
Hapsedilmek nedir? Hapsedilmek sadece demir parmaklıklar ardına kapatılmak mı demektir? Zor durumda kalıp, köpek gibi denileni yapmak zorunda kalmak da hapsedilmek değil midir? Her gün kendine umutlar vaat edip, ama çıkmaz bir döngüye girerek o umutları hayale çevirmek de hapsedilmek değil midir? Sadece fiziksel olarak mı hapsediliriz? Yalnızca demir zincirler mi gerekir özgürlüğümüzden mahrum kalmamız için? Kalbin özgürlük için yanıp tutuşurken, bedenine kanat takamamak hapsedilmek değil midir?
Ben de özgürlüğümden mahrum bırakılmıştım işte. Evet, bedenime zincirler, prangalar takılmamıştı. Evet, bir zindana kapatılmamıştım. Ama ben de hapsedilmiştim. Her gün demirlikleri görüyor, ellerimle tutuyor ama o demirlikleri kıramıyordum.
Sadık bir hizmetkarken, iyi bir yoldaşken bana her türlü isim takıldı: Köpek, şerefsiz, pislik, hain, yılan...
Ancak ben hiçbiri değildim. Ben sadece kızını korumaya çalışan bir babaydım. Belki bir kral kadar donanımlı değildim, belki bir cadı kadar güçlü de değildim ama ben de bir koruyucuydum.
Her şey o gün başladı. O gün gökyüzüne karanlık çöktü, dünya benim için sonsuz bir geceye dönüştü.
Kral Aldarin’e hizmet ettiğim zamanlarda bir aşçı cebime bir mektup bıraktı. Mektubu açtığımda yalnızca şu cümle yazıyordu:
“Ailen seni bekliyor. Eve gel, ancak kimseye haber vermeye kalkışma.”
İlk başta anlam verememiştim. Belki kızım şaka amaçlı yazmıştı. Belki evde beni bekleyen bir sürpriz vardı.
Ama bu cümle, içime korku ve tedirginlik de serpti. Kalbim endişeyle çarpmaya başladı. Ya bu, Milen’in oyunlarından biri değildi?
Hızla üzerime köylü kıyafetleri geçirip saraydan ayrılmayı planladım. Odama geçip saray kıyafetlerini çıkardım, halktan biri gibi görünecek sade kıyafetlerimi giyip merdivenlerden indim. Tam o sırada Büyük Prens karşıma çıktı, elinde bir kitap vardı. Kahverengi kısa saçları, hafif sakallı yüzü ve yeşil gözleriyle dikkat çekiyordu. Boyu yaklaşık 1.90’dı.
Geheris: “Acelen mi var, Zeyphrus?”
“E-Evet Prensim. Saray mutfağı için almam gereken birkaç şey var. Bay Tauran şimdi söyledi. Hızla alıp döneceğim,” dedim tebessüm ederek.
Geheris: “Tamam. Geri geldiğinde benimle Tureng dilinde pratik yapalım. Hâlâ insanların dilini öğrenmekte zorlanıyorum.”
“Tabii ki, Prensim,” diyerek başımı eğdim.
O da “Tamam,” deyip yavaşça uzaklaştı. Prens kıyafetleri, onu bir elf olarak çok görkemli gösteriyordu. Yaklaşan baloda tüm prensesler onunla dans etmek için sıraya girecekti.
Hızla saray kapısına yöneldim. Gardiyanlara “Kapıyı açın!” diye emir verdim. Onlar sözümü dinlerdi çünkü işçiler arasında en yüksek makama sahiptim.
Kapı açılır açılmaz saray ahırına doğru koştum. Arabayla gitmek istemedim; ne olur ne olmaz. Atı kendim sürersem daha hızlı varırım diye düşündüm. Ahıra vardığımda kahverengi bir at beni bekliyordu — benim atım: İliya. Dişi, sadık bir attı.
Hızla ata binip dizginleri elime aldım.
“Deh!” dedim, atın karnına hafifçe bastırarak. Komutumu duyar duymaz harekete geçti.
Yaklaşık 20 dakika sonra evimizin önüne vardım. Kapının önünde sade, süssüz bir at arabası vardı. O an kalbim yerinden çıkacak gibi attı. Endişe bütün ruhumu sardı. Hızla içeri daldım.
Evin içinde siyah kıyafetli, siyah maskeli, uzun boylu askerler vardı.
“Ne istiyorsunuz?” dedim, gözlerim karımı ve kızımı ararken.
Bir sandalyeye bağlanmışlardı. Ağızları kapatılmış, sesleri kesilmişti.
Onları gördüğüm an gözlerim fal taşı gibi açıldı, boğazım kurudu.
“Ne istiyorsunuz?!” diye yineledim, bu kez daha yüksek sesle.
Askerlerin arasından biri yaklaştı. Yüzü kapalıydı ama diğerlerine kıyasla daha kısaydı.
“Sen Zeyphrus musun?” diye sordu.
“Evet benim! Ne istiyorsun söyle! Karımı ve kızımı hangi hakla alıkoyarsınız?!”
“Sakin ol, Zeyphrus. Dinleyeceklerini dikkatle dinlemen senin yararına. Biz Zarivora'nın askerleriyiz. Ondan yana olmanı emrediyoruz.”
“Yeter artık! Buna daha fazla müsamaha gösteremem! Karşınızda Milruna kralının yardımcısı duruyor! Bunun ne anlama geldiğini biliyor musun?!”
“Sanırım yeterince açık konuşmadım. Zarivora senden rica etmiyor, emrediyor. Artık onun malısın. Reddedersen sonuçlarına biz karışmayız.”
“Burasını ne sandınız? Zarivora sürgünde! Saçmalamayı kesin!” diye bağırdım.
O sırada hançerini çıkardı ve karımın yanına yaklaştı.
“Sana tekrar soruyorum. Zarivora’ya itaat edecek misin?”
Karımın boğazına hançeri dayadığında, korkudan inlemeye başladı. Gözlerinden yaşlar akıyor ama reddetmemem için başını iki yana sallıyordu.
“Dur! Dur!” diye bağırdım titreyen sesimle. Onlara doğru hamle yaptığımda askerler beni yakalayıp durdurdu.
O asker yeniden konuştu:
“Sana şans veriyorum. Zarivora’ya itaat et. Saraydaki pozisyonuna geri döneceksin ama bizim dediklerimizi gizlice yapacaksın.”
“Seni pislik! Kralıma ihanet mi edeyim diyorsun?” diye bağırarak askerlerin kollarından kurtulmaya çalıştım.
Karım tekrar ağlarken başını iki yana salladı. Yapma diyordu. Sakın kabul etme.
“Benim canımı al!” dedim bağırarak, kekelerken. “Beni öldür!”
“Sence bunu yapar mıyım? Meyve yemek istiyorum diye altın bıçağımı kirletir miyim?”
“Lütfen yapma!” diye yalvardım. “Başka ne isterseniz, ne derseniz yaparım. Ama ihanet hariç!”
“Sanırım hâlâ anlamıyorsun,” dedi, hançeri karımın yüzünde gezdirirken. “Hayat kötüdür Zeyphrus. Kırarak, inciterek öğretir.”
Sonra hançeri karımın boğazına yerleştirdi.
“Hayır!” diye bağırdım.
Hançer karımın boğazına saplandı. Fışkıran kan yüzüme sıçradı. Kızım, korkudan bağlı olduğu sandalyeden kaçmaya çalışıyordu.
Karım, bağlı olduğu sandalyenin üzerinde can çekişirken gözlerim açılmış, hiçbir ifade olmadan izliyordum. Şoka girmiştim. Ruhum bedenimden ayrılmış gibiydi.
Bir dakika boyunca çırpındı… sonra sustu. Gözlerini kapattığında dizlerimin üstüne yığıldım.
“Bitti,” dedim. “Her şey bitti.”
Yüzümde hâlâ o donuk ifade vardı. Karımı kaybetmiştim. Benim yüzümden öldürülmüştü. Her şey benim yüzümdendi.
Kızımın çığlıklarını duymuyordum, onu göremiyordum bile. Gözümün önünde yalnızca yerde yatan karım vardı. Masum ela gözlerini kapatmış, siyah saçları kana bulanmıştı.
Uyuyor gibiydi. Huzurluydu. Kalbim artık acıyı bile hissedemiyordu.
Kızımı sandalyeden alıp götürdüler.
“Sana üç gün veriyoruz. Kızını da kaybetmek istemiyorsan Zarivora’nın emirlerine itaat edeceksin,” deyip çıkıp gittiler.
Ben ise yerde yatan karımı izleyerek, hâlâ donuk bir ifadeyle, yalnızca tek bir cümleyi tekrarlıyordum:
“Bitti... Her şey bitti.”
Karımın cansız bedenine sarıldım.
Bağırdım, öfkelendim, ağladım. “Teodora” diye ismini andım. Sanki kalbimi göğsümden ayırıyorlardı, gözümün yaşına bakmıyorlardı. Teodora’nın yüzünü göğsüme bastırmış, başımı geri tutarak isyan çığlıklarıyla ağlıyordum:
“HAYIIIR! BENİM YÜZÜMDEN!"
İşte o günden sonra Zarivora kızımı esir almıştı. Zindanda tutuyor, asla dışarı çıkmasına izin vermiyordu.
Canım kızım, babasının masum Mileni...
O günden beri Zarivora’ya itaat ediyorum.
Belki bileklerime prangalar vurmadılar ama kalbimde bir yara bıraktılar.
Şimdi elimde bir tepsiyle tekrar Milen’in yanına gidiyorum. Kaç gündür etle besliyorlardı. Elflerin et yemediklerini herkes bilir. Onun hiçbir günahı yoktu.
Benim daha sadık olmam için ona zarar veriyorlardı.
Bugünkü tepside diğer günlerden farklı olarak patates ve salata vardı.
Milen bu tepsiyi gördüğünde çok sevinecekti.
Alıkonulduğu günden beri zindanlarda büyüdü.
Zarivora’nın kalbi; iyilikten, dürüstlükten ve şefkatin sıcaklığından mahrumdu.
Sırf ağabeyi tarafından sürgün edildi diye, bir elfin kalbi nasıl olur da bu kadar kin dolu, elleri bu kadar günahla lekeli olurdu?
Elflerin barışçıl, sadık ve iyi niyetli canlılar olduğu bilinen bir gerçektir. Ancak Zarivora, türümüzün belki de ilk sapkın örneğiydi.
Zindanlara giderken merdivenlerden geçiyordum. Her tarafta yanan meşaleler, bu soğuk beton yeri biraz da olsa aydınlatıyor, bastığım adımları görmeme imkân sağlıyordu.
Bir sürahi su ve bir kap patatesli salata götürüyordum kızıma. Tepsinin yanında bir adet elbise vardı.
Her gün yemek saatinde yemeği ona ben götürür, onu kendi ellerimle beslerim.
Bazen gözlerine dalıp gittiğimde kalbime bir sancı düşer.
Yeşil gözleri, bana istemsizce Tiadora’nın bakışlarını anımsatır.
Merdivenlerden indiğimde demir parmaklıklarla kaplı zindan bölmeleri görünüyordu.
Birkaç dakika boyunca koridorda yürüdüm.
Sonunda onun bölmesine geldiğimde yere oturdum ve onu izledim.
Bir döşeğin üzerinde uyuyordu.
Sanırım ayak seslerim onu uyandırmıştı.
“Baba, sen mi geldin?” diye sordu, hâlâ uzanırken.
“Evet kızım. Sana elbise ve yemek getirdim,” dedim.
Yavaşça uzandığı yerden kalkıp gözlerini ovuşturarak bana baktı.
Benden aldıkları gün küçük bir kızdı, ama artık büyümüş ve genç bir kıza dönüşmüştü.
“Bugün seveceğin bir yemek getirdim, birtanem,” dedim tebessüm ederek.
“Et olmasın da, ne olursa olsun,” dedi sitem ederek.
Patates salatasını gördüğünde, “Si Lefur! Çok açım ve bugün et yok!” dedi sevinçle.
“Burada yeni bir elbise de var, bak,” dedim elbiseyi ona uzatarak.
O yemeğe başlarken, ben de yüzümde bir tebessümle sessizce onu izliyordum.
“Buradan çıkmamıza az kaldı, kızım,” dedim saçlarını okşayarak.
“Baba, lütfen beni kurtarmak için kimseye zarar verme,” dedi, yemeğini bir anlığına bırakıp gözlerimin içine ciddiyetle bakarak.
Ancak onun gözlerinin içine bakarken asla yalan söyleyemezdim.
Sadece yutkundum ve gözlerimi başka tarafa çevirdim.
“Seninle çok güzel bir evde yaşayacağız. Bahçesine istediğin çiçekleri ekersin,” dedim, ellerimi tekrar saçlarında gezdirirken.
“Komşularımız da olacak mı?” diye sordu ve ekledi: “Milruna’ya geri dönecek miyiz?”
“Evet kızım. Buradan kurtulalım, istediğin her şey olacak. Baban her şeyi yapacak.”
“Bugün hangi masalla geldin baba? Lütfen bu sefer de *‘Beyaz At’ın Altın Umutları’*nı anlatma,” dedi sitemle yemeğine devam ederken.
“Hayır kızım. Bu sefer sana bir trolün masalını anlatacağım,” dedim, elimi saçlarından çekip dizlerimin üstüne koyarken.
“Troller gerçek değildir baba!” dedi kıkırdayarak.
“Nereden biliyorsun? Baban inanıyor,” dedim gülerek.
Milen: “Tamam o zaman. Anlatın bakalım Bay Zeyphrus. Leydi Milen sizi dinliyor,” deyip yemeği bir kenara bıraktı ve boğazını temizleyip, tebessüm ederek dikkatli gözlerle beni izledi.
“Derler ki, troller kimsenin bilmediği, henüz keşfedilmemiş yerlerde yaşarlarmış. Boyları 1.10 ile 1.30 santim arası olurmuş. Trollerin köyünde, Tahlornk’ta bir trol varmış. O diğer trollerden farklıymış, çünkü onun boyu diğer hepsinden uzunmuş. Tam 1.70 boyundaymış.”
Milen hemen atıldı: “Kadın mıymış?”
“Evet, bir kadındı. İsmi Hilaya’ydı. Hilaya, boyu yüzünden evden çıkmaz, çıktığında da hep kötü sözlere maruz kalırmış.”
Milen kaşlarını çattı: “Neden o köyde yaşıyormuş ki? Ben olsaydım hemen çıkıp giderdim.”
“O da senin yapacağını yapmış. Hilaya bir gece eşyalarını toplayıp köyden uzaklaşmış. İnsanların köyünde yaşamaya başlamış.”
“Eee sonra ne olmuş?”
“Bu sefer de Hilaya, gücüyle diğerlerinden farklıymış. Gücüyle demiri bile bükebiliyormuş. Ancak bu yüzden insanlar onu yargılamış, alay etmişler.”
Milen iç geçirdi: “Ooff... bu daha da kötü hissettirirdi...”
“Evet. O da öyle hissetmiş. Sonra ağlayarak ormanın derinliklerine gitmiş. Orada bir elma ağacının dibine küçük bir kulübe yapmış. Orada yaşamış. Bir kış akşamı, yaralı bir adam kapısına dayanmış. Bir askermiş. Hilaya ona yardım etmiş ve onu içeri almış.”
Milen kaşlarını çatıp hemen yorumladı: “Ona güvenmemesi gerekirdi.”
“Ama bu asker... Hilaya’nın ona gösterdiği şefkat, adamın kalbini kazanmış. Zamanla askerin vücudu iyileşirken, kalbi de aşka tutulmuş.”
“Peki evlendiler mi?”
“Kim bilir? Bu bir efsane.”
“Off baba ya... şimdi uykumda bile onları göreceğim.”
Kahkaha attım. “Ama şöyle düşün, en azından hikâye kötü sonla bitmedi.”
Milen kaşlarını kaldırarak cevapladı: “Ama iyi sonla bittiğinin de güvencesini veremezsin.”
Milen’le konuşurken gardiyanlardan biri yanıma geldi.
“Efendim! Lord Zarivora sizi çağırıyor.”
“Tamam,” deyip ayağa kalktım.
“Akşam Bayan Lithena’yı yanına göndereceğim canım. Sana banyo yaptırıp pijamalar getirecek,” dedim.
“Tamam baba,” deyip tekrar yerdeki döşeğine geri yöneldi.
Gardiyanla birlikte Zarivora’nın yanına gidiyorduk. Benden bir adım önde yürüyor, elindeki gösterişli mızrağını taşıyordu.Sonunda Zarivora’nın bulunduğu salona vardığımızda, öndeki iki gardiyan kapıları açtı. Beni getiren gardiyan ise arkasını dönüp işine geri döndü.
Zarivora’yı gördüğümde eğilerek,“Beni çağırmışsınız lordum,” dedim.Zarivora başını kaldırdı:“Evet Zeyphrus. Haberci kuşlar kral ve prensin yerini bulmuşlar. Halkım bana karşı isyan başlatmış. Gizlice bir sığınakta, onları koruyorlarmış.”
Zarivora’nın yanında karısı Leydi Ehliya ve kızı Leydi Liana vardı.Liana sarı saçlı, mavi gözlü bir elftir. Gerçi annesi insan, babası elf olduğu için ona melez demek daha doğru olur.
Zarivora sinsice gülümsedi:“Akşam sığınaklarını yağmalayın. Kadınları ve çocukları öldürün. Erkekleri de esir alıp bana getirin.”Ben başımı eğerek sordum:“Efendim, peki Milruna kralı ve prensi için ne yapalım?”
Leydi Ehliya öfkeyle konuştu:“Beceriksiz askerlerin yarım bıraktığı işi tamamlayın. İkisini de öldürün!”Ancak Leydi Liana, annesinin bu sözlerini duyar duymaz öne atıldı:“Halkınıza zarar vermeniz yetmedi mi? Onlara çektirdiğiniz acılar, işkenceler… Ne bu güç zehirlenmesi? Ne zaman duracaksınız?”
Zarivora gözlerini kıstı:“Tatlım, bu işe karışma. Annenle ben gerekeni yaparız. İstediklerimiz olduğunda herkes refah içinde yaşayacak.”
Liana ise gözyaşlarını tutmadan, sesi titreyerek ama yüksek bir tonla cevap verdi:“Bunların gerçekten olacağına inanmıyorum, lordum. Eğer niyetiniz buysa sadece lordlukla yetinirdiniz. Ailenizin ve halkınızın refahını düşünürdünüz. Milruna kralını, tahtından feragat etmesi için işkenceye maruz bıraktınız. Doğanın koruyucusunu zindanınızda tutsak ettiniz. Üstelik canını da alacaksınız. Sırf güç uğruna! O güç arzusu sizi yutuyor. Farkında bile değilsiniz. Leydi Ehliya da farkında değil, çünkü size olan aşkı gözlerini kör etmiş!”
Zarivora gözlerini bana çevirdi ve soğukkanlılıkla konuştu:“Zeyphrus, lütfen Leydi Liana’yı buradan çıkarır mısın?”“Elbette efendim,” dedim. Leydi Liana’ya döndüm,“Leydim, lütfen bu taraftan,” diyerek kapıyı gösterdim.
Liana elbisesinin uçlarını tutarak yürürken arkasına dönmeden,“Çok pişman olacaksın baba. Bir kez olsun kızını dinlemiyorsun,” dedi.Kapıyı ona açtığımda gözlerimin içine bakarak konuştu:“Üzgünüm Bay Zeyphrus. Babamın size yaptıkları için özür dilerim.”
Ben ise dürüstçe cevapladım:“Leydim, bu sizin suçunuz değil. Lütfen özür dilemeyin. Karıma ve kızıma yapılanlar, basit bir özürle geçiştirilecek türden değil.”
Leydi Liana bazen zindana inip kızımla sohbet eder, onunla vakit geçirirdi. Arkadaş gibiydiler. Liana’nın hiçbir suçu yoktu. Çok bilinçli, akıllı ve anlayışlı biriydi. Kızım onu çok severdi.
Leydi Liana’yı odasına bıraktıktan sonra askerlerin yanına inerek zırhlarını kuşanmaları ve kılıçlarını hazırlamaları için emir verdim:“ASKERLER! LORD ZARIVORA’NIN EMRİDİR. AKŞAM İŞGAL VARDIR! HERKES ZIRHLARINI KUŞANSIN, KILIÇLARINI ALSIN!” diye bağırdım.
10 yıldır askerlerle birlikte eğitim alan genç bir insan çocuğu yanıma yaklaştı:“Ben de işgale katılabilir miyim, Bay Zeyphrus?”“Kesinlikle hayır. Daha 17 yaşındasın. Olmaz.”“Ama kendimi hazır hissediyorum…”“Hayır dedim. Kararım değişmeyecek. Lütfen ısrar etme, evlat,” diyerek arkamı döndüm.
Bu çocuk güvendiğim ve samimi olduğum nadir kişilerden biriydi. Onu asla kaybetmek istemezdim.Ben de zırhımı kuşandım. Sonra askerlerle birlikte yemek yedik. Yemek bitince herkes görevini yerine getirmek üzere atlara bindi; ben de dahil.
Herkes atlara bindiğinde krallığın kapısına doğru ilerledik. Burası krallığın tek girişi ve tek çıkışıydı.“Kapıyı aç, Molant!” dedim nötr bir ses tonuyla.Molant, beyaz saçlı, mavi gözlü bir elfti.“Tamam, efendim,” diyerek hemen emrimi yerine getirdi.
Yaklaşık 100 kişilik bir orduyla, Zarivora’nın tarif ettiği bölgeye yaklaşıyorduk. Bizi oraya götüren, ileride uçan haberci bir kuştu.
Otuz dakikalık yolculuğun ardından sonunda sığınağı görebildik. Gece çökmüştü, kamp ateşleri yanıyordu. Ancak sığınağa varır varmaz, kılıçlarımızı elimize aldık ve atlarımızdan indik. Askerlere tekrar emir verdim:
“Otuz kişi sola, otuz kişi sağa gitsin. Her yeri yakıp yıkın. Kadınları, yaşlıları ve çocukları öldürün. Erkekleri esir alın, ellerini bağlayıp buraya getirin.”
Sonra geriye kalanlara dönüp, yüzümdeki sert ve korkunç ifadeyle,
“Siz de benimle gelin. Ne bulursanız yakın ve yıkın,” dedim.
Askerler, söylediklerimi harfiyen uyguluyordu. Herkes katlediliyordu. Çocukların acı dolu çığlıklarını duymamak için gözlerimi sıktım. Ama kulaklarımı kapatmak mümkün değildi, buna zaman da yoktu.
Ben bir katildim.
Kılıcını masumlara doğrultan, emirle hareket eden bir katil.
Alevler, çadırların üstünde bir ejderha gibi kükrerken, yanan cesetlerin kokusu havayı kaplamıştı. Acı içinde çığlık atan kadınlar, çocuklarını korumak için can havliyle çırpınıyordu.
Yaşlılar yalvarıyor, çocuklar ağlıyor, kadınlar korkuyla çığlıklar atıyordu.
Bir kadın, yanıklarla dolu yüzüyle ayağıma sarıldı.
“Lütfen bize acıyın! Lütfen yapmayın!” diye yalvarıyordu.
Daha fazla dayanamadım.
“Yeter bu kadar! Askerler, geri çekiliyoruz! Bütün erkekleri toplayın!” diye bağırdım.
O an, çadırın önünde geçmişte sarayda çalışan bir hekimi gördüm. Yanına yaklaştım ve fısıltıyla,
“Sana zarar vermeyeceğim. Geride kalanlara yardım et ve saklan,” dedim.
Başını onaylarcasına salladı.
Ben verilen emre itaat eden bir işçiydim.
Hayır…
Neden kendimi kandırıyorum?
Ben bir katildim. Bahanelerin ardına saklanan bir katil.
Kılıcımı kınına yerleştirip atlara doğru yürüdüm.
Ancak esir alınan erkeklerin arasında ne kral ne de prens vardı.
Bir asker yanıma yaklaşıp,
“Efendim, hangisi kral ve prens? Öldürelim,” dedi.
Başımı iki yana salladım.
“Hiçbiri değil. Burada yoklar. Geri dönüyoruz,” dedim ve ata binerek sığınağın karanlığından uzaklaştım.
Esir edilen erkek elf ve insanların elleri iplerle bağlanmıştı. Uzun bir ip, on esirin bileğine birden bağlanmıştı. Aynı ipin ucunu askerler tutuyor, ileride yürüyorlardı. Bu yüzden geri dönüşümüz uzun sürdü. Sonunda Svelyn topraklarına vardığımızda, tekrar o dev giriş kapısıyla karşılaştık.
Kapıyı gördüğümde,
“GELDİK MOLANT! KAPIYI AÇ!” diye bağırdım. Cümlem biter bitmez kapılar açıldı ve biz içeri girdik.
“Esirlerle ilgilenin! Ben lordu görmeye gidiyorum!” dedim askerlere.
Kapının girişinde attan indim. Atın yelelerini okşayıp sadece onun duyabileceği bir sesle konuştum:
“Bana şans dile, dostum.”
Derin bir nefes verdim.
Ağır adımlarla sarayın yolunu tutarken kalbim istemsizce göğsümde hızla atmaya başladı. Sanki bir şeylerin olacağını seziyor, beni uyarıyordu.
Gardiyanlar beni gördüğünde sarayın kapısını açtılar. O büyük salona girdiğimde, lord tahtta oturuyor, gelişimi bekliyordu.
“Lordum,” diyerek saygıyla eğildim.
Zarivora: “Söyle Zeyphrus! İşi bitirdin mi?”
Bu soru kalbimin daha da hızlı atmasına neden oldu.
Sakin ol Zeyphrus... Sadece olanları söyleyeceksin, çekinecek bir şey yok...
“Lordum, emrettiğiniz gibi her yeri yakıp yıktık. Kadınlar, yaşlılar ve çocuklar öldürüldü. Erkekleri ise esir alıp saraya getirdik. Ancak Milruna Kralı’nı ve Prensi’ni ne kadar arasak da bulamadık,” dedim ifadesiz bir yüzle, soğuk bir ses tonuyla.
Ancak Zarivora sözlerimi duyar duymaz hızla ayağa kalktı:“Bir işi bile beceremedin! Beceriksiz! Benim için en önemlisi kralın ve prensin kelleleriydi. Ancak sen bu işi bile yapamadın!” diye bağırdı öfkeyle.
Yanında oturan eşi Leydi Ehliya ise,
“Sakin olun Lordum. Belki de onları buldu ama bizden saklıyor?” dedi gözlerini kısıp beni izleyerek.
Bu söz öfkenin ateşine odun attı.
Zarivora: “Doğru mu bu Zeyphrus?”
diye kükredi.
Yine saygıyla eğildim ama kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Yutkundum.
“Bir yanlış anlaşılma var Lordum. Ben asla öyle bir şey yapmam. Ben sizin sadık hizmetkârınızım,” dedim.
“Başını kaldır, Zeyphrus!”
diye buyurdu yüksek sesle.
Başımı kaldırdım. O ise gardiyanlara dönüp
“Leydi Milen’i buraya getirin!” dedi.
Kendimi tutamadım, dudaklarımdan kelimeler döküldü:“Lütfen Lordum! Ben size sadık bir hizmetkârım. Lefur meran ilhas, melta thiem lemif astium!”
(Tanrı biliyor, görüyor, işitiyor. O benim şahidimdir.)
Eğildim, bir kul gibi yalvararak. Yalvarışımı görünce, zindana yönelen gardiyanlara tekrar emir verdi:“Durun! Gerek kalmadı.”
Gardiyanlar yerlerine döndü. Zarivora tahtına geri oturup alnını kasvetle sıvazladı: “Ne yapacağız Ehliya? Milruna’ya varmaya çalışıyorlardır. Ordularını toplayıp müttefiklerini çağırırlarsa savaş başlatacaklardır.”
Ehliya: “Sakin olun Lordum. Ayine çok az zaman kaldı. Ayin günü Tanrıça’yı öldürürseniz güçleneceksiniz. O zaman değil bir ordu, milyonlarca ordu bile size karşı koyamayacak.”
Zarivora: “Ya ayinden önce savaş başlatırlarsa? Ya ayin günü saldırırlarsa?”
Ehliya: “O zaman biz de karşılık veririz. Ama şimdi düşünmeliyiz. Kurtulduklarına göre yakın zamanda üzerimize gelirler. Müttefik olduğunuz Laurasyalıları unutmayalım. Onlarla müttefik olmak için yıllardır komplolar kurdunuz.”
Zarivora: “Peki, onları nasıl ikna edeceğiz?”
Ehliya: “Bu plan sinsi ve akıllıca olmalı. Onlara çarpıtılmış bir gerçek sunmalıyız.”
Zarivora: “Ne gibi?”
Ehliya: “Tanrıça’nın varlığını onlara anlatacağız. Milruna Kralı Wild’ın Tanrıça’yı zindanda tutsak ettiğini ve gücünü ele geçirmeye çalıştığını söyleyeceğiz. Siz de bu zulme karşı durmak isteyen bir lider olarak savaş başlatacaksınız. Tanrıça’nın yaşam için ne kadar önemli olduğunu anlatacağız. İnsanlar zaten Milruna halkından nefret ediyor. Bize inanacaklardır.”
Zarivora: “Güzel bir plan Leydim. Aklınızın keskinliği herkesi gölgede bırakır,”
dedi dudağının kenarına sinsice bir gülümseme yerleşirken.
Ben ise derin bir nefes alıp verdim.
“Si Lefur… Kızıma dokunmayacaklar.”
İçimden Tanrı’ya şükrettim.
Zarivora: “Çekilebilirsin Zeyphrus.”
dedi göz ucuyla bakıp başını çevirirken.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.24k Okunma |
589 Oy |
0 Takip |
26 Bölümlü Kitap |