak satmıştılar” dedim ağlayarak.
Kadın saçlarımı okşayıp “Geçti kızım. İyi olucaksın”
“bu bir kabussa peki annem ve babam neredeler?” umut dolu gözlerle ona baktım. Lütfen teyze, lütfen bir kabus olduğunu söyle.
“Bu bir kabus değildi kızım”
Onu geri ittim. Odanın bir köşesine çekildim ve taş zeminde oturup dizlerimi kucakladım.
“Hayır! Babam yaşıyor! Hayır annem ölmedi! Bunlar bir kabustu” dedim tekrarlayarak.
Kadın bana yaklaştı, yüzünde empati, şefkat ve birazda olsun hüzün vardı “ah güzel kızım! Anneni ve babanı kaybettiğin için çok üzgünüm ama hayat hala devam ediyor. Annen ve babanda şuan çok güzel bir yerden seni izliyorlar, eminim ki bu gözyaşlarını görüp onlarda üzülmüştürler. Lütfen birazda olsa toparlan”
Ona bağırdım “Uzak dur benden!” ve saçlarıma yapıştım. Saçlarımı yoluyor, aynı kelimeleri tekrarlıyordum “Hayır! babam yaşıyor. Yanılıyorsun teyze, babam yaşıyor! Annem ölmedi” ona baktım ve bağırdım “YANILIYORSUN!”
O ise aynı nezaketiyle bir kez daha benimle konuşmaya çalıştı “Güzel kızım! Bu yaşadıkların sana zor geliyor biliyorum, kaldıramayacak gibi hissediyorsun ama unutma, biz her acıyı kaldırabilecek bir güce sahibiz. Kendine gelmelisin.”
“uzak dur benden! UZAK DUR!” Diye bağırdığımda kadın geri çekildi. Ve sessizce odadan çıktı. Biraz daha öyle kaldım oturduğum yerde. Biraz daha durdum, biraz daha. Saatlerce öyle kaldım. Sonunda beni buraya taşıyan gardiyan gelip içeri girdi “küçük hanım! Lütfen bugün dinlenin! Yarın eğitiminiz var”
Ancak halimi gördüğünde dışarı çıkmadı. Ve benim yatağıma gelip oturdu. “Küçük hanım. Benim de bir oğlum var senin yaşlarında, o da seninle beraber aynı dersleri alacak. Siz kıdemli saray askerleri olacaksınız! Oğlumun ismi Salim! Ona söyleyeceğim, sizi hiç biz zaman yalnız bırakmayacak ve hep sizinle beraber olacak” adam sözlerini bitirip ayağa kalktı, bir süre durup sessizce bana baktı, ardından birşey demeden odayı terk etti. Ben ise kendi dünyama çekilmiştim, kendi güvenli limanıma.
Kaç saattir öyle durduğumu bilmiyorum ama yemek getiren hizmetçileride tersleyip göndermiştim. Hiç birşey yememiştim. Soğuk zeminde uyuya kalıp ertesi gün bir hizmetçinin beni dürtmesiyle kendime gelmiştim. “Küçük hanım! Kalkın! Bugün dersleriniz başlıyor”
İlk başta ne dediğini anlamamıştım uykulu gözlerle ona bakıyordum. Kadın üstümdeki kiyafetlerimi değiştirip, başka temiz kiyafetler giydirmişti. Saçımı at kuyruğu yapmak isterken “bırak! Örgü öreceğim!” dedim kaşlarımı çatmış. Babam son gün benim saçlarımı kendi elleriyle örmüştü. Bu anıyı asla unutmayacağım. Unutmak istemiyorum.
Kendim örmeye çalıştığım saçlarım, oldukça berbat görünüyordu ama örgü olması bile benim için yeterliydi.
Aynı gardiyan gelip kapıyı çaldı. Hizmetçim cevap verdi “Gelin!”
gardiyan içeri gelip, “beni takip edin küçük hanım!” dedi.
Bir süre koridorda yürüdükten sonra sonunda bir kapının önünde durduk. Gardiyan kapıyı açıp i.aret parmağıyla bana kumral saçlı bir oğlanı gösterdi “Bak! O benim oğlum. Sana yaklaşıp tanışmaya çalışırsa sakın korkma” dedi tebessümle.
İçeri girdiğimde bir öğretmen vardı. İçeride kız ve erkek çocukları ellerinde tahta kılıçlarla çalışmalar yapıyordular.
Gardiyanın dediği gibi, kumral saçlı çocuk elinde iki tahta kılıçla yanıma geldi. Birini bana uzattı, diğerini ise sıkıca kavradı.
"Gel, beraber çalışalım," dedi gülümseyerek.
Elimdeki kılıcı dikkatlice inceledim. Babamın yaptığı tahta kılıç bundan daha büyüktü, daha ağır ve daha gerçekçiydi. Bu ise bir oyuncağa benziyordu.
Çocuğu sessizce süzdüm. Kahverengi gözleri sıcaktı, cana yakın ve iyi birine benziyordu. İçinde herhangi bir tehdit sezmedim.
Beni alıştırmak ister gibi yavaşça bir hamle yaptı. Atağına karşılık verdim ve ben de ona hafif bir darbe indirdim. Tam isabet almış olmalıydım ki kıkırdayarak yere yuvarlandı.
"Ahh!" diye güldü. "Ben bu güç gösterilerini hiç beceremiyorum. Sanırım şifacılığa yönelmem gerek."
"Çalışırsan öğrenirsin."
Çocuk, elindeki tahta kılıcı evirip çevirerek gülümsedi. "Aslında babam istiyor diye askerlik bölümüne girdim ama bir süre sonra konuşup şifacılığa geçeceğim."
Omuz silktim. "Senin kararın," dedim ve kılıcı ona doğru savurdum.
Gülerek yere yuvarlanmıştı ama hızla toparlandı. Ayağa kalkarken elini bana uzattı. "Benim adım Salim. Peki senin adın ne?"
"Kleora," dedim, ama uzattığı eli sıkmadım.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.24k Okunma |
587 Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |