
Henry'nin Anlatımıyla...
Bazen içimde bir boşluk beliriyor. Ne biri doldurabilir ne de ben onu tarif edebilirim. Göğsümde bir sızı gibi... öyle bir an geliyor ki, hiçbir kelime o hissi taşıyamıyor. Kimse anlamıyor. Kimse merhem olamıyor. O boşlukla savaşmak yerine bir süre kabulleniyorsun, sonra cesaretin varsa içini açıyorsun. Kendi ellerinle o yarayı yeniden kanatıyor ve kendi merhemini sürüyorsun. Her gün. Yavaşça. Sessizce. Ben bu süreci tanıyorum. Defalarca yaşadım.
Şimdi aynı yolu Kleora'nın yürüdüğünü görüyorum. Ve kalbim hâlâ küçük bir çocuk gibi üzülüyor.
Yanımda sessizce ağlıyordu. Ona sabaha kadar zaman tanıyabilirdim ama biliyorum, yarın yanında olacağım. Çünkü onun hayatında yer almak istiyorum. Kendi dünyasına beni kabul ettiğinde yanında yürümek istiyorum.
Hıçkırıkları durdu. Yerini derin bir nefes alışverişe bıraktı. Uyumuştu. Bugün onun için çok zordu. Salim'i bir ağabey gibi görüyordu. Saçlarının ateş ışığında parlayışını izledim. Hafif bir esinti siyah telleri dalgalandırdı. Ay ışığı saçlarında yansıyor, onu neredeyse kutsal kılıyordu. Elimi usulca uzatıp saçlarına dokundum. Yumuşak, narin...
"Nasıl bu kadar masum görünüyorsun?" dedim fısıltıyla.
Üzerimdeki ceketi çıkarıp üstünü örttüm. Arkamı döndüğümde Ozarius’un gözlerini bana diktiğini gördüm.
"Uyumuyor muydun?"
Ozarius: "Uyandım. Bana da bir şeyler verir misin? Hava soğuk."
"Uyu. Belki rüyanda görürsün."
Deyip arkamı döndüm.
Ozarius da iyi birisi gibi görünüyor. Ondan zarar geleceğini düşünmüyorum. O da Kleora’nın askerlerinden biri.
Merak ediyorum, Kleora bana ne zaman içini açacak? Ne zaman onun kalbini kazanabileceğim?
Belki de bu hiç olmayacak.
Belki de bir hiç uğruna savaşıyorsun, Henry.
Ama unutmaman gereken bir şey var: Kleora gibi bir kadını bir daha asla bulamazsın.
İlk kez bu kadar kendinden emin, kendi gibi davranan ve ne kadar güçlü görünse de aynı zamanda bu kadar hassas bir kadınla karşılaşıyorum.
Beni büyülüyorsun vahşi…
Ve en acısı da, bundan haberin bile yok.
Göz kapaklarım sonunda ağırlaştığında uykuya dalmıştım. Gözlerimi açtığımda deri ceketimi üzerimde buldum. Ozarius ateşin kenarında duruyor, Kleora ise ortalıkta yoktu.
Güneşin gözüme dokunan ışıkları gözlerimi kamaştırırken, ilk sorduğum şey şu oldu:
— Kleora nereye gitti?
Ozarius’tan cevap gecikmedi:
— Dostum, sen Kleora’ya abayı yakmışsın. Haberin var mı?
Ellerimle gözlerimi hafif ovuşturup oturdum, belimi dikleştirdim.
— Her dakika böyle bir kadınla karşılaşmıyorum, dedim tebessüm ederek.
Ozarius: — Hey, sen gülüyorsun, dedi şaşkınlıkla ve ateşi karıştırdığı ağaç dalını yüzüme tuttu.
— Ve birazdan yanmış, gülünç bir surata sahip olacağım sayende, dedim, kafamı hafif geri çekerek.
— Kleora balık tutmaya gitti. Erkeğini beslemek için balık tutacak, deyip sırıttı.
Tam o sırada bir ağaç dalının sertçe kafasına çarptığını gördüm. Ne olduğunu anlayamadan ellerim kınımdaki kılıcıma gitti.
Kleora elinde büyük bir balıkla çıkageldi:
— Şakaların başkalarının sinirlerini bozabilir, Ozarius. Dikkatli olsan iyi olur!
Balığın kuyruğundan sol eliyle tutuyordu.
Ozarius: — Kafama vurman şart mıydı? Bir gün senin yüzünden hafızamı kaybedeceğim!
Kleora: — Sonrasında sana her şeyi hatırlatmanın bir yolunu buluruz, dedi dudağının kenarını kıvırarak.
— “Yemeğimizi yiyip diğerlerinin yanına gidelim. Zaman daralıyor ve biz daha Milruna’ya varıp diğer ülkelere haber göndermeliyiz.”
Kleora: “Önce yemek, prens.”
Ozarius balığı ateşin üzerinde kızartırken, Kleora’nın ateşi dalgın bir şekilde izlediğini fark ettim. Onun keyfini yerine getirmek istedim.
—“ Kleora, belki biraz yürüyüş yapmak bize iyi gelir. Yemek hazır olana kadar döneriz,” teklif ettim.
Ama reddedileceğimden o kadar emindim ki…
Ancak onun keyfinin yerine gelmesini istiyordum.
Kleora: “Tamam, dedi gözlerimin içine bakarak.”
Doğrusunu söylemek gerekirse bunu beklemiyordum. Belki de gerçekten yürüyüşe ihtiyacı vardı. Kalkması için elimi uzattım ama fark etmemiş gibi davranıp kendi kendine ayağa kalktı.
Ozarius: “Yemeğe gecikmeyin ha! Kendi başıma yerim, haberiniz olsun!”
Bir süre sessizce yürüdük. Hiçbir şey konuşmadan, bakışmadan… Adımlarımız bile sessizdi.
En sonunda bu sessizliği bozmak için çiçekler arasından beyaz bir zambak koparıp ona uzattım.
— Bak, bu senin için, dedim tebessüm ederek.
Çiçeğe baktı, küçük ve kırık bir tebessümle... Ardından bir damla gözyaşı süzüldü şakağından.
Ne olduğunu anlayamamıştım. Onu üzmüş müydüm? Si Lefur! Gerçekten maksadım bu değildi.
Yüzünde bir tebessüm yaratmak istemiştim ama… bu şekilde değil.
— Seni kıracak bir şey mi yaptım? Yaptıysam bilmeden oldu.
Endişemi gören Kleora küçük, alçak tonda bir kahkaha attı
çiçeğe bakarken hafifçe gülümsedi ve başını salladı. “Hayır, öyle değil...” dedi, sesi neredeyse fısıltıydı.
“O zaman nedir? Elbette anlatmak istemiyorsan zorlamam,” dedim yumuşak bir ses tonuyla.
Yavaşça yürümeye başladı. Ben de ters yönden yürüyerek yüzünü görmeye çalışıyordum.
“Bu şekilde yürürsen düşeceksin,” dedi gülümseyerek.
“Olsun. Katlanırım.”
“Canın yanabilir.”
“Olsun, ona da razıyım.”
“İnatçı olduğun için mi?”
“Hayır. Değer verdiğim şeyler nadirdir. Onlara sahip çıktığımda da sonuna kadar bağlı kalırım.”
Kleora bir anda durdu. Bakışlarını benden kaçırdı, tekrar elindeki zambağa çevirdi. “Biliyor musun? Bu, hayatımda ilk kez aldığım çiçek.”
Şaşırdım ama tebessüm ettim. “İnanamıyorum. Seni daha önce tanısaydım, tüm gül bahçelerinden ellerimle güller toplar, sana armağan ederdim.”
“Neden gül?” diye sordu göz kırparken. “Belki başka bir çiçeği seviyorumdur.”
“Hangisi olursa olsun… En sevdiklerini toplardım. Hadi söyle bana: en sevdiğin çiçek hangisi?”
Kleora bir kahkaha patlattı. “Gül,” dedi gülmeye devam ederken.
Onun kahkahasını duymak beni de güldürdü. “O zaman gül olacak,” dedim.
O kadar içten gülüyordu ki, gözlerinde biraz olsun o karanlık geçmişin izleri silinmiş gibiydi. O anda istemsizce fısıldadım: “Melek gibi bir kadınsın.”
Sözlerim üzerine gülmesi durdu. Bir an gözlerimin içine baktı, sonra tekrar zambak çiçeğine döndü. “Eğer bir melek olsaydım… Tanrı tarafından ölüm meleği ilan edilirdim.”
Dediği şey yanlış olabilirdi… ama ona itiraz etmek istemedim. O cümle, yaralarının içinden fışkıran bir kırık yankıydı ve ben buna saygı duydum. Sessizlik yeniden aramıza çöktü.
Biraz daha yürüdükten sonra, yakındaki ağacın altına oturdu. Zambağı elinde döndürürken gözleri uzaklara dalmıştı.
“Biliyor musun prens?” diye başladı usulca. “Babam da anneme hep çiçek alırdı. Ama annemin en sevdiği çiçek orkidelerdi.”
Sesi kısık, kırılgandı. Kalbinin derinliklerinden gelen bir hatıraydı bu.
“Peki sen neden gülleri seviyorsun?” diye sordum, gözüm zambak çiçeğine takılmış halde.
“Rengi hoşuma gidiyor,” dedi sadece. Ardından beklenmedik bir şey oldu:
“Başımı omzuna yaslayabilir miyim?” diye sordu utangaç bir ifadeyle, gözleri yerde.
Kalbim bir anlığına durdu sanki. “Asla reddedemeyeceğim bir teklif sundunuz leydim,” dedim içten bir tebessümle.
Omzuma yaslandığında, sanki kalbime bir damla dokunmuştu. Hafif bir sızı gibi… ama o sızı garip şekilde hoşuma da gidiyordu.
“Baban nasıl biriydi?” diye sordum, içimde bir tedirginlik... Belki haddimi aşıyordum.
Kleora biraz sustu, sonra sessizce anlatmaya başladı.
“Baban nasıl biriydi?” diye sordum. Belki de sormamam gerekiyordu... Belki de haddimi aştım. Ama onu biraz daha tanımak istiyordum, geçmişinde neyin iz bıraktığını bilmek istiyordum.
Kleora gözlerini kısarak ileriye baktı. Sessizce nefes aldı, sonra konuşmaya başladı:
“Babam nazik biriydi. Anlayışlıydı… Ailesini çok severdi. Annem bazen yemek pişiremediğinde mutfağa girerdi. O günlerde ne yiyeceğimi hep bilirdim, çünkü yalnızca havuç çorbası yapmayı bilirdi.”
Yüzünde hafif, buruk bir tebessüm vardı. O tebessümle bile içimi acıttı.
“Sanırım ben asla baban gibi harika birisi olamam,” dedim içimden gelen bir sesle.
Kleora gözlerini kaçırmadan devam etti:
“Babam beni küçükken eğitirdi. Okçuluk ve kılıç antrenmanları yapardık. Diğer kızlar evcilik oynarken, ben her gün antrenman yapmak zorundaydım.”
“Oldukça katı bir eğitim sistemine benziyor... Peki neden bu kadar önem veriyordu buna?”
“Babam, annemle evlenmeden önce gardiyandı. Görev yaptığı zamanlarda, erkeklerin kadınların zarifliğinden faydalandıklarını görmüştü. Bu yüzden bana ‘Kendini koruyabilecek kadar becerikli olmalısın,’ derdi. Zayıf olmamı istemezdi.”
Sustu. Ben de sustum. Bu geçmiş, onun derin bir parçasıydı. Söz söylemek istemedim. Belki yanında sessizce yürümek, her şeyden daha kıymetliydi.
Sonra tekrar konuştu, sesi kısık ama netti:
“Okula gittiğim ilk gün… Annem bana çok güzel bir elbise giydirmişti. Babam bayılmıştı elbiseye, beni görünce ‘prensesim’ demişti… O günü hiç unutmam. Ama o sabah okuldayken, köyümüzün Zarivoran’ın adamları tarafından yağmalandığı haberini aldım. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Koşarak köye döndüm. Evin önüne geldiğimde, kapının hemen önünde… annemle babamın cansız bedenlerini gördüm.”
Sesi titredi. Ben susmaya devam ettim. Konuşmak istemiyordum, çünkü her kelime yetersizdi. Onu dinlemem gerekiyordu.
“Beni, diğer küçük çocuklarla birlikte bir arabaya bindirdiler. Pazarda köle olarak satılmak üzereydik. O anda… erkek kardeşimi gördüm. Yaşıyordu. Onu benden almaya kalktılar. İzin vermek istemedim… ama aldılar. Direndim, kavga ettim. O sırada gösterdiğim becerilerim dikkat çekti. Komutanlardan biri beni satın aldı. Sonra saray ordusuna katıldım.”
Başını eğdi. Bir süre sessizlik oldu. Yanı başındaki zambak çiçeği hâlâ parmaklarının arasında dönüyordu. O narin çiçeği, geçmişinin dikenli anılarına inat nazikçe tutuyordu. Ve bu görüntü… kalbimde yankılanan o küçük sızıya yeniden sebep oldu.
“Salim’le orada tanıştım,” diye fısıldadı sonunda. Gözleri geçmişin karanlık dehlizlerinden bugüne dönmüştü ama sesindeki yara hâlâ tazeydi.
Aramıza yine sessizlik hâkim olduğunda Ozarius’un çağırısını duyduk:
“Gelmeyecek misiniz? Yemeğe başladım ben.”
O an ikimiz de birbirimize baktık ve istemsizce kahkaha attık. Kleora hafifçe başını omzumdan kaldırdı, ben de ayağa kalktım. Kalkması için tekrar elimi uzattım. Bu sefer kabul etti. Elimi tuttuğunda gözlerimin içine baktı ve yüzüne hafif bir tebessüm yerleştirdi.
Kim bilir, belki de onun dünyasına girmeyi başarmıştım?
Elimi tuttuğunda ben de istemsizce tebessüm ettim.
Yemeğe vardığımızda ikimizin de gülümsediğini gören Ozarius sağ kaşını kaldırdı:
“Ohho, ne olmuş burada böyle?”
“Kısa süreli bir yürüyüş herkesin keyfini yerine getirir, öyle değil mi?” diye sordum, Ozarius’a bakarak.
Ozarius yüzüme baktı ve,
“Hayır dostum. Günlerce uyumayı tercih ederim,” dedi.
Ozarius’un bu sözünü duyan Kleora gözlerini devirdi.
Yemeğimizi yedikten sonra tekrar yola koyulduk. Letfus köyü çok uzakta değildi sanırım, yaklaşık iki saatlik bir yoldu.
Ozarius:“Biliyor musun Henry, Kleora bir keresinde askerlerden birini, sırf kendisiyle dalga geçtiği için yüz şınav çektirmişti.”
Bunu duyduğumda gülmek istedim ama Kleora’nın yüzüne baktığımda, Ozarius’un söylediğine öfkelenmiş gibiydi. Kendimi tehlikeye atmamak için Kleora’ya yaltaklık etmeyi düşündüm. Evet, en iyi ve en güvenilir yol buydu.
“O da komutanıyla dalga geçmemeyi bilseymiş,” dedim. Kesin bu cümlem hoşuna gidecekti, eminim.
“Aynen öyle,” dedi Kleora, gözlerini devirerek.
İşte bu Henry! İyi gidiyorsun oğlum! Konu kadınlar olduğunda gururun önemi olmaz.
Ozarius:“Dostum, seninle sohbet etmek çok sıkıcı. Kleora’dan mı korkuyorsun yoksa?”
“Ne? Ben Kleora’dan korkmuyorum, onun hislerine saygı duyuyorum. Dalga geçmek istersen benimle geçebilirsin. Tabii ki izin verdiğimde.”
Ozarius:“Peki şu an izin veriyor musun?”
“Hayır!” dedim sert bir tonla.
Köye vardığımızda atların hızını yavaşlattık. Toprak yollardan geçerken küçük tuğla evler vardı. Küçük çocuklar birbirleriyle oynuyorlardı. Tekrar elfleri ve insanları bir arada görüyordum. Doğrusu bu manzara çok güzeldi ama çocukların üzerlerindeki kıyafetler yırtık ve eskiydi. Oysa Milruna’da bir çocuğun bile üzerinde yırtık bir elbise görmek mümkün değildi.
Kleora bana baktı ve, “Ne düşünüyorsun?” diye sordu.
“Çocukların üzerindeki kıyafetler… onlar çok eski,” dedim, hâlâ onları izlerken.
Ozarius:“Zarivora her aileden fazlasıyla vergi aldığı için kendilerine bir şey almaya imkânları olmuyor. Yemek bulmakta bile zorluk çekiyorlar.”
Kleora da çocukları izlemeye başladı.
“Buradaki çoğu çocuğun karnı aç, prens,” dedi soğuk ve hüzünlü bir ses tonuyla.
Aslında ilk tanıştığımızda Kleora’nın bize karşı neden öfke dolu olduğunu anlamaya başlamıştım. Ve Milruna prensi olarak savaş biter bitmez, ilk işim bu durumu çözmek olacaktı.
“Peki Letfus köyünde, ağabeyim ve Olivera’yı nasıl bulacağız?”
Kleora:
“Kiar’ın evinde olmalılar. Kiar, Olivera’nın babası.”
Ozarius:“Evleri çok uzakta değil. Beş, on dakikaya varırız.”
Küçük bir evin önünde bir insan kadını gördüm; saçları beyazlaşmış, üstü başı kir içinde. Kucağında minik bir bebekle, yalvaran masum gözleriyle bize bakıyordu. Bu manzara çok canımı yakıyordu. Kadının gözlerine baktığımda yutkunamadım.
Kleora:“İnsanların durumu seni etkilemiş gibi?” diye sordu, hâlâ o soğuk ses tonuyla.
Ozarius:“Onların da kaderi bu şekilde, prens. Herkes senin gibi ağzında altın bir kaşıkla doğmuyor maalesef.”
“Savaş bittiğinde bu insanlara gereken bütün yardımı yapacağımdan emin olabilirsin, Ozarius,” dedim kararlı bir tavırla.
Kleora hemen cevap verdi:“Tabii ki savaşı biz kazanırsak.”
Sonunda Ozarius atını durdurdu.
“İşte Kiar’ın evi burası. İçeride olmalılar,” dedi bana bakarak.
Atlarımızdan indik ve eyerlerini evin önündeki küçük demirlere bağladık. İçeri girdiğimizde masanın üstünde bir mum yanıyordu. Olivera ve ağabeyim masanın kenarında oturmuş, bir şeyler konuşan elf adamı dinliyorlardı.
Sanırım Kiar dedikleri adam bu olmalıydı. Yeşil gözlü, beyaz saçlı, siyah tenli bir elfti. 80-90 kilo civarında, uzun boylu birisine benziyordu.
Ağabeyim bizi görür görmez ayağa kalktı:“Sonunda sağ salim geldiniz.”
Olivera:“Neden bu kadar geciktiniz? Kral, öldüğünüzü düşünüp neredeyse depresyona giriyordu!”
Bunu duyduğumda Wild’e baktım.
“Öyle mi ağabey?”
O da gözlerini kapatıp başını iki yana salladı. Gülerek masaya oturdum.
“Öyleyse hiç endişelenme, benden kurtulmanıza imkân yok,” dedim.
Ozarius ve Kleora oturduğumu görünce onlar da masanın kenarına geçtiler.
Kiar:“Ben de siz gelmeden önce yaratılan Tanrıça’dan bahsediyordum.”
“Ne Tanrıçası?” diye sordum.
Mum ışığında gölgelerimiz titriyordu.
Kiar:“Aslında bir efsane var. Cadı Liyana, ölen sevgilisini diriltmek için bütün canlı gruplarından bir hayvan kurban etmiş. Sevgilisi geri dirilmiş ama doğanın dengesi bozulmuş. Herkes birbirini öldürmeye başlamış, yağmur her gün yağıyormuş ama ağaçlar hızla solmaya başlamış. Bebekler doğmuyormuş. Bundan haberdar olan cadılar, krallara ve kraliçelere haber vermiş. Elmont’un en küçük kızını aday olarak seçmişler. Kız üç gün sonra doğum yapmış ve doğanın koruyucusu dünyaya gelmiş. Daha sonra kızdan bebeği almışlar ve kimsenin bilmediği kurak topraklara bırakmışlar. O aslında bir koruyucu değil... O bir Tanrıça. Derler ki, onun gözyaşlarından periler doğar, ayak bastığı topraklar nefes bulur.”
Kiarın sesiyle birlikte içeriye sessizlik çöktü.
Adam bunu söylediğinde istemsizce ağabeyime baktım. Dönüp yüzüme soru sorarcasına baktı.
“Ne?”
“Başımıza daha büyük bir sorun açamazdın ağabey. Kimsenin var olduğundan bile haberi olmadığı Tanrıça mı? Cidden mi?” diye sordum, kaşlarımı çatmış.
Cümlemi duyar duymaz Wild’ın yüzü düştü. Ayağa kalktı ve gözlerini kaçırarak konuşmaya başladı:“Bu yola birlikte çıkmak için beni ve kraliçemizi ikna etmeye çalıştın. En başından beri Aphrida’yı bulmak istediğimi biliyordun ama yine de yardım etmek istedin. Onun benim için ne kadar değerli olduğunu sen de biliyorsun, Henry. Ama sen… bu saçma sapan sorgulamalardan hiç vazgeçmiyorsun!”
Sözlerini tamamlar tamamlamaz kapıyı sertçe açıp dışarı çıktı.
Açıkçası bunu hiç beklemiyordum. Çünkü ben genelde söylenirim ve o hep alttan alırdı. Ama bu kez… galiba gerçekten haddimi aşmıştım.
O çıktıktan sonra kendimi çok kötü hissettim. Çünkü her kelimesinde haklıydı. Ben… gelecek kraliçemiz olacak kadını önemsememiştim.
Dışarı çıktım. Bahçede, küçük bir kütüğün üzerinde tek başına oturuyordu. Yanına yaklaştım ama oturacak yer yoktu, bu yüzden ayakta konuştum:“Üzgünüm, ağabey. Seni kırmak da üzmek de istememiştim. Söylediğin her kelimede haklıydın. Haddimi aştım. Ama bil ki her zaman senin yanındayım, seni destekliyorum. Bunu sakın unutma,” dedim, sol elimi omzuna koyup hafifçe sıvazlarken.
Gözlerini yere dikti. Derin bir nefes aldı.
“Kendimi çıkmaz bir sokakta gibi hissediyorum… Sevdiğim kadını kurtaramıyorum.”
Bunu duyduğumda içimde bir şeyler sızladı.
“Şaka mı yapıyorsun ağabey? Aphrida’yı bulmak için elinde tek bir harita bile yokken yollara düştün. Ve onu bulmayı başardın. Şimdi ise onu kurtarmak için Zarivora'nın kalesine büyük bir orduyla gidiyorsun. Bunlar… gerçekten elinden hiçbir şey gelmeyen bir adamın yapacağı işler mi sence?”
Aramızda sessizlik çöktü. Sonra tekrar konuştum:“Her zaman yanında olacağım. Ve… bazen haddimi aşarsam, lütfen beni affet. Beni tanıyorsun, ben hep söylenmeyi severim.”
Sözlerime gülümsedi.
“Ayrıca Zeyphrus konusunda ben demiştim,” dedim kıkırdayarak.
Güldü. “Hep bu lafı söylemeyi çok seversin,” dedi keyifle.
Bir an durduktan sonra devam etti:
“Kleora konusuna gelince… ne istersen yap kardeşim. Zaten sana karışmak gibi bir niyetim hiç yoktu. Sanırım biraz fazla korumacı davrandım.”
“Ah ağabey, sorun değil. Zaten ne dersen de fikrimden vazgeçmeyecektim,” dedim tebessüm ederek. Ardından ekledim:“Neyse, ben içeri geçiyorum. Bahçede küçük çocuklar var, istersen onlara bak ya da köyü gez biraz.”
Ayağa kalkıp içeri yürüdüm.
İçeri girdiğimde gördüğüm manzara karşısında şaşkına dönmüştüm. Ozarius, Kleora’nın elini tutmuş, avuç içini dikkatle inceliyordu.
“Siz ne yapıyorsunuz?” diye sordum sert bir ses tonuyla.
Olivera hemen araya girdi.
“Sakin ol prens, sadece kader çizgisine bakıyor.”
Bunu duyar duymaz koltuğa yürüdüm, Ozarius’u nazikçe kenara ittim. Kleora ile onun arasına oturdum.
“Ben de merak ettim. Hadi, benim de kader çizgime bak,” dedim.
O sırada Wild içeri girdi, “Ne zamandan beri böyle şeylere ilgi duyuyorsun?” dedi şaşkınlıkla.
Ağabeyime tek kaşımı kaldırarak baktım.
“Şu an ilgimi çekti,” dedim gülerek.
Ozarius elimi incelerken konuştu:
“Geleceğin parlak görünüyor. Yolların açık… hem de çok açık. İstediklerini elde edeceksin, ancak bu kazançların beraberinde derin kalp kırıklıkları getirecek. Gözyaşı görüyorum. Hem mutluluktan hem de kederden… farklı zamanlarda dökülecek bu gözyaşları.”
Sözleri tüylerimi diken diken etti, elimi çekip irkildim.
“Büyücü müsün sen?” diye sordum.
Ozarius yüzüme gülümsedi.
“Hayır. Ama komşumuz bir cadıydı. Küçükken onun çırağıydım,” dedi.
O sırada Kiar pencereleri örtmeye başladı.
“Sanırım yağmur yaklaşıyor. Bu gece burada kalın, yolculuğunuza sabah devam edersiniz.”
Ozarius hemen onayladı:“Bana uyar.”
Ağabeyime döndüm.
“Ne dersin ağabey? Yağmurda yolculuk zor olur. En iyisi burada kalmak,” dedim, gözlerimle ondan onay bekleyerek.
“Tamam,” dedi kısaca.
Yağmur başladığında Kleora dışarı çıktı.
Olivera’ya döndüm. “Nereye gidiyor?” diye sordum.
“Yağmuru çok sever. Yağmur yağınca ıslanmak için dışarı çıkar,” dedi Kleora’nın arkasından bakarken.
“Bu kadın gerçekten kaçık…” diye mırıldandım kendi kendime. Ardından ben de peşinden dışarı çıktım.
Bahçede durduğunu sanmıştım ama hayır… evden uzaklaşıyor, ormana doğru gidiyordu.
“Hey! Nereye gidiyorsun?” diye seslendim.
Arkasını döndü.
“Neden geldin, Henry?"
“Hayatımda ilk kez yağmurda ıslanmak için dışarı çıkan birini görüyorum,” dedim.
“Ama sen de ıslanıyorsun,” diye karşılık verdi.
“Ben… senin için geldim,” dedim.
“Neden?”
Bu soruya cevap vermeli miydim bilmiyordum. Ama o gözlerini kaçırmadan tekrar sordu.
“Neden beni bu kadar önemsiyorsun?”
Derin bir nefes aldım.
“Çünkü… senden hoşlanıyorum!” dedim yüksek sesle.
“Lanet olsun, bu belli değil mi zaten?”
Kleora bir şey söylemedi. Sadece durdu ve gözlerimin içine baktı. Birkaç adım yaklaştı. Parmak uçlarında yükselip yüzüme doğru yaklaştı.
Ne yapacağını kestiremiyordum… Ama sonra… dudakları benimkine değdi. Yağmurla ıslanmış dudakları hem serin hem sıcaktı. Gözlerimi kapattım, bedenimi kontrol edemiyordum. Yüzüme dokunan elleriyle beni daha da içine çekti. Parmaklarıyla sanki ruhumu kutsuyor, öpüşüyle bedenimdeki tüm enerjiyi kendine çekiyordu. Kalbim hızla atıyordu, vücudum daha fazlasını istiyordu.
Ellerimi beline koydum. Bir adım daha yaklaştı. Usulca bana sokuluşu bedenimi titretmeye yetti.
Yavaşça geri çekildi. Gözlerimin içine bakarak gülümsedi:“Sanırım… ben de sana boş değilim,” dedi.
İçim sevinçle doldu.
“İşte bu be!” dedim neşeyle.
Sözlerimle birlikte kıkırdamaya başladı.
Sevincimi tutamadım, bacaklarından tutup onu yukarı kaldırdım. Kahkahalar atıyordu. Islak saçları yüzüne düşmüştü. Ellerini omuzlarıma koydu. Yavaşça yere indirdim ve kucağıma aldım.
Gözlerine bakarak fısıldadım:
“Beni büyülüyorsun, insan kadını…"
Sonra gözlerimi kapatıp yüzümü gökyüzüne çevirdim.
“Aklımı başımdan alıyorsun!” diye bağırdım gülerek.
Tekrar gözlerinin içine baktım… Ve bu kez ben öptüm onu.
Sanki günlerce susuz kalmış gibiydim. Öptükçe daha fazlasını istiyor, duramıyordum.
Ellerini saçlarıma geçirdi. Ben ise onu kucağımda daha da sıkı tuttum…
Dudaklarımız birbirine kenetliyken, Kleora aniden geri çekildi. Gözlerinde o tatlı ama ürkek parıltı vardı. Gülümseyerek konuştu, ama sesi titriyordu:“Henry... ben... hayatımda ilk defa birini bu kadar yakın hissettim. Ama bu his bana özgürlük değil, bir sorumluluk gibi geliyor. Çünkü senin gibi biri... bana kolay kolay rastlamaz. Ya da ben sana.”
Ne diyeceğimi bilemiyordum. Sadece gözlerinin içine bakıyordum. O an Kleora bir adım geri attı, kollarını açtı ve başını gökyüzüne çevirdi.
“Eğer kader bu yolu çizdiyse, bir şeyden emin olmak istiyorum.”
Şaşkınlıkla sordum:“Neden bahsediyorsun?”
Kleora, yağmurun altında bir tür ritüel yapıyormuş gibi davranmaya başladı. Belki ailesinden kalan bir gelenekti? Belki de yağmur altında edilen sözlerin Tanrılar tarafından duyulduğuna inanıyordur? Elleriyle yere dokundu, ardından göğe kaldırdı:
“Tanrıçam Thiador, annemin ruhu, kardeşim Asius’un kalbi adına... eğer bu adam benim kaderimse, o zaman onu sevecek gücü bana ver. Ama eğer yolumuz ayrılacaksa, ona zarar vermemek için kalbimi mühürle...”
Şok içinde ama büyülenmiş gibi izliyordum onu.
Ayağa kalktı ve usulca bana yaklaştı. Çok yavaş, neredeyse fısıldar gibi kulağıma konuştu:
“Şimdi sıra sende.”
Önce ne yapacağımı bilemedim. Ama sonra onunla aynı şekilde diz çöktüm ve konuşmaya başladım:“Tanrıçam, bilmiyorum... seni ne kadar anlıyorum ya da duyuyorsun ama... Eğer Kleora’nın kalbine tutunacaksam, bu yükü taşımaya hazır olayım. Onunla yan yana olmayı kader değil, seçimim olarak istiyorum.”
Başımı çevirip Kleora’ya baktım. O da bana bakıyordu. Bir süre sessizlik hâkim oldu ortama. Sonra yüzündeki ciddiyeti gördüğümde kahkaha atmaya başladım. O da beni görünce gülümsedi, ardından o da kahkahayla güldü.
“Bir daha böyle ciddi olmamalıyız... Korkutuyorsun beni,” dedi Kleora.
“Kabul et, etkileyiciydim,” dedim gülerek.
Bir an Kleora duraksadı. Uzaktan bir kurt uluması duyuldu. Gülümsemesi birden kayboldu.
“Burada kalamayız. Bir şey geliyor,” deyip elimi tuttu ve eve doğru koşmaya başladı.
Ne olduğunu anlayamadan ben de onunla birlikte koşmaya başladım.
İçeri girdiğimizde, el ele tutuştuğumuzu gören Ozarius alayla seslendi:
“Ohh, âşıklar sizi!”
Kleora kapının arkasını kilitledi ve masanın yanındaki sandalyelerden birine oturdu.
“Sessiz olmalıyız. Bir şey gelebilir. Kurt uluması duydum, belki de bizi arıyorlardır.”
Kiar, odanın köşesindeki havada asılı duran bir mumu yaktıktan sonra konuşmaya başladı: “Kurtlardan değil, haberci baykuşlardan çekinmeliyiz. Bugün siz geldiğinizde birini ağacın üzerinde, sizi izlerken gördüm.”
“Haberci baykuşlar mı? O da ne? Eğer kuş bizi izlediyse, çoktan haber vermiştir,” dedim, masanın kenarına otururken.
Olivera araya girdi:“Sakin ol prens. Kuşun icabına bakıldı.”
Ozarius açıklamaya başladı:“Haberci baykuşlar diğer baykuşlardan farklıdır. Gözleri ve tüyleri simsiyah olur. Uzaktan bakıldığında kargaya benzetebilirsin.”
Wild ciddi bir ses tonuyla:"Eğer bizi gözlemleyen bir kuş varsa, başkaları da gelecektir. Gün doğar doğmaz buradan ayrılmalıyız."
Kiar onaylayarak konuştu:“Haklısınız, kralım. Ancak sessiz gidin. Köyden ayrılana kadar bir saat ses çıkarmamaya çalışın. Kuşların kulakları çok keskindir.”
Wild başını yukarı aşağı sallayarak onayladı. Ben ise Kleora’ya döndüm: "Üzerine kuru kıyafetler giysen daha iyi olur. Hastalanabilirsin.”
“Tamam,” dedi Kleora ve ayağa kalktı. Olivera ona yolu gösterdi.
Wild ve Kiar sohbet ederken Ozarius yanıma yaklaştı:
“Hey dostum, istersen sen de Kiar’ın odasına geç. Üstündekiler kuruyana kadar kuru bir şeyler giyersin.”
Bu teklifi kabul etmek zorundaydım. Islak kalmak gerçekten huzursuz ediciydi.
Akşam olmuştu. Ozarius, ben ve Wild salonda uyuyorduk. Ağabeyim kanepede, ben ve Ozarius yerdeki döşeklerdeydik.
İçim mutluluktan kıpır kıpırdı. Ama uyumam gerekti. Sadece birkaç saatlik uyuma şansım vardı. Gün doğar doğmaz buradan gitmeliydik
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.24k Okunma |
587 Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |