3. Bölüm

2 ci bölüm "Kralın Yeşil Düşleri"

Sona Askerova
sonyammm

 

Wild her ne kadar kral olsa da, ağabeyi gibi ömrünü savaşlarla ve siyasetle geçirmek istemiyordu. Fakat kaderin ağırlığını en az onun kadar derinden hissediyordu. Artık yalnızca canı istediğinde dışarı çıkabilen bir prens değildi. Bütün bir krallığın yükü, omuzlarına binen görünmez bir zincir gibi onu sıkıca sarmıştı.

 

Her daim kendi kendine şu sözleri hatırlatırdı:

“Akıllı ve güçlü bir kral, her zaman halkını görmeli, dinlemeli ve anlamalıdır!”

 

Wild, açık fikirli, vicdanını hiçbir zaman geride bırakmayan bir hükümdardı. Tahta çıktığı günden beri Milruna’da barış ve refah hâkim olmuş, halkı huzurla yaşamıştı. Genç kral, tıpkı babası ve ağabeyi gibi bilge ve saygı uyandıran biri olmayı başarmıştı. Gündüzlerini siyaseti daha iyi kavramak için kitaplar okuyarak, kraliyet kütüphanesinin sessiz rafları arasında geçirirdi. Gecelerini ise kılıç talimleriyle, ok atışlarıyla ve at binme alıştırmalarıyla doldurmuştu. Usta bir savaşçıydı artık. Yine de kalbinin derinliklerinde tek bir dilek taşırdı: savaşsız bir hükümdarlık…

 

Ne var ki, zaman Wild’ın dualarına kulak asmamıştı. Merafonlar (elflerin insan topraklarına taktığı isim) Milruna’nın sınırlarını tehdit etmeye başlamış, gölgeler krallığın üzerine çöker gibi olmuştu. Günler geçtikçe tehditler artıyor, genç kralın sabrını zorlamaya başlıyordu.

 

Ve bir gün, beklenmedik bir hediye sarayın kapılarına geldi. Tanorba kralı Legondarian’dan gönderilen küçük bir sandık. Elle tutulur büyüklükte, koyu kahverengi tahtadan yapılmıştı; kenarları altınla işlenmiş, kapağına üzüm yaprakları işlenmişti. Gösterişli görünüşü ardında uğursuz bir niyet gizliyordu.

 

Elçi, sarayın ağır kapılarından içeri girdi. Kıvırcık kahverengi saçları, buğday teni ve kahverengi gözleriyle sıradan bir insandı, ama taşıdığı yük sıradanlıktan uzaktı. Adımları taht salonunda yankılanırken, duvarlarda asılı meşaleler hafifçe titredi; gölgeler sanki fısıldaşarak etrafa dağıldı.

 

Wild, tahtında sakin bir duruşla oturuyordu. Elleri tahtın kollarında, bakışları buz gibi sabitlenmişti. Yanında kardeşi Prens Henry, diğer yanında Kraliçe Elara vardı. Elçinin taşıdığı sandık açıldığında, salonda uğursuz bir sessizlik çöktü.

 

İçinden çıkan şey, herkesin yüreğini ürpertti: bir mektup… ve yanında bir yarasanın koparılmış kafası. O an Kraliçe’nin yüzü soldu, parmakları buz kesmiş gibi birbirine kenetlendi. Saray muhafızlarının gözleri bir anlığına dehşetle büyüdü ama kimse ses çıkaramadı. Yarasanın başından yayılan ağır koku, salona ölümün habercisi gibi sindi.

 

Wild, sandığın içindekilere bir kez bakar bakmaz mesajı anlamıştı. Mektubun okunmasına bile gerek yoktu; bu, açık bir savaş ilanıydı. Fakat elçi öne çıkıp yüksek sesle mektubu okumaya başladığında, meşalelerin alevleri sanki rüzgâr yokken bile titredi.

 

“Saygıdeğer Kral Wild, Tahtınıza yeni geçtiğiniz için sizi kutlarım. Halkınızın huzurla yaşamasını dilerim… Ancak benim halkım hâlâ geçmişte üzerimize atılan iftiranın yükünü taşımaktadır. Onların gönlünü rahatlatmak benim görevimdir. Ve bu ancak Milruna’nın bana ait topraklarına yeniden kavuşmalarıyla mümkün olacaktır!

 

Bu yüzden sizden ricam, Milruna’dan ayrılın ve hakkımız olan toprakları bize geri verin. Bu bir anlaşma çağrısıdır. Fakat yanındaki hayvanın kafasından da anlamış olacağınız üzere, eğer reddederseniz yeni bir savaş kaçınılmazdır.”

 

Saray salonunda buz gibi bir sessizlik hâkim oldu. Elçi sözlerini bitirdiğinde, Wild’ın gözleri ona dikildi. Yüzünde bir taş heykel kadar sabit duran ifade, içindeki öfkeyi saklıyordu. Öfke elçiye değil, bu oyunu bilen Legondarian’adı.

 

Wild ne yapacağını biliyordu. Artık yalnız bir prens değildi; bilgiyle, antrenmanla ve deneyimle güçlenmiş bir kraldı. Yanında kardeşi Henry vardı, halkı vardı. Ve şimdi bu meydan okumaya karşılık vermek zorundaydı.

 

O gece vakit kaybetmeden krallığın dört bir yanına ulaklar gönderildi. Lordlar ve leydiler sabah olmadan konseyde toplanmalıydı. Çünkü ertesi gün Milruna’nın kaderi konuşulacaktı…

 

Methan Krallığı’nın elçisi çoktan yola çıkmıştı.

 

 

 

 

 

12 Nisan – Yüksek Konsey Toplantısı

 

Milruna’nın kalbinde, ışıkla gölgelerin iç içe geçtiği görkemli salonun kapıları ağır bir gürültüyle açıldı. Yüksek tavanlarda asılı kristal avizelerden yayılan solgun ışık, duvarlardaki kadim freskleri aydınlatıyor, elf atalarının yüzyıllardır süren mirasını hatırlatıyordu. Konseyin toplanması için çağrı yapılmış, Milruna’yı yöneten tüm lordlar ve leydiler saraya gelmişti.

 

Leydi Luminavi ve Mavera, Lord Buralix, Zarek ve Tenzar, ağır adımlarla yerlerini alırken, salonun havası giderek daha kasvetli bir hâl aldı. Ardından, kraliyet ailesi göründü: Kral Wild, yanında zarif Kraliçe Elara, soğuk bakışlarıyla Prens Henry ve gölgelerden kopup gelen Zeyphrus. Her biri taht odasının merkezindeki uzun masaya yöneldi.

 

Zeyphrus, yıllardır Milruna krallarının sağ kolu olarak görev yapmış, Geheris ve Aldarine’e sadakatle hizmet etmişti. Şimdi de Kral Wild’ın en güvenilir danışmanıydı. Uzun boylu ve ince yapılıydı; solgun teni, buz mavisi gözleri ve kahverengi, omuzlarına dökülen saçlarıyla, salonun loş ışığında bile göze çarpıyordu.

 

Wild derin bir nefes alarak konuşmaya başladı:

“Her biriniz hoş geldiniz. Bugün burada toplanmamızın sebebi, meraforların—insanların kralı Legondarian’ın bize yönelttiği tehdittir. Dün bana bir sandık, içinde bir mektup ve kesilmiş bir yarasa kafası gönderdi. Topraklarımızdan çekilmemizi, Milruna’da artık yalnızca onların yaşamasını istediğini bildirdi.”

 

Bu sözler üzerine salonda uğultular yükseldi. Leydi Luminavi’nin gözleri büyüdü, kaşları sertçe kalktı. Prens Henry, kralın sağında rahat bir edayla oturmuş, çenesini düşünceli bir şekilde sıvazlayarak konuşmaları dikkatle dinliyordu. Uzun boyu, geniş omuzları, siyah saçları ve zümrüt yeşili gözleriyle asil elf soyunun görkemini yansıtıyordu.

 

Lord Buralix ise sabrını yitirmişti. Masaya sertçe yumruğunu vurdu, sesi ağır bir çan gibi yankılandı:

“Yeter artık! İnsanların oyunları sabrımızı tüketti. Savaş istiyorlarsa, öyle olsun!”

 

Buralix, mavi gözlü, kısa kahverengi saçlı, yapılı ve geniş omuzlu bir elfdi. Üzerinde koyu lacivert işlemeli bir ceket, boğazında aynı tonda bir papyon vardı.

 

Tenzar ise onu yatıştırmaya çalıştı:

“Sakin ol Buralix! Öfkeyle karar almak, bizi felakete sürükler. Stratejiyi göz ardı edemeyiz.”

 

Orta boylu, koyu kahverengi gözlü ve uzun saçlı olan Tenzar, sade kahverengi gömleğiyle gösterişsiz ama vakur bir duruş sergiliyordu.

 

Buralix dişlerini sıkarak karşılık verdi:

“Peki ya ne yapacağız? Adam açıkça ‘ya savaşın ya da gelip kan dökeceğim’ diyor. Biz de burada oturup bekleyecek miyiz?”

 

Leydi Mavera ise söz alarak krala döndü. Sesi ne titredi ne de tereddüt etti:

“Kralım, ben de savaşmamız gerektiğine inanıyorum. Onlara haddini bildirmeliyiz! Bizi pazardan peynir alır gibi tehdit edemezler!”

 

Uzun, dalgalı kahverengi saçlarını zarif bir topuzla toplamış, omuzlarını açık bırakan altın sarısı sade elbisesiyle ışıldıyordu. Mavi gözleri çelik gibi parlıyor, beyaz teni gümüş ışıltısıyla salona yansıyordu. Dudaklarını sinirle ısırarak sustuğunda, salondaki gerilim daha da arttı.

 

Henry sakince söze girdi:

“Haklısınız, Leydi Mavera. Ancak düşünelim: İnsanların asker sayısını biliyor muyuz? Eğer bizden üstünlerse, plan yapmadan savaşa atılmak intihar olur.”

 

Zeyphrus öne eğildi, sesi ciddiyetle doluydu:

“Efendim, ben araştırdım. İnsanlar sayıca bizden fazlalar. Legondarian bu savaşı istiyorsa, en güçlü askerlerini çoktan hazırlamış demektir.”

 

Wild gözlerini daraltarak cevapladı:

“Ama askerlerimizi hafife alma, Zeyphrus. Yıllardır en ağır eğitimlerden geçtiler. Her biri Milruna’nın onuru için savaşmaya hazırdır.”

 

Kraliçe Elara’nın sesi yankılandı:

“Siz sanıyor musunuz ki bir kez savaştıktan sonra bu bitecek? Hayır! Yine gelecekler, yine kan dökecekler. Bizim halkımız onlarınki gibi hızla çoğalmıyor. Milruna’da doğan her bebek bir mucize. Bu yüzden ben, Kral Wild’ın barışı teklif etmesini öneriyorum!”

 

Lord Buralix şarabını tazelerken Leydi Luminavi söz aldı:

“Kraliçem, haklısınız… ama insanlar asla barış istemezler.”

 

Wild ayağa kalktı, gözleri salonu taradı:

“O halde savaşacağız! Topraklarımızı canımız pahasına savunacağız! Bu karara karşı çıkan var mı?”

 

Kimse tek kelime etmedi. Sessizlik, karardan daha keskin bir onaydı. Wild tekrar konuştu:

“Karar verilmiştir! Legondarian’a mektup gönderip üç ay sonra, 30 Ağustos’ta savaş istediğimizi bildireceğim. Peki, savaş nerede olsun?”

 

Zarek söz aldı:

“Gemheris Nehri! Geniş düzlükleriyle savaş için en uygun yer orasıdır. Ağaçlar ya da engeller yoktur.”

 

Mavera başıyla onayladı:

“Size katılıyorum, Lord Zarek.”

 

Wild tok sesiyle son noktayı koydu:

“Öyleyse, 30 Ağustos’ta Gemheris Nehri’nde savaş olacaktır.”

 

Gözlerini Henry’ye çevirdi:

“Kardeşim! Sen köylere ve şehirlere gidip asker topla.”

 

Henry dik durarak başını eğdi:

“Emredersiniz!”

 

Birkaç gün içinde hazırlıklar başladı. Wild, krallığın her köşesinden asker topladı. Henry, Milruna’nın dört bir yanına giderek halka seslendi:

“Tanorbalılar Milruna’yı ele geçirmek istiyor! Kral Legondarian elçisini gönderdi. Savaş kaçınılmazdır! Bir hafta içinde ailenizle vedalaşın; çünkü eli kılıç tutan her elf, bu toprakları savunmak için orduya katılacaktır. Bu, Kral Wild’ın buyruğudur!”

 

Ve öyle oldu. Milruna’nın her evinden, her köyünden erkekler silah kuşandı. Üç ay boyunca gece gündüz eğitim yapıldı. Kılıç sallamayı, kendini korumayı, savaşın ortasında hızlı ve doğru düşünmeyi öğrendiler. Zaman kısa, tehdit büyüktü. Ama Wild’ın inancı ve cesareti, her askerin yüreğine ateş gibi işliyordu.

 

Şöminenin kızıl alevleri odanın taş duvarlarına gölgeler düşürüyordu. Alevler kimi zaman büyüyüp kimi zaman küçülürken, çıtırtıları derin bir sessizliği yarıyor, kralın düşüncelerini parça parça bölüyordu. Wild, şöminenin karşısında ağır pelerinine bürünmüş, derin düşüncelere gömülmüştü. Yüreği ağır bir zincir gibi ruhunu çekiyor, gözleri alevlerin titrek dansında kayboluyordu.

 

Tam o sırada kapı üç kez vuruldu. İçeri giren Prens Henry, omuzlarına kadar uzanan siyah saçlarıyla gölgelerden çıkmış gibi göründü. Gözleri, kararlılığın ve endişenin bir arada parladığı yeşil birer alevdi.

 

— “Ağabey, hazırız. Ordu yola çıkmak için bekliyor. Emri verelim mi?” dedi kararlı bir sesle.

 

Wild, birkaç an sessiz kaldı. Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir kasılma oldu, sonra bakışlarını ateşten çekip kardeşine çevirdi.

— “Evet… Bütün ordu sabaha dek hazır olsun.”

 

Ve böylece emir verilmişti.

 

Milruna’nın ordusu, tam yüz elli bin elf askerden oluşuyordu. Bunların kırk bini halktan gönüllülerdi. Her biri evini, sevdiklerini ve yarım kalmış hayallerini geride bırakmış, bu yolculuğa katılmıştı. Savaş günü gelip çattığında, kral askerlerine aileleriyle vedalaşmaları için bir gün tanımıştı. O gün boyunca köyler ve şehirler gözyaşlarıyla doldu. Bir baba oğluna kılıcını teslim ederken, bir anne oğlunun alnına titreyen dudaklarıyla son kez öpücük konduruyordu. Çiçekler atılıyor, bileklikler bağlanıyor, kolyeler boyunlara geçiriliyordu. Bir damla gözyaşı, binlerce sözden daha ağır geliyordu.

 

Kraliçe Elara da iki oğluna, Wild ve Henry’ye, kollarını sararak uzun bir süre bırakmadı. Sessiz bir dua dudaklarından döküldü; Tanrıdan oğullarının sağ salim dönmesini diledi.

 

Sonunda ordu yola çıktı. Kral Wild, atının üzerinde ordunun en önünde ilerliyordu. Atının adımları toprağı döverken, içinden Tanrı’ya söz verdi: “Si Lefur! (Tanrım!) Her bir askerimi koruyacağım. Çünkü her biri bir aile, bir umut, bir gelecek demek. Çok az kayıp vereceğiz… Çok az.”

 

Ama yüreğinin derinliklerinde savaş arzusundan eser yoktu. Barış istiyordu, kan görmek değil. O, halkının gözyaşlarına değil, şarkılarına şahitlik etmek istiyordu.

 

Yol uzundu. Saatler sonra atların soluğu tükenmeye başlamış, askerlerin yorgunluğu yüzlerine sinmişti. Wild, kardeşiyle göz göze geldi. Başını hafifçe eğerek “dinlenme vakti” dedi. Ordu birkaç saat içinde geniş bir alana konuşlandı. Çadırlar kuruldu, ateşler yakıldı, bazıları yemek pişirdi, bazıları odun taşıdı. Düzen ve disiplin, elf halkının damarlarında akan kadim bir alışkanlıktı.

 

Gece çökünce kral ile kardeşi aynı çadıra çekildiler. Sessizlik birkaç dakika hüküm sürdü. Sonra Henry’nin sesi karanlığı yardı:

— “Ağabey… uyuyor musun?”

 

Wild gözlerini kapalı tutarak mırıldandı:

— “Hmmm… hayır. Ne oldu?”

 

— “Neden uyumuyorsun?” diye sordu Henry, sesi çocukluğundaki saf merakla doluydu.

 

— “Uyumaya çalışıyorum. Ya sen?”

 

— “Beni de uyku tutmadı…” Prens bir an sustu, sonra sordu:

— “Ağabey… sence insanlar bizden yine savaş isteyecek mi?”

 

Wild kaşlarını çattı, gözlerini açtı.

— “Henry, unuttun mu? Zaten onlar bizi savaşa kışkırttığı için buradayız.”

 

Henry derin bir nefes aldı, sırtını geriye yasladı. Çadırın tavanına dalgın dalgın bakarken, kalbini kemiren düşüncelerini dile getirdi:

— “Yıllardır bu savaş dinmiyor. Böyle devam ederse… elflerin soyu tükenecek. Zor doğuyoruz, az çoğalıyoruz. Kraliçe Elara yetimhanedeki çocukların yaralarını sarmaya çalışıyor ama nafile… Küçükler aile özleminden ölüyor, kadınlar eşlerinin yokluğuna dayanamıyor. Her gün daha çok kan kusuyor bu topraklar. Ben her ay imparatorluğun hekim raporlarını alıyorum. Şehit eşlerinden çok azı hayatta kalabiliyor.”

 

Kral duydukları karşısında yutkundu. Bunlar bildiği gerçeklerdi, ama kardeşinin dudaklarından dökülünce, kalbine hançer gibi saplandı. Boğazında düğümlenen acıyla sustu. Henry’nin yanaklarından süzülen bir damla yaş, şakaklarından yuvarlanıp kulağına değdi. Elini yüzüne götürüp gözyaşını sildiğinde, Wild’ın yüreği paramparça oldu.

 

Prens, öfkeli ama titreyen bir sesle devam etti:

— “Legondarian’ın insanları bizi savaşa sürüklüyor. Merafor kralları hep aynı: toprak, toprak ve daha fazla toprak istiyorlar. Beş yüzyılda bu dördüncü savaşımız! Lotheria’nın yarısını çoktan aldılar bile!”

 

Wild başını eğdi, sesi ağırlaştı:

— “Bazen son kaçınılmazdır, Henry. Ben de ne yapacağımı bilmiyorum. Pervasız bir karar vermekten korkuyorum. Ama… belki de Kral Legondarian’a barış teklif etmeliyim. Belki kabul eder.”

 

Henry hiddetle başını salladı:

— “Barış teklifinin hiçbir anlamı yok! Onlar için değer taşımıyor. Eğer barış isteselerdi, sana savaş mektubu yerine barış mesajı gönderirlerdi. Yıllardır bizim barış arayışımızı biliyorlar ama umursamıyorlar.”

 

Sonra uzandı, elini başının arkasına koydu, sesi kırık ama derindi:

— “Keşke bir seçim şansımız olsaydı… Keşke ağabeyimiz Geheris’in bir seçim şansı olsaydı.”

 

Sessizlik çadırı sardı. Sadece dışarıda kor ateşlerin çıtırtısı ve nöbet tutan askerlerin ayak sesleri duyuluyordu. Bir süre sonra Henry fısıldadı:

— “Bu gece Lefura (Tanrıya) dua edeceğim. Halkımıza yardım etmesi, bize bir ışık göndermesi için.”

 

Wild gözlerini kapadı, yüzünü yana çevirdi. Boğazındaki acıyı bastırmaya çalışarak içten içe o da dua etti:

“Si Lefur! (Tanrım) Halkıma güç ver. Bize bir yol göster, bir ışık gönder.”

 

Saatler geçti. Çadırın tavanındaki gölgeleri izlerken düşünceler zihnini işgal etmeye devam etti. Henry’nin huzurlu nefes alışverişi duyulduğunda, Wild’ın kalbi biraz olsun hafifledi. Yavaşça uykuya sürüklendi. Ama rüyalarının kapısında hâlâ aynı yankı vardı: “Toprak… kan… ve kaderin ağır zincirleri…”

 

 

 

 

 

Genç kral o gece tuhaf ve gizemli bir rüyanın girdabına sürüklendi. Wild, kendisini yemyeşil bir ormanın ortasında, serin çimenlerin üzerinde uzanmış buldu. Uykuya dalarken aldığı pozisyonuyla orada yatıyor, ama etrafı bir masal diyarı gibi ışıldıyordu. Ağaçların yaprakları rüzgârla fısıldaşır gibi titriyor, dalların arasından süzülen altın ışık huzmeleri etrafı büyülü bir hale bürüyordu. Çiçekler öylesine canlıydı ki, renkleri adeta göz alıyordu. Minik periler havada ışık saçan kıvılcımlar gibi süzülüyor, Wild’ın etrafında oyunlar oynuyordu.

 

Kral önce ne olduğunu anlayamadı; birkaç saniye durakladı, ellerini çimenlerin üzerinde gezdirdi. Parmak uçlarına bulaşan serinliği koklamak için burnuna götürdü.

 

“Bu… bir rüya mı?” diye fısıldadı. Kaşlarından biri hafifçe kalktı. “Ama nasıl olur? İlk defa bir düşte böylesine canlı renkleri görebiliyor, çiçeklerin kokusunu bu kadar net hissedebiliyorum.”

 

Tam o sırada uzaklardan bir ses yükseldi: ince, narin, ama yüreğe işleyen bir kadın sesi. Bir şarkı söylüyordu. Wild, kalbinin ritmini değiştiren o tınıya doğru ağır adımlarla ilerlemeye başladı. Karşısına bir şelale çıktı; berrak sular gürül gürül akıyor, çevresini ulu ağaçlar sarıyordu. Söğüt ağacının gölgesinde, yere diz çökmüş bir kız gördü.

 

Uzun kızıl saçları omuzlarından akıyor, saçlarının arasına serpiştirilmiş rengârenk çiçek yaprakları ışığın altında parlıyordu. Teninin beyazlığı geceyi aydınlatacak kadar saf görünüyordu. Yeşil gözleri adeta ormanın kendisinden doğmuş gibiydi. İnce parmaklarıyla toprağa dokunuyor, önündeki küçücük bir çiçeğe şarkı söylüyordu. Sesindeki tını öylesine büyülüydü ki, en maharetli şarkıcılar bile yanında sus pus kalırdı. Wild, hayatında böyle bir şey işitmemişti; sanki şarkı doğrudan kalbine dokunuyor, içine işliyordu.

 

Bir an nefesi kesildi. Baktıkça şaşkınlığı büyüdü. Kalbinin içinden kopan cümle dudaklarından döküldü:

“Tanrım… Eğer bu bir rüyaysa, ne olur birkaç an daha sürsün.”

 

O anda savaş da, ordu da, yükümlülükleri de zihninden silinmişti. Kızın şarkısının gölgesinde dünya durmuş gibiydi. Ona doğru adım atmak istedi, ama o an rüya bıçak gibi yarıldı. Wild, bir anda çadırında gözlerini açtı. Gözleri boşluğa dikilmişti, zihnindeyse hâlâ yalnızca o sahne vardı.

 

“Kimdi o kız? Neredendi? İsmi neydi?” diye mırıldandı. Dudaklarının kenarına istemsizce bir tebessüm yerleşti.

 

“Sanırım beynim son günlerdeki savaş stresinden beni korumaya çalışıyor. Ama… Hayır, bu farklıydı. Orayı hiç görmemiştim, o kızı hiç tanımıyordum. Peki nasıl olur da ruhum bu kadar tanıdık hissediyor? Melek gibiydi…”

 

Elini alnına götürdü, terini fark etti. Parmak uçlarını göremese de alnındaki sıcaklığı hissetti. Yatağından kalktı, çadırın dışına çıktı. Düşünceleri o kadar ağır basıyordu ki, savaşı bir kenara bırakmıştı. Aklında yalnızca o yeşil gözlü, kızıl saçlı kız vardı. Gölün kenarına oturdu, dalgaların kıyıya çarpışını dinlerken sesli düşünmeye başladı.

 

“Deliriyorsun Wild… Ordunu, askerlerini, savaşı düşünmen gerekirken bir hayal kızına mı kapılıyorsun? Bu aptallık…” Bir an durdu, sesi titredi. “Ama o… O kadar masum görünüyordu ki. Sanki kötülük nedir, savaş nedir hiç bilmiyordu. Sanki bu dünyadan bile değildi.”

 

Sonra kendi kendine çıkıştı:

“Yoksa… Aşık mı oluyorsun Wild? Hem de rüyanda gördüğün bir kıza mı? Aptal!”

 

Sırtını kuru toprağa yasladı, ellerini saçlarının arasına geçirdi. “Ahh, Si Lefur! Sanırım gerçekten deliriyorum…” diye inledi.

 

O gece, yıldızların altında, düşüncelerle boğuşarak uyuyakaldı. Sabah olduğunda Henry’nin sesi onu uyandırdı.

 

“Ağabey! Ağabeeey! Uyan!”

 

Wild gözlerini ovuşturarak başını kaldırdı. “Hııı? Ne oldu?”

 

“Ne mi oldu? Sabah oldu! Kalk da kahvaltı yapalım.”

 

Wild mırıldandı: “Sen git… Ben de geliyorum.”

 

Ayağa kalktığında üzerindeki tozları silkeledi. Toprağın üzerinde yastıksız uyuduğu için saçlarının arasına kum ve yapraklar dolmuştu. Ellerini saçlarına götürdüğünde fark etti: Teni buz gibiydi. Dudakları kurumuş, çatlamış, ellerinin üstü soğuktan bembeyaz kesilmişti.

 

Ordu sabah ateşlerini çoktan yakmıştı. Her üç çadırın önünde bir ateş vardı ve üzerlerinde taze sebzeler kızartılıyordu. Wild’ın gözleri kardeşini aradı. Henry, Zeyphrus’la birlikte kendi çadırlarının önünde oturuyor, tavuk etini ateşte çeviriyordu.

 

Wild sessizce yanlarına oturdu. Domatesler ve patlıcanlar ateşte kızarırken kimse konuşmadı. Sessizliği sadece ateşin çıtırtıları bölüyordu. Zeyphrus, majesteler konuşmadığı sürece sessiz kalmayı iyi biliyordu.

 

Wild, küçük bir dala saplanmış domatesten bir parça aldı, dişledi.

“Hımm… Tadı fena değil ama tuzsuz.”

 

“Ben hemen tuz getireyim efendim,” dedi Zeyphrus, hızlı adımlarla erzak çadırına doğru giderken.

 

Onun gidişini ciddi bir ifadeyle izleyen Henry, gözlerini kısıp alçak sesle konuştu:

“Ona güvenmiyorum.”

 

Wild omuz silkti. “Sen kimseye güvenmezsin.”

 

Henry başını çevirdi, dudaklarının kenarında hafif bir tebessüm belirdi. “Sen hariç.”

 

Wild, kardeşinin bakışlarına karşılık verdi. “Biliyorum.”

 

Yemeklerini bitirince Wild ayağa kalktı. “Hazırlanın. Daha fazla vakit kaybetmeyelim.”

 

Henry, cebinden beyaz, üzerinde kırmızı üzüm yaprağı nakışı bulunan bir mendil çıkardı. “Yanımda temiz bir bez var. Al, bunu kullan.”

 

Wild dudaklarını ve ellerini sildikten sonra kardeşine bakıp gülümsedi. “Teşekkür ederim. Umarım bir gün bu cebinden sıradan bir mendil değil de, sevdiğin kadına vereceğin değerli bir hediye çıkar.”

 

Henry kaşlarını çattı. “Ahh, lütfen… Sıradan bir bez parçası için beni pişman etme.”

 

Wild istemsizce tebessüm etti. Bu küçük kardeşlik anı bile, savaşın gölgesinde kalplerine sızan sıcak bir ışık gibiydi.

 

 

 

Yolculuk başlamıştı.

Günler birbirini kovalıyor, aynı yorgunlukla gelip geçiyordu. İki gündür orduya yemek molası verilmemişti; atların nefesi tükeniyor, askerlerin dudakları soğuktan çatlayıp kuruyordu. Sessizlik, sadece ayak seslerinin ve atların hırıltılarının yankısıyla bozuluyordu.

 

Henry sonunda sabrını yitirdi:

“Ağabey, artık durmalıyız. Yemek molası vermek zorundayız. Ne askerlerde ne de atlarda takat kaldı.”

 

Wild, kardeşinin yüzündeki endişeyi görünce başını salladı.

“Doğru söylüyorsun. Yakınlarda temiz bir göl olmalı. Orada konaklarız. Hem içecek su ihtiyacımızı gideririz, hem de askerlerin yıkanmasına fırsat tanırız. Kaç gündür yollardayız; dinlenmeye ihtiyaçları var.”

 

Henry derin bir nefes aldı, dudaklarının kenarı hafifçe kıvrıldı.

“Doğru bir karar verdiniz, kralım.”

 

İki kardeş önde ağır adımlarla ilerlerken, Wild sessizliği bozdu.

“Henry… Eğer savaşta ölürsem, kendini koru. Geri dur. Bana söz ver.”

 

Henry birden irkildi. “Ağabey, delirdin mi sen? Böyle konuşma! İkimiz de sağ çıkacağız, ben inanıyorum.”

 

Wild’ın yüzüne gölgeli bir ciddiyet oturdu.

“Ben de inanıyorum. Ama her ihtimali göze almalıyız. Annemiz zaten kocasını ve bir oğlunu kaybetti. Bana bir şey olursa, sen onun tek tesellisi olursun. Onu yalnız bırakma.”

 

Henry yüksek sesle haykırdı:

“Hayır! Böyle konuşma!”

 

Wild elini kardeşinin omzuna koydu, bakışlarını gözlerine kilitledi.

“Söz ver, kardeşim.”

 

Henry’nin sesi titredi. “Söz, ağabey. Ama bunu bil ki… Sana hiçbir şey olmayacak! Buna asla izin vermeyeceğim.”

 

Wild küçük bir tebessümle omzunu sıvazladı ve başıyla onayladı.

 

Saatler sonra gölün kıyısına vardılar. Wild atını geri çekip yüksek sesle bağırdı:

“DURUN! Burada dinleneceğiz. Temiz bir göl var! İhtiyaçlarınızı giderin, atların bakımını ihmal etmeyin. Yarın yeniden yola koyulacağız. Hepimiz yorulduk!”

 

Askerler hemen harekete geçti. Odun toplamak için koşuştular, kısa sürede ateşler yakıldı. Kömürün üzerinde kızaran patatesler askerlerin karınlarını doyurdu. Kimi nehre girip yıkandı, kimi kirli giysilerini suya bırakıp ardından ateşin yanında kurumaya serdi. Bir süreliğine savaşı unutmuş gibiydiler; ailelerinden, memleketlerinden bahsediyor, kahkahalar atıyorlardı.

 

Wild ve Henry ise kendi ateşlerinin başında sessizce yemek yiyordu. Asfort, büyük bir kazanda herkese yetecek kadar çorba pişirmişti.

 

Henry, kasesinden büyük bir yudum alıp gözlerini kapadı. “Hımmm… Kaç gündür mideme doğru düzgün bir şey girmemişti.”

 

Wild gülerek karşılık verdi.

“Prensim, biraz yavaş ye, yoksa boğulacaksın.”

 

Henry çatalını salladı. “Yemek asla bana ihanet etmez, ağabey.”

 

Onun bu açık sözlülüğü Wild’ı kahkaha atmaya zorladı. Ateşin ışığında yüzlerinde ilk defa huzura benzer bir ifade belirdi.

 

Gece çökmüştü. Ay gökyüzünün zirvesine tırmanmış, orduya soğuk ışığını bırakmıştı. Henry çadıra girip seslendi:

“Ağabey, atlar beslendi. Bir köşeye uzanmışlar. Askerleri de yokladım; herkes uyuyor.”

 

Wild başını salladı. “Güzel. Öyleyse biz de uyuyalım.”

 

İki kardeş, yere serilmiş elf işlemeli kalın yorganların altında yan yana uzandı.

 

........................................................................................................................................

 

Wild yeniden aynı rüyanın içine sürüklendi.

Söğüt ağacı yine oradaydı. Çiçekler güneşin altında parlıyor, rüzgâr dalların arasında fısıldıyor, güllerin kokusu havaya yayılıyordu. Şelalenin sesi kulaklarında yankılanıyor, suyun her damlası ışıldıyordu. Ve o kız… Kızıl saçları rüzgârla savruluyor, masumiyet yüzüne işlenmiş halde söğüdün gölgesinde oturuyordu.

 

Wild, kalbindeki sızının her izleyişte büyüdüğünü hissetti. Parmak uçları titriyor, dudakları kuruyordu. “Bu kez olmayacak,” dedi kendi kendine. “Bu kez uyanmayacağım.”

 

Cesaretini toplayıp ona doğru bir adım attı. Ama gizemli kız hâlâ farkında değildi. Wild sesini yükseltmedi, sadece dudaklarından tek kelime döküldü:

“Merhaba.”

 

Kız şarkısını yarıda kesti. Başını çevirip ona baktı. O masum yeşil gözlerde korkunun parıltısı vardı. Sanki hayatında ilk kez bir elf görüyordu.

 

Wild onunla oturup konuşmak, kim olduğunu, nereden geldiğini, adını öğrenmek istiyordu. Ama rüya, kaderle yarışır gibi bir anda koptu. Gözleri açıldığında çadırdaydı.

 

Kral nefesini yüksek sesle verdi, parmaklarını beyaz saçlarının arasına geçirdi. Dizlerinin üzerine doğruldu, alnına vurdu.

“Ahhh, Wild! Aptal! Biraz daha dayansaydın, adını sorabilirdin!”

 

Kendi kendine haykırırken Henry uykulu gözlerle başını kaldırdı.

“Ağabey? Ne oldu? Bir şey mi var?”

 

Wild derin bir iç çekti, gözlerini kapadı. “Hayır… Sadece rüya gördüm. Sen uyu.”

 

Henry homurdanarak arkasını döndü. “Öyle mi… O zaman sesini kıs, Tanrım! Uyuyordum. Ben de bir şey oldu sandım…”

 

Tekrar uykuya daldı, dudaklarının kenarında uykulu bir sitemle.

 

Wild’ınsa öfkesi dinmek bilmiyordu. Daha önce hiçbir kadın kalbine dokunmamıştı. Kadınlarla dostluk kurar, ama birini düşündüğünde asla kalbi sızlamaz, dili tutulmazdı. Bu kız ise günlerdir aklından çıkmıyordu. Üstelik gerçek mi, hayal mi, bilemiyordu. Her öğünde, her adımda, uyumadan önce hep onu düşünüyordu.

 

Bu çaresizlik, onun için ilk kez yaşanan bir zayıflıktı. Öfkesine yenilmeyen kral, şimdi kendi düşlerine yeniliyordu.

 

Sağına döndü, hafifçe battaniyesine sarılmış Henry’yi izledi. Mum ışığı kardeşinin siluetini zar zor aydınlatıyordu. Onu uzun süre sessizce seyretti. Sonunda göz kapakları ağırlaştı ve farkına bile varmadan yeniden uykuya daldı.

Bölüm : 13.09.2024 13:52 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...