17. Bölüm

16 cı bölüm "Alevler Arasında Yemin"

Sona Askerova
sonyammm

Kendimiz için çok önemli birini kaybetmek, canından can gitmesine benzer; ne ses çıkarabilirsin ne de savaşabilirsin. Sessiz gözyaşlarının şakaklarından yavaşça süzülmesinden başka bir şey gelmez elinden.

 

Bazen "Keşke zamanı geri alabilme gücümüz olsaydı," diyorum. Sonra gözlerimi açıp gerçek dünyayla tekrar karşılaşıyorum. Defalarca sevdiklerimi kaybettim. Her defasında da kendime söz verdim: Bir daha asla sevdiklerime zarar gelmesine izin vermeyecektim.

 

Şimdi yine kırık bir kalple oturuyorum soğuk toprağın üstünde. Koşmasam da dizlerimde bir halsizlik var, büyük bir sızı. Ağırlık kaldırmasam da omuzlarımda sanki tonlarca yük taşıyormuşum gibi bir ağrı var.

 

 

 

Sizin için gelecek olan önemli bir günü beklemek nasıl hissettirir? Kalp çırpınışlarıyla ve gelecek olan büyük günü yaşama umuduyla... Ve o beklenen zaman öyle uzun gelir ki, öyle dayanılmaz, işkence gibi. Ben de tam olarak bu hislerin coşkulu dansını içimde, ruhumun köklerine kadar hissediyorum.

 

 

 

Savaş yakındır. Aphrida’mı kurtaracağım. Onun canının yanmasına bir daha asla izin vermeyeceğim. Onu benden kimse alamayacak. Aphrida, aşkım, lütfen biraz daha dayan. Seni kurtarabilmem için biraz daha sabret meleğim.

 

 

 

Prens Henry’yle birlikte artık üç gündür bu sığınaktayız. Buradaki insanlar ve elfler bize iyi davranıyor, misafirperverler. Ama benim gönlümde, dilimde, aklımda sadece sevgilimin çaresizliği var; etrafımdaki yeni insanları, yeni yerleri görmüyor, hissetmiyorum. İçimde bitmek bilmeyen bir sızı ve hüzün var.

 

 

 

Nasıl yaşadığım için Tanrı’ya şükrederim? Canımın canı dediğim kadın, benim yüzümden soğuk duvarlar ardında acı çekiyor. Nasıl kahramanlıktan, cesurluktan, mertlikten konuşurum, sevdiğim kadını bile koruyamamışken? Ne diye mertlik kelimesini dilime alırım bu denli çaresizken?

 

 

 

Tek umudum, tek çarem yaklaşacak olan bu savaştı. Düşmanlarımdan intikamımı almak, sevdiğim kadını kurtarmak için elimde olan tek şans bu. Kurtulduğumuz günden beri dilim konuşmaz, yüzüm gülmez oldu. Gün içinde prensle birkaç kez konuşur, tekrar yatağıma giderim.

 

 

 

Bu üç gün içinde prensle ben de gücümüzü geri kazanmak için çok çalıştık. Kılıç antrenmanları ve okçuluk yaparak bitkin olan kaslarımızı yeniden çalıştırdık. Barınma konusunda da bize yardım ettikleri için, insan ve elften ibaret olan bu halka minnettarım.

 

 

 

Geldiğimiz günden beri bize çok iyi bakıyorlar, tabii ki bizden yararlanacakları için onlar da bu şansı kaçırmak istemiyorlar. Kurtardıkları kişiler Milruna kralı ve prensiydi. Bizim gönlümüzü kazanıp savaşta onlara destek olmamızı istiyorlar. Sonuçta bizim hem büyük bir ordumuz, donanmamız hem de müttefik olduğumuz güçlü ülkeler var. Üstelik Kraliçe Elara’ya bu durumu kendisine bizzat anlattıklarında, kraliçem bu durumu ödüllendirmeden geçmeyecektir.

 

 

 

Kraliçenin tüm umut kaynakları olan her iki oğlunu kurtaran bu halk, nasıl ganimetler ve şanslar elde edeceklerini tahmin edebiliyordur.

 

 

 

Eğer bizi kurtarmasaydılar, muhtemelen Zarivora’nın yaşadığını, elflerle insanların düşmanlığının sebebinin o olduğunu, Kral Aldarin ve Kral Geheris’e suikast düzenlediğini ve Aphrida’nın gücünü kazanıp bütün İhsen dünyasına hükmetmek isteyeceğini kimse bilmeyecekti.

 

Kendileri Kraliçe Elara’ya bunu söyleyemezdi; söyleme imkânları olsaydı bile, yine de kraliçem oğullarının ölüm haberini aldıktan sonra kimseye inanmayıp suçlu olarak buradaki halkı günah keçisi ilan edebilir ve hepsini öldürtebilirdi.

 

 

 

Akşam saatleriydi, herkes uyumaya çadırlarına çekildiğinde, ben ise sönmüş ateşin közlerini izleyip bütün olanların üstünde tekrar ve tekrar düşünüyordum. En sonunda düşünceler denizinden uzaklaşıp derin bir nefes alarak gökyüzüne baktım.

 

Yıldızlar bugün berrak görünüyor, ay ise bembeyaz, tıpkı Aphrida’mın yüzü gibi.

 

 

 

“Si Lefur! Merak ediyorum, asıl planın ne?” dedim mırıldanarak gökyüzünü izlerken.

 

Arkamda tanıdık bir ses duydum.

 

 

 

“Kim bilir? Belki de her şey onun planıydı, belki de her şey daha güzel olacak,” diye cevap verdi Henry, arkamda belirmiş, ıslak yüzünü havluyla kurularken.

 

 

 

“Yine mi nehirden geliyorsun?” diye sordum kırık bir tebessümle.

 

 

 

“Biliyorsun, hoşlandığım kadın akşamları nehrin yanında dolaşmayı seviyor,” diye cevap verdi, tebessüm ederek.

 

 

 

Cümlesini bitirir bitirmez yüzünü kuruladığı havluyu üstüme attı.

 

“Neden hâlâ uyumadın, ağabey?”

 

 

 

Gözlerimi yüzünden ayırıp gökyüzünde beliren ayı izledim tekrar.

 

“Demek Kleora’dan hoşlandığını artık kabul ediyorsun.”

 

 

 

“İnkâr ettiğimi kim söyledi?”

 

 

 

Üstüme attığı havluyu tekrar yuvarlayıp onun üstüne attım.

 

“Daha iki gün önce ne hissettiğinden emin olmayan sensin.”

 

 

 

Attığım havluyu sakince dizlerinin üstünde katlayıp bir kenara koydu. O da derin bir iç çekerek konuşmaya başladı:

 

“Biz elfler pek âşık olmayız, ağabey, bunu biliyorsun. Yüzyıllar sonra insan bir kadının kalbimi ellerine alacağına nasıl inanabilirdim ki?” diye cevap verdi, oturduğu kütüğün üzerinde uzanır pozisyonda. O da benimle birlikte gökyüzünü izlemeye başladı.

 

 

 

“Senin gibi bir adamın, süslü elbiseler içinde değil de bir komutana âşık olacağını asla tahmin etmezdim. Üstelik geçmişte hep insanlara karşı bir önyargın vardı,” dedim, bütün samimiyetimle onunla konuşmaya çalışarak.

 

Onunla konuşmalıydım çünkü küçük kardeşim ilk kez birine âşık olmuştu. Biz elfler kolay kolay âşık olan canlılar değiliz; âşık olduğumuzda da kolay kolay kopamayız. Aşk acısı kalbimizi hasta eder; uzun bir süre kalp acısıyla baş etmek zorunda kaldığımız için ayrılık acısı bizi ölüme bile sürükleyebilir.

 

 

 

Henry, izlediği gökyüzünden gözlerini ayırıp tekrar bana baktı.

 

“Kalbimin bu verdiği kararın sebebini bana sorma. Üstelik sen, yüzyıllarca yaşamış, dünyada var olduğundan bile kimsenin haberi olmadığı doğanın koruyucusuna âşık oldun, ağabey. Bir de bu kadını rüyalarında görüyordun. Bu soruları bana sormadan önce ilk kendine sorarsan, daha açık bir cevap alabilirsin.”

 

 

 

Tekrar kırık bir tebessüm ederek boş avuçlarımı izledim.

 

“Denerim,” dedim.

 

 

 

Henry ayağa kalktı ve katlamış olduğu havluyu tekrar üstüme attı.

 

“Harika. Cevabı bulursan bana da söylersin. Sıcak çadırımda, uykunu ihmal etmemenizi bekliyor olacağım, kralım,” deyip ukala gülümsemesiyle çadırına yöneldi.

 

 

 

Si Lefur, prensin bu tavırlarını neredeyse unutuyordum. İyi ki hatırlattın, dedim içten içe sevinerek.

 

 

 

Ertesi sabah uyandığımda bedenimde yorgunluk ve ağırlık hissettim; sanırım bu, gelecek bir hastalığın ya da psikolojimin berbat hâlde olmasını işaret eden kas ağrılarından başka bir şey değildi.

 

Ayağa kalkıp ellerime baktığımda, uzun süredir asilzade gibi renkli ve konforlu alanlarda yaşamadığımı gösteren belirtilerle karşılaştım; ellerim kurumuş, çatlamıştı.

 

 

 

Henry içeri girdi, yüzünde yine şımarık tavrıyla güne başlamıştı anlaşılan.

 

“Günaydın ağabey! Neden ellerini izliyorsun?” dedi, sırıtıp yatağına oturarak. Cevap vermediğimi görünce yatağına uzanıp yukarı bakmaya başladı.

 

“Kurumuş ve çatlamış olması seni düşündürdü değil mi? Acaba ne kadar zamandır Milruna’dan ve güzel sarayımızdan bu kadar uzaktayız? Hiç bu kadar uzak kalmamıştık,” dedi nötr ses tonuyla. Karnının üstünde uzandığında yüzüme gülerek baktı: “Kuş sütüyle beslenen Milruna prensi ve kralı şimdi eski püskü bir çadırın içinde Milruna’ya, öldürülmeden ulaşmaya çalışıyor,” dedi aynı soğuk ses tonuyla.

 

 

 

Başımı iki yana sallayıp derin bir nefes verdim. “Sabah sabah üstüme çok geliyorsun, Henry. Git başkalarıyla uğraş,” dedim. Bazen çok can sıkıcı olabiliyor, bazen ise çok sessiz ve ciddi birisine dönüyor. Açıkçası onun tavırlarını kestiremiyorum.

 

 

 

Yatağından çıkıp ayağa kalktı, iki elini de havaya kaldırıp teslim oluyormuş gibi: “Tamam, daha fazla uğraşmak yok. Sadece seni kahvaltıya çağıracaktım. Gecikme, erken gel,” dedi, çadırdan çıkmadan önce sözlerini yavaşça söyleyip.

 

 

 

Ben ise bize verdikleri rahat ama eski püskü kıyafetleri giyip yüzümü yıkamak için nehre gittim. Dışarı çıktığımda hava çok sıcaktı; parlak güneş gözlerimi kamaştırıyor, yakıyordu. Hemen nehre yöneldim yavaş adımlarla. Nehre vardığımda yansımamla bakıştım. “Kral Wild! Sefalet içindesiniz,” dedim, suyun üzerindeki yansımamla bakışırken. Yüzüme birkaç kez sabahın soğuk suyunu vurdum. Daha sonra omzumda getirdiğim beyaz havluyla yüzümü kuruladım.

 

 

 

Kahvaltıya geldiğimde Henry’nin Kleora’nın yanında oturduğunu ve iştahla yemek yediğini fark ettim. Onu hiç bu kadar iştahlı görmemiştim; aşk yüzünden başı dönüyor olmalı. Ama anlaması lazım, o bir insan ve yaşlanıp 40 ya da 50 yıl sonra ölecek. O zaman ne yapacaksın prens? O zaman kalbine nasıl “yas tutma” diyeceksin? Aşkın acısı bizi ölüme kadar sürükler, bunu benden daha iyi biliyor ve âşık olmamak için kalbini koruyordun. Ne oldu sana?

 

 

 

Kleora’nın yanında oturmasına rağmen kadın onu hiç fark etmiyor gibiydi. Salim ise kenarda oturup yemek yemiyor, bakışlarını onların üzerine dikiyordu.

 

 

 

Olivera: “Geç, otur Wild; sana da birkaç parça kek getireyim. Alfred çok lezzetli elmalı kekler yapmış bu sabah. Bir tatman gerek,” dedi, hemen ayağa kalkıp neşeli bir ses tonuyla.

 

“Çok memnun olurum,” diye cevap verdim tebessüm ederek.

 

 

 

Çok geçmeden Olivera, elindeki tepside yaklaşık 5 tane kek ile birlikte geldi. Tepsiyi oturduğum kütüğün üzerine bırakıp “Buyurun,” dedi tebessümle.

 

 

 

Hemen bir tane aldım ikram edilen tepsiden. Küçük bir kekti ve kenarlarında ince çizgili nakışlar vardı. Bir dilim alıp yemeye başladığımda elma aroması hemen ağzımda yayılmaya başladı.

 

 

 

Ozarius: “Nasıl, dostum? Beğendin mi? Eminim sizin saraydakinden daha lezzetlidir,” dedi. Aslında çok lezzetliydi ancak saray aşçısı Bay Dorfiy’in keklerinin yanından bile geçemezdi. Ben de bu gerçeği kendilerine söylemek isterken Henry’yi fark ettim. Yüzüme tehdit eder gibi bakıyordu, sanki gerçeği söylersem hoşnut olmazmış gibi bir ifade vardı yüzünde. Bu yüzden kardeşimin aşkının ve arkadaşlarının hoşnut olacağı bir cevap vermem gerektiğini düşündüm.

 

 

 

“Ahh, şey… harika! Bizim saray aşçımız eline su bile dökemez. Çok yetenekliymiş bu Alfred. Lütfen bir ara beni de tanıştırın kendisiyle,” dedim neşeli bir ses tonuyla.

 

 

 

Henry bakışlarını yüzümden çekip hiçbir şey olmamış gibi tekrar kekini yemeye odaklandı. Bu çocuk, Kleora’nın kalbini kazanmak için sanırım çok fazla çaba sarf ediyor. Keşke ona o gün kalbini kazanma konularını açıp desteklemeseydim. Hiçbir elf bir insana âşık olamaz. Elflere bahşedilen uzun yaşam lütfu, insanların kısa yaşamıyla denk gelemez. Henry bir süre sonra evlendiği kadının gözlerinin önünde yaşlanıp öleceği gerçeğini kaldıramaz. En yakın zamanda onu uyarmalıyım! Bu göz ardı edilemeyecek kadar ciddi bir konu! Üstelik o şu an aşkın büyüsüne kapılmış durumda. Bu durumdan onu kurtarmalıyım.

 

 

 

Bütün gün kılıç antrenmanı yapıp okçuluk becerilerimiz üzerinde çalıştık. Akşam yemeğinde Henry yine Kleora’nın yanına geçip oturmuştu.

 

Kleora, “Hey! O kadar yer varken neden hep yanımda oturuyorsun?” dedi.

 

Henry, tek kaşını kaldırıp “Bunda ne gibi bir yanlış var?” diye sordu. Kleora ciddiyetini bozmadan bakmaya devam edince,

 

Kleora “çok kaşınıyorsun prens!” diye uyardı.

 

Henry ise umursamadan dudağının kenarını kıvırdı: “Sadece senin yanında kaşınma içgüdüm tetikleniyor.”

 

 

 

Bu manzaraya daha fazla dayanamayarak onunla konuşmaya karar verdim; bu mesele ciddiydi, uzatamazdım.

 

“Henry! Seninle hemen konuşmamız gerek!” dedim sertçe ayağa kalkarak. “Çadırda seni bekliyor olacağım.” Sadece onun şaşkın yüzünü izledim. Sonra çevredeki meraklı bakışları fark edince dudaklarımda küçük bir tebessüm belirdi: “Siz yemeğinize devam edin, biz hemen geliyoruz.”

 

 

 

Çadıra hızlı adımlarla gidip girişte ayakta bekledim.

 

Henry içeri girince, “Umarım yemeğimi ihmal edecek kadar ciddi bir konudur, ağabey,” dedi soğuk bir sesle. Hem öfkeliydim hem tedirgin.

 

“Prens, ciddi misin?”

 

“Anlamadım, hangi konuda?”

 

“İnsan kadın… Kleora’ya olan aşkından bahsediyorum.”

 

“Sana şaka gibi mi geliyor?”

 

“Açıkçası evet, bana şaka gibi geldi!”

 

 

 

Sözlerimi duyunca kollarını göğsünde kavuşturdu; yüzünde tahammülsüz bir ifade vardı.

 

“Başka diyeceğin yoksa böldüğün yemeğime döneceğim.”

 

“Dediklerimi şaka mı sanıyorsun, prens? Çok ciddiyim, küstah tavırlarını bırak!” İlk kez ona bu denli öfkeliydim; onun için endişelenmeye başlamıştım.

 

Henry gözlerini devirip saçlarına elini geçirdi. “Bu konunun ciddi hiçbir yanı yok. O kadına âşık oldum, evet! Dünde sana söyledim. Çekinilecek yaşta değilim artık.”

 

“O bir insan, prens!”

 

“İnsan olması hiçbir şeyi değiştirmiyor!” dedi gözlerime dik dik bakarken.

 

“Çok şey değiştirir! O yaşlanacak, gözlerinin önünde her gün yaşlanacak ve öl—”

 

“Yeter! Devamını getirme,” diye sözümü kesti. “Bunların hepsini biliyor ve kabul ediyorum. Bu benim sorunum, ağabey. Sen kendi sorunlarını hallet ve bu konuya karışma!”

 

 

 

Tam o an Henry sağ kulağını hafif oynattı. Ağzımı açıp bir şey diyecekken “Şşt!” diyerek sessiz olmamı işaret etti. Çadırın önünden zırhlı gölgeler geçiyordu. Ardından kolumu sıyırıp geçen bir ok gördüm. Kısık bir “Ah!” çıktı ağzımdan; elime baktığımda kan aktığını fark ettim.

 

Henry, tedirgin bir sesle “Saldırıya uğradık,” dedi.

 

 

 

Yataklarımızın başucundaki kılıçları kaptık, dışarı fırladık. Sığınaktaki elfler ve insanlar saldırıya uğramıştı; çadırlar ateşe veriliyor, herkes öldürülüyordu. Islak kamp bezi tıslayarak tutuşmuş, yanık derinin ağır kokusu havaya karışmıştı. Bağırışlar ve kılıç sesleri havayı doldurduğunda yükselen bu süslerle yaşadığım şoktan aniden uyandım.

 

Henry, “Ağabey, Kleora’yı kurtarmam gerek!” diye fısıldadı.

 

“Sen git, bunlarla ben baş ederim,” dedim. Koluma onaylarcasına iki kez dokundu, koşarak Kleora’nın çadırına gitti.

 

 

 

O sırada Ozarius’un bana doğru koştuğunu gördüm; sağ olduğunu anlayınca biraz rahatladım, fakat peşindeki düşman askerler etrafımızı sardı. Ozarius tetikte adımlarla geriye çekilip sırtını bana yasladı.

 

“Diğerleri atları alıp çıkana kadar dayanmamız gerekiyor,” diye fısıldadı.

 

Kılıcımı kavrayıp çevremizi saran düşmanları süzdüm. Hazır bekliyor, kılıçlarını öne tutuyorlardı. Zırhlarının tam ortasında kızıl incil yaprağı izi vardı. Bu gördüğümde Zarivoranın askerlerini olduğunu anlamıştım.

 

Ozarius’la sırt sırta verip kenetlendik.

 

“Hazır mısın, eski silahşör?”

 

“Hazırım,” diye titrek bir ses duyuldu.

 

 

 

Sekiz kişiye karşı ikimiz fazlaydı. “Buradan sağ çıkmalısın Wild; daha Aphrida’yı kurtaracaksın!” diye kendime fısıldadım.

 

 

 

İlk askerin kılıç darbesini engelleyip karnına güçlü bir tekme savurdum. Diğeri kılıcını yüzüme indirirken başımı eğip karnına kılıcımı sapladım; ayağımla bastırıp kılıcı geri çektim. Tam o anda Ozarius’a saldırmak isteyen birini fark ettim ama önümdeki düşman darbelerini de savuşturmam gerekiyordu. Kılıcımı kaldırıp iki darbeyi birden karşıladım; yine de önümdeki adam yaralı koluma vurmayı başardı. Acıyla “Ah!” diye inledim.

 

 

 

Birden karanlıktan gelen oklar düşmanları göğüslerinden ve başlarından vurdu; hepsi yere yıkıldı. Arkamı döndüğümde Olivera’yı gördüm.

 

“Stall’lar hazır! Prens ve diğerleri de gelecek; hemen sığınağın arka tarafına!” diye bağırdı.

 

 

 

Sessiz, hızlı adımlarla arka tarafa geçtik; kimse yoktu.

 

“Prens ve diğerleri nerede?” dedim.

 

Olivera atların iplerini çözerken Ozarius cevap verdi: “Sanırım çıkamadılar.”

 

“Onları almaya gidiyorum!” diye ileri atıldım.

 

“Hayır!” diye Olivera sertçe karşı çıktı. “Zaman yok. Seni de kaybedersek tek şansımız biter; savaşı başlamadan kaybederiz, anlıyor musun?”

 

“Prensi geride bırakamam!” dedim.

 

Ozarius öne atıldı: “Siz atlara binin. Ben prensi getiririm, söz.”

 

Olivera sözümü kesti: “Tamam Wild, bin şu lanet olası ata! Hepimiz gebermeden!”

 

 

 

Söz dinledim; ata bindim çünkü haklıydılar: sadece kendimizi değil, bütün İhsen dünyasını düşünüyorduk. Olivera da atına biner binmez “Deh!” diye haykırdı. Ozarius’a dönüp, “Sana güveniyorum!” dedim. Başını sallayıp sığınağa koştu. O uzaklaşırken Olivera’ya yetişmek için dizgine asıldım: “Deh!”

 

 

 

..................................

 

Henry’nin anlatımıyla

 

Çadırdan çıkar çıkmaz koşarak Kleora’nın çadırını bulmaya çalıştım. Kleora’nın çadırına beş adım kalmıştı ki bezi alev aldı, turuncu dili geceye savruldu.

 

“Yol verin!” diye bağırdım ama boğazımdaki duman sesimi boğdu. Çadırın ateş aldığını gördüğümde kalbim çırpındı, ellerim buz kesti. Tek düşündüğüm, ona bir şey olmasına izin vermeyeceğimdi.

 

 

 

İçeri girdiğimde Kleora ağlayarak Salim’le kavga ediyordu. Salim onun bileğini sıkmış, dışarı çıkarmaya çalışıyordu.

 

Onları görür görmez tek bir soru geçti aklımdan: Ne oluyor burada?

 

 

 

Kleora, gözyaşları içinde, “Hayır! Seni geride bırakıp gitmeyeceğim. Sen benim ailem gibisin! Seni de kaybetmek istemiyorum! ANLAMIYOR MUSUN?” diye bağırdı. Onu ilk kez böyle görüyordum.

 

Salim gözlerine bakarak kısık sesle “Özür dilerim,” dedi ve ani bir hareketle Kleora’nın boynuna vurdu. Darbe, Kleora’nın bilincini kaybetmesine yol açtı. Yere yığılmadan önce onu tuttum, yavaşça yere bıraktım. Salim’in bu yaptığı içimde öfke patlamasına sebep oldu; yüzüne bir yumruk attım. Salim aldığı yumruk darbesi yüzünden burnundan akan kanı fark edip eliyle silmeye çalıştı.

 

 

 

“Ona nasıl zarar verirsin!” dedim kükreyerek

 

“Zamanımız yok, prens. Onu al ve buradan gidin. Burada kalıp diğerlerini korumak gerekiyor. Onun kimsesi yok; Zarivora ailesini katletti ve tek yaşama sebebi, nerede olduğunu bile bilmediği erkek kardeşi. Onu sana emanet ediyorum,” dedi, hızlı ve titreyen bir sesle.

 

 

 

Bu sözler boğazımda bir yumru oluşturdu. Hemen yerde yatan Kleora’nın bilinçsiz bedenini titreyen ellerimle kucağıma aldığımda parmak uçlarım sızladı. Kleoranın gözyaşları içinde masumca yüzüne yerleştirdiği baygın ifadesine baktım. Bu kadının ölümlülüğü, kalbimdeki herşeyi yakıyor.

 

Hemen çıkmaya yöneldim. Kapıdayken son kez arkamı dönüp Salim’e baktım:

 

“Ölmemeye çalış! Sen, Kleora’nın değer verdiği tek insansın,” dedim ve hızla dışarı çıktım.

 

 

 

Salim de peşimden geldi; üstümüze koşan askerleri savuştururken karanlıkta Ozarius’un beni çağırdığını gördüm. Yanan çadırlardan çıkan boğucu duman yüzünden ikimiz de nefes alamaz olmuştuk. Nefes alamadığım ve boğazım yandığı için öksürüyor diğer tarafdanda bizi kurtarmak için koşmaya çalışıyordum.

 

Kucağımdaki insan kadının ilk kez bu denli savunmasız olduğunu görmek içimi titretti. Onu korumalıyım ve hep koruyacağım! Kleora’nın çadırı alev alev yanarken Salim, önümüzdeki düşmanlarla savaşmaya devam ediyordu.

 

 

 

“Komutanım, iki kişi şu tarafa doğru koştu!”

 

“Siz onları yakalamaya gidin!”

 

Ağaçların dalları, rüzgârla birlikte yanık kokusunu taşıyordu.

 

Gecenin sessizliği, bir anda çığlıklarla parçalandı. Zarivora’nın askerleri, gaddar metal çizmeleriyle kampın üzerine çullanmıştı. Alevler çadırlara sıçrıyor, duman gökyüzüne yükseliyordu.

 

 

 

Kleora’yı kucağımda sıkıca tutuyordum. Gözleri hâlâ solgundu ama huzurla kapalıydı.

 

 

 

Ozarius önden koşarken dişlerini sıkarak fısıldadı:

 

— “Atlara, arka geçitten! Burada kalırsak yakalanırız!”

 

 

 

Yere düşen meşalelerin aydınlattığı çamurlu patikadan geçerken arkamızda patlayan bir çadır kulaklarımı çınlattı. Kleora’nın saçlarına is bulaştı.

 

Bir an için duraksadım; elleri titriyordu.

 

 

 

— “Seni koruyacağım insan… Her ne olursa olsun.”

 

 

 

Ozarius aniden ileri sıçradı. Bir düşman askeri yolunu kesmişti. Kılıcını düşmana hızlı hareketlerle savurduğunda, askerin kesilen gırtlağından akan kanlara tanık oldum. Parmakları, boğazından süzülen sıcak ve koyu kırmızı kanın göğsüne kadar inmesini fark ettiğinde gözleri irice açılmış, korku dolu bakışlarla eline bulaşan kana bakıyordu. Ozarius, son bir kılıç darbesini de askerin göğsüne saplayıp sol eliyle onu çuval gibi yere itti.

 

 

 

— “Hareket et, Henry!”

 

 

 

Ağaçların arasında yokuş aşağı bir geçit belirmişti. Bu geçit, atların bağlandığı küçük bir ahıra açılıyordu. Ay ışığı yalnızca birkaç saniyeliğine yön gösterdi.

 

 

 

Ama… Arkadaki ayak sesleri gitgide yaklaşıyordu. Düşmanlar bizi fark etmişti.

 

 

 

Geriye bakmadan koşuyordum. Kalbimde yalnızca Kleora’nın nefesi vardı.

 

Kucağımda, olan bitenden habersiz, baygın ve savunmasız bir şekilde yatıyordu.

 

Ozarius önde, hızlı adımlarla ilerliyor, bizim için yolu açıyordu.

 

 

 

Bir ok, hızlı bir hareketle yanımdan geçip Kleora’nın başını sıyırdı.

 

Ona daha da sıkı sarıldım. Onu korumalıydım!

 

 

 

Ve sonunda…

 

Atlar!

 

 

 

Atları gördüğümde, uzun süredir tuttuğum nefesi sonunda ciğerlerimden dışarı salabilmiştim. İki tanesi hâlâ sağdı. Ozarius’la birlikte nefes nefeseydik. O hemen eyerlerden birine atladı.

 

 

 

Kleora’yı bir battaniyeye sarıp dikkatlice atın üzerine yerleştirdim. Ardından ben de bindim.

 

 

 

Arkamızdaki çalılıklar hışırdadı. Askerler yaklaşıyordu!

 

 

 

Ozarius bağırdı:

 

— “Sıkı tutun! Ormanın batı çıkışına, şimdi!”

 

 

 

Ve o an, ikimiz de atlarımızla birlikte karanlığı yararak fırladık.

 

Duman, alev ve çığlıklar hâlâ geride kalıyordu. Biz ise geride yalnızca yanan bir barınak ve düşman nefesi bırakarak uzaklaştık.

 

 

 

Deh! Kudretli atlar!

 

Bizi bu lanet yerden uzaklaştırın. Bizi çıkışa, nefes alabileceğimiz uzak bölgelere götürün.

 

Kleora hâlâ kucağımda baygındı. Gecenin karanlığı daha fazla ilerlememizi zorlaştırıyordu. Ne atlar ne de biz önümüzü doğru dürüst görebiliyorduk.

 

Heyecan ve bu kaçış kalbimin atışlarını göğsümü yakacak kadar hızlandırmıştı.

 

 

 

— “Buralarda duralım, Ozarius. Yeterince uzaklaştık. Hava aydınlandığında tekrar harekete geçeriz. Atları da biraz dinlendirmemiz gerek.”

 

 

 

— “Tamam, Henry. İlerisi orman. Ormanın girişine gidelim. Ateş yakıp ısınırız. Atlar da beslenir, su içer.”

 

 

 

Başımı sallayarak onayladım.

 

Atları serbest bıraktık. Ateşi yaktıktan sonra kenarına oturup sessizce izlemeye başladım.

 

Kleora hâlâ battaniyeye sarılı halde yanımda yatıyordu. Hâlâ uyanmamıştı.

 

Ateşin çıtırtısı, az önce yaşadığımız anıları tekrar zihnime kazıdı.

 

Çocukların ve kadınların acı dolu çığlıkları…

 

Yanan çadırlar…

 

Ve Salim’in, geride kalmadan önce söylediği o son sözler…

 

Hepsi kalbime saplanıyor, elimden fazlası gelmediği için içimi yakıyordu.

 

 

 

Ateşi izlerken Ozarius’un alçak ve ifadesiz sesi beni anılarımdan çekip aldı.

 

 

 

— “Aklından neler geçiyor?”

 

 

 

Başımı hafifçe iki yana salladım.

 

— “Hiçbir şey.”

 

 

 

— “Sanırım barınakta kaldığınız günden beri ilk kez seninle doğru düzgün zaman geçirme imkânım oldu, Henry. Bana biraz mesafeli, yeni kişilerle tanışmayı sevmeyen biri gibi geldin. Hatta başta seni bayağı egolu sanıyordum ama zamanla öyle biri olmadığını gördüm.”

 

 

 

— “Sana egolu olduğumu düşündüren neydi?” diye sordum. Bakışlarımı yüzüne kenetlemiş, ama içinde merak veya bunalım olmayan bir ifadeyle.

 

Onun yüzünde hafif kırık bir tebessüm vardı. Wild’in uzun beyaz saçları gibi saçları da dağınıktı.

 

Dizlerini kırıp oturmuş, ellerini rahatça dizlerinin üstünde birleştirmişti.

 

 

 

— “Bilmem.” dedi o tebessümle. “Hangi prens sarayın konforundan ayrılıp bizim gibi sıradan kişilerle yemek yemekten keyif alır ki?”

 

 

 

— “Sadece işine sadık biriyim.” dedim ve bakışlarımı tekrar ateşe çevirdim.

 

 

 

— “Belki de öyledir.” dedi pes edercesine.

 

 

 

Sessizlik yeniden çöktüğünde bu kez ben konuştum:

 

— “Söylesene Ozarius, sen doğduğundan beri insanlar arasında mı yaşadın?”

 

 

 

— “Evet. Bu sana alışılmadık geliyor, değil mi?”

 

 

 

— “Öyle. Hikâyelerde anlatıldığı gibi… Gerçekten bencil ve kötü eğilimli canlılar mı?”

 

 

 

— “Evet…” dedi kısa bir duraksamayla. Ardından devam etti:

 

— “Ama… çok iyi yanları da var. Mesela hayatı dolu dolu yaşıyorlar. Hayatlarının sınırlı olduğunu bilmelerine rağmen, başka biri tehlikeye girdiğinde hiç düşünmeden yardım ediyorlar. Kalpleri kırılsa bile defalarca sevebiliyorlar. Yaşlandıklarını bilseler de her yıl doğum günlerini kutluyorlar.”

 

 

 

Ozarius bunları anlatırken yüzündeki hayranlık öylesine belliydi ki, başka bir elf görseydi onun insan olmak istediğini bile düşünebilirdi.

 

 

 

— “Bence sen insanlara hayranlık duyuyorsun, Milruna prensi.” dedi, cümlemin sonunda bir sorunun melodisi vardı.

 

Gözlerimle devamını bekledim.

 

 

 

Ozarius’un bakışları yanımda uyuyan Kleora’ya kaydı. Gülümseyerek başını iki yana salladı.

 

Ne demek istediği çok açıktı.

 

Zaten bu duygularımdan kaçmak gibi bir niyetim yoktu.

 

 

 

— “Hâlâ uyanmadı.”

 

 

 

— “Zaman ver. İnsanlar bazen aşırı şok ve stres yüzünden hayatın gerçekliğinden kaçmak için uykuda teselli bulurlar. Uyandığında kabusa uyanmış gibi hissedecek. Salim’i çok seviyordu…”

 

 

 

Derin bir nefes verdim. Ateşi izlerken başımı çevirip Kleora’nın huzurla uyuyan yüzünü inceledim.

 

Gerçekte o kadar vahşi ve hırçınsın ki…

 

Uyurken nasıl bu kadar masum ve korunmasız görünüyorsun?

 

Bu kadar kısa sürede nasıl oldu da bütün dünyamı doldurdun?

 

Dik başlılığın tüm duvarlarımı yerle bir ederken, bana karşı kayıtsızlığın içimdeki savunmasız ruhu paramparça ediyor.

 

Gardımı indirten senken, nasıl olur da bu kalbime şefkat göstermeyi reddedersin?..

 

 

 

Ozarius: “Yarın Letfus köyüne gideceğiz. Wild ve Olivera yaşlı bir balıkçının evinde ağırlanmış olacaklar.”

 

Başımı onaylarcasına salladım, “O zaman uyuyalım” dedim.

 

 

 

Kleoranın 2 adım uzağında, kolumu başımın altına koyup uzandım. Yüzüm ona dönük şekilde uyku için gözlerimi kapattım.

 

Bir savaşın içerisindeydim, ancak bitmiş bir savaş. Herkes ölmüş, Kleora ise yaralı bir şekilde omzundaki hançeri tutuyordu. Dizlerinin üstüne yığılıp bana bakıp ağlıyordu.

 

“Kaybettik prens! Herkes öldü”

 

Dediğinde gözlerimi irice açıp etrafa bakındım, etrafta elf ve insan askerlerinin cesetleri vardı. Kleora ağlamaya devam ediyordu. Hızlıca bir adım atıp kolumu ona uzattığımda hemen gözlerimi açtım.

 

Bu bir kabustu...

 

Ancak Kleora yanımda ağlıyordu, sessiz tutmaya çalıştığı gözyaşları ve acı dolu hıçkırıklarını duyabilyordum. Arkası bana dönüktü. Ona teselli etmelimiydim? Ancak ben onun hiçbirşeyim değilim ve tekrar öfkelenebilir. O uyuyana kadar baş ucunda bekleyeceğim.

Bölüm : 19.05.2025 23:47 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...