20. Bölüm

19 cu bölüm "Ay Işığında Endişe"

Sona Askerova
sonyammm

Henry'nin anlatımıyla

Saat 6 sularıydı, eşyalarımızı toplayıp sakince Kiara'nın evinden çıktık. Gitmeden önce Olivera babasına sarıldı.

Olivera: “Ben olmadığımda kendine iyi bak baba. Savaş bittikten sonra geri geleceğim ve hayatımıza devam edeceğiz. Askerliği bırakacağım.”

Kiar: “Mihten ahlas kızım! (Mihten ahlas – Umarım, İnşallah) Mihten ahlas!”

Babasına tekrar gözleri yaşlarla dolu bir şekilde sarıldı Olivera. Bu sefer sımsıkı sarılıp, bütün özleminin bedeninde kırılıp parçalanmasına izin verdi.

 

Tekrar ağaçlara bakmaya çalıştım, belki haberci baykuş vardır diye. Ancak etraf o kadar karanlıktı ki hiçbir şey göremedim.

“Etraf çok karanlık… Ya haberci baykuşlar tekrar bizi gözetliyorsa?” dedim Kiara'ya bakıp.

Ozarius: “Onlardan korunmak için bir büyü yaptım. Bizi göremezler.”

Ozarius'a döndüm: “Sen cadı mısın?”

Ozarius: “Hayır dedim. Cadılık öyle kolay değil. Kutsal bir kan lazım, ve elflerde büyücü kanı yoktur. Yaptığım büyü, eskiden komşumdan öğrendiğim bir büyüydü. Bir dua gibi.”

“Lefur’la (Tanrı) konuşabileceğin bir büyü mü bu?” dedim gözlerimi kısmış.

Ozarius iç çekti: “Tanrı’yla kim konuşabilmiş ki ben konuşayım? Bu, sadece kutsanma duası.”

 

Wild’e dönüp baktım, Kleora ile birlikte beni izliyorlardı.

“Ağabey, hatırlat. Bu kutsanma duası mı büyü mü neyse, saraya döndüğümüzde öğrenelim,” dedim tekrar gözlerimi kısmış.

 

Kleora bir kahkaha attı, gelip dudaklarıma sıcak bir öpücük kondurdu. Geri çekildiğinde nazik elleri hâlâ yüzümdeydi.

Kleora: “Tatlım, sana yolda ben öğretirim. Benden iste, yeter ki,” dedi gözlerimin içine bakarak tebessüm ederken.

 

Açıkçası şu an aldığım öpücükten sonra erimiş ve yanan bir muma dönmüş gibiydim. Duaya falan ilgimi kaybettim desem yalan olmaz.

 

Gözlerinin içine hayranlıkla bakarken belini kavrayıp kendime çektim.

“Hmm. Şu an bir büyücü olduğunuzu ispatlamış oldunuz, leydim.”

 

Romantizm dolu anımızı ağabeyim yüksek sesle öksürerek bozdu.

“Öhm! Öhm!”

Ona ters ters bakarken, işaret parmağıyla Kiar’ı gösterdi.

Hmm… Yani “Onun yanında daha fazla ileri gitmeyin,” demekti bu.

 

İç çekip alnımı Kleora’nın alnıyla birleştirdim ve gözlerimi kapattım.

“Prensesim olacağın günleri sabırsızlıkla bekliyorum, vahşim,” dedim fısıldayarak.

 

İçten kıkırdamasını duyduğum an yavaşça geri çekildi. Ağabeyime baktım:

“Mutlu olduğum anlara çok güzel çomak sokuyorsun ağabey,” diyerek sitem ettim.

Bunu duyduğunda, ağabeyimin dudağının kenarı kıvrıldı.

 

Kleora atına binip ilerledi:

“Gelin! Melekler yolumuza ışık tutsun,” dedi yavaşça, atını ileri doğru sürerken.

 

Ben de atıma bindim ve geridekilere baktım:

“Atlarınıza binmek için neyi bekliyorsunuz acaba?”

Ozarius: “Sakin ol dostum, geliyoruz,” dedi, bineceği ata yönelirken.

 

Bir süre yol aldıktan sonra Wild atını yanıma sürdü. İçten bir kıkırdama sergiledi.

“Ha ağabey, ne oldu?” dedim tek kaşımı kaldırarak.

Boğazını temizleyip:

“Aşk bana göre değil ağabey! Ben aşk adamı değilim ağabey,” dedi, birini taklit edermişçesine. Ancak sesini Kleora duymuyordu.

 

“Ağabey ne yapıyorsun? Sessiz ol, Kleora duyabilir. Mutluluğumu başlamadan bitireceksin,” dedim fısıldayarak.

Tekrar sessiz bir kahkaha attı.

“Tamam. Tamam. Bir şey demedim.”

 

Herkes değişebilir. Ben bile. Ben de bir canlıyım ve hayat hâlâ beni sınıyor. Bu yüzden değişmek benim için güzel bir şeydi. Bu bir nevi karakterimin gelişmesiydi.

Aşk ile değişim… Hmm, kulağa çok güzel geliyor.

 

Bir süre daha sessizce yolumuza devam ettik. Gökyüzünde güneş belirmeye başlamıştı, sabah yeni yeni doğuyordu. Artık acıkmaya ve yorulmaya başlamıştım. Zaten sırtımdaki kırbaç yaralarının izleri daha tam iyileşmemişti, ata bindiğimde hâlâ ağrıyordu.

 

Kleora atını durdurdu:

“Sessiz olun! Atlarınızın yelelerini bırakın,” dedi, emir verir gibi, yüksek ve mesafeli bir ses tonuyla.

 

Hepimiz sessizce ne olduğunu anlayamadan dediklerini yaptık. Birkaç adam sesi duydum. Uzaktan kahkahalar atıyorlardı. Kleora’ya kaşımı kaldırıp

“Ne oluyor?” dercesine bakışlar attım.

 

Birkaç dakika sessizce öyle bekledik. Biraz daha yaklaştıklarında, arabalarının tekerleklerinin sesi de kahkahalarıyla birlikte duyuluyordu.

Tekrar olduğumuz yerde kaldık. Daha fazla yaklaştılar. Bu sefer çocukların ağlama sesleri de duyuluyordu. Ama bu normal ya da yüksek sesli bir ağlama değildi. Mırıldanarak sızlanıyorlardı.

 

Kleora dikkatli bir şekilde atını ileri doğru sürdü. Ben de atımla onu takip ettim. Geridekiler de hareketlendiğimizi görüp bizi izlemeye başladılar.

 

Sonunda yükselen kahkahaların sahiplerini görmüştük. Yaklaşık on beş ya da yirmi tüccardı. Çocukları arabaya tutsak etmiş, bir yere götürüyorlardı.

Onları gördüğümüzde, biraz geride, ağaçların ve çalıların arkasında, görünmeyecek şekilde izliyorduk. Daha bizi görmemiş, fark etmemişlerdi bile.

 

Kleora atından indi ve omzuna bağladığı peleriniyle yüzünü yalnızca gözleri görünecek şekilde kapattı. Ben de onunla birlikte attan indim. İleri doğru adımladığında kolundan tutup geri çektim:

“Yapma, geri dur. Ben halledeceğim,” diyerek fısıldadım.

Bütün bedenim onun bu riski almasına karşı çıkıyor, bakışlarım içimdeki isyanı belli ediyordu.

 

O ise kolunu tuttuğum elimi avuçlarının içine aldı ve küçük bir öpücük kondurdu. Ardından saklandığımız çalıların ardından çıkarak tüccarların önüne yürüdü.

Ben de onun arkasından gittim. Kendini bu denli tehlikeye atmasına izin veremezdim.

 

Kleora tüccarların önüne geçip,

“Çocuklar neden arabada?” diye ciddi ve ağır bir ses tonuyla sordu.

Tüccarlar kahkaha attı:

“Neden sordun? Seni de mi alalım?” dediklerinde, öfke hızla vücuduma yayıldı.

 

“Bu ne cüret! Başın bedenine ağır mı geldi, tüccar?” dedim yüksek ve öfkeli bir ses tonuyla, Kleora’yı savunmak için önüne geçerken.

 

Tüccarlar kahkaha atmaya devam ettiler. O anda ağabeyim ve diğerleri de arkamızda belirdi.

 

Sakallı ve kısa boylu bir adam kıkırdayıp:

“Bak Martin! Bize zarar vereceklermiş,” dedi sırıtarak.

Yüzündeki ifade, hayatımda görüp görebileceğim en tahammül edilmez ifadeydi.

Zeyphrus’tan sonra bu diyebilirdik. Daha sonra nefret sıramda Zarivora pisliği var tabii ki.

 

Yanında seslendiği diğer adam ise,

“Hmm! Gelsinler bakalım, kim kime zarar veriyormuş,” dedi.

Arkada duran, sıska ve kel bir başka adam:

“Adamları öldürün! Kadınlara zarar vermeyin. Akşam eğlence yaparız,” dedi, dudağının kenarı kıvrılırken.

Gözleri, arkamda duran Kleora’yı izliyordu.

 

Bu kadarı yeterliydi. Daha fazla o pis ağızlarıyla konuşmalarına izin veremezdim.

Öne atıldığımda, tutsak olan çocuklar yüksek sesle ağlamaya ve yalvarmaya başladı:

“Yardım et ağabey! Yardım et amca!”

Ellerini arabadan bana doğru uzatıyorlardı.

 

Adamlar kılıçlarını kuşandılar. Öne atıldığımı gören ağabeyim ve Ozarius hızlı adımlarla öne geldiler.

 

Ozarius:

“Şeyy… Aslında komutan Kleora bunları tek eliyle halledebilirdi. Bize ihtiyaç var mı? Daha sonra bana öfkelenecek… Ahh,” dedi iç çekerek.

 

İleri atıldım ve bir adamı iki hamlede kılıcımla yere serdim.

Kılıcım, az önce pislik gibi konuşan adamın karnından girip sırtından çıkmıştı.

Kılıcı kendime doğru çektim:

“Bunun tadı nasıldı, pislik?” dedim.

 

Ve o, sancı içinde ağzından kan kusarken cevap bile veremeyip gözlerini irice açtı.

Kılıcımı sapladığım yerden geri çıkarıp diğerlerine yöneldim.

 

Ağabeyim ve Ozarius da boş durmuyor, geride kalan pislikleri hallediyordu.

Yaralılar yerde sızlanırken, Kleora canlarını almak için vücutlarına hançerlerini saplıyordu.

 

Daha sonra gelip elini omzuma koydu:

“Şimdi benim sıram, tatlım. Bak, sevgilin neler yapabiliyor,” dedi, kınındaki iki hançeri çıkarmış halde.

 

Öne doğru hızla atıldı ve kılıcını, profesyonel bir suikastçı gibi, hiç zorlanmadan tüccarların üzerinde dans ettirdi. Sıradan bir komutandan çok daha becerikliydi. Hançerlerini, hedef aldığı kişilerin tam gırtlağına saplıyor, kan fışkırmasına rağmen çekip çıkarıyordu. Ancak ne saçlarına ne de yüzüne bir damla kan bile bulaşmamıştı. Bu işte yıllarca çalışıp tecrübe kazandığı, her hareketinden belli oluyordu.

 

Ozarius, ben ve ağabeyim sadece beş kişiyi etkisiz hâle getirebilirken, Kleora diğerlerinin işini hiç yorulmadan bitirmişti.

 

En sona, “Kadınları bana bırakın,” diyen adamı sakladı. Üzerine bir cellat gibi yavaş adımlarla yürürken, kılıcından kan damlıyor, gözleri öfke ateşiyle parlıyordu.

 

Tüccar, korku dolu bakışlarla sordu:

“Kimsin sen?”

Kleora ustaca kılıcını dans ettirerek cevap verdi:

“Ben bu ülkenin komutanıyım!” deyip kılıcını, korkudan geriye doğru sürünen tüccarın kalbine sapladı.

 

Bu tavrı, ona hem âşık hem de hayran olmamı sağlamıştı.

Herkesin cesedinin yerde kanlar içinde yattığını gören Olivera, arabaya koşup çocukları serbest bıraktı.

 

Wild yanıma geldi ve Kleora’yı izlediğimi görünce,

“Umarım gelecekte asla kavga etmezsiniz,” dedi, nefes nefese kalmış hâlde.

Ben ise hayranlıkla onu izlerken:

“Umarım ağabey,” dedim.

 

Sonra kendime gelip, Kleora’ya doğru hızlı adımlarla yürüdüm.

Cebinden bir bez parçası çıkarıp hançerlerini temizliyordu.

Yüzünü avuçlarımın arasına aldım:

“Yaralandın mı? İyi misin? Bir yerine bir şey oldu mu?” dedim, yüzünü incelerken.

 

Kleora:

“İyiyim tatlım. Endişelenmene gerek yok.”

 

Ozarius yanımıza geldi:

“Bak dostum, o Svelyn topraklarının en güçlü komutanı. Biz sadece orada ona ayak bağı olduk. Bu sayıda düşmanı o, beş dakikada hiç zorlanmadan halledebilir,” dedi.

 

Ozarius’a baktım:

“Canımı sıkıyorsun. Ağabeyimin yanına git,” dedim göz devirerek.

 

Olivera:

“Komutanım! Çocukları nereye götüreceğiz?”

 

Kleora çocuklara baktı. Elf ve insan çocukları birlikteydi.

Empati dolu bakışlarla sordu:

“Nerede yaşıyorsunuz?”

 

Çocuklar gözyaşları içinde cevap vermeye çalıştı:

“Tierfurs köyünde…”

Ozarius, köyün adını duyar duymaz ileri atıldı:

“Komutanım, ben bu köyü biliyorum. İsterseniz, ben onları geri köylerine götüreyim. Siz gemiye gidin, yarına kadar size yetişmeye çalışacağım. Buradan çok da uzakta değiller.”

 

Olivera, tek kaşını kaldırıp, yüzünde biraz da sert bir ifadeyle konuştu:

“Yalnız gidemezsin. Ben de geleceğim.”

Kleora’ya baktı:

“Komutanım! İzin verirseniz, ben de Ozarius’a eşlik edeyim.”

 

Kleora, kederli bakışlarla Olivera’ya baktı. Gitmelerini istemiyor gibiydi.

Bu çok anlaşılırdı, çünkü Salim’den sonra onları da kaybederse toparlanamazdı.

 

Yanına gidip elini tuttum:

“İzin ver gitsinler. Biliyorum, bu durum senin için çok zor. Kendini seçim yapmak zorunda gibi hissediyorsun. Ama güzelim, olaylar kendiliğinden ilerliyor. Bunu sen durduramazsın, ne de yalnız başına yüklenmene izin veremem. Sana söz veriyorum, onlara bir şey olmayacak. Sadece bu küçük çocukları ailelerine teslim edip, geri yanımıza sağ salim dönecekler.”

 

Kleora, tuttuğum elimi sıktı:

“Tamam. Akşama kadar biz limana varmış olacağız. Birkaç saat sizi bekleyeceğiz. İşinizi çabuk bitirmeye ve erken gelmeye çalışın,” dedi, dişlerini sıkıp yere bakarken.

 

Kleora’nın emrini duyar duymaz, Olivera ve Ozarius çocukları diğer tarafa yönlendirerek yavaş adımlarla köye doğru gittiler.

 

Onlar gittikten sonra Kleora’ya sarıldım.

“Geçti tatlım. Ben buradayım. Her şey düzelecek. Savaş bittiğinde hepimiz refah içinde yaşayacağız. Bana güven,” dedim ve yüzünü göğsüme bastırıp, örgülü kömür gibi saçlarını okşadım.

 

Sonra yüzünü avuçlarımın içine aldım. Deniz gibi mavi gözlerinden bir damla yaş şakağına süzüldüğünde, onu nazikçe sildim.

“Gözlerime bak güzelim. Her şey düzelecek, tamam mı?”

 

Başını onaylarcasına salladı ve burnunu çekti. Yüzüne düşen saçlarını elimle kulaklarının arkasına taradım.

“Benim vahşimi kimse üzemez güzelim. Hayat bile. Ben varken izin vermem.”

 

Kelimelerimi duyunca daha da ağlamaya başladı. Gözyaşları birer inci tanesi gibi kirpiklerinden dökülüyordu.

Bir süre sonra sessiz gözyaşları hıçkırıklara dönüştü.

Yere oturdum, başını omzuma koydu ve ağlamasına izin verdim.

 

“Benim yanımda güçlü görünmeye çalışma güzelim. Çünkü sen zaten çok güçlü bir kadınsın ve bu yanın beni mest ediyor. Bugün istediğin kadar ağla. Her gözyaşında, her kahkahanda ben yanında olacağım. Sana söz veriyorum,” dedim; elini avucuma alıp öperken, okşarken.

 

Yerde otururken, Kleora’nın ağladığını gören ağabeyim, Olivera ile Ozarius’un ardından gitmişti.

Beş dakika sonra geri döndüğünde bizi böyle görünce, biraz endişeyle ve tabii biraz da öfkeyle sordu:

“Kıza ne yaptın?”

“Saçmalama ağabey. Ne yapabilirim?”

“Neden ağlıyor?”

“Kendince sebepleri var.”

 

Kleora’ya döndü:

“Yoksa kalbini kıracak bir şey mi yaptı?”

 

Kleora, gözyaşlarını durduramazken cevap verdi:

“Hayır. O bana bir şey yapmadı.”

 

Wild:

“Peki neden ağlıyorsun? Başka biri mi üzdü?”

 

Bu soruyu duyduğumda öfkelendim:

“Saçma sorular sorma ağabey. Onu benim yanımda kimse üzemez.”

 

Wild:

“Peki soruyorum sana: müstakbel gelinimiz neden ağlıyor?”

“Sadece... biraz zor zamanlar geçiriyor,” dedim üzgün bir ses tonuyla.

 

Bunu duyduğunda endişesi gitmiş, yerine empati dolu bir bakış gelmişti.

O da önümüze oturdu:

“Biliyor musun? Henry küçükken çamur gördüğünde onu burnuna sokar, burun deliklerinden nefes almasını zorlaştırırdı,” dedi Kleora’yı izlerken.

 

Ağabeyime ters ters baktım:

“Ağabey, sence bunun yeri ve zamanı mıydı şimdi?” diye sordum tersleyerek.

 

Ama ağabeyimin anlattığına başını omzuma yaslayan Kleora’nın küçük bir kahkaha attığını duydum.

Çok küçüktü ama çok özeldi.

Bunu duyunca ağabeyime tekrar baktım, “devam et” bakışı attım.

Aramızda bazen yüz ifadelerimizle anlaşabiliyoruz.

 

Ağabeyim tekrar devam etti:

“Henry 5-6 yaşlarına kadar kraliçemizin yatağında uyurdu. Kral Aldarin yataktan kalkıp işinin başına gittiğinde, Henry hemen kraliçenin yanına giderdi.”

 

Kleora’nın bu seferki kahkahası daha güçlüydü.

Wild da onunla birlikte kahkaha atınca ben de kendimi tutamadım, birlikte gülmeye başladık.

 

“Hatta tatlım, biliyor musun? Ben küçükken dersleri sevmezdim. Zeyphrus’un başına türlü türlü oyunlar açardım. Belki derse gelmez de, o gün ders olmaz diye...”

 

Bunu söylediğimde ikisi de tekrar kahkaha attı.

 

Küçüklüğümde konuşmayı pek sevmezdim ama Kleora’nın yüzünü güldürmek her şeye değerdi.

Onun gülümsemesi ruhumu aydınlatıyor, dertten ve kederden uzaklaştırıyordu beni.

Dedim ya, aşk... karakterimi değiştirecek kadar güçlü bir histi.

 

Gülerken ağabeyime baktım.

Kleora ve ben güldükçe o da bizimle birlikte gülüyordu.

Uzun zamandır ağabeyimi böyle gülerken görmemiştim.

 

Artık seni daha iyi anlıyorum ağabey.

İyi ki sevdiğin kadını bulmak için geldin.

İyi ki seninle birlikte geldim.

İkimiz de hayatımızın aşkını bulduk, öyle değil mi?

 

Onlar çocukluğuma dair daha fazla şey konuşup gülerken, Kleora bir süre sonra başını yavaşça omzumdan kaldırdı.

Ben ayağa kalktım ve üstümü temizledim.

Sonra elimi ona uzattım:

“Leydim,” dedim.

 

Elimi tutarak ayağa kalktı.

Atlarımıza yöneldik.

Atlara bindikten sonra Kleora tekrar öne geçti.

 

Bu topraklar bizim için tanıdık değildi.

Bu yüzden bizi limana o götürecekti.

 

Saatler sürdü. Gemiye varmamıza az kalmıştı. Güneş batmaya başlıyordu. Gökyüzü kızıla boyanmış, bulutlar çekilmeye başlamıştı.

Etrafa bakındığımda herkes bizi meraklı gözlerle inceliyor, biraz da bizden çekiniyordu.

 

Bir pazarın içinden geçmek zorunda kaldık. Ama bu pazar biraz büyüktü. Pazarda her şey satılıyordu: kıyafetler, meyve ve sebzeler, balıklar, et ve daha nice şey...

 

Atlarımız pazarın içinde yavaşça adımlarken, ben etrafı daha detaylı inceleyebiliyordum.

Kadın aksesuarları satan bir yerde küçük saç bantları ve tokalar vardı.

 

Mavi renkte, üstünde ay ve kenarlarında yıldız nakışları olan bir toka gözüme çarptı.

Kleora’nın gözleri gibi masmaviydi. Onun mavi gözleri ay ışığında daha da fazla parlıyordu.

Bu yüzden o tokayı almadan edemezdim.

 

Ama üstümde tek kuruş bile yoktu.

 

Şanlı Milruna İmparatorluğu’nun prensi, beş parasız ve eski püskü kıyafetlerin içindeydi.

Si Lefur! Kraliçem bizi bu halde görse, umarım yüreğine inmez.

 

Peki ben bu tokayı nasıl alacağım?

Her ne olursa olsun, onu almalıyım.

 

Ağabeyime seslendim:

“Ağabey! Lütfen beş dakika bir süreliğine beni bekler misiniz? Hemen geliyorum.”

 

Wild:

“Tamam,” deyip atını, bizi duymayan Kleora’nın yanına sürdü.

 

Hemen attan inip, köşedeki takı satan tüccarın yanına yöneldim.

Tüccar beni görünce sevindi:

“Buyurun efendim, ne istersiniz?”

 

Elimi boynuma koyup, istemsizce kaşımaya başladım.

“Iıı... şey... benim param yok da. Ancak size temin ederim ki, gelecek aya kalmaz bir kase altın getireceğim. Sadece şu mavi tokayı bana satın.”

 

Tüccar, dediklerimi duyduğunda kahkaha attı:

“Gelecek aya kalmaz ha?”

 

Boğazımı temizledim:

“Efendim, burada gülünecek bir şey yok. Ben çok ciddiyim.”

 

Adam bir kez daha kahkaha attı, hem de uzun uzun.

Kendimi aşağılanmış gibi hissettim.

Doğrusunu söylemek gerekirse, keyfim kaçtı. Hatta tüccarı dövesim geldi.

 

Ama o mavi tokayı almalıyım.

 

Derin bir nefes aldım:

“Ayakkabılarımı vereyim mi? Takas edebiliriz,” dedim zavallıca.

 

Oğlum Henry, sen tam bir zavallısın.

Beş parasız, paçavralar içinde, ayakkabına karşılık toka istiyorsun.

 

Adam, yularını tuttuğum ata baktı:

“Atını bana verirsen... belki düşünebilirim.”

 

“NE?” dedim ileri atılıp, kaşlarımı çatmış öfkeli bir tavırla.

“Ucuz bir toka için at mı takas edeceksin?”

 

“Ben anlamam. Ya atı verip tokayı alırsın, ya da yoluna git.”

 

Derin bir iç çektim. Şu an kavga etmenin bir anlamı yok.

 

“Tamam, sana atı vereceğim tüccar. Ama unutmaman gereken bir şey var: Eğer bana bu tokayı bir kase altın sözüme güvenerek verseydin, sana anlaştığımızdan çok daha fazlasını getirirdim.”

 

Tüccar sabrının sonuna gelmiş gibiydi:

“Ehh! Ya atı ver tokayı al, ya da git. Boş boş uydurmalarını dinlemek istemiyorum.”

 

Öfkelendim. Öfke sanki saçlarıma kadar bulaşmıştı.

Ellerimi yumruk yapıp dişlerimi sıktım.

Ahhh bu dolandırıcı tüccarın oyununa geliyorum. İçim yanıyor.

 

Derin bir nefes aldım:

“Tamam. Al bu atı,” deyip atımı ona uzattım.

 

Tüccar, atı görür görmez gözleri sevinçle parladı.

Neredeyse mutluluktan kanat takıp uçacak gibiydi.

Ahh seni yalancı ve dolandırıcı tüccar.

 

Neyse...

Tokayı aldığımda öfkem biraz da olsa yatışmıştı.

 

“O ata iyi bak. Eğer zarar verirsen, elimden kurtulamazsın,” dedim gözlerimi kısarak.

 

“Tamam tamam,” deyip atın yelesini okşuyordu pis bir gülümsemeyle.

 

Arkamı döndüm ve tokayı izledim.

Bu Kleora’ma nasıl da yakışırdı.

 

Tam tokayı elimde tutup Kleora’nın yanına gitmeyi planlarken tüccar tekrar seslendi:

“Hey genç!”

 

Dönüp yüzüne baktım.

“Oğlumun ayakkabıları çok kötü durumda. Çamurlu havalarda giyemiyor bile. Eğer dediğin gibi varlıklıysan, lütfen ayakkabılarını ona hediye eder misin?”

 

Bir an düşündüm.

Acaba dedikleri doğru muydu?

Ya gerçekse?

Milruna prensi buna kayıtsız kalmamalı.

 

Hemen ayakkabılarımı çıkardım:

“Buyur tüccar,” deyip ona uzattım.

 

Tüccar, ayakkabıları alır almaz sarılmaya başladı.

 

“Yalnız... at dışkısına basmıştım. Sarılmasan daha iyi olur,” dedim dudağımı bükerek.

 

Tüccar hemen kucağından alıp ayakkabıları yere koydu.

 

Tokayı elimde saklayarak Kleora’nın yanına doğru yavaş adımlarla yürüdüm.

Ona sürpriz yapacaktım.

 

Yaklaştığımda ağabeyim atımın olmadığını fark etti:

“Atın nerede kardeşim?”

 

“Senin atınla gitmek zorunda kalacağım ağabey. Bir sorun çıktı da…”

 

Sonra ayaklarıma baktı, yalınayak olduğumu görünce:

“Peki ya ayakkabıların nerede?”

 

Gözlerimi kapatıp dişlerimi sıktım:

“Onları bir tüccara verip takas yaptım.”

 

Ağabeyim şaşkınlıkla sordu:

“Elmasa ya da altına ihtiyacımız yoktu. Kaptan Ozarius’un arkadaşı. Söz vermişti, ücretsiz seyahat edecektik.”

 

“Elmas ya da altın almadım ağabey,” dedim dişlerimi sıkarak.

 

Ağabeyim bir süre beni sessizce izledi.

Kleora’ya doğru gittim.

Birkaç adım ötede, atının yularını tutmuş sessizce bizi izliyordu.

 

Arkamda gizlediğim tokayı ona gösterdim:

“İzin verir misiniz leydim?”

 

Kleora, tokayı görünce hem hayretle hem de tebessümle karşılık verdi.

Başını onaylarcasına salladı.

 

Tokayı nazik bir hareketle örgülerinin üzerine taktım.

“Sana yakışacağını düşünmüştüm, güzelim,” dedim ve dudağına küçük bir öpücük kondurdum.

 

Ağabeyim olayı anladığında:

“Atını ve ayakkabılarını bir toka için mi takas ettin?” deyip kahkaha atmaya başladı.

 

Kahkahası giderek hızlandı, karnını tutuyordu:

“Ay öleceğim gülmekten. Si Lefur!” deyip gözyaşlarını siliyordu.

 

Sonra dizlerine vurdu:

“Hadi atını verdin, ayakkabılarını neden veriyorsun?”

 

Ağabeyimin tavırları moralimi bozdu:

“Ağabey lütfen ciddileşir misin? Herkes bizi izliyor, rezil olduk.”

 

Kleora yanıma gelip bana sarıldı:

“Çok beğendim,” dedi ve yüzüme küçük öpücükler kondurdu.

Ama ağabeyim hâlâ kahkaha atıyordu.

 

“Milruna’ya döndüğümüzde bu olayı Kraliçemize mutlaka anlatacağım,” dedi gözyaşları içinde.

 

“Ha tamam ağabey. Döndüğümüzde anlatırsın,” dedim gözlerimi kısıp.

Yerimde olsa o da aynısını yapardı.

Benden daha saf olup bir de bana gülüyor.

 

“Neyse, gemiye az kaldı. Gidelim!” dedim ve ağabeyimin atına yöneldim.

 

Ağabeyim seslendi:

“Hey dur! Ben süreceğim, sen bana tutunacaksın!”

 

Ahhh! Artık yıllarca bu olayı herkese anlatıp alay eder.

Offf! “Gel ağabey, gel,” dedim atın yanında onu beklerken.

 

Bir süre sonra, sonunda limana varabilmiştik. Ancak ay çoktan gökyüzünde belirmiş, yıldızlar yerini almıştı.

Atlardan indiğimizde Kleora, atları bir adama verdi. Adam kısa boylu, insan, sarışın ve sakalsızdı.

“Lütfen atlara iyi bakın. Geri döndüğümüzde alacağız,” deyip yanıma geldi.

 

Geminin önünde Olivera ve Ozarius’u beklemeye başladık.

Kleora bizden daha tedirgindi. Ellerini ovuşturuyor, limanda bir sağa bir sola yürüyordu.

Ben ve ağabeyim yan yana oturmuş, tedirgin Kleora’yı izliyorduk.

 

“Güzelim, oturmak istemez misin?”

 

“Hayır. Ben böyle iyiyim.”

 

“Tatlım, onlara bir şey olmadı. İyiler. Basit bir görevi yapıp gelecekler.”

 

“Biliyorum,” deyip tekrar yürümeye başladı.

Adımları o kadar hızlıydı ki, artık başım dönmeye başlamıştı.

 

Ağabeyime baktım:

“Ya sen ağabey? Sen iyi misin?”

 

“İyi olmaya çalışıyorum,” dedi yere bakarken.

Beyaz, uzun saçları önüne düşmüş, yüzünü kapatıyordu.

Benimle göz teması kurmaktan çekiniyordu.

 

Omzunu sıvazladım:

“Ağabey, önceden bu yaptığınla ilgili seni hep yargılardım. Hep öfkelenirdim.

Ama şimdi iyi ki de bu adımı attın diyorum.

İyi ki inandıklarının peşinden sonuna kadar gittin.

Senin yerinde olsaydım ben de aynısını yapardım.

Ve bildiğim bir şey daha var; ne sen beni, ne de ben seni asla yalnız bırakmayız.”

 

Bu sefer ağabeyim başını yavaşça kaldırdı ve gözlerime baktı.

O da benim omzumu sıvazlayıp:

“İyi ki varsın kardeşim,” dedi.

 

Tebessüm ederek:

“Her zaman birlikte mi, ağabey?” diye sordum, işaret parmağımı ona uzatarak.

Elfler arasında işaret parmaklarını birbirine değdirip söz vermek, bir tür yemindi.

 

“Her zaman birlikte kardeşim,” dedi.

 

Neredeyse beş saattir Ozarius ve Olivera’yı bekliyorduk.

Anlam veremiyordum, çocukların köyleri yakındaydı demişlerdi.

Nerede kaldılar peki?

 

Acaba Kleora’nın endişesi gerçekten gerçek mi olmuştu?

Ya Ozarius ve adamları onları alıkoydularsa?..

 

Kleora’ya gelince, onun endişesinin üstüne endişe eklenmişti.

Yorulup yanımda oturmuştu ama stresten bacaklarını titretiyor, dudaklarını kemiriyordu.

Gözleri sadece zemine odaklanmıştı. Düşüncelere daldığı belliydi.

 

“Tatlım, dudaklarını biraz daha bu şekilde yemeğe devam edersen... dudak diye bir şey kalmayacak,” dediğimde, sanki biraz olsun kendine gelmişti.

 

Bakışlarını zeminden ayırıp bana baktı:

“Ha?” diye sordu.

“Boş ver,” dedim ve elini tuttum.

“Gelecekler. Biraz daha sabret.”

 

“Ya gelmezlerse? Saatlerdir onları bekliyoruz ama hâlâ gelmediler.”

 

“Belki işleri çıkmıştır güzelim. Gelecekler, sabret.”

 

“Offf,” diye iç çekip tekrar bacaklarını titretmeye başladı.

 

Aslında yavaş yavaş ben de endişelenmeye başlamıştım.

Ağabeyime baktım iç çekerek.

O da bana baktı.

Başını iki yana sallayıp dudaklarını gizledi.

 

Umarım gelirsiniz Ozarius... Kleora’nın size ihtiyacı var.

Biraz daha bekledik.

 

Kaptan çıkıp:

“Gelmeyecekler sanırım?” diye sordu bize.

 

Kleora hemen ayağa kalktı:

“Hayır, gelecekler. Biraz daha bekleyelim,” deyip umut dolu gözlerle kaptana baktı.

 

Ben de ayağa kalktım:

“Kaptan, lütfen... biraz daha bekleyelim,” dedim.

 

Kaptan başını iki yana sallayıp alnını sıvazladı:

“Ahh... tamam.”

 

Kaptan bir elfti. Uzun boylu, uzun kumral saçlı, hafif sakallıydı.

 

Bir saat daha bekledik.

En sonunda, karanlıkta iki kişinin limana doğru koştuğunu fark ettim.

Kleora da gördüğünde hemen ayağa kalktı.

Ağabeyimi dürttüm.

 

Ozarius, Olivera’nın elini tutmuş, yanımıza doğru koşuyorlardı.

Kaptan kaşlarını çatmış onları izlerken, Ozarius bağırdı:

“Gemiyi çalıştırın! Hemen!”

 

Kaptan koşarak geminin iplerini çözdü, ağabeyim de ona yardım etti.

Yanımıza ulaştıklarında, ikisi de nefes nefeseydi:

“Gemiye girelim, hemen!”

 

“Ne oldu?” diye sorduğumda:

“Zamanımız yok! Anlatacağım ama önce hemen gitmeliyiz!” deyip Kleora’nın kolundan tuttu ve gemiye koştular.

 

Hemen peşlerinden, ağabeyim ve ben de gemiye bindik.

Kaptan gemiyi çalıştırdığında, biz içeride nefes nefese kalmış Ozarius ve Olivera’nın soluklanmasını bekliyorduk.

 

Gemi biraz uzaklaştığında güverteye çıktım.

Ellerinde kılıçlı, yüzleri gizlenmiş adamlar limana doğru koşuyorlardı.

 

Yüksek sesle kaptana seslendim:

“Kaptan! Peşimizdeler!”

 

Kaptan bana bakıp:

“YELKENLER FORAAA!” diyerek mürettebata emir verdi.

 

Kılıçlı adamlar, gemimizin limandan hızla uzaklaştığını görünce, bir süre sadece bizi izlediler.

 

Saçlarım rüzgârda uçuşurken ağabeyim yanıma geldi ve uzaktan bizi izleyen düşmanları fark etti.

“Ucuz kurtulduk ha, ağabey?”

 

“Evet kardeşim... evet,” dedi, hüzünlü bir ses tonuyla.

Bölüm : 08.07.2025 19:11 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...