
Zamanın unuttuğu, yıldızların bile şaşkınlıkla seyrettiği bir dünya vardır: İhsen Dünyası. Bu topraklarda sıradan dediğimiz hiçbir şey yoktur. Ağaçları göğe doğru sonsuz bir merdiven gibi uzanır, ırmakları gümüş gibi parlar, canlıları ise bizim aklımızın sınırlarını aşar. Burası büyünün, gizemin ve kaderin iç içe geçtiği bir diyardır. Adım atan her yolcu için hem hayranlık hem de tehlike barındırır; çünkü İhsen, büyüyle dokunmuş bir rüya kadar güzel ama aynı zamanda uyanmak istemeyeceğiniz kadar baş döndürücüdür.
Ve bu dünyanın kalbinde, ihtişamı yüzyıllardır sönmeyen bir imparatorluk yükselir: Milruna. Elflerin ilk kez yeryüzünde göründüğü, kök saldığı ve efsanelerini yazdığı ülke. Milruna, yalnızca taşlarla değil, elflerin bin yıllık dualarıyla örülmüş bir ülkedir.
Milruna'nın kaderi bugün genç bir kralın ellerindedir: Wild Methian. Ağabeyi Geheris'in vakitsiz ölümüyle tahta oturmuş, kısa sürede adı tüm kıtaya yayılmıştır. Halkı onu gördüğünde, yalnızca bir hükümdar değil, göklerin kendilerine gönderdiği bir nimet olarak görür. Onun hakkında söylenen en bilindik söz şudur:
"Kral Wild, Milruna'nın görebileceği en bilge ve en yüce hükümdardır."
Wild, yalnızca kudretiyle değil, görünüşüyle de efsanelere konu olmuştur. Uzun boyu, ay ışığında parlayan beyaz saçları, göğün en derin mavisini taşıyan gözleriyle karşısına çıkan herkesi büyülerdi. Onu görenler, elflerin eski şarkılarında bahsedilen efsanevi prensleri hatırlardı. Söylentilere göre, soylu kadınlar güzelliğini gördükten sonra aşk mektuplarını arka arkaya gönderirmiş. Ama onu gerçekten tanıyanlar bilir ki; sessizliğinin ardında gizlenen kalbi, bir pınar kadar temiz ve berraktır.
Ne var ki, her destanın arkasında kanlı bir gölge vardır. Wild ne kadar gülerse gülsün, içinde bitmeyen bir acı taşırdı. Babası Aldarin Methian ve ağabeyi Geheris'in ölümü, ruhunu derinden yaralamıştı.
Kral Aldarin, 1040'lı yaşlarında hayata gözlerini yumduğunda, Milruna'nın taş sokakları günlerce yasla sarsıldı. Halk, kralın zehirlendiğine emindi; fakat düşman, karanlıkta gizlenen kadar ustaydı. Aldarin'in ölümünden yıllar geçmeden, tahtı devralan Geheris de genç yaşta can verdi. Bu, Milruna halkı için kaderin çizdiği ikinci büyük yaraydı.
Aldarin'in hükmü sırasında insanlar ile elfler arasında düşmanlığı körükleyen bir hadise yaşanmıştı. Düşman öylesine kurnazdı ki sarayın içine bile sızabilmişti. Kral, hainin kim olduğunu öğrenemedi. Yalnızca aşçılar ve hizmetkârlar sorgulandı, fakat hiçbiri gerçeği söylemeyince zindanlara atıldı.
Wild o yıllarda küçücük bir çocuktu ama babasının sesini, gülüşünü, öğütlerini bir an olsun unutmadı. Ölüm haberini aldığında, günlerce yemek yemedi, aylarca ağladı, yıllarca yas tuttu. Elflerin kalpleri narindir; aşk ve ayrılık acısı onların en büyük hastalığıdır. Bu acı kalplerini paramparça eder, ruhlarını söndürürdü. İnsanlar ilaçlarla iyileşebilir ama elflerin tek ilacı sevgiydi. İşte bu yüzden Kraliçe Elara, oğullarının omuzlarındaki acıyı kendi kalbine çekerek onları ayakta tuttu.
Methian Hanedanı'nın hikâyesi de başlı başına bir efsaneydi. Elara Lisuan, Milruna'nın küçük bir köyünde doğmuş, saray bahçesinde hizmet ederken kader onu Kral Aldarin'le karşılaştırmıştı. Onların aşkı dilden dile yayılmış, 900 yaşında kralla evlendiğinde bütün ülke buna şahit olmuştu. Oğulları Geheris dünyaya geldiğinde Milruna tam bir yıl süren kutlamalarla şenlenmişti.
Geheris; bilgeliği, kudreti ve siyasetteki ustalığıyla tahtın hakkını veren bir kral olmuştu. Yabancı dilleri öğrenmiş, Milruna'yı müttefiklerle güçlendirmiş, ticareti canlandırmıştı. Ama onun kalbi daima krallığa adanmıştı; aile kurmayı hiç düşünmedi. Tıpkı babası gibi, güleryüzlü ve bilgeydi.
Wild, ağabeyini her hatırladığında gözlerinden istemsizce yaşlar süzülürdü. Onun için geride kalan tek dayanak annesi Elara ve küçük kardeşi Henry'di. Cesur bir kraldı, ama asla korkusuz değildi. Tek korkusu, yanlış bir karar alıp sevdiklerinin hayatını karartmaktı.
Tahta çıktıktan kısa süre sonra, Milruna toprakları insanlar tarafından tehdit edilmeye başladı. Önünde iki yol vardı: Ya topraklarını teslim edecek, ya da savaşacaktı. Wild, kararını çoktan vermişti. Bu yolda yalnız değildi; kardeşi Henry hep onun yanındaydı.
Wild ve Henry'nin bağı, yüzyıllara yazılacak kadar güçlüydü. Onlar yalnızca kan kardeşi değil, birbirlerinin sırdaşı, dostu, siperiydi. Henry küçüklüğünden beri Wild'e hayrandı:
"Bir gün ağabeyim gibi olacağım," derdi.
Babalarını küçük yaşta kaybettiği için Wild, Henry'e karşı daima koruyucu olmuştu. İkisi arasındaki bu bağ, anneleri Elara'yı gururlandırır ve teselli ederdi. Kraliçe Elara, kocasını ve büyük oğlunu kaybettikten sonra çoğu gününü halkın arasında geçirir, kimi zaman köylerdeki yetimhaneleri ziyaret eder, kimi zaman ise sarayın gül bahçesinde dostu Floriza ile çay içerdi. Elleriyle gülleri budar, kokusunu içine çeker, yüreğinin dağınıklığını böylece bastırmaya çalışırdı.
Ve her fırsatta oğullarına şu öğüdü verirdi:
"Herkesin kendine ait bir yükü vardır. Ne omuzlarından tamamen atabilirsin, ne de onunla barışabilirsin. Sadece onunla yaşamayı öğrenmek zorundasın."
Elfler; sadık, bilge ve doğayla her daim uyum içinde yaşayan varlıklardır. Katledilmedikleri sürece görünümleri daima genç kalır, ölümsüzlükleriyle kutsanmışlardır. İnsanlara kıyasla daha uzun boylu, zarif ve büyülü bir ihtişama sahiptirler. Elflerin hazırladığı ilaçlar ve merhemler, tüm İhsen dünyasında şifa kaynağı olarak ün salmıştır.
Ancak ölümsüzlük, onlar için hem bir lütuf hem de bir lanettir. Bu yüzden elfler, doğum günlerini kutlamaz; zaman onlar için anlamını yitirmiştir. Yalnızca yeni yılın gelişi kutlanır. Her yılın başlangıcı, yazın ilk ayı olan Sesiun'un (Mayıs) birinde karşılanır.
İhsen toprakları hem insanlar hem de elfler tarafından yönetilirdi. İnsanların hüküm sürdüğü tüm ülkelerde tek bir dil konuşulurdu: Maltanca. Elflerin ise altı farklı dili vardı: Sapirun, Musarun, Liathrum, Belium, Ozala ve Fetherium. Bir hükümdarın, İhsen dünyasında konuşulan tüm dilleri öğrenmesi, krallığın ilk şartıydı.
Fakat güzellikleriyle dillerden düşmeyen bu dünyanın kara bir lekesi vardı: İnsanlarla elflerin arasındaki düşmanlık.
Elf ülkeleri –Milruna, Lotherian, Manhan ve Fliruan– yüzyıllardır elflerin topraklarıydı. İnsanlar ise Tanorba, Mukranha ve Tejuf'a yerleşmişti. Nesiller boyu süren bu kin, bir zamanlar dost olan iki ırkın kaderini kanla yoğurmuştu.
Halbuki bin yıl önce durum bambaşkaydı. İnsanlar ve elfler barış içinde yaşıyor, çocuklar aynı okullara gidiyor, tüccarlar aynı pazarlarda satış yapıyor, aileler aynı köylerde dostluk kuruyordu. Ta ki o kara sabaha kadar...
O gün, her elf ailesi uyandığında çocuklarının vahşice katledildiğini gördü. Bu kanlı olay tüm dünyaya yayıldı. Elf halkı, suçlunun yakalanıp en ağır şekilde cezalandırılmasını talep etti. O dönem tahtta oturan Kral Aldarin, bu işin ardında karanlık bir plan olduğunu sezdi. Ancak fail bulunamadı.
Sadece bir şahit vardı: Bir komşu, akşamın geç saatlerinde pencereden kaçmaya çalışan, yüzü siyah bir örtüyle gizlenmiş birini görmüştü. Saraya getirilen gizemli şahıs, hiçbir şey söylemeden kendi canına kıydı. Kralın sorularına karşılık yalnızca gülümsedi, dudaklarının arasından kan aktı ve saniyeler içinde askerin kollarında can verdi.
Aldarin'in emriyle yüzü açıldığında saray halkı dehşete kapıldı. Adamın yüzü tanınmaz hâle gelmişti; yanıklarla doluydu ve kulakları kesilmişti. Hekimler ağzını kontrol ettiklerinde, dilinin altına saklanmış bir bitki buldular.
Asker:
— "Efendim, dilinin altında zehirli bir ot gizlenmiş."
Kral Aldarin:
— "Hekim Shadowhaven, hangi bitki bu?"
Hekim cesede eğildi, gözleri karardı:
— "Majesteleri, bu mor Saphrida bitkisi... Yalnızca Fısıltılar Ormanı'nda yetişir. Çok güçlü bir zehre sahiptir. Saniyeler içinde kana karışır, yiyeni derhal öldürür. Ancak o ormana kimse gitmez; orada etçil dev bitkiler ve cadı Zahara'nın kulübesi vardır."
Kral Aldarin kaşlarını çattı:
— "Kimdir bu cadı?"
Bir asker cevap verdi:
— "Söylentilere göre eskiden bir insandı. Günbatımı Vadisi'nde ailesiyle yaşardı. Büyülere ilgisi olduğu için halk onu cadılıkla suçladı, anne babasını katletti. Kadını da çarmıha gerip ateşe verdiler. Fakat alevler söndüğünde cesedi kayboldu. Derler ki ormana sığındı."
Aldarin'in sesi sertleşti:
— "Söylentilerle hareket etmeyeceğiz! On asker atlarıyla birlikte Fısıltılar Ormanı'na gitsin. Gerçek neyse bulup getirin!"
— "Emredersiniz majesteleri!"
Akşam saatlerinde seçilen on asker, soğuk ve karanlık bir havada ormana doğru yola çıktı.
Yolda at sırtında ilerlerken, aralarındaki konuşmalar gerilimi dağıtmaya çalışıyordu.
Asker Questioner, alaycı bir tonda seslendi:
— "Zyralin! Üşüyor musun, aptal?"
Zyralin gülümseyerek cevap verdi:
— "Çeneni kapa da yoluna bak."
Zhadeya endişeli bir sesle araya girdi:
— "Çocuklar, ya cadı bizi gerçekten öldürürse?"
Vesnaugh kahkaha atarak:
— "Evet, ilk seni seçer."
— "Ciddi söylüyorum!" dedi Zhadeya kızarak.
Questioner şakayı sürdürdü:
— "Merak etme, cadı zaten benim karım."
Askerler kahkahalara boğuldu. Zhadeya atını hızlandırıp öne geçti, kendi kendine homurdandı:
— "Salaklara soru sorarsam, alacağım cevap da bu olur."
Durumu fark eden Vesnaugh, atını onun yanına sürdü, dostça elini omzuna koydu:
— "Alınma kardeşim. Biz sadece şakalaşıyorduk. Aramızda en genç sensin. Sana bir şey olmasına izin vermem."
Günler süren yolculuktan sonra, Fernadriel'in sesi yankılandı:
— "İşte, Fısıltılar Ormanı!"
Sabahın ilk ışıkları ufukta belirirken askerler yorgun düşmüştü. Ormanın girişi, devasa etçil bitkilerle kapanmıştı. Dışarıdan bakıldığında sessiz görünüyorlardı; ama gövdeleri mor başlı, yaprakları metrelerce uzun, canlıymış gibi kıpır kıpırdı.
Zyralin öndeki komutanına seslendi:
— "Efendim, neden bekliyoruz? Girelim."
Fernadriel başını salladı:
— "Henüz değil. Bu yaratıkların ne olduğunu bilmiyoruz."
Yayını gerdi, bir ok fırlattı. Ok bitkinin gövdesine saplandığı an, korkunç bir çığlık yankılandı. Bitki dişlerini çıkarıp saldırmaya çalıştı. Köklerinden kopamıyordu ama uzun yapraklarını kollar gibi uzatıyor, keskin dişlerini şakırtıyla birbirine vuruyordu.
Ormanın kapısı artık sessiz değil, ölümcül bir sır gibi uğulduyordu...
Asker Questioner: "Efendim, şimdi ne yapacağız?"
Fernadriel: "Üzerlerine kılıçlarla saldıracağız! Yapraklarını kesip ormana girmeye çalışın. Ama sakın ok atmayın, oklar onları yalnızca daha da kudurtur!"
Askerler, atlarının nalları tahta köprü gibi zeminde gürültü çıkararak ileri atıldılar. Kılıçlarını parıldayan çelik şimşekler gibi savurup, dev bitkilerin yapraklarını biçmeye başladılar. Canavar bitkiler korkunç bir uğultuyla haykırarak karşılık verdi. Kalın kökleri, kıvrılan devasa kollar gibi toprağın altından fırlayıp elflerin bacaklarına dolandı, onları yerin derinliklerine çekmeye uğraşıyordu.
Her biri ayrı bir kabus gibiydi; yaprakları kesildikçe daha da öfkeleniyor, köklerini kamçı gibi savurarak elfleri toprağa çiviliyordu. Elfler direndikçe, bitkiler dişli ağızlarını açıyor, koca çeneleriyle parçalamak için hamle yapıyordu. Çığlıklar gökyüzünü deldi. Bir asker, köklerin arasında sıkışmış şekilde yardım istedi; Feldarin atını hızla sürdü, kılıcını bütün gücüyle saplayarak kökleri lime lime etti. Ama geç kalmışlardı—üç elf çoktan çığlıklarıyla beraber parçalanıp yutulmuştu. Bitkilerin ağız kenarlarından kan sızıyor, yerde uzanan parçalanmış uzuvlar dehşet verici bir manzara oluşturuyordu.
O sırada Zhadeya, bir bitkinin yapraklarıyla ayaklarından yakalanıp havaya kaldırıldı. Bitki onu kendi çenesine doğru çekti, keskin dişleri genç elfin karnını paramparça etmeye hazırlanıyordu.
Vesnaugh bunu gördüğünde deliye döndü.
—"HAYIIIIIIIR!" diye haykırdı.
Atının üzerinde yıldırım gibi koşarken kalbi göğsünden çıkacakmışçasına çarpıyordu. Kılıcını iki eliyle kavramıştı, öfke ve korku gözlerinden fışkırıyordu. Bütün dikkatini yaratığın en zayıf noktasına odakladı. Üç ardışık keskin hamlede bitkinin yapraklarını, ardından gövdesini parçaladı. Çığlık atan bitki devrilip yere serildi, ölü gibi titreyerek kıvrıldı.
Ama Vesnaugh'un gözlerinden yaşlar boşaldı. Kanlı elleriyle yanaklarını siliyor, hıçkırıklarını bastıramıyordu. Çünkü kardeşi gibi gördüğü Zhadeya, kanlar içinde can çekişiyordu.
—"Dayan Zhadeya! Yanımda güçlü bir merhem var, sana iyi gelecek!" diye fısıldadı.
Genç elfin dudaklarından kan süzülüyordu. Çaresizlikle,
—"Ölmek istemiyorum... hayır... ölmek istemiyorum..." dedi.
Vesnaugh'nun yüreği parçalandı.
—"Sana bir şey olmasına izin vermeyeceğim!" dedi kararlılıkla.
Onu kucaklayıp sırtına aldı, koşarak atının yanına götürdü. Zhadeya'yı dikkatlice atın üzerine oturttu, kendisi arkaya geçti ve dizginleri kavradı. Kollarını kanlar içindeki dostunun bedenine sarıp onu düşmekten korudu. Zhadeya giderek daha çok kan kaybediyor, bilinci kapanıyordu.
Bu sırada komutan ve diğer elfler, kalan bitkilerin hepsini biçip yere serdiler. Ortalık sessizleşti, ormanın derinliklerine ağır bir sis çökmeye başladı.
Sis öylesine yoğun ve soğuktu ki askerler birbirlerini görmekte zorlanıyor, ama seslerini duyabiliyorlardı. Fernadriel'in gür sesi yankılandı:
—"SAKİN OLUN! YERİNİZDE KALIN! BU SADECE BİR SİS. BİRAZDAN DAĞILACAKTIR!"
Vesnaugh, Zhadeya'yı bir ağacın dibine yaslayıp yarasına baktı. Bayılmış dostunu uyandırmak için yüzüne hafif tokatlar attı.
—"Uyan! Kan kaybediyorsun, yaranı iyileştirmeliyiz!"
Zhadeya gözlerini araladı, kısık bir iniltiyle cevap verdi.
—"Hıhh..."
Vesnaugh, sakinleştirici bir gülümsemeyle:
—"Korkma dostum, büyük bir yara değil... iyileşeceksin."
Aslında yaranın hayati tehlike taşıdığını biliyordu ama bunu söylemeye cesaret edemedi. Çantasından aldığı şifalı kızılca otundan hazırladığı merhemi sürdü, ardından temiz bir bandajla sardı. Sonra matarasından su içirdi.
Genç elf gözlerini açıp, zayıf bir gülümsemeyle fısıldadı:
—"Sen olmasaydın, kanlar içinde ölüp gidecektim..."
Vesnaugh dudaklarında buruk bir tebessümle,
—"Teşekkürünü buradan çıkınca edersin," dedi.
O sırada sislerin içinde asker Osmar'ın sesi yankılandı:
—"Neredesiniz?!"
Zyralin cevap verdi:
—"Buradayız ama birbirimizi göremiyoruz!"
Vesnaugh: "Ben Zhadeya ile buradayım, yaralı! Acele edin!"
Tam o anda sisin içinden tiz bir kahkaha yükseldi. Soğuk, tüyler ürpertici bir kahkahaydı. Ardından öfke dolu bir ses göğü gürletti:
—"Buraya gelmemeliydiniz! Yavrularıma hangi hakla zarar verirsiniz?!"
Fernadriel cesurca seslendi:
—"İnanın bize, onlara saldırmak istemezdik! Ama üç kardeşimizi kaybettik, buraya kralın emriyle geldik. Sizden yalnızca bir şey sormamız gerekiyor!"
Cadının sesi sert ama meraklıydı:
—"Elfler... Bir elf görmeyeli yüzyıllar oldu. Ne istiyorsunuz?"
Fernadriel:
—"Milruna'da korkunç bir olay yaşandı. Birinin yaptığından şüphelendik ama kendini öldürdü. Ağzında mor Saphrida bitkisi vardı. Bu bitki yalnızca sizin ormanınızda yetişiyor."
Sis birden dağıldı. Karşılarında genç ve olağanüstü güzellikte bir kadın belirdi. Beyaz teni ay ışığı gibi parlıyor, kiraz rengi dudaklarıyla tebessüm ediyor, simsiyah uzun saçları omuzlarından aşağıya akıyordu.
Cadı:"Adın nedir, elf?"
Fernadriel, göğsünü gere gere cevap verdi:"Ben Fernadriel. Size kendimi tanıtmaktan onur duyarım."
Kadının gözleri parladı.
—"Fernadriel... Cesur ve savaşçı demektir. Güzel bir isim. Ama hayır elf, bitki buradan alınmamış. Beş yıldır buraya ne bir insan, ne de bir elf adım attı. Bir zamanlar bu bitkiler şifa için toplanırdı ama sonra kötülük için kullanılmaya başlandı. Ben bu ormana kendimi korumak için geldim. Onları da korumak istedim... Bu yüzden girişe etçil bitkilerimi yerleştirdim. Onlar hem çocuklarım hem de muhafızlarım. Şimdi dönün. Geri gittiğinizde size zarar vermeyecekler."
Fernadriel derin bir saygıyla eğildi.
—"Teşekkür ederiz, hanımefendi."
Kadın hafifçe gülümsedi.
—"Rica ederim, genç elf. Ama unutmayın... Bir kez daha beni rahatsız ederseniz, bu kez merhamet göstermeyeceğim."
Sis yeniden yükseldi, cadı gözden kayboldu. Ardından sis dağıldığında çevre bambaşka bir manzaraya bürünmüştü: rengarenk çiçekler, meyve ağaçları, ötüşen kuşlar, berrak derelerde yüzen balıklar... Sanki biraz önceki dehşet hiç yaşanmamıştı.
Questioner, gözlerine inanamaz halde etrafına bakındı.
—"Vay canına! Bana söyleseydiniz bile inanmazdım. Hem de o cadı... Eğer cadıysa tabii. Hey Osmar, cadılar gerçekten bu kadar güzel mi olurmuş?"
Osmar gülerek: "Ne sandın?" dedi.
Sisler dağıldıktan sonra elf askerleri Milruna'ya doğru yola koyuldular. Yanlarında getirdikleri haber, kral için yalnızca sıradan bir bilgi değil; kaderlerini şekillendirecek bir gerçekti. Üç gün süren ağır yolculuğun ardından saraya vardıklarında, Fernadriel huzura çıkıp yaşananları, cadının sözlerini ve ormanda karşılaştıklarını baştan sona kral Aldarin'e aktardı.
Tahtında oturan Aldarin, kasvetli bir gölge gibi derin düşüncelere gömülmüş haldeydi. Avuç içini alnına bastırarak mırıldandı:
"Kim olabilir? Bu karanlık planı kim yapmış olabilir? Ve ne uğruna?"
Zaman geçtikçe cevapsız kalan bu sorular, Milruna halkının sabrını taşırdı. Evlatlarını talihsiz şekilde kaybeden elfler, içlerinde büyüyen öfkeyi dizginleyemedi. Günahkârın kim olduğunu bulamayan halk, fısıltılarla yayılan söylentilerin de etkisiyle suçu insanlara yükledi. Kısa sürede bu itham tüm cihana kulaktan kulağa yayıldı.
İnsanlar ise üzerlerine atılan bu kara iftiraya karşı kinle doldu. Bazıları, aynı toprakları paylaştıkları elf komşularının evlerini ateşe verdiler. O alevlerde yalnızca taş ve tahta yanmadı; can veren elfler de küle dönüştü. Böylece insanlar, suçsuz olduklarını ispat etmek isterken, elleriyle işledikleri bu dehşetle kendi üzerlerine gölge düşürdüler.
Oysa ki hakiki fail hâlâ karanlığın perdesi ardında saklıydı. Ne kimliği biliniyor, ne de yüzünü gösteriyordu. Sessizliği, yapılan zulmün en keskin hançeriydi.
Milruna'da yaşanan bu vahşetin ardından insanlar, bir gün elflere karşı intikam kıvılcımı patlak verir korkusuyla, topraklarını terk ettiler. Çoğu bir daha geri dönmemek üzere yollara düştü. Milruna, bir zamanlar paylaşılan bir yurtken artık yalnızca ayrılıkların ve ölülerin yankısını taşıyordu.
Fakat yıllar sonra...
Yeni bir tehdit ufukta belirdi. İnsanların önderi, hırslı ve kudret düşkünü kral Legondarian, Milruna topraklarının kendilerine ait olduğunu iddia etmeye başladı. Halkını öfke ateşiyle kışkırtıyor, elflere karşı nefret tohumları ekiyordu. Sözleri yalnızca bir tehdit değil, yaklaşan fırtınanın ayak sesiydi.
Ve kaderin ağırlığı, bir kez daha Milruna'nın üzerine çökmekteydi.
YILLAR SONRA...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.24k Okunma |
589 Oy |
0 Takip |
26 Bölümlü Kitap |